tag:blogger.com,1999:blog-44080302466719792352024-03-04T02:45:40.695+03:00Murat KayacanMurat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.comBlogger1132125tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-53964279335203905212024-01-25T23:20:00.004+03:002024-01-25T23:20:49.436+03:00Hz. Yûsuf'un Kadınla Sınavı ve İffeti<p>Hz. Yûsuf köle olarak Mısır’daki Aziz’e satıldıktan sonra onu satın alan kişinin eşi nedeniyle zor bir imtihan geçirmiştir. Bu konu Yûsuf sûresinin 24. ayetinde vurgulanan önemli bir tema olarak öne çıkmaktadır. Bu ayet bağlamında bu yazıda Hz. Yûsuf'un sahip olduğu iyi niteliklerin toplumsal ve bireysel düzeyde nasıl bir etki yarattığı, ahlaki sorumluluklar bağlamında nasıl bir duruş sergilediği ayrıntılı olarak incelenmektedir. Bu çalışma, Kur'an'ın kendi içinde nasıl tefsir edildiği ve anlaşıldığı konusunda “Kur'an’ın Kur'an ile tefsiri” yöntemini kullanarak, Hz. Yûsuf'un asil ahlaki duruşunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Elde edilen bulgular, Hz. Yûsuf'un iffet sınavından başarıyla geçtiğini, sınav öncesi, sınav sırası ve sonrasında “ihlaslı kılınmış bir kul” olduğunu ve gençlere güzel bir rol model olarak sunulabileceğini göstermektedir.</p>
<p><strong>Kadının Günaha Davetinin Boşa Çıkması</strong></p>
<p>Aziz’in eşi Hz. Yûsuf’a yöneldiğinde amacı onu denemek ya da şaka yapmak değildi: “<em>Yemin olsun, o (kadın) ona (Yûsuf'a) niyet kurdu, o da kadına niyet kurmuştu eğer rabbinin burhanını görmeseydi. İşte biz böylece ondan kötülüğü ve fuhşu çevirelim diye; çünkü o, ihlaslı kılınmış kullarımızdandır</em>.” (Yûsuf 12/24). Ayette “İkisi de birbirine meyletmişti.” anlamında bir ifade yoktur. Yani “<em>rabbinin burhanını görmeseydi</em>” denilen Hz. Yûsuf, o kadına eğilim göstermemiştir. Her ne kadar ayetin bu kısmının öncesine (<em>o da kadına niyet kurmuştu</em>) bağlanmasını belagate uygun bulmayanlar olmuşsa da bu tür bir kullanım Kur'an’da tek değildir. Dolayısıyla belagate aykırı bir durum yoktur.<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Ayrıca “<em>rabbinin burhanını görmeseydi</em>” şeklindeki şart cümlesinin yanıtının gizli (mahzuf) olması, öncesindeki bilgi nedeniyle gereksizdir. Kadının tutum ve davranışları nedeniyle Hz. Yûsuf’un kalbine “şeytani bir vesvese” geldiği kabul edilse bile bundan sorumlu olduğu söylenemez. Oruçlu olmasına rağmen “Şimdi bir şişe su ne güzel giderdi.” deyip de orucunu bozmayan kimse de içine gelen bu düşünceden dolayı sorumlu olmaz. Kaldı ki olayın aydınlatılması çabaları sırasında Hz. Yûsuf şöyle diyecektir: “<em>O (kadın), benden murat almak istedi.</em>” (Yûsuf 12/26). Kadın da daha sonra bunu teyit edecek ve ardından da “<em>O, namuslu davrandı.</em>” (Yûsuf 12/32) diyecektir.</p>
<p><strong>Hz. Yûsuf Az da Olsa Günaha Meyletti mi?</strong></p>
<p>Ayetteki “<em>burhan</em>”, Hz. Yûsuf’u günaha sapmaktan alıkoyacak olağanüstü bir şey olabileceği gibi Hz. Yûsuf’un zinanın kötü sonuçlarını görmesi ve ona göre hareket etmesi de olabilir. Yine ayetin, zinaya götüren fiillerin ve bizzat zinanın Hz. Yûsuf’tan uzaklaştırılması<a href="#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a> anlamındaki “<em>İşte biz böylece ondan kötülüğü ve fuhşu çevirelim diye</em>” kısmından da anlaşılabileceği gibi talep tek taraflıdır. Efendisinin ona iyi davrandığını bilen ve nankörlük etmeyen Hz. Yûsuf (Yûsuf 12/23) değil, kadın suçludur. Hz. Yûsuf’un tövbesinden söz edilmemesi de onun günaha meyletmediği şeklinde yorumlanabilir. Hz. Yûsuf’un kadından kaynaklanan celp edici söz ve davranışlara rağmen o kadından uzak durması, Hz. Yûsuf’taki bir eksiklikten değil, onun iffetinden ve Allah korkusundan kaynaklanıyordu. İnsanı yoldan çıkaracak teklif karışışında Hz. Yûsuf, kendisini ahlak dışılığa değil, rabbinin burhanına açık tutuyordu. Gözü günahı değil, rabbinin delilini görüyordu. Bu sayede günahtan uzak kalabildi.</p>
<p><strong>Hz. Yûsuf’un İhlaslı Kılınmasının Kapsamı</strong></p>
<p>Günaha davet karşısında “<em>Allah'a sığınırım!</em>” (Yûsuf 12/23) diyen Hz. Yûsuf’un ilahi destekle “<em>ihlaslı kılınmış</em>” olması, “örnek insan” olarak seçilmişliğinin göstergesidir. Ayette Hz. Yûsuf’un günahtan sakınmasından sonra ihlaslı kılındığı ifade edilmediği için o, kadının çirkin talebi öncesinde de olay sırasında da olay sonrasında olduğu gibi ihlaslıdır. Zaten ihlaslı kulları şeytan saptıramaz (Sâd 38/83). Hz. Yûsuf’un “<em>ihlaslı</em>” olduğu şeklindeki kıraat de farklı bir durum oluşturmadığı gibi anlamı destekleyici niteliktedir. O, kendisini ve onu kötülüğe davet eden kadını kötülükten alıkoymasıyla dönemindeki ve sonraki asırların tüm gençlerine bu asil tavrıyla örnek olmuştur. Onun örnekliği şu şiarda somutlaşır: “Sakınan yükselir!” Kur'an’ın İbrâhim, İshak ve Ya'kūb’un da (farklı bir lafızla da olsa) halis kılındığından söz etmesi (Sâd 38/45-46) dikkate alındığında Hz. Yûsuf’un bu benzerlikle İbrâhim soyundan gelmiş olmasına işarette bulunulduğu söylenebilir.</p>
<p><strong>Sonuç</strong></p>
<p>Sonuç olarak, Hz. Yûsuf'un kadınla yaşadığı sınav, ibretlik derslerle dolu bir hikâyeyi ortaya koymaktadır. Bu hikâye, günümüzde de geçerli olan iffet, ihlas, rabbe sığınma gibi ahlaki değerleri vurgulayarak okuyucuya önemli dersler sunmaktadır. Bu bağlamda Hz. Yûsuf'un yaşadığı sınavdan çıkan sonuçlar, bizlere günümüzdeki zorlu sınavlarla yüce Allah’a tevekkül edip nasıl başa çıkabileceğimiz konusunda önemli ipuçları vermektedir.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Burhan, Sınav, İhlas.</p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> “<em>Mûsâ’nın annesinin yüreği ise yalnızca çocuğuyla meşguldü. <strong>Neredeyse işi meydana çıkaracaktı eğer inanıp güvenen biri olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık</strong></em>.” (el-Kasas 28/10).</p>
<p><a href="#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> Ayette Hz. Yûsuf’un zinaya götüren fiillerden ve zinadan uzaklaştırıldığının söylenmediğine dikkat edilmelidir; çünkü bu iğrenç fiiller onun içinden değil, dışından (kadından) gelmiştir.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-72373645746021317962024-01-25T23:17:00.004+03:002024-01-25T23:17:56.905+03:00Hz. Yûsuf'a Verilen Nimetler ve İmtihan<p>Hz. Yûsuf'un olgunluk çağında hikmet ve ilimle donatılması, ahlaki bir duruş sergilemesine katkı sağlamıştır. Yûsuf sûresi 22.-23. ayetler bağlamındaki bu yazıda Hz. Yûsuf’un bu özellikleri daha yakından incelenecektir. Ayrıca, ona verilen hikmet ve ilmin peygamberlikle nasıl ilişkilendirildiği, toplum ve bireysel düzeyde nasıl bir etki yarattığı, Allah hakkı, kul hakkı ve ahlaki sorumluluklar bağlamında nasıl bir duruş sergilediği ele alınacaktır. Kur'an yorum tarihi ekseninde konu ortaya konulurken “Kur'an’ın Kur'an ile tefsiri” yöntemine başvurulacaktır. Elde edilen bulgulara göre Hz. Yûsuf, genç yaşında hikmetli davranma özelliğine ve yüce Allah’ın bahşettiği ilme kavuşmuştur. Ona verilen bu nimetlerin ardından birtakım zorluklarla karşılaşsa da sağlam karakteriyle örnek bir ahlaki duruş sergilemiş ve o zorlukları aşmıştır.</p>
<p><strong>Hz. Yûsuf'un Olgunluk Çağında Hikmet ve İlimle Donatılması</strong></p>
<p>Peygamberlerden bazılarına (el-Enbiyâ 21/74-79) ve Hz. Mûsâ’ya (el-Kasas 28/14) olduğu gibi Hz. Yûsuf’a da hikmet ve ilim verilmiştir: “<em>(Yûsuf) erginlik çağına erişince ona (isabetle) hükmetme (yeteneği) ve ilim verdik. İşte güzel davrananları biz böyle ödüllendiririz.</em>” (Yûsuf 12/22). Hz. Yûsuf olgunluk çağına geldiğinde hem doğru karar verebilme yetisi elde etmiş hem de bilgili birisi olmuştu. Onun utandıracak işlerden uzak durması da ona verilen hikmetlerdendir. Ona bahşedilen “<em>hikmet</em>”, peygamberlik olarak da yorumlanmıştır. Bu yorum esas alınırsa onun çocukken kuyuda aldığı vahiy, peygamberliğe hazırlık vahyi olarak anlaşılabilir.<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Ayetteki “<em>hikmet</em>” ile “<em>ilim</em>” kelimelerinin nekira (belirsiz) oluşu, her ikisinin değerini takdir etmenin insanı aşacağını gösterir. Her ikisini sadece Allah gereğince takdir edebilir. Hz. Yûsuf’un her ikisine (hikmet ve bilgi) de sahip oluşu işlerinde titizlendiği şeklinde yorumlanabilir. Ona verilen ilmin rüyaları tevil edebilmesi olduğu da söylenmiştir. Ayetin sonundaki “<em>İşte güzel davrananları biz böyle ödüllendiririz.</em>” ifadesi, Hz. Muhammed’e (s) de bir teşviktir. Yüce Allah, Hz. Yûsuf’u nasıl kardeşlerinin kötülüklerinden korumuş ve onu Mısır’da Maliye Bakanı yapmışsa Hz. Muhammed’i (s) de Kureyşlilere karşı korumuş ve onu dünyada çok daha etkili bir konuma getirmiştir. Her iki peygamber de iyi insan olmanın karşılığında ilahi ödüle layık görülmüştür. Zaten iyiliğin karşılığı, iyilikten başka bir şey olabilir mi (er-Rahmân 55/60)?</p>
<p><strong>Allah Hakkı, Kul Hakkı ve Ahlaki Sorumluluk</strong></p>
<p>Hz. Yûsuf, onu satın alan adamın hanımının kötülük girişimini engellemek için kocasından ve onun Hz. Yûsuf’a iyi davranmasından söz etmektedir: “<em>Evinde bulunduğu kadın, onun nefsinden murat almak istedi, kapıları iyice kapattı ve ‘Haydi gel!’ dedi. O da ‘(Hâşâ), Allah'a sığınırım! Zira kocanız benim efendimdir, bana güzel davrandı. Gerçek şu ki zalimler iflah olmaz!’ dedi.</em>” (Yûsuf 12/23). Günaha davet karşısında Hz. Yûsuf, “<em>Allah'a sığınırım!</em>” diyerek önceki ayette (Yûsuf 12/22) kendisine verildiği belirtilen “<em>hikmet</em>” doğrultusunda hareket ettiğini göstermektedir. Bu ifadeyle önce Allah hakkını ardından da efendisi için “<em>bana güzel davrandı</em>” diyerek kul hakkını gözetmektedir. Hz. Yûsuf, ahlak dışı suç davetine olumsuz yanıt vererek kendi haklarını da korumuş olmaktadır. Bu “üç hak sıralaması” ne kadar da güzeldir! O, kendisine karşı efendisinin faziletlerinden söz ederek efendisinin hanımını da kocasına hainlik etmekten dolaylı olarak alıkoymaya çalışmaktadır. Her ne kadar “<em>zalimler iflah olmaz</em>” ifadesi genel bir gerçeği ifade ediyorsa da bağlam dikkate alındığında kastedilen zalimler zina edenlerdir. Onlar hem kendilerine hem birlikte suç işlediklerine zulmetmektedir. Bu zulüm bu ahlaki suçun öznelerinin akrabalarını da olumsuz etkiler, toplumu da ifsat eder.</p>
<p><strong>Sonuç</strong></p>
<p>Görüldüğü gibi doğru düşünerek hareket etmek ve bilgi iki değerli nimettir. Her ikisi için de şükür gerekir. Şükür, imtihanlar karşısında sabretmeyle somutlaşır. Hz. Yûsuf'un günaha karşı direnmesi, Allah'a sığınması ve efendisinin iyiliklerine karşı nankörlük etmemesi gayet örnek bir tutumdur. Hz. Yûsuf'un yaşadığı olaylar, insanlara ahlaki değerlere bağlı kalarak imtihanlara nasıl karşı koymaları gerektiğini öğretir. Zalimlere karşı durma, Allah'a güvenme ve kul haklarına saygı gösterme, bu öğretilerden sadece birkaçıdır. Bu iki ayetin muhtevası, insanların hayatlarında karşılaştıkları zorluklara karşı duruşlarını güçlendirmelerine yardımcı olacak önemli ibretler içermektedir.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Hikmet, İlim, İmtihan.</p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Kimi âlimlere göre Hz. Yûsuf’un peygamberliği çocukken kuyuda aldığı vahiyle başlar.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-85334048366756394842024-01-25T23:14:00.001+03:002024-01-25T23:14:24.690+03:00Hz. Yûsuf'un Mısır’daki Hayatına Giriş: İlahi Dokunuşlar<p>Yûsuf sûresi 21. ayet bağlamındaki bu yazı; Kur'an’da Hz. Yûsuf'un Mısır Azizi’ne satılmasına, onun Hz. Yûsuf’tan umduğu faydaya ve yüce Allah’ın olaylara müdahalesine odaklanmaktadır. Bu yazıda amaçlanan şey, yeni bir ülkede yeni bir hayata başlayan Hz. Yûsuf’un hayatı üzerinden insanların ilahi dokunuşları göz ardı ettiklerini ortaya koymaktır. Konu klasik ve modern dönemde kaleme alınan tefsirler ekseninde ele alınacaktır. Elde edilen bulgulara göre Hz. Yûsuf'u satın alan kişi Maliye Bakanı’dır ve o, ileri görüşlü bir adamdır. Hz. Yûsuf’un satın alınma sonucu yerleştiği yer, birtakım zorluklar içerse de ona önemli gerçekleri kavratacaktır.</p>
