Bir Şiddet Eleştirisi: Cevdet Said Örneği
Bir Şiddet Eleştirisi: Cevdet Said Örneği
Suriye’deki çatışmalar sonrası 2012 yılında
ailesiyle birlikte Türkiye’ye gelen ve İstanbul’da bu yılın başlarında hayata
gözlerini yuman Çerkez asıllı yazar Cevdet Said'in (1931-2022) Cevdet Said verimli bir yazardı. Kendisini
Türkçe'ye çevrilen İslami Mücadelede Güç, İrade ve Eylem, Bireysel ve
Toplumsal Değişmenin Yasaları, İslami Mücadelede Şiddet Sorunu, Âdem'in
Oğlu Habil Gibi Ol vb. eserlerinden tanıyoruz. Yazdığı kitapların ad ve
konularını dikkate aldığımızda onun toplumsal hareketlilik konusuna ağırlık
verdiğini görüyoruz. Yazar bu konuya ısrarla eğilmekte ve şiddet karşıtı bir
söylemi sistemleştirmeye çalışmaktadır. Bu yazıda şu soruların yanıtları
aranacaktır: Said’e göre “Âdem’in iki oğlu kıssası”nı nasıl anlaşılmalıdır? Güç
kullanımının meşruiyeti var mıdır?
Âdem'in
İki Oğlu
Âdem'in İki Oğlu kıssası ile yüce Allah, iyilik
düşüncesiyle Müslümanların irtibatını kurarken şerden de uzaklaştırmak
istemektedir (Fadlullah, 1405: VIII, 82): “Onlara, Âdem'in iki oğlunun
haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden
kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen
kardeş, kıskançlık yüzünden), ‘Ant olsun seni öldüreceğim.’ dedi. Diğeri de “Allah
ancak takva sahiplerinden kabul eder.’ dedi (ve ekledi:) ‘Ant olsun ki sen,
öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak
değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben İstiyorum ki sen,
hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın;
zalimlerin cezası işte budur.’ Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve
onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah, kardeşinin
cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi.
(Katil kardeş:) ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki
kardeşimin cesedini gömeyim.’ dedi ve ettiğine yananlardan oldu.” (el-Mâide
5/27-31) Âdem'in iki oğlunun Hz. Âdem'in mi yoksa İsrailoğulları arasında
yaşayan iki kişinin mi olduğu konusu da bazı müfessirlerce tartışılmıştır. Zira
kıssa İsrailoğulları ile ilgili bir bağlamda geçmektedir. Bu iki kardeşin
İsrailoğulları zamanında yaşamış olmalarını mümkün görmeyenler, gerekçe olarak Kabil’in
kardeşini öldürdükten sonra nasıl gömeceğini bilememesini göstermişlerdir. Yani,
onun bu konudaki bilgisizliği onun ilk insanlardan olduğunun kanıtıdır. Konuya
böyle bakılabileceği gibi bu kıssayla İsrailoğullarına dolayısıyla da tüm
Kur'an okuyucularına, “Kabil gibi olmayın!” mesajı verildiği de düşünülebilir.
Yani bu kıssa İsrailoğullarından söz eden bir bağlamda ara cümle gibidir.[1]
Yukarıdaki ayet grubunda anlatılan Habil'in
tavrı tüm zamanlar ve toplumlar için örneklik teşkil eder mi? Bu tavır İslami
toplumsal bir hareket için bir yöntem ve ilke kaynağı mıdır? Yoksa kıssada
anlatılan Habil'in tavrı, öğüt alma düzeyinde mi bir değere sahiptir? Bu
sorulara şöyle yanıt verilebilir: Habil'in tavrı ilke kaynağı olsaydı
Firavun'un sarayında imanını gizleyen mümin kişinin tavrını da genelleştirmek gerekir.
Hâlbuki imanı gizlemek, müminin karşı karşıya kaldığı bir zorunluluk
nedeniyledir.