<p>Hz. Yûsuf’u satın alan Mısır’ın Maliye Bakanı’nın eşine söylediği sözler ayette şöyle dile getirilir: “<em>Mısır'da onu satın alan adam, karısına dedi ki: ‘Ona değer ver ve güzel bak! Umulur ki bize faydası olur. Veya onu evlat ediniriz.’ İşte böylece ve kendisine olayların yorumunu öğretmemiz için Yûsuf'u o yere yerleştirdik. Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir; fakat insanların çoğu bilmez</em>.” (Yûsuf 12/21). Ayette “<em>Mısır</em>” denilerek mekânın belirtilmesi, Hz. Yûsuf’un hayatında yer alacak önemli olayların zeminini belirtmek ve bu dönemin başlangıcına işaret etmek içindir. Hz. Yûsuf’u satın alan kişinin “<em>karısı</em>”nın adının Züleyha ya da Zeliha olduğu söylense de bunu kesinleştirecek bir bilgi ayet ya da hadislerde yer almamaktadır. Hz. Yûsuf’u satın alan kişinin, “<em>Umulur ki bize faydası olur.</em>” şeklindeki ifadesi, Hz. Yûsuf’taki insan kalitesi dikkate alındığında bir ileri görüşlülük göstergesidir. Benzer bir örnek, Hz. Mûsâ’yı babasına eleman olarak alması için tavsiye eden Şuayb’ın kızıdır (el-Kasas 28/26). Hz. Ebubekir’in kendisinden sonra halife olarak Hz. Ömer’i önermesi de yine bir ileri görüşlülük örneğidir. Bu üçü karşılaştırılacak olursa Hz. Yûsuf’u satın alan kişinin ileri görüşlülüğünün daha üst seviyede olduğu söylenebilir; çünkü Hz. Yûsuf’un yaşı küçüktür; Hz. Mûsâ ve Hz. Ömer gibi ne tür iyi şeyler yapabileceğine dair işaretler azdır. Hz. Yûsuf’u satın alan kişi, kâr odaklı düşündüyse o zaman da Hz. Yûsuf’u satıp daha fazla maddi kazanç elde etmek amacıyla almış olur. Hz. Yûsuf’a “<em>olayların yorumu</em>” öğretilmiştir. Bundan kastedilen şey, Allah’ın kitabını, hükümlerini ve birtakım rüyaların tevilini bildirmektir. “<em>Yûsuf'u o yere yerleştirdik.</em>” denirken kastedilen yer, Mısır özelde de Maliye Bakanı yanıdır. Hz. Yûsuf’tan yapması istenen şey de bulunduğu yerde Müslümanca davranmaktır. Diğer bir ihtimale göre de onun Maliye Bakanı makamına gelmesi kastedilmiştir. Muhtemelen Allah, Mısır Maliye Bakanı’nın kalbine Hz. Yûsuf sevgisi koymuş ve bu sayede Hz. Yûsuf onun yanında onun işini (hazine yönetimi) öğrenecek kadar kalabilmiştir. “<em>Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir.</em>” İfadesi, Allah’ın dediğinin olacağına gösterir. Kardeşleri Yûsuf’a kötülük yapmayı istemiştir; ancak Allah ise onu kardeşlerinden daha üstün bir konuma getirmeyi dilemiştir. Aziz’in eşi Hz. Yûsuf’a kötülük yapmak istemiştir, Allah ise Hz. Yûsuf’un günahtan uzak durmasını dilemiştir. Hz. Yûsuf haksız yere hapis yatarken imkân bulup çıkmak istemiştir. Ek olarak Hz. Yûsuf sadece hapisten çıkmayı istemiştir yüce Allah ise onun için daha fazlasını yani Maliye Bakanı olmasını dilemiştir. Hz. Yûsuf’un kardeşleri ondan kurtulmak ve babaları tarafından daha fazla sevilmek istemişler ancak Hz. Yûsuf yine onların karşısına (ama bu sefer onlardan daha yüksek bir konumda) çıkmış, Hz. Ya'kūb’un sevgisi yine en fazla Hz. Yûsuf için söz konusu olmuştur. Allah’ın dilemesi yine galip gelmiştir. Yani Allah, dilerse kulunu (Hz. Yûsuf) sayıca kalabalık olanlara (kardeşlerine) üstün getirir ve köleden (Hz. Yûsuf) de bakan yapar. Şüphesiz ki O, dilediğini gerçekleştirir (İbrâhim 14/27). Ayette “<em>fakat insanların çoğu bilmezler</em>” denilmesi, insanların her şeyin Allah’ın elinde olduğu bilgisine göre hareket etmediklerine ve O’nun takdir ettiğinin hikmetli ve lütuflarla dolu olduğunu göz ardı ettiklerine dikkat çeker.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>İnsan hayatı, sürprizlerle dolu bir süreçtir. Bu süreçte, Allah'ın planının her zaman daha büyük ve hikmet dolu olduğu açıktır. Hz. Yûsuf'un satılması gibi kötü görünen bir durum, aslında ona pek çok şey öğretmiştir. İnsanlar, kendi çabalarının dışında gelişen sonuçlarla karşılaşabilir. Planlanmamış durumlar bazen zorluklar getirebilir, ancak bu her zaman olumsuz bir sonuç doğurmayabilir. Bu zorlukların üstesinden gelmek için Allah'a güvenmek ve O'nun hikmetine boyun eğmek gerekir. Eğer niyet iyiyse sonuç da hayırlı olacaktır.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Mısır, Kader, İleri Görüşlülük.</p>
<p> </p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-34367572566074857182024-01-25T23:10:00.002+03:002024-01-25T23:11:51.652+03:00Hz. Yûsuf'un Değerinin Gereği Gibi Takdir Edilememesi<p>Bu yazıda Yûsuf sûresi 19.-20. ayetlere odaklanarak kardeşleri tarafından kıskanılarak kuyuya atılması sonrasında Hz. Yûsuf'un kervanın sucusu ve arkadaşları tarafından bulunması süreci ele alınacaktır. Ayrıca Hz. Yûsuf'un değerinin gereği gibi takdir edilememesi temelindeki çeşitli yorumlar incelenerek, Kuran perspektifinden çıkarılabilecek dersler ortaya konulacaktır. Söz konusu ayetler, klasik ve modern dönem tefsirleri ışığında yorumlanacaktır.</p>
<h1><strong>Hz. Yûsuf’un Kervanın Sucusu Tarafından Bulunması</strong></h1>
<p>Mısır’a giden bir kervan, Hz. Yûsuf’un atıldığı kuyuya yakın bir yerde mola verdi: “Bir kervan geldi. Sucularını gönderdiler. Kovasını kuyuya sarkıttı: Hey müjde, işte bir çocuk, dedi! Onu ticaret malı olarak sakladılar. Allah onların yaptıklarını pekiyi bilendir.” (Yûsuf 12/19). Ayetteki “müjde” kelimesinin, sucunun arkadaşının adı olduğu da ifade edilmiştir.<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Bu yoruma göre o sevinçli bir haber vermekten ziyade arkadaşına bir çocuk bulduğu haberini vermiştir. Yûsuf’u “ticaret malı” olarak saklayanların, onu bulan sucu ve arkadaşları olduğu söylenmektedir. Bu durumda Hz. Yûsuf’u kervandaki diğer kimselerden saklamış olurlar. Hz. Yûsuf’u saklayanların onun kardeşleri olduğu yorumuna göre onlar Hz. Yûsuf’u köleleri diye takdim edip, kervanın sucusu ve arkadaşlarına satmışlardır. Öldürülme korkusu yaşayan Hz. Yûsuf da bu pazarlık sırasında konuşup gerçeği söyleyememiştir.</p>
<h1><strong>Hz. Yûsuf’un değeri konusundaki gaflet</strong></h1>
<p>Hz. Yûsuf değerliydi ama bunun farkına varmayıp ondan kurtulmaya çalışanlar mevcuttu: “<em>Onu düşük bir fiyata, sayılı birkaç dirheme sattılar. Ona değer vermemişlerdi.</em>” (Yûsuf 12/20). Ayetteki “<em>düşük bir fiyata</em>” satış, haram gelir temini olarak da yorumlanmıştır. Bu yaklaşıma göre Hz. Yûsuf’u satanlar kardeşleri ise hem kardeşlerini satamayacakları hâlde satmaları hem de haram gelir temin ettikleri için iki günah işlemişlerdir. Hz. Yûsuf’un özgür olduğunu anladıkları hâlde satın alanlar sucu ve arkadaşları ise o zaman onlar satılması helal olmayan bir kimseyi (özgür çocuk) satın alıp suç işlemişler demektir. Hz. Yûsuf’u satanlar, kardeşleri ise bir an önce ondan kurtulabilmek için bu satışı gerçekleştirmiş olurlar. Satanlar kervancılar ise onun gerçek değerini bilmediklerinden Mısır’da Aziz’e ucuza vermişler demektir. Hz. Yûsuf’u kardeşleri sucu ve arkadaşlarına sattıysa kervancılar onu ucuza almak için “<em>Ona değer vermemişlerdi.</em>” denebilir. Bir ihtimal de kervancıların Hz. Yûsuf’un dilini bilmemeleri nedeniyle ondaki cevheri keşfedememiş olmalarıdır. Kervancılar, Hz. Yûsuf’u kardeşlerinden satın almamışlar ise buluntu çocuk olduğundan gerçek sahibi ellerinden alır diye de bir an önce onu elden çıkarmak istemiş olabilirler. Bu ayeti malın değerinden düşük fiyata verilmesinin caiz olduğuna kanıt gösterenler olmuştur.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Görüldüğü gibi Hz. Yûsuf, küçük yaştayken epeyce bir zorluk yaşamıştır. Kervanın sucusu, Hz. Yûsuf’un aslında özgür biri olduğunu anladığı hâlde onu kardeşlerinden satın almış olabilir. Olay böyle gerçekleştiyse bu durum, ahlaki sorumluluğun yerine getirilmemesi ve insan haklarına saygısızlık olarak değerlendirilebilir. Hz. Yûsuf’un insanlar tarafından “değer görmemesi”, onun değersizliğinin delili olmamıştır. Zaten “insanlardan değer görme” çabası anlamlı bir çaba değildir. İnsanların değer vermeleri, geçici bir mutluluk sağlayabilir; ancak müminler Allah katında değerli olmayı hedeflemelidir. Bunu başarabilirlerse kalıcı mutluluğu (cennet) elde ederler.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Kervan, Satın Alma, Değer.</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Araplarda “müjde (büşra)” erkek ismi olarak da verilmiştir.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-22337468337441557012024-01-25T23:05:00.002+03:002024-01-25T23:05:58.385+03:00Yûsuf'un Kardeşlerinin Hileleri ve Hz. Ya‘kūb'un Tepkisi<p>Bu yazı, Yûsuf sûresi 16.-18. ayetlere odaklanarak Hz. Ya‘kūb'un oğullarının hileli davranışlarını ve Hz. Yûsuf'un kardeşlerinin babalarını aldatma çabalarını ele almaktadır. Ayetlerde anlatılan olaylar, Hz. Ya‘kūb'un çocuklarıyla olan ilişkisini ve kardeşlerinin Yûsuf'a yönelik hileli taktiklerini ortaya koymaktadır. Yazıda içerik analizi yöntemi kullanılarak Kur'an yorum tarihi ışığında şu soruların yanıtları aranmaktadır: “Hz. Ya‘kūb’un oğulları yalanlarını kabul ettirmek için nasıl göz boyamaya çalışmaktadır? Hz. Ya‘kūb çocuklarının yaptıkları yanlış karşısında nasıl sabretmektedir?”</p>
<h1><strong>Hz. Ya‘kūb’un oğullarının göz boyama çabaları</strong></h1>
<p>Hz. Yûsuf’un kardeşleri, hilelerinin ardından eve hemen dönmedi: “<em>Akşamleyin babalarına ağlayarak geldiler</em>.” (Yûsuf 12/16). Suçlu olmalarına rağmen ağlamaları, suçlarını örtmek içindir. Hâkimler, yargıladıkları kimselerin gözyaşlarını değil, delilleri esas almalıdır. Hz. Yûsuf’un kardeşleri yalanlarla babalarını ikna etmeye çalışırken babalarına dönük suçlayıcı bir dil kullanmayı da ihmal etmemektedir: “<em>Dediler: Ey babamız, biz gittik yarışıyorduk. Yûsuf'u eşyalarımızın yanında bıraktık; onu kurt yedi. Biz doğru söylesek de sen bize inanacak değilsin</em>.” (Yûsuf 12/17). Hz. Ya‘kūb’un oğulları “<em>yarışıyorduk</em>” derken koşu yarışını kastetmiş olabilirler; çünkü sürüyü toparlamak ve kurda kaptırmamak için koşu, gayet yerinde bir etkinliktir. Bu yarışın “ok atma yarışı” olduğu da söylenmiştir. “<em>Biz doğru söylesek de sen bize inanacak değilsin</em>.” diyerek babalarını onlara karşı önyargılı olmakla hata onlara karşı suizan beslemekle suçlamaktadırlar. Onlar, babalarına “Yûsuf’a olan sevgin bizdeki cevheri (!) görmeni engelliyor.” demek istemektedir.</p>
<h1><strong>Çocukların yanlışlarına sabır</strong></h1>
<p>Daha önce Hz. Yûsuf’a “<em>Rabbin seni, öylece beğenip seçecek.</em>” (Yûsuf 12/6) diyen Hz. Ya‘kūb, belli ki Yûsuf’u kurdun yediğini ileri süren oğullarının doğru söylemediğini biliyordu: “<em>Üzerinde yalan kan bulunan gömleğini getirdiler. Hayır, dedi, nefisleriniz size bir iş süslemiş. Artık benim işim güzelce sabretmektir. Bu anlattıklarınıza karşı ancak Allah'tan yardım istenir</em>.” (Yûsuf 12/18). Hz. Ya‘kūb’un “<em>nefisleriniz size bir iş süslemiş.</em>” sözü, onların sözleri veya getirdikleri gömlekten hareketle gerçeğin, çocuklarının anlattığı gibi olmadığını düşündüğünü göstermektedir. Çocukları, gömleği kurt saldırısı izlenimi bırakacak şekilde parçalamamış da olabilirler. Bu gömlek, Hz. Yûsuf hakkında bir yalanı ortaya çıkardığı gibi daha ileride Mısır’daki gömleği de ona bulunulacak bir ithamın iftira olduğunu ortaya çıkaracaktır. Ayetteki “<em>güzelce sabretme</em>” ifadesinin, feryat etmeksizin gösterilen sabır olduğu söylenmiştir. Bu bağlamda akla şu soru gelmektedir: “Çocuklarının yalanını anlayan Hz. Ya‘kūb niye çocuklarını doğru söyletmeye çalışıp Yûsuf’u bulmak yoluna gitmedi?” Bir baba olarak ayetlerde çocuğuna sahip çıkmadığı şeklinde suçlanmadığına göre aklan gelen ihtimal, yüce Allah’ın onu Yûsuf’u bulmaya çalışmaktan alıkoyduğudur.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Görüldüğü gibi ele alınan üç ayet, Hz. Ya‘kūb'un oğullarının hilebazlıkları ve Yûsuf konusunda babalarını kandırmaya çalışmalarından söz etmektedir. Ayetlerde anlatılan olaylar, aile içindeki ilişkilerin karmaşıklığını ve doğru ile yanlış arasındaki ince çizgiyi göstermektedir. Hz. Ya‘kūb'un çocuklarıyla olan ilişkisindeki zorlu deneyimler, bir baba olarak nasıl sabırlı olunması ve çocukların yanlışlarına nasıl yaklaşılması gerektiğine işaret etmektedir. Ayrıca, Hz. Ya‘kūb'un olaylara olan olgun yaklaşımını ve sabrını anlatmaktadır. Ayetlerdeki vurgulardan anlaşıldığı kadarıyla insan ilişkilerinde anlayış, sabır ve doğruluk gibi değerler önemlidir. Çocuklarının yanlışlarına rağmen, onlara karşı sabırlı olmak aile içindeki iletişim ve bağlılığın ne kadar değerli olduğunu ortaya koymaktadır.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Ya‘kūb, Yalan, Gömlek, Sabır.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-32208238047759113752024-01-25T23:03:00.001+03:002024-01-25T23:03:04.558+03:00Sevgi ve Hasetlik Arasında Hz. Ya‘kūb ve Oğulları<p>Hz. Ya‘kūb ve oğulları arasındaki ilişki, sevgi ve hasetlik gibi iki temel duygu etrafında şekillenmektedir. Bu yazıda Yûsuf sûresi 13.-15. ayetler ekseninde Hz. Ya‘kūb'un Yûsuf'a olan özel sevgisi ile oğullarının Yûsuf'a olan hasetliğinin, bu ilişkiyi nasıl etkilediği incelenecektir. Kur'an yorum tarihi izleğinde amaçlanan şey; Kur'an’da babanın çocuk sevgisi, koruma duygusu ve kardeşler arasındaki kıskançlığın varacağı boyutları mikro düzeyde ortaya koymaktır. Bu bağlamda elde edilen veriler değerlendirilirken “mesaj muhtevası”nın asıl özelliklerini ortaya koymayı hedefleyen içerik analizi yöntemi<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> tercih edilecektir.</p>
<h1><strong>Hz. Ya‘kūb’un Yûsuf sevgisi</strong></h1>
<p>Ya‘kūb peygamberin Kenan ilinde yaşadığı bölgede çok sayıda kurt olduğu düşünülebilir: “<em>Ya'kûb dedi: Şüphesiz onu götürmeniz beni üzer ve ben siz gafilken onu kurt yemesinden korkarım</em>.” (Yûsuf 12/13). Burada Hz. Ya‘kūb, “<em>kurt</em>” derken sayı değil, cins olarak kurdu kastetmiş olmalıdır; çünkü kurtlar grup hâlinde saldırır. Kurtlar konusunda diğer bir ihtimal de Hz. Ya‘kūb’un bu ifadeyi kinayeli olarak kullandığı ve aslında Hz. Yûsuf’u götürmek isteyen oğullarını kastetmiş olduğudur. Hz. Ya‘kūb’un “<em>kurt yemesinden korkarım</em>” sözü ise oğullarının Yûsuf’u koruyacakları konusunda içinin rahat olmadığını ifade eder.</p>
<h1><strong>Hz. Ya‘kūb’un oğullarının göz boyama çabaları</strong></h1>
<p>Önceki ayette Hz. Ya‘kūb, iki probleme yani kendisinin üzülecek olması ve Yûsuf’a kurt saldırısı ihtimaline dikkat çekse de çocukları sadece ikinci ihtimale yanıt vermeyi yeterli görmüştür: “<em>Yusufun kardeşleri, ‘Yemin ederiz ki biz, kuvvetli bir toplulukken eğer onu kurt yerse o takdirde biz, hüsrana uğrayanlardan oluruz.’ dediler</em>.” (Yûsuf 12/14). Kardeşlerinin Yûsuf’u kurda kaptırmaları durumunda “<em>hüsrana uğrayanlardan oluruz</em>” demesi, Yûsuf’u babalarına geri getirmemiş olmaları dikkate alındığında aslında suçlarını bir nefi peşinen itiraf anlamına gelmektedir. Ek olarak onu koruma konusunda güçlü bir topluluk olduklarını söylemiş olsalar da bunun temelsiz olduğunu itiraf etmiş olmaktadırlar. Zira güç, güvenliği sağlamanın araçlarından birisidir, hepsi değildir.</p>
<h1><strong>Hz. Yûsuf’a gelen vahyin niteliği</strong></h1>
<p>Hz. Yûsuf’a kuyuda vahiy geldiğinde kardeşlerinin bundan haberi olmadı. Haberleri olsaydı ona olan hasetlikleri daha da artabilirdi: “<em>Yûsuf’u alıp götürdüklerinde onu derin bir kuyunun dibine bırakmaya karar verdiler. Biz de Yûsuf’a, ‘Kardeşlerin hiç farkında olmadan sen onlara yaptıklarını haber vereceksin.’ diye vahyettik</em>.” (Yûsuf 12/15). Hz. Yûsuf’a kuyuda gelen bu vahyin peygamberlik vahyi değil, peygamberliğe hazırlık vahyi şeklinde anlaşılması daha doğrudur. Zira çocuk yaşta peygamberlik yapamaz. Aynı durum bebekken vahiy alan Hz. Îsâ için de söz konusudur. Hz. Yûsuf kuyuya atıldığında yaşı büyükse o zaman aldığı vahyin tebliğ içerikli vahiy olduğu düşünülebilir. Yüce Allah’ın “<em>vahyettik</em>” ifadesinde geçen vahyin, Hz. Yûsuf’a Cebrail aracılığıyla gelmiş olması ihtimal dâhilindedir.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Görüldüğü gibi sevgi ve hasetlik kişiler arası ilişkileri olumlu veya olumsuz yönde etkilemektedir. Nitekim Hz. Ya‘kūb'un Yûsuf'a olan özel sevgisi, onu koruma içgüdüsünü harekete geçirmiştir; ancak bu özel sevgi Yûsuf’un kardeşleri tarafından kıskanılmıştır. Yûsuf’un kardeşlerindeki kıskançlık, Yûsuf'un kuyuya atılmasına ve ardından Mısır Azizi’ne satılmasına neden olmuştur. Hasetlik, kötü bir duygudur ve insanın kendisini ve başkalarını mutsuz etmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla insanlar, kıskançlık gibi olumsuz duygulara karşı dikkatli olmalıdır. Şu da var ki bu duygu, kişiye Allah’ın verdiği nimeti nihai anlamda engelleyemez. Yûsuf kıssasının genel teması bunu göstermektedir.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Ya‘kūb, Kıskançlık, Üzüntü, Vahiy.</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Kimberly A. Neuendorf, <em>The Content Analysis Guide Book</em> (California: Sage Publications, 2002), 52.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-85259881591393542002024-01-25T23:00:00.005+03:002024-01-25T23:00:45.468+03:00Yûsuf Kıssasında “Tuzak Retoriği”<p>Retorik, etkileyici ve ikna edici konuşma anlamına gelir. Bununla birlikte onun “içtenlikten veya anlamlı içerikten yoksun lisan" şeklinde negatif bir anlamı da vardır.<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Onun bu olumsuz anlamının somutlaştırılması farkındalık oluşturma açısından önemlidir. Kur'an-ı Kerim'de yer alan Yûsuf peygamberin tuzakçı kardeşlerinin söylemlerinde bu “kötüye kullanım” mevcuttur. Yûsuf sûresi 10.-12. ayetleri ile sınırlı olarak bu yazıda onların konuşmaları söylem analizi yöntemiyle ele alınacak; klasik ve modern dönem tefsirlerdeki yaklaşımlar mihverinde kıskançlık, ihanet ve tuzak konularına değinilecektir. Amaç, retorik tekniklerinin nasıl kötü niyetli bir şekilde kullanılabileceğinin Hz. Yûsuf’un söz konusu kardeşlerinin sözleri bağlamında izini sürmektir.</p>
<h1><strong>Kardeş tuzağı</strong></h1>
<p>Yûsuf’un kardeşleri her ne kadar şeytana uysalar da günahkârlıkları onları kardeş katili olmaya götürecek düzeyde değildi: “<em>İçlerinden bir sözcü, ‘Yûsuf'u öldürmeyin; onu kuyunun dibine atın; kervanın biri onu alır. Eğer yapacaksanız.’ dedi</em>.” (Yûsuf 12/10). Anlaşıldığı kadarıyla Yûsuf’un kardeşlerinin onu kuyunun dibine atmaya karar vermeleri, hemen bulunamaması içindir. Ayetteki kuyunun (<em>cub</em>), başka bir ayette geçen kuyudan (<em>bi’r</em>) (el-Hac 22/45) farklı olarak duvarları örülmemiş kuyu olduğu ifade edilir. Yûsuf’un kardeşleri, onu kuyuya atarken kervancılar tarafından bulunabilecek şekilde atmaya dikkat etmişlerdir. Öneri getiren kardeşin, “<em>Eğer yapacaksanız</em>” demesi, görüşünü dayatmadığını göstermeyi ve böylece düşüncesinin kardeşleri tarafından kabulünü kolaylaştırmayı amaçlamaktadır. Onun dediği gibi yaparlarsa hem Yûsuf ölmeyecek hem de masrafsız ve kolay bir şekilde ülkelerinden uzak bir yere götürülecektir. Onlar böylece babalarının sevgisinin sadece kendilerine kalacağını düşünmektedirler.</p>
<h1><strong>Yûsuf’un kardeşlerinin babalarına dönük suçlayıcı dili</strong></h1>
<p>Hz. Ya'kūb, oğlu Yûsuf’un kardeşlerince kıskanıldığını bildiği için onlara Yûsuf konusunda pek güvenemiyordu. Oğulları, bunun fakında olduğundan babalarını ikna etmeye çalıştılar: “<em>Dediler: Ey babamız, sana ne oluyor da Yûsuf hakkında bize güvenmiyorsun? Hâlbuki biz onun iyiliğini düşünenleriz</em>.” (Yûsuf 12/11). Ayette kendilerinde hata arayacaklarına babalarını suçlamayı tercih eden Yûsuf’un kardeşlerinin yalan söylediği açıktır. Onları yalana sürükleyen şey, kıskançlıklarıdır. Kardeşlerinin babalarını ikna çabaları, tuzaklarında kararlı olduklarını gösterir. Ayette suç işlemeye neden olacak düzeyde bir kıskançlığın mümin kimselerden de sadır olabileceğine delil vardır. Zaten İslam’ın “Müslümanların melekleşmiş insanlar” olduğu yönünde bir iddiası yoktur.</p>
<h1><strong>Tuzak kurarken retoriğe başvurmak</strong></h1>
<p>Önceki ayetteki durumun devamı olarak Hz. Yûsuf’un kardeşleri, retoriğe başvurarak Yûsuf’u onlara emanet etme konusunda babalarını ikna etme çabalarını sürdürdü: “<em>Onu yarın bizimle kıra gönder de bol bol yesin ve oynasın. Şüphesiz biz onun için elbette muhafızlarız</em>.” (Yûsuf 12/12). Yûsuf’un kardeşleri, Yûsuf için “<em>oynasın</em>” dediklerine göre Yûsuf’un yaşı küçük olmalıdır. Kendileri için de “<em>muhafızlarız</em>” demeleri yetişkin olduklarını gösterir. Zira çocuk, çocuklara emanet edilmez.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Yûsuf kıssası, kıskançlık ve ihanet gibi olumsuz duyguların yol açabileceği felaketlere dikkat çeken bir kıssadır. Kıssanın başında, Yusuf'un kardeşleri, onun babaları tarafından daha çok sevildiğini düşünerek kıskançlık ederler. Bu kıskançlık, onları Yusuf'a bir tuzak kurmaya iter. Yusuf'un kardeşleri, babalarını ikna etmek için retoriğe başvurur. Yûsuf’un kendilerine emanet edilmesinde başarılı olurlar. Kıssa, kıskançlığın ne kadar tehlikeli bir duygu olduğunu göstermektedir. Kıskançlık, insanı yalan söylemeye, ihanet etmeye ve hatta suç işlemeye kadar götürebilir. Bu duygu, insanın kendi mutluluğunu da sabote eder ve insanı bir tür cehenneme hapsedebilir. Yûsuf kıssasının bu kısmı, bize önemli bir ibret dersi vermektedir. Bu ders, kıskançlığın insanın hem kendisine hem de başkalarına zarar verebileceği yönündedir.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Ya'kūb, Kıskançlık, Tuzak, Retorik.</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Retorik konusunda bk. Coşkun Baba, <em>Retoriğin İkna Gücü</em> (Konya: Çizgi Kitabevi, 2018).</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-53191226007064685942024-01-25T22:57:00.004+03:002024-01-25T22:57:55.343+03:00Kıskançlık ve İyi İnsan Olmayı Erteleme<p>Kıskançlık, insanın sahip olma arzusuna eşlik eden bir duygudur. Bu duygu, bazen olumlu bir motivasyon kaynağı olarak görülse de bazen olumsuz sonuçlara yol açabilir. Bu nedenle kıskançlığın varabileceği boyutları incelemek önemlidir. “Kıskançlık ve iyi insan olmayı erteleme” konulu farklı yorumların değerlendirilmesinin amaçlandığı bu yazıda Yûsuf sûresi 8.-9. ayetler mihver alınmış ve Kur'an yorum tarihine odaklanılmıştır. Elde edilen bulgulara göre hasetlik boyutlarına varan kıskançlık, insanları büyük suç işlemeye ve iyi insan olmayı erteleme düşüncesine sevk edebilmektedir.</p>
<h1><strong>Hz. Yûsuf’un kardeşlerinin kıskançlığı</strong></h1>
<p>Hz. Yûsuf’un kardeşleri, ondan söz ederken Bünyamin’den de bahsedip onun Yûsuf’un kardeşi olduğunu belirtmektedir: “<em>Hani kardeşleri: Gerçekten Yûsuf ve kardeşi, babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki biz, bir topluluğuz. Şüphesiz babamız apaçık bir yanlışlık içindedir</em>.” (Yûsuf 12/8). Hz. Ya'kūb, muhtemelen Hz. Yûsuf’ta daha fazla sevilmeye neden olacak bir nitelik görmüştü. Yûsuf’un rüyası onun sevgisini daha da pekiştirdi. Bu sevgi, Yûsuf’un kardeşlerini kıskandırdı. Yûsuf’un kardeşlerinin kıskançlığı, sadece annelerinin farklı olmasından dolayı değildir. Öyle olsaydı Yûsuf’un kardeşine de hemen hemen aynı düzeyde kötülük yapmayı düşünürlerdi. Çocukların babalarına atfettikleri “<em>yanlışlık</em>” din konusunda değil, Yûsuf’a olan sevgisinin çokluğuna dönük bir iddiadır. Çocuklarının Hz. Ya'kūb’un peygamberliğine bir itirazları bilinmediği gibi onların daha sonra peygamber oldukları da söylenmiştir.</p>