Habil'in tavrını kendisini savunmadığı değil
öldürme niyetiyle kardeşine saldırıya geçmediği şeklinde anlamak gerekir (Râzî,
1998: IV, 339). İnsan kendisine yönelik yakınları tarafından yapılan bir
saldırı konusunda daha temkinli davranır. Ya da Âdemoğlu öz evladının başına
gelen bir olaydan dolayı üzüldüğü kadar başka birinin çocuğunun başına gelene
üzülmez. Habil Kabil diyaloguna dikkatlice bakıldığında Habil'in pek de yumuşak
bir üslup benimsemediği görülür. Kardeşine yapacağı eylemin sonucunda hem
kendisinin hem de onun günahını yüklenip cehenneme gitmesini istemesi bunu
göstermektedir. İkisi arasındaki bu olayın ailevi ilişkiler açısından bir değer
ifade ettiğini düşünmek daha doğru olur. Kıssa üzerine bu kısa yorumların
ardından bu kıssa aracılığıyla Cevdet Said'in şiddet sorununa nasıl
yaklaştığına değinebiliriz.
Cevdet
Said'in Habil Kıssasını Değerlendirmesi
Yazar Suriye'de yegane otorite olan Arap
milliyetçisi, Baas Partisi yönetiminde bulunan bir ülkede yaşarken rejim ile
muhalifler arasında yaşanan çatışmalar sonrasında ülkesinden ayrıldı ve
Türkiye’ye geldi. Rejimin baskıcı yapısını ve yazarın İslam dünyasındaki
-özellikle Arap alemindeki- hareketlere olan ilgisini dikkate aldığımızda
Habil'i niçin bize örnek şahıs olarak sunduğu konusunda üç ihtimal akla
gelmektedir. Ya yazar baskılardan yılmış, fiili mücadeleden vazgeçmiştir ve
yazılarıyla bu tavrını meşrulaştırmaktadır. Ya da hayat tecrübesi onu yükselen
değerlere yönlendirmiş, Batı'ya karşı apolojetik (özür dileyici) bir söyleme
itmiştir. Üçüncü bir olasılık da samimi duygularla silahlı mücadele veren
İslamcı örgütlere hüsnüzanla hareket edecek olursak “içeriden” bir eleştirel
söylemi geliştirmek istemiştir.[2]
Yazar, Âdem'in Oğlu Habil Gibi Ol
kitabından daha önceleri yayınladığı bir kitapta tavsiyelerinin daha çok İslami
mücadelede şiddet kullanan çevrelere yönelik olduğunu belirtmektedir (Said,
1995b: 98). Ona göre cihad kıyamete kadar gerekli bir şeydir. Ancak ilahi
emirlerin ne zaman uygulamaya geçirileceğinin iyi tespit edilmesi gerekir
(Said, 1995b: 35).
Said, bir yandan Rasulullah’ın (s) risaletinin
yarısından fazlasında kimseyi öldürmediğini ifade etmekte (Said, 2000: 409)
öbür yarısında güç kullandığını zımnen kabul etmektedir. Bu anlamda ilk inen
surelerden Müzzemmil suresinde, ileride Müslümanlara yönelik şiddet
uygulanacağına ve Müslümanların kendilerini şiddet kullanma da dâhil savunarak
övgüye mazhar olacaklarına dair geleceğe ilişkin ifade hakkında (el-Müzzemmil
73/20) bir yorum yapmaz. Halbuki ayet, tebliğin özgürce yapılmasının
engellendiği bir ortamda tedric anlayışını gündeme getirmektedir ama yazar
ısrarla güç kullanmamanın şartlarla ilgili olduğu vurgusundan kaçınmakta ve
böyle bir anlayışı varsa bile oldukça sönük kalmaktadır. “Habil gibi ol!”
tavsiyesinde bulunan sahih bir hadisten yola çıkarak şiddet karşıtı bir
söylemin faydalarına işaret eden yazar, bunu yaparken Kabil'in tavrını da
gündeme getirir; ancak Habil'in tavrını yoğun bir şekilde ele aldığı eserde
Kabil'in güncel karşılığından bahsedilmediği gibi, dört yüz
küsur sayfada Kabil'in karakterine pek az yer verilmiştir. Kötülükleri
yapanlara karşı ne yapılacağı vurgulanırken kötülük yapanların da nitelikleri,
çıkardıkları ifsat dile getirilmezse bu eksik ve edilgen bir tavır olur. Oysa
Nasreddin Hoca misali hırsızın da suçlu olduğu belirtilmeli, Kabil'in
faaliyeti, etkinlik tarzı ve baskıcılığı vurgulanmalıydı.