<h1><strong>Hz. Yûsuf’un kardeşlerinin psikolojik analizi</strong></h1>
<p>Yûsuf’un kardeşleri; ona kötülük yapmaya niyetlenirler, iyi insan olmayı ise sonraki bir döneme ertelerler: “<em>Yûsuf'u öldürün yahut onu bir yere atın ki, babanızın yüzü yalnız size kalsın; siz de sonradan iyi bir topluluk olursunuz, demişlerdi</em>.” (Yûsuf 12/9). Bu ayet, hasetliğin hangi boyutlara varabileceğine dair iyi bir örnektir. Yûsuf’un kardeşlerinin batıl amaçlı istişarelerinde gündeme gelen Hz. Yûsuf’un “<em>bir yere </em>(أرضا)” atılması önerisi, kuyunun bilinir الجب)) bir kuyu (Yûsuf 12/10) olması nedeniyle herhangi bir yere atılmasından ziyade “uzak” bir yere atılması teklifidir. Bu sayede Yûsuf bulunamayacak onlar da ondan kurtulmuş olacaklardır. Yûsuf’un kardeşleri, ondan kurtulduklarında babalarının “<em>yüzü</em>” sadece onlara kalır diye düşünmüşlerdir. Kastettikleri ise sadece babalarının yüzü değil, kendisidir. Bu ifade birisine “eline sağlık” denilip “bedenine sağlık” ifadesinin kastedilmiş olması gibidir. Yine onların “<em>siz de sonradan iyi bir topluluk olursunuz</em>” diyerek yaptıklarının yanlış olduğunu kendilerinin de bildiğini bununla birlikte henüz günah işlemeden tövbe etmeye karar verdiklerini gösterir. Zaten mümin, ne kadar günah işlese de tövbe etmekten yani yüce Allah’a yönelmekten başka çaresi olmadığını bilir. Onların Yûsuf’u öldürme seçeneğini gündeme getirip ardından da tövbe etmeyi hesaplamalarıyla ilişkili olarak tövbe konusunda bir imkânsızlığın belirtilmemesinden hareketle “katilin tövbesinin kabul edilebileceği” söylenmiştir. Yûsuf’un kardeşlerinin de peygamber olduğunu düşünenler, onların Yûsuf’a dönük tuzaklarını “peygamberlik öncesi” bir fiil olarak tanımlar.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Görüldüğü gibi kıskançlık, insanın sahip olma arzusunu kamçılayan bir duygudur. Bu duygu, bazen olumlu bir motivasyon kaynağı olarak görülse de bazen de olumsuz sonuçlara yol açabilir. Yûsuf Suresi 8.-9. ayetlerde, kıskançlığın kötü sonuçlara yol açabileceğine dair önemli bir örnek sunulmaktadır. Hz. Yûsuf'un kardeşleri, babalarının onu daha çok sevdiğini görünce kıskançlık duymuşlardır. Bu kıskançlık, onları yanlış bir karar vermeye yöneltmiştir. O kadar ki Yûsuf'u öldürmeyi bir seçenek olarak tartışmışlardır. Bununla birlikte çok şükür ki bundan daha az kötü bir seçenekte (uzaktaki bir su kuyusuna atma) ittifak etmişlerdir. Kıskançlık, insanı bencilleştirir ve başkalarının hak ve hukukunu göz ardı etmesine neden olabilir. Bu da insanı kötü davranışlara yöneltebilir. Ayrıca iyi insan olmak ertelenecek bir şey değildir. Doğru olan şey, elde edilen ilk fırsatta iyilik yapmaktır. Zira ecelin ne zaman geleceği belli değildir. Unutmayalım ki hepimiz ölecek yaştayız.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Kıskançlık, İyiliği Erteleme.</p>
<p> </p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-82643009131328201912024-01-25T22:55:00.001+03:002024-01-25T22:55:10.325+03:00Hz. Yûsuf’un Müjde Dolu Rüyası ve İbretlik Kıssası<p>Bu yazıda, Yûsuf sûresi 6. ve 7. ayetler çerçevesinde Hz. Yûsuf’un son derece ilginç rüyası ve kıssasının ibret olması konusunda bir analiz sunulmaktadır. Ayetlerde vurgulanan “seçilmişlik,” “nimetin tamamlanması,” “ilim-hikmet” ve “ibret” bağlamında Hz. Yûsuf’un peygamberlik misyonuna atıfta bulunularak, bu kıssaya ilişkin söz konusu iki ayet çözümlenmekte ve şu soruların yanıtları aranmaktadır: “Hz. Yûsuf’un kıssası, sadece kıssayı soranlara mı ibrettir? Bu kıssadaki kardeş zulmü ile Mekkelilerin Hz. Muhammed’e (s) yaşattığı zulüm arasında bir irtibat kurulabilir mi?” Ayetler yorumlanırken tefsir literatürü göz önünde bulundurulmuş ve kıssaya dair söz konusu iki ayetten hareketle Kur’an’ın mesajının doğru anlaşılmasına bir katkı sağlanması amaçlanmıştır.</p>
<h1><strong>Hz. Yûsuf’un sahip olacağı müjdelenen üstün nitelikler</strong></h1>
<p>Hz. Yûsuf’un rüyasını güzel kılan şey, bir “seçilmişlik” işareti olmasıydı: “<em>Bunun gibi Rabbin seni seçecek, sana olayların yorumunu öğretecek ve nimetini sana da Ya’kūb ailesine de tamamlayacaktır. Nitekim daha önce de iki atan İbrâhîm ile İshak’a tamamlamıştı. Şüphesiz Rabbin ilim sâhibidir, hikmet sâhibidir</em>.” (Yûsuf 12/6). Yüce Allah, Hz. Yûsuf’a rüyasında gösterdiği üzere peygamberlik ve iktidar vermiş, onu seçmişti. Ayetteki “<em>olayların yorumu</em>”, hayatı ilahi kudret ve hikmet doğrultusunda yorumlamak şeklinde anlaşılabileceği gibi rüyaların yorumunun (te’vil) ona öğretilmesi olarak da yorumlanabilir. Yüce Allah’ın Hz. Yûsuf’a “<em>nimetini</em>” tamamlayacağını söylemesi ancak onun peygamber olacağını söylememesi, Hz. Yûsuf’un daha sonra peygamber olması dikkate alındığında tamamlanan nimetin risaleti de içerdiğini göstermektedir. Ayetteki nimetin “<em>Ya’kūb ailesine</em>” tamamlanacağı ifadesinden hareketle Hz. Yûsuf’un kardeşlerinin de peygamber olduğu yorumu yapılmıştır. Bu durumda akla gelen, “Peygamberler tuzak kurar mı?” sorusuna ise “Yûsuf’un kardeşlerinin tuzakları, peygamberlik öncesiydi.” şeklinde yanıt verilmiştir. Yüce Allah, Hz. İbrâhim’i ateşten, (bir yoruma göre de) Hz. İshak’ı kurban edilmekten kurtararak nimetini tamamladığı gibi Hz. Yûsuf’u da rahata erdirmiş ve onu ebeveynine, kardeşlerine kavuşturmuştu. Tamamlanacağı söylenen nimetin peygamberlik olduğu yorumuna göre Hz. Yûsuf, rüyası ile ileride peygamber olacağını öğrenmiştir. Verilen “<em>nimet</em>”, şanının yüceltilmesi şeklinde de yorumlanmıştır. O, çetin imtihanlar karşısındaki örnek davranışlarıyla şanının yüceliğinden şüphe olmayan bir şahsiyettir. Yüce Allah, “<em>ilim</em>” ve “<em>hikmet</em>”e dayalı olarak dilediğini peygamber yapar.</p>
<h1><strong>Hz. Yûsuf kıssasının ibret veren yönü</strong></h1>
<p>Kur’an, Yûsuf kıssasını soranlara ders verme amaçlı olarak bu kıssanın anlatıldığını belirtir: “<em>Yemin olsun, Yûsuf’ta ve kardeşlerinde soranlar için ibretler vardır</em>.” (Yûsuf 12/7). Ayetin, bu kıssayı sormayanlara ibret içermediğini ifade ettiği düşünülmemelidir. Benzer şekilde Kur’an, elbiselerin sıcaktan koruduğuna dikkat çekmiştir (en-Nahl 16/81); fakat bu, onların soğuktan korumadığı anlamına gelmez. Bu kıssa, yüce Allah’ın gücünü<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> ve hikmetini anlatan ifadeler içerir. Aynı zamanda hem insani ilişkileri içermesinde hem de ümmi bir peygamberin duymadığı, okumadığı bu kıssayı anlatmasında insanlar için ibretler vardır. Söz konusu kıssada yer alan “kardeş zulmü”, Mekkelilerin içlerinden biri olan Hz. Muhammed’e (s) yaptıkları zulümleri akla getirmektedir.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Görüldüğü gibi Yûsuf sûresinin 6.-7. ayetlerinde Hz. Yûsuf’un rüyası bağlamında babası Hz. Ya’kūb, oğluna verilecek olan nimetleri bir bir saymaktadır. Yûsuf kıssası, bu kıssayı soranlara da sormayanlara da eşsiz dersler verir, aynı zamanda “kardeş zulmü” temalı evrensel bir soruna dikkat çeker. Nitekim bu zulmün benzeri, Resülullah’a (s) karşı da yapılmıştı. İnsanların imtihanlar karşısında sabrını anlamak açısından bu kıssa önemlidir. Sonuç olarak Yûsuf kıssası, Allah’ın hikmeti ve ilmiyle şekillenen bir öğüt kaynağıdır, insanları düşünceye sevk eder ve yaşamlarına anlam katar.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, İbret, Seçilmişlik, İlim, Hikmet, Kardeş.</p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Yüce Allah dilerse bu kıssada olduğu gibi “güçlü bir topluluk” olduklarını düşünüp bununla övünen ve mazlum birine tuzak kuran topluluğu, o mazlumun iktidarına boyun eğdirir, muhtaç kılar.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-9932249071448038322024-01-25T22:43:00.007+03:002024-01-25T22:51:41.231+03:00Nûh Tufanının Sonu, Hz. Nûh’un Oğlu ve Tufan Sonrası Durum<h2><strong>Giriş</strong></h2>
<p>Nûh Tufanın sona ermesi, Hz. Nûh'un oğlunun kurtuluş gemisine binmemeyi tercihi ve Tufan Sonrası durumun ele alındığı bu yazıda Hûd suresinin 44. ve 49. ayetlerine odaklanılmıştır. Amaçlanan şey, bu ayetleri analiz ederek başlıkta belirtilen konu hakkında bilgi vermek ve anlatılanların dinî, ahlakî ve manevi açıdan önemini vurgulamaktır. Bulgulara göre söz konusu ayetlerde yüce Allah'ın cansız varlıklara dahi emirler verdiği ve bu emirlerin yerine getirildiği vurgulanmaktadır. Ayrıca Hz. Nûh'un oğlunun münafık olabileceği ve Hz. Nûh'un onu Müslüman sanıp gemiye davet ettiği ihtimali de gündeme getirilmektedir. Dinî aidiyetin üstünlüğü ve Allah'a sığınmanın önemi bu ayet grubunda yer alan konulardandır. Hz. Nûh'un oğlunun inançsızlığı sebebiyle ailesinden ayrıldığı, dinî bağın Allah katında akrabalık bağından daha değerli olduğu ve Hz. Nûh'un yüce Allah'a olan bağlılığının eksiksiz olduğu ifade edilmektedir. Ek olarak tufandan kurtuluş sonrası dönemde herkesin Nûh dönemi inananlarının yolunu sürdürmeyeceği, Kur'an'ın Nûh kıssasının gayb haberleri arasında yer aldığı ve bu kıssanın sabırlı bir kulluk anlayışını hedefleyenlere ibretler sunduğu belirtilmektedir.</p>
<h2><strong>Tufanın Sonu ve Hz. Nûh’un Oğlunun Durumu</strong></h2>
<p>Bu bölümde klasik ve modern tefsirler mihverinde Hûd suresi 44.-45. ayetler ele alınacak ve şu iki sorunun yanıtları aranacaktır: “Yüce Allah, cansız varlıklara da hitap eder mi? Hz. Nûh, oğlu için rabbine dua etmesi nedeniyle oğlunun inkârını gizlediği ihtimali söz konusu olabilir mi?”</p>
<p><strong>Allah’ın cansız varlıklara hitabı</strong></p>
<p>Kur'an, yeryüzüne ve göğe canlı varlıklar gibi hitap edildiğini belirtir: “<em>(Nihayet) ‘Ey yer suyunu yut! Ve ey gök (suyunu) tut!’ denildi. Su çekildi; iş bitirildi; (gemi de) Cûdî (dağının) üzerine yerleşti. Ve ‘O zalimler topluluğunun canı cehenneme!’ denildi.</em>” (Hûd 11/44). Yere ve göğe yapması istenen şeylerin meçhul (edilgen çatı) kalıp ile (<em>denildi</em>) emredilmesi, emredenin (Allah) yüceliğine dikkat çekmek içindir. Cansız varlıklar bile Allah’ın rızasına uygun hareket ediyorsa canlı ve akıllı varlıkların bundan ibret alması ve Allah’a kullukta kusur etmemesi beklenir. Sonuçta Allah’ın dediği olmaktadır. Bu kalıpla ayrıca bu sözü söyleme konusunda yüce Allah’tan başkasının akla gelmesinin imkânsızlığına dikkat çekilmiş olmaktadır. “<em>Ey yer suyunu yut!</em>” denilmesiyle tutulacak su, tufanın suyudur. Yani emir tatlı suların çekilmesini kapsamamıştır. Gökyüzüne de “<em>Ve ey gök (suyunu) tut!</em>” denilmesi, ondan azap amaçlı indirilen yağmuru durdurmasının istenmesi anlamındadır. Önce göğün değil yerin muhatap alınması, tufan azabının yeryüzünde gerçekleşmesinden dolayıdır. Madem o inkârcılara, “<em>O zalimler topluluğunun canı cehenneme!</em>” denilmiştir demek ki akraba da olsalar onlardan herhangi birinin bağışlanması talebinde bulunulmamalıdır. Onlar, ahirette yaptıklarının karşılığını bulacaktır. Ayrıca bu ifade, bu kıssaya ilişkin önceki bir ayeti hatıra getirmektedir: “<em>Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır</em>!” (Hûd 11/37). Bu sahnede “Hepsi helak oldu!” şeklinde bir ifadeye yer verilmemiştir; çünkü anlatılanlar zaten helakin gerçekleştiğini net olarak betimlemektedir. Bu durumda akla şu soru gelebilir: İnkârcıların çocukları niye helakte öldü? Bu soruya şöyle yanıt verilebilir: Yüce Allah onların ömrünü o kadar takdir etti. İnkârcı toplumun günahını paylaşmadan ahirete gitme imkânı buldular. Onların bu sayede ebedi mutluluğa kavuşmuş olmaları umulur. Şöyle de denebilir: Allah yaptıklarından hesaba çekilemez!</p>
<p><strong>Hz. Nûh’un oğlunun “ailesinden sayılmaması”</strong></p>
<p>Hz. Nûh, dua ederken oğlunun ailesinden olduğuna dikkat çekse de yüce Allah’ın doğru hüküm verdiği konusunda teslimiyeti tamdır: “<em>Nuh Rabbine dua edip dedi ki: Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin</em>.” (Hûd 11/45). Hz. Nûh’un, “<em>oğlum da ailemdendir</em>” demesi, oğlunun kurtarılması talebini içermektedir. Oğlunun boğulanlardan olmasına rağmen bir kısım müfessir, Hz. Nûh’un, oğlunun kurtulmasını yüce Allah’tan istediği yorumunu benimsemiştir. “<em>Gözetimimiz altında ve vahyimize uyarak bir gemi yap, zulmedenler için af dileme benden, şüphe yok ki sularda boğulacak onlar</em>.” (Hûd 11/37) uyarısına rağmen Hz. Nûh bu talepte bulununca onun, oğlunu Müslüman sandığı akla gelmektedir. Böyle sanmasına gerekçe; oğlunun kâfir olduğunu beyan etmemesi, yüksek bir yere çıkmanın kurtulmak için yeterli olduğunu söylemesidir. Bu durumda o, daha tercih edilir olan gemiye binmeyi değil, yüksek bir yere çıkmayı yeğlemiştir. Diğer bir yorum da Hz. Nûh’un, oğlunun dünyada değil, ahirette kurtulanlardan olmasını istediği yönündedir. Hz. Nûh’un, “<em>Sen hakimler hakimisin.</em>” şeklindeki hitabı, başına bir dert geldiğinde rabbine seslenen Hz. Eyyûb’un şu hitabını anımsatmaktadır: “<em>Sen, merhametlilerin en merhametlisisin.</em>” (el-Enbiyâ 21/112).</p>
<p>Görüldüğü gibi Hûd suresi 44.-45. ayetlerin yorumunda Yüce Allah’ın; cansız varlıklara da emir verdiğinden ve bu emirlerin yerine getirildiğinden, Hz. Nûh’un oğlunun münafık olabileceğinden ve bu nedenle Hz. Nûh’un onu Müslüman sanıp gemiye davet ettiğinden söz edilebilir.</p>
<h2><strong>Dinî Aidiyetin Üstünlüğü ve Allah’a Sığınma</strong></h2>
<p>Bu kısımda Hûd suresi 46-.47. ayetler dolayımında Hz. Nûh’un oğlunun niçin ailesinden sayılmadığı, Hz. Nûh’un yüce Allah’a bağlılığı, inananlarla birlikte kurtuluş gemisinden inişi ve sabretmenin önemine değinilecektir. Konu ele alınırken “Kur'an’ın Kur'an’la tefsiri” yöntemine başvurulacaktır. Yazıda amaçlanan şey, Nûh peygamber örnekliğini sergilemektir.</p>
<p><strong>Dinî bağın, ailevi bağdan daha değerli oluşu</strong></p>
<p>Hz. Nûh’un kâfir oğlu o kadar günaha batmıştı ki yüce Allah bu nedenle onun için “kötü iş yapan bir kimse” demek yerine “<em>O kötü bir iştir.</em>” ifadesini kullandı: “<em>Allah buyurdu ki: Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir; çünkü o kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim</em>.” (Hûd 11/46). Hz. Nûh’a, “<em>O asla senin ailenden değildir.</em>” denilerek oğlunun, gemiye binip kurtulanların -özelde de aile bireylerinin- dışında kaldığı ifade edilmiş olmaktadır. Ayetteki “<em>kötü bir iş</em>”, lafzen “iyi olmayan bir iş” anlamındadır. Yani “fesatçı” biri olsa bir gün belki vazgeçer ama o, o kadar kötüdür ki ne yaparsa yapsın yaptığı iyi olmayacaktır (ghayru ṣāliḥ). Ayetteki “<em>kötü bir iş</em>”, Hz. Nûh’un “inkârcı olan oğlunun kurtulmasını istemesi” şeklinde de yorumlanmıştır. Yine “<em>Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim</em>.” ifadesi, Hz. Nûh’un âlim bir kimse olduğunun kanıtı sayılmış, ona cahil seviyesine inmemesi uyarısının yapıldığı söylenmiştir. Bu uyarı, inkârcılar iman edecekler diye düşünüp mucize göstermeyi arzulayan Hz. Muhammed’e (s) yapılmış şu uyarı gibidir: “<em>Artık sakın cahillerden olma</em>.” (el-En`am 6/35).</p>
<p><strong>Yüce Allah’a itaatsizlik durumunda yine O’na sığınma</strong></p>
<p>İlahi uyarıyı alan Hz. Nûh, “oğlunun kurtuluşu” talebinden hemen vazgeçmiştir: “<em>Nûh dedi ki: Ey Rabbim! Ben senden hakkında bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve esirgemezsen ben ziyana uğrayanlardan olurum!</em>” (Hûd 11/47). İnkârcı olarak ölen yakın için edilen duanın o yakına faydası olmaz. Ayetteki “<em>sana sığınırım</em>” ifadesinin tövbe de dâhil bir sığınma olduğu ifade edilmiştir. Yani o, “Bilgim olmayan bir şeyi istememeliydim. Bir daha böyle bir şey yapmayacağım.” demek istemektedir. Bununla birlikte Hz. Nûh’un bilgisi olmayan bir konuda talepte bulunmakla suç işlemediği aksine iki iyiden daha iyi olanını tercih etmediği için bağışlanma talep ettiği söylenmiş ve bu yorum, Hz. Muhammed’den (s) Mekke’nin fethi sonrası Allah’ı yüceltmesi, bağışlanma dilemesinin istendiği Kur'anî ifadelerle desteklenmiştir: “<em>Allah'ın yardımı ve fetih geldiği, insanların akın akın Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, artık rabbini hamd ile tesbih et ve O'ndan bağışlanma dile. Şüphesiz O tövbeleri kabul edendir</em>.” (en-Nasr 110/1-3). Yani bu yaklaşıma göre nasıl Hz. Muhammed’in (s) gerçekleştirdiği Mekke fethi ile ondan bağışlanma dilemesi istenmesi illa da onun bir günah işlemiş olmasını gerektirmemektedir. Benzer şekilde Hz. Nûh’un hakkında bilgisi olmayan bir şeyi istemesi sonucu bağışlanma dilemesi, onun günah işlemiş olmasını kesinleştirmez.</p>
<p>Görüldüğü gibi Hûd suresi 46-.47. ayetlerde Hz. Nûh’un oğlunun inançsızlığı nedeniyle ailesinden sayılmadığı, dinî bağın Allah katında akrabalık bağından değerli olduğu ve Hz. Nûh’un yüce Allah’a bağlılığının eksiksizliği anlatılmaktadır.</p>
<h2><strong>Tufandan Sonrası Durum ve Gayb Bilgisi</strong></h2>
<p>Bu bölümde Hûd suresi 46.-47. ayetler çerçevesinde şu soruların yanıtları aranacaktır: “Kur'an tufandan kurtuluş sonrası dönem hakkında nasıl bir bilgi vermektedir? Geçmişte yaşanmış bir olayın (Nûh Tufanı) gaybi bir bilgi olmasının anlamı ve bu kıssa bilgisinin faydası nedir?” Konu, klasik ve çağdaş dönemde yazılmış tefsirlerin ışığında ele alınacaktır. Bu bölümde amaçlanan şey, azaptan Allah’ın rahmetiyle kurtulan müminlerden hep mümin nesiller gelip gelmediğini ve Nûh kıssası ile insanî erdemlerden sabır arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktır.</p>
<p><strong>Tufan sonrası kuşakların serencamı</strong></p>
<p>Yüce Allah, Hz. Nûh’un yönelişini ödüllendirmiş ve onu affetmiştir: “<em>Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selam ve bereketlerle in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır</em>. (Hûd 11/48). Bu ayette Hz. Nûh ve onunla beraber olan ümmetlerden kasıt, ataları gemideki müminler olan nesillerdir. Hz. Nûh’a ve onlara Allah’tan bir esenlik vaadi varken başka bir ayette bu vaat doğrudan Hz. Nûh’a yapılmıştır: “<em>Âlemler içinde selam olsun Nûh’a.</em>” (es-Sâffât 37/79). Ayetteki bereket vaadi de gemiden karaya inme sonrası o ve onun yolundan giden toplumların dünyada geçimlerini sağlayabilecek bir ortam bulabileceklerini gösterir. Hz. Nûh’un yolundan gitmeyip inkâra yönelenler bir süre geçimlerini sağlayabilecek olsalar da müminler için söz konusu olan esenlik ve bereketten yoksun kalacaklar ve onlar için azap söz konusu olacaktır. Kıyamete kadar toplumlar için söz konusu olan yasa budur. Yüce Allah’ın “<em>selam ve bereketlerle in</em>” demesinden kastedilen şey, “gemiden inmeleri” olabileceği gibi “dağdan daha kolay yaşam alanı olan ovalık bir yere in” emri de olabilir. Ayette Müslümanlara esenlik ve bereket vaadi varken inkârcılara bu vaatte bulunulmamış o inanmayanlara “dünyalık” verileceğine işaret edilmiştir. Yani Müslümanlar, dünyada kendilerine verilen nimetler az olsa da selamet ve bereket onları kuşatmıştır. Kâfirlerin dünyevi imkânları çok olsa da onlara esenlik ve bereket nasip edilmemiştir. Hz. Nûh sonrası nesiller, soy olarak ona dayanmak zorunda değildir; çünkü gemide onun ailesinden olmayan müminler de vardı: “<em>Ey Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan gelenler!</em>” (el-İsrâ 17/3). Ayrıca Nûh toplumu dışında o dönemde başka toplumlar da yaşamışsa insanlar onların soyundan da devam etmiş olabilir; çünkü Hz. Nûh’un inkârcı toplumuna gelen tufan cezasının onların da dünya hayatını sona erdirdiği kesin değildir.</p>
<p><strong>Nûh kıssasının gayb haberi oluşu</strong></p>
<p>Hûd suresindeki Nûh kıssası konulu son ayet şöyledir: “<em>İşte bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü iyi sonuç (sabredip) sakınanlarındır.</em>” (Hûd 11/49). Ayette “<em>Bundan önce onları ne sen biliyordun ne de kavmin.</em>” denilmesi, onların Nûh kıssasını hiç bilmediği anlamında değil, gerçek bilgiye ve gerekli ayrıntılara sahip olmadıkları anlamındadır. Nûh kıssasının anlatımından sonra “<em>sabret</em>” denilmesi, Hz. Muhammed’e (s) dönük Mekkeli müşriklerin eziyetlerine karşı yılmamak gerektiği mesajıdır. Hz. Nûh gibi sabrederse Mekke toplumunda da müminler, esenliğe ve berekete kavuşacak kimseler olacaktır. İnkârı sürdürenler içinse söz konusu olacak şey azaptır.</p>
<p>Görüldüğü gibi Kur'an, tufandan kurtuluş sonrası dönemde herkesin Nûh dönemi inananlarının yolunu sürdürmeyeceğinden söz etmektedir. Ayrıca Nûh kıssası gayb haberleri kapsamındadır ve Allah’a kulluk noktasında sabırlı olmayı hedefleyenlere ibretler içermektedir.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p> </p>
<p>Tufan sürecinin son kısmından başlayarak Hz. Nûh'un oğlunun gemiye binmemesi ve Tufan Sonrası durumun ele alındığı bu yazıda, Hûd suresinin 44. ve 49. ayetleri üzerinde durulmuştur. Bu ayetlerde, yüce Allah'ın cansız varlıklara emirler verdiği ve bu emirlerin yerine getirildiği, Hz. Nûh'un oğlunu Müslüman sanmış olabileceği, aslında oğlunun münafık olabileceği tartışılmıştır; ancak ayetlerde kesin bir ifade olmadığı için farklı yorumlar da yapılmıştır. Ayrıca yazıda dinî aidiyetin üstünlüğü ve Allah'a sığınmanın önemi vurgulanmıştır. Bu durum, dinî bağın ailevi bağdan daha değerli olduğunu göstermektedir. Ek olarak tufandan kurtuluş sonrası döneme değinilmiş ve Kur'an'ın bu dönemde herkesin Nûh dönemi inananlarının yolunu sürdürmeyeceğini anlattığı belirtilmiştir. Nûh kıssası, aynı zamanda gayb haberleri kapsamında değerlendirilen bir olaydır ve Allah'a kulluk noktasında sabırlı olmayı hedefleyenler için ibretler içermektedir.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-81410338282376120212024-01-25T22:28:00.003+03:002024-01-25T22:38:55.215+03:00Hûd Suresi Bağlamında Hz. Nûh’un İnsani İlişkileri<h2><strong>Giriş</strong></h2>
<p>Nûh kıssası, Müslümanları zayıf olduğu Mekke döneminde de etkili oldukları Medine devrinde de inmiş olan Kur'an ayetlerinde anlatılmıştır. Bu yazıda Hz. Nûh’un kavmini azaba karşı uyarması, inkârcıların karşı tezleri, Hz. Nûh’un inananlara dönük şefkati, Hz. Nûh’un peygamberlik özellikleri ve müminlerle, müşriklerle ilişkileri üzerinde durulacaktır. Konu büyük oranda Hûd sûresi 25.-34. ayetlerin yorumlarıyla sınırlı olarak klasik ve modern dönem tefsir literatürünün ışığında ele alınacaktır. Amaçlanan şey, o dönemdeki İslami mücadele örnekliğini günümüze taşıyarak bir perspektif sunmaktır.</p>
<h2><strong>Hz. Nûh’un Uyarıcı Olması ve İnkârcı İtirazların İçeriği</strong></h2>
<p>Bu kıssaya ilişkin Hûd suresi ayetlerinin ilk üçü (Hûd 11/25-27) hakkındaki bu bölümde şu soruların yanıtları aranacaktır: “Hz. Nûh’un kavmine apaçık bir uyarıcı olarak gönderilmesinin anlamı nedir? Tebliğinde tevhidin ve cehennem azabının yeri nedir? Toplumun ileri gelenleri, onun insan olmasından ve ona tabi olanların yoksul kesim olmasından niçin rahatsız olmuştur? Hz. Nûh, insanları zorla Müslüman yapmaya çalışmış mıdır?” Maksat, kıssaya dair üç ayetten günümüze dönük mesajlara dikkat çekmektir.</p>