Habil kıssası Kur'an-ı Kerim'de aile içi bir
mesele olarak veriliyor, diyebiliriz. Bu yönüyle toplumsal hareketlere birebir
örnek olmaktan uzaktır. Ancak Said, Müslümanlarla zorba yönetimler arasındaki
ilişkiyi bu kıssa eksenine oturtup çatışmadan uzak durmak gerektiğini
savunuyor, Hâlbuki kıssalar, İslami mücadele ile ilgili özet bilgiler verir.
Örneğin Hz. Nuh'un 950 yıl süren tebliği ve mücadelesi sınırlı sayıda ayet ile
ifade edilir. Bu anlamda yani olayların tam olarak nasıl gerçekleştiği açısından
kıssalar müteşabihtir. Bu nedenle Kur'an kıssaları genelde hüküm değil, ibret
kaynağıdır.
Kıssaların ibret yönünün ön plana çıkmasını dikkate
aldığımızda, “Habil gibi olmamız”ın gereği zayıf bir temel üzere kurulmuş
oluyor. İslam toplumlarını, yönetimleriyle beraber düşündüğümüzde Habil ile
Kabil ikilisi gibi bir bütün olarak görebiliriz. Bu yorumu kabul ettiğimizde Said
bize Bilal, Ebu Zer ve sahabeden daha sonraki neslin üyesi olan Ahmet b.
Hanbel'i zulme karşı tavır konusunda örnek olarak sunuyor (Said, 2000:380-381).
İnsanların yukarıdaki ikisi sahabe üç kişi gibi
davranmalarını nasıl bekleyeceğiz? Acaba peygamber olmayanları insanlara
mükemmel örnek gibi sunmak mümkün müdür? Bu mantık örgüsü içinde Bedir savaşı
nereye oturtulabilir? Şartlar oluştuğunda zalim otoriteye karşı başkaldırıyı
makul gören Ebu Hanife'yi niçin örnek alamazlar? Zira insanlar aynı tür
haksızlığa farklı tepkiler koyabilmekte ve hepsi de meşru olabilmektedir. Yani
içinde bulunulan konum, tavrın tarzını da belirleyebilmektedir. İnsanların
kendilerini ifade etme haklarının olduğu bir yerde mevzu bahis üç kişiyi örnek almak
mümkünken, baskı ve sindirmenin adet olduğu bir yönetim altında aynı
mütevazılığı sergilemek dilek-şart düzeyinde görülmelidir. Said’in belirttiği
isimlerin tutumları da örnek verdiğimiz Ebu Hanife’nin tutumu da dönemseldir.
Risalet, zulüm ve azgınlık esaslı yönetimler
için bir tehdittir. Zorba rejimlerin engellemeleri karşısında peygamberlik
misyonu aracılığıyla temsil edilen ilahi mesaj ne yapsın? Hareket etmesin mi?
Kabuğuna çekilsin de düşmanlarına yem mi olsun? Bu nasıl mesajdır ki ilk andan
itibaren bir meydan okumayla / bir itirazla veya şiddetle karşılaşır
karşılaşmaz mücadeleyi bırakıp kaçıyor? Bu şekilde bir hayat için hayrı temsil
eden ilkelerin devamlılığı işlevi nasıl yürütülecektir? Karşısına dirençli bir
engel çıktı diye varlığını sürdürmesi tehlikeye giren bir mesajın, hayır
nitelikli ilkelerin devamlılığını sağlamadaki olumlu payı ne olabilir? Said'e
göre sorunları halletmek için başvurulan yöntemlerden birisi olan güç
kullanmaktan yani kan dökücülükten, kan sevicilikten vazgeçtiğimiz an Musa (a)
gibi “beyaz el” mucizesine (el-Kasas 28/32) sahip olabiliriz (Said, 2000: 401).
Allah, Musa'ya “kendisine katından bir rahmet verdiği ve tarafından bir ilim
öğrettiği bir kulu (el-Kehf 18/65) ile karşılaşma imkânı sağlamış; o, bu salih
kuldan Said'in anladığı anlama hiç de uygun olmayan uygulamalar görmüştür ve bu
şahsın (peygamberin ya da büyük ihtimalle meleğin) yaptıkları Allah tarafından
kesinlikle kınanmamıştır. Peki Said'in bu şekilde anladığı “beyaz el” mucizesi
sonrası Hz. Musa'nın tavrı nedir? Bu mucize sonrası onun kardeşini
tartakladığını (el-A‘râf 7/150), toplumun şirke yönelmesi karşısında elindeki
ayetlerin yazılı olduğu levhaları fırlattığını (el-A‘râf 7/150), onları savaşa
davet ettiğini fakat onların “Sen ve Rabbin gidin, savaşın.” (el-Mâide
524) dediklerini biliyoruz. Yani beyaz el mucizesi sonrası dönem tamamen uysal
ilişkilerin hâkim olduğu “sivil” bir dönem değildir. Kur'an-ı Kerim dışındaki
diğer bütün mucizelerin de dönemleri ile sınırlı olduklarını bilerek onlara
sahip olmanın değil, o mucizelerin gösterildikleri dönemin olayları içindeki
rollerini örnek almanın çabası içinde olmak gerekir.
Çatışmacı bir yaklaşımın aksine Said, AB
(Avrupa Birliği) tarzı bir yönetimin örnek alınabileceğini söylemektedir. Ona göre
Avrupalılar, tüm insanlara bir aile, bir kabile, bir ulus olarak bakmaktadır
(Said, 2000: 432). Bu yaklaşım vakıa ile ne kadar uyum içindedir ve ne kadar
gerçekçidir? Batı, tüm dünyayı kendisinin tebası görmekten, “küreselleşme”yi,
kapitalizmi evrensel değer olarak sunma anlayışından ne kadar
ayrışmıştır/ayrıştırılabilir? Mesela tarımsal açıdan kendine yeterli ülkeleri
dahi kendine bağımlı hale getiren Batı'nın küreselleşme adı altında
kolonileştirme çabalarının dışında kalabilmek ne kadar mümkün olacaktır? Bu
çelişki bağlamında Said, Avrupa Birliği ile küreselleşme olgusu arasında bir
bağlantı olup olmadığına dair bir kanaat sahibi değil gibidir ve bu tavrı AB
konusunda zihinlerde oluşan soru işaretlerine cevap vermekten uzak
görünmektedir.
Avrupa ve Amerika, kendi içlerinde ırkçılığı
bitirebilmiş değiller. En azından bitirme iddiasında olduklarını
söyleyebiliriz; ancak tüm insanları tek toplum olarak gördükleri iddiası
hakikatten bir değer/pay taşımaz. Zira Batı'nın hâkimiyeti kendi içinde güçlü
ve nispeten insancıl, kendi dışında zorba ve kendilerine itaat eden zalim
iktidarları destekleme üzerine kuruludur. Said'e göre Avrupa ülkeleri ayakta
kalmıştır; çünkü AB, çöken Sovyetler Birliği'nden daha fazla rüşd (doğruluk)
yolundadır. Çöküşün sünneti Sovyetleri daha erken yakalamıştır; çünkü onlar
rüşd yolunu tümden reddetmiştir. Avrupa ülkelerinin insan temel hak ve
özgürlüklerine -en azından kendi vatandaşlarına- diğer ülkelere göre daha fazla
önem verdikleri doğrudur; ancak Sultan Galiyef'in tezlerini de hatırlamak
gerekmektedir. Avrupalı bir işçi, bir Rus işçisinden daha iyi şartlarda
yaşıyorsa, bu Avrupalı işçinin 3. Dünya ülkelerinin sömürülmesinden pay aldığı
içindir.
Said, kendisini Cemâleddin el-Efgānî
(1838-1897), Reşîd Rızâ (1865-1935) ve Seyyid Kutub (1906-1966) çizgisinde
gören birisidir. Bu kişilerin emperyalizme karşı mücadele veren İslami
kimlikten uzak ya da inhiraf etmiş hareketler bir imkân olarak gördükleri
söylenebilir; zira onlara göre asıl olan emperyalizmin geriletilmesidir ve
bunun için bulanık zihniyetlerin gayret göstermesi de iyi bir şeydir. Yani
İslam birliğinin sağlanmasında bu kolaylaştırıcı bir aşama olarak görülebilir;
ancak buradan ulus devletlerin meşruiyetine delil çıkarmak doğru olmasa
gerektir.