<p>Yüce Allah Kur'an’da zaman zaman “melik dili” kullanmakta ve “biz” demektedir. Bu üsluba Nûh kıssası anlatılırken de yer verilmiştir: “<em>Ant olsun, biz Nûh'u kavmine elçi gönderdik. Onlara, ‘Ben (dedi), sizin için apaçık bir uyarıcıyım.’</em>” (Hûd 11/25). Yüce Allah’ın elçi gönderdiğini söylemesi, O’nun kullarını kendi haline bırakmadığını gösterir. Yani Müslüman deist olamaz. O, her an Allah’ın gözetiminde olduğu bilinciyle yaşar. Hz. Nûh’un apaçık uyarıcı olması, bu görevini layıkıyla yerine getirdiğini göstermektedir. Ne yazık ki bu uyarılar, inkârcılara bir fayda vermemiştir. “Niçin Hz. Nûh aynı zamanda müjdeleyici olmamıştır?” şeklinde bir soru sorulursa bu soruya “O, muhataplarının inkârcılardan oluşmasından dolayı müjdeleyici bir tutum sergilememiştir.” şeklinde yanıt verilebilir.</p>
<p><strong>Acıklı bir azaba karşı uyarı</strong></p>
<p>Hz. Nûh, Allah’tan başkasına ibadet edenleri tufan cezasıyla ya da ahiret azabıyla korkutmaktadır. Korkutma nedeni ise muhataplarının Allah’tan başkasına ibadet etmeleridir: “<em>Allah'tan başkasına tapmayın! Ben, size (gelecek) elem verici bir günün azabından korkuyorum</em>.” (Hûd 11/26). İslam, insanları Allah’a inandırma mücadelesi vermekten ziyade O’na ortak koşulmaması gerektiğine vurgu yapar. Azabın bu ayette Allah’a değil güne atfedilmesi bir mecazdır. Yani azabın o günde gerçekleşecek olmasından dolayıdır.</p>
<p><strong>İnkârcı itirazların muhtevası</strong></p>
<p>Hz. Nûh dönemi kâfirleri, kendilerine gönderilen peygamberin “bir insan” olduğu gerekçesiyle peygamberliği ona yakıştıramıyordu. Hâlbuki insanların maslahatına örnek alabilecekleri insan peygamber gönderilmesi daha uygundur: “<em>Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: Biz seni sadece bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz</em>.” (Hûd 11/27). Kimileri beşer oluşu insan oluşun bir alt kademesi olarak tanımlamaktadır. Ne var ki bu ayette beşer oluşun peygamber oluşa engel oluşturmadığı nettir. <strong>Ayette kâfirlerin Hz. Nûh’a, “<em>Biz seni sadece bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz.</em>” demeleri, Mü’minûn suresinde geçen “<em>sizin gibi bir beşer</em>”</strong> (el-Mü’minûn 23/34)<strong> şeklindeki ifadelerinden farklılık arz etmektedir.</strong> Orada seçkinci bir tarzı benimsemişlerken burada göreli olarak daha mütevazı bir üslup kullanmaktadırlar. Yine bu ifadede “<em>biliyoruz</em>” gibi kesin bir ifade kullanmaktan kaçınmaları, insaflı ve objektif bir tutuma sahip kimseler oldukları izlenimi vermek içindir. Kâfirlerin “<em>basit görüşlü</em>” dediği kimseler, müminlerden olmayı seçmiş kimselerdir. Bu durumda inkârcılar, “ileri görüşlü” (!) olmaktadır. İnkâra sapanlar, kendileri gibi ileri gelenlerden olmayanların iman öncesi durumunu aşağıladığı gibi iman etmelerinin ardından da onlara karşı bir tutum değişikliğine gitmemektedir. Hâlbuki fakirlik, hayatın anlamını doğru kavramaya engel değildir. Kâfirler “Madem makam, mevki, para vs. bizde demek ki ileri görüşlü olan biziz.” diye düşünüp şeytanın tuzağına düşmektedir. Yüce Allah insanoğluna ulaşılması gereken hedef olarak rızasını dolayısıyla ahirette cenneti hedef göstermektedir. Bunu ıskalayanlar, dünyada makam ve para sahibi kimseler olsalar da gerçekte onların aklı kıttır. Tersine yoksul kimselerden dünyayı geçici ahiret nimetlerini kalıcı görüp ona göre bir hayatı seçenler ise gerçek anlamda akleden kimselerdir. Kâfirlerin, “<em>bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz</em>” demeleri üstünlüğü Allah korkusunda (takva) değil, makamda ve parada gördüklerine işaret etmektedir. Ayrıca bu inkârcılar, mümin insanları aşağılamakta ancak taştan, tahtadan vs. yapılan putları yüceltmektedir!</p>
<p>Görüldüğü gibi ele alınan üç ayette Hz. Nûh’un risalet görevini gereği gibi yerine getirdiğinden, insanları Allah’a imana çağırırken “şirksiz bir inanç” vurgusu yaptığından, inkârcıların “toplumda etkili olmalarını” hakkın ölçüsü gördüklerinden söz edilmektedir.</p>
<h2><strong>Hz. Nûh’un İnkârcı Tezlere İtirazı ve Müminlere Şefkati</strong></h2>
<p>Bu bölümde Hûd 11/28.-30. ayetler bağlamında Hz. Nûh’un inkârcıların çelişkilerine nasıl dikkat çektiğinden ve İslam’a yönelen yoksul kesime karşı tutumundan söz edilecektir. Söz konusu ayetlerde Hz. Nûh sorularla muhataplarını hakikate yaklaştırmaya ve batıl inançlarını sorgulatmaya çalışmakta, çıkar gütmeyen çabalarına olumlu karşılık veren kesimlerle arasına mesafe koyma önerilerini reddetmektedir.</p>
<p>Kur'an’a göre Hz. Nûh’a, mesajını destekleyici türünden açık bir delil verilmiştir; ancak rahmet olan bu delilin ne olduğu belirtilmemiştir: “<em>(Nûh) dedi ki: Ey kavmim! Eğer ben Rabbim tarafından (bildirilen) açık bir delil üzerinde isem ve O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa buna ne dersiniz? Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?</em>” (Hûd 11/28). Delil basirettir, onu inkâr körlüktür. Hz. Nûh, inkârcıların donmuş zihinlerinin buzlarını çözmeye çalışmaktadır. Bu noktada onun delili, vahiy de akli delil de olabilir. Her ikisi de rahmettir. Bu ayetteki Hz. Nûh’un susturucu delilleri âdeta inkârcıların, “<em>Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz.</em>” (Hûd 11/27) şeklindeki önceki ayette yer alan sözlerine bir yanıttır. Basit görüşlü olan müminler değil, kâfirlerdir. Söz konusu delilin Hz. Nûh’a verilen bir mucize olduğu da söylenmiştir ancak ona mucize verilmiş olsa bile Kur'an, onun niteliği konusunda ayrıntı vermemiştir. Hz. Nûh’un “<em>O bana kendi katından bir rahmet vermiş de bu size gizli tutulmuşsa</em>” şeklindeki sözü, inkârcıların göremedikleri / bilemedikleri bir şeyden sorumlu tutulmaları şeklinde anlaşılmamalıdır. Onların delillere karşı kör kalmaları, hakikatin onlara gizli kalması sonucunu getirmiştir. Allah’ın varlığına ve tekliğine ilişkin söz konusu deliller, vahiy kapsamındakiler olabileceği gibi evrendeki deliller de olabilir. İnkâr etme yolunu seçenleri her iki tür delil de etkilememektedir. Ayetin sonundaki “<em>Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?</em>” ifadesi, istemedikleri halde insanların Müslüman yapılamayacağı ilkesinin Hz. Nûh döneminde de geçerli olduğunu göstermektedir.</p>
<p><strong>Hz. Nûh’un insanların Müslüman olmasına odaklanması</strong></p>
<p>Kâfirlerin, muhtemelen iman etme izlenimi vererek, Hz. Nûh’tan yoksul Müslümanları çevresinden kovma talepleri karşılıksız kalmıştır: “<em>Ey kavmim! Allah'ın emirlerini bildirmeye karşılık sizden herhangi bir mal istemiyorum. Benim ödülümü verecek olan ancak Allah’tır. Ben iman edenleri kovacak değilim; çünkü onlar rablerine kavuşacaklardır; fakat ben sizi, bilgisizce davranan bir topluluk olarak görüyorum</em>.” (Hûd 11/29). İnkârcıların ne yaratanın ne de ona kulluğa yönelen yoksulların değerini bilmeleri söz konusudur. İnkârcıların Hz. Nûh’tan İslam’ı seçen yoksulları yanından kovmasını istemeleri, o inkârcılardaki kibri göstermektedir. O muhtaç kimselerin rablerine kavuşacaklarına inanmaları onları değerli kılmaktadır. İnkârcıların “sığ görüşlü” bulduğu o yoksul Müslümanlar, gerçekte iki hayatı (dünya ve ahiret) doğru kavramış aziz kimselerdir. Onların kovulması, bir peygamberden istenecek şey değildir. Kovsa dini tebliğ görevini gereği gibi yapmamış olur ve bu yaptığı şey, ahirette karşısına çıkar. Gerçekte “sığ görüşlü” olanlar, o yoksul Müslümanlar değil, dünya hayatına kanan kâfirlerdir. Fakirliği alçak, zenginliği yüksek görmeleri, insan onurunun ne olduğu konusundaki cahilliklerinin kanıtıdır. Benzer bir talep, son peygamber Hz. Muhammed (s) için de söz konusu olmuş, Allah asla böyle bir şey yapmaması konusunda onu uyarmıştı: “<em>Rablerinin rızasını umarak sabah akşam O'na yalvaranları yanından kovma. Onların hesaplarından senin üzerine senin hesabından da onların üzerine bir sorumluluk yok ki onları yanından kovup da zalimlerden olasın</em>.” (el-En`am 6/52).</p>
<p><strong>Yoksul Müslümanlardan uzak durmanın kabul edilemezliği</strong></p>
<p>İnsanın fakir müminleri yanından uzaklaştırması azap sebebi olabilir: “<em>Ey kavmim! Ben onları kovarsam beni Allah'tan (onun azabından) kim korur? Düşünmüyor musunuz?</em>” (Hûd 11/30). Yoksul Müslümanlar ebedi nimete kavuşacaktır. İnkârcılar ise dünyada ne kadar zengin olurlarsa olsunlar bir gün ellerindeki nimetlerden ayrılmak zorunda kalacaklardır. Ahirette ise onları bekleyen ateştir.</p>
<p>Görüldüğü gibi Hûd suresinin bu üç ayetinde (Hûd 11/28-30) Hz. Nûh’un inkârcıların tutarsızlığına, Allah rızası için dini tebliğine, inkârcılara karşı açık sözlülüğüne ve onları düşünmeye davet ettiğine yer verilmiştir.</p>
<p> </p>
<h2><strong>Hz. Nûh’un Peygamberlik Özellikleri, Mümin ve Müşriklerle İlişkileri</strong></h2>
<p>Bu bölümde Kur'an yorum tarihi ışığında Hûd 11/31.-34. ayetler bağlamında Hz. Nûh’un, Allah’a kulluk bilincini nasıl ön plana çıkardığından dar gelirli kimselerle ilişkilerinden ve inkârcılara bulunduğu tebliğin içeriğinden söz edilecektir.</p>
<h2><strong>Peygamberliğin özellikleri ve alt gelir gruplarıyla ilişkiler</strong></h2>
<p>Hz. Nûh kendisini olağanüstü bir şahsiyet olarak tanıtmaz: “<em>Ben size, ‘Allah'ın hazineleri benim yanımdadır.’ demiyorum, gaybı da bilmem. ‘Ben bir meleğim.’ de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir.’ diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum</em>.” (Hûd 11/31). Ayette “‘<em>Ben bir meleğim.’ de demiyorum.</em>” demekle Hz. Nûh, beşer oluşuna işaret etmektedir. Bu sözü meleklerin peygamberlerden de üstün olma ihtimalini akla getirmektedir. “Hor gördüğünüz” kimseler yerine, “<em>Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler</em>” denilmesi, inkârcıların yoksul müminlerin dış görünüşüne odaklandıklarını ve bu nedenle o müminlerdeki erdemliliği göremediklerine işaret etmektedir. Hz. Nûh’un, yoksul müminler için “<em>Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir.</em>” diyememesi, o müminlerin hem dünyada hem de ahirette nimete kavuşamayacaklarını söyleyemeyeceği anlamındadır. Onların dünyada da ahirette de refah içinde bir hayata kavuşup kavuşamayacakları bilgisi Allah’ın ilmindedir. Hz. Nûh’un yoksul Müslümanlar hakkında kâfirlere, “<em>Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir.</em>” demesi, inkârcıların yoksul Müslümanları “inanıyormuş gibi yapmakla” suçladıklarını gösterir. Hz. Nûh’un, “<em>Onları kovduğum takdirde ben gerçekten zalimlerden olurum.</em>” demesi, düşmana benzeme riskini bertaraf etme örnekliğidir. Mazlumları çevresinden uzak tutmaya çalışmak, zalim kimselerin özelliğidir.</p>
<p><strong>İnkârcıların risalet karşıtı tutumu</strong></p>
<p>Hz. Nûh, tevhide dair sağlam deliller getirdiğinde mesajı yoksul kesimlerin ilgisini çekti; fakat inkârcıların deliller karşısındaki tutumu ise olumsuzdu: “<em>Dediler ki: Ey Nuh! Bizimle mücadele ettin ve bize karşı mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardansan kendisiyle bizi tehdit ettiğini (azabı) bize getir!</em>” (Hûd 11/32). İnkârcıların, “<em>bize karşı mücadelede çok ileri gittin</em>” demeleri, Hz. Nûh’un uzun soluklu tebliğ çabasında ne kadar ısrarlı olduğunu gösterir. Hz. Nûh, dellilere dayanırken inkârcılar ise cehalette ve batılda ısrarlı davranmıştır.</p>
<p><strong>Hz. Nûh’un inkârcılara yanıtı</strong></p>
<p>Allah azap etmeyi dilediğinde O’nu engelleyecek de azaptan kaçabilecek de yoktur: “<em>(Nuh) dedi ki: Onu size ancak dilerse Allah getirir. Ve siz (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz</em>.” (Hûd 11/33). Azap getirmek peygamberlerin yetkisinde değildir. Bu nedenle kâfirlerin azabı acele istemeleri karşısında peygamberlerin elinden bir şey gelmemektedir.</p>