Yazarın Adem'in Oğlu Habil Gibi Ol adlı
çalışmasının, Mâlik bin Nebî'nin (1905-1973) tezlerinin bir versiyonu olan Bireysel
ve Toplumsal Değişimin Yasaları[3] kitabı
kadar başarılı olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Habil gibi olmamız
gerektiğini tavsiye ettiği eserinde sünnetullah ile ilgili kitabı kadar
derinlik söz konusu değil. Oluşturduğu konu başlıklarının altını gereği gibi
doldurmadan başka bir konuya geçiyor.
Filistin'de Müslümanlar Habil'e yakın bir tavır
sergilemektedir; ancak İsrail'e misillemede bulunma hakları yok mudur? Said'in
zaviyesinden buna imkân gözükmüyor. Daha önce yayınladığı kitabında güç
biriktirmeksizin salt sağlam imanla yola çıkmanın yeterli olmadığını
vurgularken (Said, 1995a: 203) Türkçe'ye kazandırılan son kitabında (Hâbil
Gibi Ol) bu tezinden vazgeçtiğinin işaretlerini veriyor. Said'e göre
çatışan iki kesim varsa çözüm hicrettir. Ulus-devletlerin oluşmadığı bir
ortamda hicret nispeten kolayken günümüzde ülke sınırlarını aşıp başka bir ülkeye
yerleşmek pek kolay değildir. Hicret günümüzde oldukça küçük topluluklar için
mümkün görülebilir ancak yazar, yüzbinlerce insan için bu tavsiyenin somut
zeminini gösterseydi hayırlı bir iş yapmış olacaktı. Said hicretin
güncelleştirilmesi konusunda imkânlar açısından bihaber gözükmektedir.
Said, birtakım olumsuzlukları zikretse de
umutsuz değildir. Gelecek iyi olacaktır. Vurgu olarak olumlu, vakıa olarak
ütopik bir tutum sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Tarihin insanın şerefli bir
varlık, zelil bir varlık oluşu bağlamında inişli çıkışlı ilerlediğini söylemek
daha doğru olur. Kişi başına 5 ton patlayıcıya sahip bir dünyada yaşayıp
insanlığın hayra doğru ilerlediğini İleri sürmek sağlıklı bir değerlendirme
olarak gözükmemektedir. Said, umutlu olmak bağlamında Yûnus’un (a) kavminin
düşünüp taşınıp kendilerini ıslah etmelerini (Yûnus 10/98) önemser. Bu
ihtimalin her zaman var olduğunu ve bunun istisna görülmemesi gerektiğini,
toplumların azabı dikkate alarak iman etmelerinin mümkün olduğunu ve bu
tavırlarıyla azabın kalkacağını ifade eder (Said, 2000: 393).
Güç
Kullanımının Meşruiyeti Sorunu
Güç kullanmak Said'in yaklaşımında olduğu gibi
şeytandan kaçar gibi kaçmak gereken bir şey midir? Kur'an-ı Kerim, bu konuda
içinde bulunduğumuz konuma göre nasıl bir tavır takınacağımıza dair ip uçları
vermektedir: “Ey peygamber, kafirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert
davran.” (et-Tevbe 9/73). Ma’rûfu emreder ve münkerden nehyedersek,
kötülerin başımıza musallat olmalarını engellemiş oluruz. Münkere direniş ve
sapıklığa cephe alış, sırf dille geçiştirilecek bir yükümlülük değildir. Tam
tersine bu yükümlülüğün, bir de müminlerden iki topluluğun çekişmesi ve birinin
azgınlaşarak barışa yanaşmaması durumunda İslam toplumunun nasıl bir tavır
takınması gerektiğinden söz eden ayetten anlayabiliyoruz: “İnananlardan iki
grup vuruşurlarsa, onların arasını düzeltin. Birisi ötekine saldırırsa Allah'ın
buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönene
kadar, dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve daima adil olun.
Çünkü Allah, adalet yapanları sever.” (el-Hucurat 49/9). Ayrıca Allah,
Rasulullah’ı (s) inananları savaşa teşvik etmeye davet etmiştir (el-Enfâl 8/65).