<p>Allah bir toplumu yoldan çıktığı için helak etmek isterse onlara verilen öğüt onları azaptan uzaklaştırma açısından yarar getirmez: “<em>Eğer Allah sizi azdırmak istiyorsa ben size öğüt vermek istesem de öğüdüm size fayda vermez. (Çünkü) O sizin rabbinizdir. Ve (nihayet) O'na döndürüleceksiniz</em>.” (Hûd 11/34). Ayetteki “<em>Allah sizi azdırmak istiyorsa</em>” ifadesiyle kastedilen şey, yüce Allah’ın onların sapıtmalarına izin vermesi anlamındadır. Bu sapmanın kendisinden ziyade sonucu, yani azap (helak) kastedilmişse bu durumda ayette azap gelince inanmanın fayda vermeyeceği kastedilmiş olur; çünkü artık inkârcıların aleyhine hüküm verilmiştir. Öğüdün fayda vermesi, azap gelmeden önce iman edilmesi durumunda söz konusu olur. Ayrıca Hz. Nûh’un, “<em>öğüdüm size fayda vermez</em>” demesi öğüdün yararsız olduğu anlamında değildir. Öğüt veren sevabını alır, muhatabın bu öğüde kayıtsız kalması kendi bileceği iştir. Onun inkârcılara, “<em>O, benim rabbimdir.</em>” yerine “<em>O sizin rabbinizdir.</em>” demesi, inkârcıların inkârlarını sorun etmeksizin tebliğini sürdürdüğünü göstermektedir. Ayetin sonunda “<em>O'na döndürüleceksiniz.</em>” şeklindeki Hz. Nûh’un sözü, inkârı seçenlere tehdit niteliğindedir. Yani Allah’a, kullarına ve kendine karşı kötülük yapanların yaptıkları cezasız kalmayacaktır!</p>
<p>Görüldüğü gibi Hz. Nûh, erdemli oluşu mal, mülk, makam, mevki vb. unsurlarda değil takvada görmektedir. Yoksul kesimleri asla dışlamaz. İnkârcıların tehditleri onu yolundan döndürmez. Tehdit ettiği azabın gelmesi konusunda karar verici olanın yüce Allah olduğunu belirtir. Kâfirlere yüce Allah’ın onların da rabbi olduğunu hatırlatır ve O’na dönüp hesap vereceklerini işaret eder.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Kur'an’da Hz. Nûh’un, Allah'ın elçisi olarak kavmine gönderildiği vurgulanır. Bu da göstermektedir ki Allah, kullarını kendi hâline bırakmamıştır. Hz. Nuh'un apaçık uyarıcı olması, muhataplarının inkârcılardan oluşmasından dolayıdır. Uyarılarına rağmen inkârcılar ısrarlarından vazgeçmemiş ve tebliği onlara fayda vermemiştir. Hz. Nuh, insanları Allah’tan gelecek bir cezayla korkutarak Allah'tan başkasına ibadet etmelerini engellemeye çalışmıştır. İslam, insanları Allah'a zorla inandırma mücadelesi vermemekte ama Allah’a ortak koşmamaları gerektiğini sürekli hatırlatmayı öngörmektedir. Hz. Nuh, inkârcıların ileri gelenlerinin kendisini bir insan olarak görmeleri ve ona yoksul kesimlerin tabi olmalarını sorun etmeleriyle karşı karşıya kalmış onlara vahiy doğrultusunda cevaplar vermiştir. İnkârcılar, Hz. Nuh'u aşağılamış ve müminleri de aşağı kesim olarak nitelendirmişlerdir. Hz. Nuh ise iman edenleri kovmayacağını ve onların Rablerine kavuşacaklarını ifade etmiştir. Bu şekilde Hz. Nuh, insanların Müslüman olmalarına odaklanmış ve inkârcıların taleplerini reddetmiştir. O, iman edenleri kovmayacağını ve ödülünü sadece Allah'ın vereceğini belirtmiştir. İnkârcıların ise bilgisizce hareket eden bir topluluk olduğunu yüzlerine ifade etmiştir.</p>
<p> </p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-92029698065786933132023-11-27T00:47:00.003+03:002023-11-27T00:47:49.455+03:00Yüzünü Ekşitmeden Acıyı Yudumlamak: Peygamber Sabrı ve Hüznü<p>Dünya hayatı birtakım zorluklar ve üzücü durumlarla doludur. Güzel olan şey, bu durumları pozitif yöne çevirmektir. Bunun için yol azığı sabretmek ve elden geldiğince hüzne kapılmamaktır. Bu makalede son peygamber bağlamında Kur'an’ın “sabra” ve “hüzne” çizdiği çerçeve ortaya konulacaktır. Önce her iki kelimenin klasik sözlüklerdeki anlamları verilecek ardından da ilgili ayetler değerlendirilecektir. Amaçlanan şey, sabır erdemini kuşanmak ve hüzün ile başa çıkabilmenin vahyî izleğini ve Kur'an yorum tarihindeki izdüşümlerini ortaya koymaktır.</p>
<p>Arapçada “sabır”, kişinin kendisini bir işten<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> ya da sebat edememekten alıkoymasıdır. “Falanca kimse başına gelen belaya karşı sabretti.” denir.<a href="#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a> Yani bela nedeniyle isyana yönelmez, onunla başa çıkmaya çalışır. Sabır erdemi olmaksızın cesaret olamaz. İslam, bu erdeme (Allah yolunda sabır) belirli bir dinî yön vermek suretiyle onu kendisinin belli başlı erdemlerinden birine dönüştürmüştür.<a href="#_ftn3" name="_ftnref3">[3]</a> Sabır, türevleriyle birlikte Kur’an’da 69 yerde geçmektedir. Mutluluğun karşıtı olan <em>hüzün </em>(حزن) kelimesine<a href="#_ftn4" name="_ftnref4">[4]</a> gelince Kur'an'da türevleriyle birlikte kırk iki yerde bulunmaktadır.</p>
<p><strong>Hz. Peygamber (s) ve Sabır</strong></p>
<p>Hz. Peygamber (s), yüce Allah’a ibadet etmeli ve bu konuda sabırlı olmalıdır (Meryem 19/65). Aile bireylerine de namaz kılmalarını emretmeli, kendisi de ona sabırla devam etmelidir (Tâhâ 20/132). Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek dua edenlerle birlikte sabretmeli, dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o inananlardan çevirmemelidir (el-Kehf 18/28).</p>
<p>Resulullah (s), rabbinin hükmüne (boyun eğip) sabretmeli; hiçbir günahkâra yahut hiçbir inkârcıya (el-İnsân 76/24), işlediği kötülükler nedeniyle kalbi Allah'ı anmaktan gafil kılınan, kötü arzularına uyan ve işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğmemelidir (el-Kehf 18/28). Sabretmek ancak Allah'ın yardımı iledir. Düşmanlarının kurdukları tuzaklar nedeniyle telaşa kapılıp sıkıntıya düşmemelidir (en-Nahl 16/127). Hz. Peygamber’in (s) yapması gereken şey, ona vahyolunana uymak ve Allah hükmedinceye kadar sabretmektir (Yûnus 10/109); çünkü iyi sonuç inkârcıların tavırlarına sabredip Allah'ın emirlerini çiğnemekten sakınanlarındır (Hûd 11/49).</p>
<p>Resulullah (s) sabretmeli ve Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu bilmelidir. (Buna) iyice inanmamış olanlar, onu asla gevşekliğe sevk etmemelidir (er-Rûm 30/60). Peygamber (s) hayatta iken inkârcılara vaat edilen cezanın bir kısmı gösterilir veya kendisi öldükten sonra onlar cezalandırılırsa onun yapması gereken tasalanmamaktır. Nasıl olsa onlar yüce Allah’a döneceklerdir (el-Mü’min 40/77). O, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sabretmelidir. İnkârcılar hakkında acele etmemelidir; çünkü onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar. Bu, bir duyurudur. Yoldan çıkmış topluluklardan başkası da helak edilmez (el-Ahkāf 46/35). Onun yapması gereken şey; sabırla birlikte günahının bağışlanmasını istemek ve akşam-sabah (el-Mü’min 40/55), güneşin doğuşundan önce de batışından önce de (Kāf 50/39), uykudan ya da herhangi bir yerden kalktığı zaman da rabbini överek yüceltmektir (et-Tûr 52/48).</p>
<p>Hz. Muhammed (s), müşriklerin (el-Müzzemmil 73/10) ve inkârcıların söylediklerine (Tâhâ 20/130) ve kâfirlerin yalanlamalarına sabretmeli Allah'a yönelen Hz. Dâvûd'u, o kuvvet sahibi zatı hatırlamalı (Sâd 38/17) Rabbinin hükmünü sabırla beklemeli, “<em>balık sahibi Yûnus</em>” gibi olmamalıdır (el-Kalem 68/48). Güzelce (el-Meâric 70/5) ve rabbinin rızasına ermek için sabretmelidir (el-Müddessir 74/7); çünkü Allah güzel iş yapanların ödülünü zayi etmez (Hûd 11/115).</p>
<p>Resulullah-sabır ilişkisini içeren yukarıdaki ayetler dikkate alındığında Müslümanların kendilerini sorgulamaları gerekir: Günümüzde Müslümanlar, istisnalar dışında benzer sabır ve teslimiyeti gösterebiliyorlar mı? Davet aşamalarında Resulullah ve arkadaşlarının sabır ve teslimiyetle zafere doğru merdiveni tırmandıkları gibi yeteri kadar cehd içindeler mi? Çetin ve ağır olaylar karşısında azim ve kararlılıklarını, kulluk ve sabırlarını ne kadar koruyabiliyorlar? İman edip salih amel işlemede, hakkı ve sabrı tavsiye etmede, İslam'ın öğretilerine sarılmada, sözlü ve fiili saldırılara karşı direniş göstermede ve Allah yolunda başlarına gelenlere göğüs germede, Resulullah’ın (s) ve ashabının gösterdiği sabır ve teslimiyeti hangi ölçüde sergileyebiliyorlar?<a href="#_ftn5" name="_ftnref5">[5]</a></p>
<p><strong>Hz. Peygamber (s) ve Hüzün</strong></p>
<p>Hz. Muhammed (s) inkârcılardan bir kısmına verilen dünya malına göz dikmemeli ve onlar iman etmiyor diye üzülmemelidir (el-Hicr 15/88). Yani o; onların iman etmemeleri, o mallarla Müslüman fakirlere ve dine hizmet etmemeleri<a href="#_ftn6" name="_ftnref6">[6]</a> ve onlara verilen nimetler nedeniyle üzülmemelidir; çünkü ahirette ona daha hayırlısı verilecektir.<a href="#_ftn7" name="_ftnref7">[7]</a></p>
<p>Hz. Peygamber’in (s) hanımlarıyla ilişkilerini düzenleyen ayetlerin birinde şöyle buyrulmaktadır: “<em>Onlardan dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alırsın. Sırasını geri bıraktığın kadınlardan dilediğini yanına almanda da sana bir günah yoktur. Onların gözleri aydın olup üzülmemelerine ve kendilerine verdiğin ile hepsinin hoşnut olmalarına en elverişli olan budur. Allah kalplerinizdekini bilir. Allah her şeyi bilir ve yumuşak davranır</em>.” (el-Ahzâb 33/51). Allah, Peygamber’ine (s) eşlerine dilediği gibi davranma yetkisi verince bu inanan kadınların hiçbir şekilde Hz. Peygamber'i (s) üzmelerine veya kıskançlıkları ve ev içi sorunlarıyla ilgili şikâyetleriyle onu rahatsız etmelerine yer kalmamaktadır; fakat Hz. Peygamber (s), Allah'tan bu yetkiyi aldığı halde yine de hanımlarına eşit davranmaya özen göstermiştir.<a href="#_ftn8" name="_ftnref8">[8]</a></p>
<p>Kur'an Hz. Muhammed’in (s) en yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir ile şöyle bir diyaloğunu aktarmaktadır: “<em>Eğer siz ona (Resul'e) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı. O, arkadaşına, 'Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.' diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir; çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir</em>.” (et-Tevbe 9/40). Ayetten anlaşıldığı kadarıyla, Hz. Peygamber (s) kendinden emin bir şekilde Hz. Ebû Bekir'in korkusunu gidermek amacıyla onu sakinleştirmeye çalışıyordu.<a href="#_ftn9" name="_ftnref9">[9]</a></p>
<p>Hz. Peygamber (s) cezalandırma konusunda sabırlı olmalıdır. Onun sabrı da ancak Allah'ın yardımı iledir (en-Nahl 16/127). İnkârcılar yüzünden üzülmemeli, onların kurmakta oldukları tuzaklardan ötürü sıkıntı duymamalıdır (en-Neml 27/70). Yüce Allah, yalanlayanların söylediklerinin hakikaten onu üzmekte olduğunu bilmektedir. Aslında onlar onu yalanlamamakta fakat o zalimler açıkça Allah'ın ayetlerini inkâr etmektedir (el-En`am 6/33).</p>
<p>Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “inandık” diyen kimselerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanların hâli Hz. Peygamber’i (s) üzmemelidir. Onlar durmadan yalana kulak verirler ve onun huzuruna gelmeyen diğer bir topluluk hesabına casusluk yaparlar; kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler. “Eğer size şu verilirse hemen alın, o verilmezse sakının!” derler. Allah bir kimseyi şaşkınlığa (fitneye) düşürmek isterse Hz. Muhammed (s) Allah'a karşı, onun lehine hiçbir şey yapamaz. Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünyada rezillik vardır ve ahirette onlara mahsus büyük bir azap vardır (el-Maide 5/41).</p>
<p>İnkârcıların sözleri Hz. Peygamber’i (s) üzmemelidir; çünkü bütün izzet (ve üstünlük) Allah'ındır. O, işitendir, bilendir (Yûnus 10/65). O inkârcıların dönüşü ancak yüce Allah’adır. İşte o zaman yaptıkları kendilerine haber verilir. Allah kalplerde olanı (Lokmân 31/23) yani onların gizlemekte olduklarını da açığa vurduklarını da bilmektedir (Yâsîn 36/76).</p>
<p>Görüldüğü gibi yüce Allah, Hz. Peygamber’i (s) inkârcıların olumsuz tavırları karşısında üzülmemeye davet etmekte, benzer şekilde o da çevresindekileri İslam'ı yaşamanın zorlukları karşısında teskin etmektedir.</p>
<p><strong>Sonuç</strong></p>