Allah bu sayede kâfirlerin gücünü kırar (en-Nisâ 4/84). Kendi uğrunda
kaynatılmış binalar gibi saf tutup çarpışanları sever (es-Saf 61/4).
Güç sahibi olmanın faydalarına gelince gücün
hareketi daha hızlı bir hale getirdiği söyleyenebilir. Böylece imandan
kaynaklanan güçle pratiğin oluşturduğu güç arasında bir kaynaşma olur. İnsanın
İslam davasına bağlanışı daha derin bir nitelik kazanır (Fadlullah, 1997: 184).
Düşmanların iman özgürlüğünü boğmalarına, inancın diğer insanların hayatlarına
nüfuz etmesini engellemeye dönük girişimlerde bulunmalarına ve inanç sistemine
bağlananları dinden döndürme amaçlı baskılara, işkencelere, sürgünlere
uğratmalarına ve özel ve genel çıkarlarını sabote edici etkinliklerine engel
olur. İnsanlar arasında sömürünün, haksız kazancın ve haksızlığın egemen
olmasına yol açan zalim güçlere karşı, mağlup mazlum ve ezilenlere yardım imkânı
sağlar. Sahip olunan güç sayesinde küfür, Müslümanı Allah yolundan alıkoyamaz,
müşriklerin güçlerini kırar ve baskılarını zayıflatır. İnsanlara, ülkelere ve
kutsal değerlere saldırılar engellenir.
Eğer Allah'ın insanların bir kısmıyla diğerini savması
olmasaydı, dünyayı fesat bürürdü (Bakara 2/251). Saldırganlara, tağutlara, zorbalara
ve sapıklara meydanın boş bırakılmaması, hayatın saldırganlığa ve sapıklığa
boyun eğmemesi adil bir güç ile olur. Zorbaların hakim olduğu bir ortamda hayat
anlamsızlaşır, masum insanları öldürmeye varan çeşitli baskı yöntemleriyle
sindirilmeleri gündeme gelir.
Azgınlaşan iktidarlar, sevgi, şefkat ve
yumuşaklık esaslı yöntemleri zayıflığın bir belirtisi olarak algılarlar. Bu da
onları, azgınlıklarını sürdürme konusunda cesaretlendirir. Hiçbir şey
zayıfların zayıflığından, ezilmişlerin ezikliğinden ısrarla ve güçlü bir
şekilde haykıracak bir dilin yokluğundan veya güce güçle karşılık verecek
pratik bir hareketin yokluğundan daha çok tağutlar için azgınlıklarını sürdürme
hususunda teşvik edici, tahrik edici olamaz. Bu açıdan bakıldığında ya risalet mesajının
öngördüğü tavırdan, ilkelerden ve yapıcı, ıslah edici sembollerden soyutlanıp
bu mutlu azınlık, hayatta diledikleri gibi davranmak üzere kendi hallerine
bırakılacak, yeryüzünde her türlü fesat ve bozgunculuğu yapmalarına göz
yumulacak, ya da gerekirse mal ve can hususunda fedakârlıkta bulunmak da dahil
olmak üzere, çeşitli direniş yöntemleriyle bunların karşısında dimdik
durulacaktır.
Said, “Habil gibi ol!” hadisini bir Müslüman
için çıkış noktası ve ilke olarak alırken acaba haksızlıklar karşısında
takınılacak yegane tavır Habilce davranmak mıdır, buna değinmez. Örneğin “İnsanlar
‘La ilahe illallah’ diyene kadar cihad etmekle emrolundum” hadisini hayatımızın
hangi aşamasında değerlendirmeye alacağız? Veya kötülük karşısında önce elle,
sonra dille, en son olarak da buğz ederek tavır alma tavsiyesinde bulunan hadis
gibi benzer rivayetleri de. Bu çerçevede Said'in belirttiği “Habil” hadisinden sağlıklı
bir sonuç çıkarmak için konuyla ilgili ayetleri ve hadisleri de dikkate almalıydı.
Habil gibi olmamızı tavsiye eden hadis, genel geçer bir kural şeklinde değil de
söylendiği ortamla ya da kişiyle ilgili güzel bir tavsiye olarak anlaşılmaya
daha müsait gözükmektedir.
Sonuç
İslami hareket vahyi sınırlar içinde bir
esnekliğe sahip olmalıdır. Hareketin içinde bulunduğu ortam ve zamana göre
nasıl tavır takınılacağı şiddet merkezli veya şiddet karşıtı olarak
belirlenemez. Risalet misyonu, kavramlarını, genel ve özel nitelikli hükümlerini
özgürce yayabilmelidir. Yöntemlerini ve hedeflerini serbest bir ortamda uygulama
imkânına kavuşmalıdır. Hem de yeryüzünün her tarafında, her bölgesinde bu
özgürlüğü sonuna kadar kullanabilmelidir; çünkü risaletin zamanı ve mekânı aşan
evrenselliğine yakışan budur. Tüm insanları bu bağlamda bilgi sahibi kılma,
sorumluluğunun bir gereğidir. Bu yüzden risalet misyonunun, fiili engellemelere
baş kaldıracak ve meydan okumalara karşı koyacak caydırıcı bir kuvvet
oluşturması en doğal hakkıdır. Güç kullanmamak temel bir ilke olamaz. Her
halükârda güç kullanmak da sağlam bir temele sahip olmaktan uzaktır. Asıl olan
tebliğin özgürce yapılabildiği bir ortama sahip olmaktır. Bunu elde etmek için
hikmetle öğüt vermekten güç kullanmaya uzanan aşamalı bir yönteme başvurulabilir.
Ya da içinde bulunulan şartlara göre ikisinden biri tercih edilebilir. Çünkü
ilahi mesajı, düşman saldırılarından korumak şartlar gerektirdiğinde ancak
kuvvetle mümkündür. Davet hareketinin özgünlüğünü boğmak, insanların onu
dinlemesine engel olmak için var güçleriyle çalışan düşmanlara ancak kuvvetle
karşı durulabilir. Bütün bunların yanında ancak güçlü bir hareket mensuplarını
baskılardan, sürgünlerden, işkencelerden dinden döndürme amaçlı eziyetlerden koruyabilir.
Bu da gösteriyor ki cihad, realiteye uygundur. Fitne kalkıncaya kadar her türlü
çaba gösterilmelidir ve bu cehdin sınırlarını salt tebliğ ile sınırlamanın
İslami temellerden yoksun olduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Kaynakça
Said,
Cevdet. Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları. çev. İlhan Kutluer.
İstanbul: İnsan Yayınları, 3. Basım, 1994.
Fadlullah,
Muhammed Hüseyin. İslam ve Kuvvetin Mantığı. çev: Vahdettin İnce. İstanbul:
Yöneliş Yayınları, 1997.
Fadlullah,
Muhammed Hüseyin. Min Vahyi’l-Kur'an. 11 cilt, Beyrut: Dâru’z-Zehra,
1405 (h).
Râzî, Fahruddin. et-Tefsiru’l-Kebir. 2. Basım,
Beyrut: Daru İhyai Turasi'l-Arabi, 1998.
Said, Cevdet. Âdem'in Oğlu Habil Gibi Ol. çev:
Abid Keskinsoy, İstanbul: Pınar Yayınları, 2000.
Said, Cevdet. İslami Mücadelede Güç İrade ve
Eylem. Çev: İbrahim Kaçar, İstanbul: Pınar Yayınları, 1995a.
Said, Cevdet. İslami Mücadelede Şiddet Sorunu.
çev: H. İbrahim Kaçar, İstanbul: Pınar Yayınları, 1995b.
[1]
Harut ve Marut kıssası da Hz. Süleyman’dan söz eden bir bağlamda ara cümle
gibidir bk. https://www.muratkayacan.com/2014/10/melekler-sihir-ogretir-mi.html
Erişim tarihi: 25.2.2022.
[2]
“Hüsnüzanla hareket edecek olursak” vurgusu, onun muhaliflerin de Baas rejimini
devirip iktidar olduktan sonra firavuna dönüşeceklerini iddia etmiş olmasından
dolayıdır bk. https://www.dunyabulteni.net/ortadogu/cevdet-saidden-muhaliflere-elestiri-h240506.html
Erişim tarihi: 25.2.2022.
[3]
Cevdet Said, Bireysel ve Toplumsal
Değişimin Yasaları, çev. İlhan Kutluer (İstanbul: İnsan Yayınları, 1994).