<p>Kur'an, Resulullah’a sabır ve hüzün konusunda bir rehberlik yapmakta ve sınırları çizmektedir. Ele alınan ayetler Müslümanları Allah yolunda sabretmenin değerini göstermekte ve geçici nimetler uğruna hüzne kapılıp dünyevi ve uhrevi görevleri ihmal etmenin yanlışlığına dikkat çekmektedir. Belki de bu bağlamda en güzel şiar sihri bırakın iman edenlerin Firavun’un tehditleri karşısında söyledikleri şu sözdür: “<em>Zararı yok, nasıl olsa, biz Rabbimize döndürüleceğiz</em>.” (eş-Şuarâ 26/50). İbadetlerde, Allah’ın hükmünün uygulanmasında, gayrimüslimlerin eziyetleri konusunda sabretmek ayetlerde övülmektedir. Sabır acı ama meyvesi tatlıdır ve aynı zamanda mutluluğun anahtarıdır. Sabredenler zafere erecektir. Gerek Müslümanlarla gerekse inkârcılarla ilişkilerde insanı hüzünlendiren durumlar olabilir. Yapılması gereken şey, iyilerin de kötülerin her yaptığının melekler tarafından kayda geçirildiği gerçeğini zihinlerde taze tutmak ve elden geldiğince hüzne kapılmamaktır. Yardım Allah’tandır. O ne güzel vekildir.</p>
<p> </p>
<p><strong>Kaynakça</strong></p>
<p>Cevherî, İsmâil b. Hammâd el-. <em>Ṣıḥâḥu’l-luġa</em>. thk. Abdulgafûr Attâr. 6 Cilt. Beyrut: Dârü’l-ilm li’l-Melâyîn, 4. Basım, 1407/1987.</p>
<p>Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır. <em>Hak Dini Kur’an Dili</em>. 10 Cilt. İstanbul: Eser Neşriyat, 1979.</p>
<p>Izutsu, Toshihiko. <em>Ethico-Religous Concepts in the Qur’ān</em>. Canada: McGill-Queen’s University Prsess, 2022.</p>
<p>İbn Fâris, Ebü’l-Hüseyin. <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>. thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn. 6 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1399/1979.</p>
<p>Mevdûdî, Ebu’l A’lâ el-. <em>Tefhimu’l Kur’an</em>. çev. Muhammed Han Kayanî - Yusuf Karaca. 7 Cilt. İstanbul: İnsan Yayınları, 1986.</p>
<p>Râzî, Fahruddin er-. <em>Mefâtihu’l-gayb</em>. 32 Cilt. Beyrut: Daru İhyai Turasi’l-Arabi, 3. Basım, 1420.</p>
<p>Sarmış, İbrahim. <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em>. 2 Cilt. İstanbul: Ekin Yayınları, 3. Basım, 2007.</p>
<p>Taberî, Muhammed b. Cerîr et-. <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>. thk. Ahmed Muhammed Şakir. 24 Cilt. Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1420/2000.</p>
<p> </p>
<p><strong> </strong></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Ebü’l-Hüseyin İbn Fâris, <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>, thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1399/1979), 3/329.</p>
<p><a href="#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, <em>Ṣıḥâḥu’l-luġa</em>, thk. Abdulgafûr Attâr (Beyrut: Dârü’l-ilm li’l-Melâyîn, 1407/1987), 2/706.</p>
<p><a href="#_ftnref3" name="_ftn3">[3]</a> Toshihiko Izutsu, <em>Ethico-Religous Concepts in the Qur’ān</em> (Canada: McGill-Queen’s University Prsess, 2022), 102.</p>
<p><a href="#_ftnref4" name="_ftn4">[4]</a> Cevherî, <em>es-Ṣıḥâḥ</em>, 5/2098.</p>
<p><a href="#_ftnref5" name="_ftn5">[5]</a> İbrahim Sarmış, <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em> (İstanbul: Ekin Yayınları, 2007), 2/388.</p>
<p><a href="#_ftnref6" name="_ftn6">[6]</a> Muhammed Hamdi Yazır Elmalılı, <em>Hak Dini Kur’an Dili</em> (İstanbul: Eser Neşriyat, 1979), 5/3077.</p>
<p><a href="#_ftnref7" name="_ftn7">[7]</a> Muhammed b. Cerîr et-Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, thk. Ahmed Muhammed Şakir (Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1420/2000), 17/141.</p>
<p><a href="#_ftnref8" name="_ftn8">[8]</a> Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî, <em>Tefhimu’l Kur’an</em>, çev. Muhammed Han Kayanî - Yusuf Karaca (İstanbul: İnsan Yayınları, 1986), 4/394.</p>
<p><a href="#_ftnref9" name="_ftn9">[9]</a> Fahruddin er-Râzî, <em>Mefâtihu’l-gayb</em> (Beyrut: Daru İhyai Turasi’l-Arabi, 1420), 16/52.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-63911422697142485362023-11-27T00:36:00.004+03:002023-11-27T00:42:01.289+03:00Nuh Kıssasında İnkâr, Azapla Uyarı ve Tufanın Başlangıç Dönemi<h2><strong> </strong></h2>
<h2><strong>Giriş</strong></h2>
<p>Bu yazı, Hûd sûresi 35.-43 ayetler arasında yer alan Hz. Nuh'un kıssasının inkâr, azapla uyarı ve tufanın başlangıç dönemi bölümlerini ele almaktadır. Klasik ve modern dönem tefsirlerinin yanı sıra farklı yorumları dikkate alarak, Hz. Nuh'un peygamberlik görevi sırasında karşılaştığı zorluklara ve inkârcılara verdiği cevaplara odaklanmaktadır. Aynı zamanda Hz. Nuh'un kavmini uyarmasının dünyevi ve uhrevi sonuçlarına ve inkârcıların cezalandırılmasına değinilmektedir. İkinci bölümde ise Hz. Nuh'un dönemindeki inkârcıların alaycı tutumları, Hz. Nuh'un onlara verdiği yanıtlar, azap tehditleri ve tufan sürecinin başlangıcı ele alınmaktadır. Bu çalışmanın amacı, Hz. Nuh'un peygamberlik dönemini günümüz insanına ibret alabilecek noktalara vurgulamak ve inkârcılara yönelik peygamber tutumunu ortaya koymaktır.</p>
<h2><strong>İnkâr, Ceza ve Kurtuluş Gemisinin İnşası</strong></h2>
<p>Bu bölümde klasik ve modern dönem tefsirlerdeki yorumlar da dikkate alınarak Hûd 11/35.-37. ayetler dolayımında şu soruların yanıtları aranacaktır: “Vahyi uydurduğu” iddia edildiğinde peygamber nasıl yanıt verir? Allah, peygamberini nasıl teselli eder? Herhangi bir şekilde kâfirlere şefaat söz konusu olabilir mi?” Amaç, Hz. Nûh’un örnekliğini günümüze taşımaktır. Amaçlanan şey, bu ayetlerden hareketle günümüz insanına ibret olabilecek noktalara dikkat çekmektir.</p>
<p><strong>Risaleti inkâr</strong></p>
<p>Müşriklere dönük olarak Kur'an şöyle demektedir: “<em>Yoksa ‘Bunu uydurdu.’ mu diyorlar? De ki: Eğer onu uydurduysam günahım bana aittir; fakat ben sizin işlediğiniz günahtan uzağım.</em>” (Hûd 11/35). Ayetteki müşrikler Mekkeli olanlar “<em>De ki</em>” denilen peygamber de Hz. Muhammed (s) olabilir. Bağlama daha uygun olan ise söz konusu müşriklerin Hz. Nûh dönemi müşrikleri olduğudur. Müşriklerin Mekkeli olanlar olduğu görüşü doğru kabul edilirse müşriklerin “Uydurdu.” dedikleri şey, Kur'an olabileceği gibi bağlam gereği Nûh kıssası da olabilir. Muhatabın Hz. Muhammed (s) değil de Hz. Nûh olduğu görüşü esas alınırsa “<em>uydurdu</em>” denilen şey, Hz. Nûh’un risaleti olmuş olur.</p>
<p><strong>İnkârın dünyevi cezası</strong></p>
<p>İnkârları katmerli olan bazı kimselerin kalpleri, dünyadayken bir ceza olarak mühürlenir: “<em>Nuh'a vahyolundu ki: Kavminden iman etmiş olanlardan başkası artık (sana) asla inanmayacak. Öyle ise onların işlemekte olduklarından (günahlardan) dolayı üzülme</em>.” (Hûd 11/36). Kâfirlerin iman etmeyecekleri kesinleştikten sonra peygambere düşen onlar için üzülmemektir. Onlar, tercihlerinin sonucunu göreceklerdir. Uzun soluklu tebliğ artık son bulmuştur, kavminin kâfirleri hakkında kalem kırılmıştır. Hz. Nûh, kavminin helak edilmesini talep etmiş (Nûh 71/26) ve ardından duası kabul olunup bu ayette belirtildiği gibi kavmin iman etmeyeceği Allah tarafından kesinleştirilmiş olabilir. Diğer ihtimale göre ise Hz. Nûh, bu ayetteki bilgilendirme sonrası kavminin helakini istemiştir. Aynı zamanda ayet, risalete karşı benzer tutum sahibi günümüzdeki inkârcılara da bir uyarıdır.</p>
<p><strong>Kurtuluş gemisinin inşası ve inkârcıların cezalandırılması</strong></p>
<p>Gelecek tufana karşı ilahi gözetim altında gemi yapımı başlamaktadır: “<em>Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır!</em>” (Hûd 11/37). Ayette “<em>Gözlerimizin</em>” şeklindeki kullanım, ilahi korumanın güçlü bir düzeyde gerçekleştiğine işaret eder. Yüce Allah, başka bir ayette “<em>Gözüm</em>” (Tâhâ 20/39) de dediği için bu ayetteki “<em>Gözlerimiz</em>” ifadesinin mecaz olduğunun kesin olduğu söylenebilir. Diğer bir ihtimal de “<em>Gözlerimiz</em>” ile yüce Allah’ın gözcülerinin yani meleklerin kastedilmiş olmasıdır. Bu ifadede “biz” dilinin kullanılması, bunun “melik (kral) dili” olmasındandır. Yine geminin “<em>vahyimiz (emrimiz) uyarınca</em>” denilerek yapıldığının söylenmesi, vahiyle gemi yapımının emredildiğini ya da gösterildiğini akla getirse de bu ihtimal, Hz. Nûh’un karşısına geminin nasıl inşa edilebileceğine dair durumların çıkarılmış olmasını imkânsız kılmaz. Su üzerinde kalabilen herhangi bir kuş görmüş olması, gemiyi nasıl yapacağı konusunda ona ilham kaynağı olmuş olabilir. Hz. Nûh’a, “<em>zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme</em>” denilmesi, onun dünyevi veya uhrevi anlamda kâfirlere şefaatte bulunma arzusu taşımaması gerektiğine dair bir uyarıdır. Kabul edilmeyecek duada bulunmak doğru olmaz.</p>
<p>Görüldüğü gibi inkârcılar, peygamberlerinin mesajını yalanlamaktadır. Onların bu tutumunun dünyevi cezası, artık iman açısından onlardan umudun kesilmesidir. Onlar cezalandırılacak ancak inananlar kurtulacaktır. Hz. Nûh’tan istenen şey, inkârcılara Allah’tan dünyada ya da ahirette herhangi bir yardım talebinde bulunmamasıdır.</p>
<p> </p>
<h2><strong>Alay, Azap Uyarısı ve Tufanın Başlangıç Evresi</strong></h2>
<p>Bu kısımda Hûd 11/38.-40. ayetler çerçevesinde Hz. Nûh dönemi inkârcılarının alaycılığından, Hz. Nûh’un onlara yanıtından, onları azap ile tehdidinden ve azap sürecinin başlamasından söz edilecektir. Amaç, tefsir literatürü ekseninde inkârcılara peygamber tutumunun nasıl olduğunu sergilemek ve dünyevi azap sürecinin başlamasıyla Hz. Nûh dönemi müminlerinin gemi yolculuğunun ilk evresini ortaya koymaktır.</p>
<p><strong>Alay edenin alay konusu olması</strong></p>
<p>Tufan azabının yaklaşması karşısında Hz. Nûh, gemi yapmak suretiyle tedbir alınca müşrikler bunu alay konusu edindi: “<em>Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler ise yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Dedi ki: Eğer bizimle alay ediyorsanız iyi bilin ki siz nasıl alay ediyorsanız biz de sizinle alay edeceğiz!</em>” (Hûd 11/38). İnkârcıların Hz. Nûh’u alaya almaları, daha önce tufana şahit olmamaları nedeniyle böyle bir felaketi imkânsız görmelerinden ya da Hz. Nûh’un bulundukları yerin su seviyesinin epeyce yukarısında bir yerde gemi inşasına başlamasından dolayı olabilir. Bu ileri gelenler, Hz. Nûh’un risaletiyle alay etmelerine “gemi yapımı nedeniyle” bir yenisini eklemiş oldular: Marangozluk. Hz. Nûh’un “<em>bizimle alay ediyorsanız</em>” şeklinde çoğul ifade kullanması, sadece onunla değil diğer inananlarla da alay edildiğini göstermektedir. Hz. Nûh’un, “<em>sizinle alay edeceğiz</em>” demesi, onun inkârcılarla alay etmesinden ziyade onların cahil kimseler olduklarını düşünmesi şeklinde yorumlanmıştır. Hz. Nûh ve müminlerin alay etmesinden kastedilen şey, o inkârcıların yaptıklarının cezasını çekecekleri de olabilir.</p>
<p><strong>İnkâr edenlere azap tehdidi</strong></p>
<p>Hz. Nûh, inkârcıları iki azaba karşı uyarmaktadır: “<em>Kendisini rezil edecek azabın kime geleceğini ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini yakında bileceksiniz.</em>” (Hûd 11/39). Ayetteki “<em>rezil edecek azab</em>” tufanda boğulma, “<em>sürekli bir azab</em>” ise cehennem azabıdır. Bu ifade, aynı zamanda inkârcılara dönük bir tehdittir.</p>
<p><strong>Azap sürecinin başlangıç aşaması</strong></p>
<p>Sona yaklaşıldığında Hz. Nûh’a hayvanlardan gemiye çifter çifter alması ve sadece iman edenleri gemiye bindirmesi emredilmişti: “<em>Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca Nuh'a dedik ki: ‘(Canlı çeşitlerinin) her birinden ikişer çift ile -(insanlardan boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!’ Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti</em>.” (Hûd 11/40). Ayetteki “<em>emrimiz</em>” ile kastedilen Nûh kavmine gelen tufan felaketidir. İlahi emir gelmiş, helak süreci başlamıştır. Yine “<em>tandır kaynayınca</em>” ifadesi, “yerden sular fışkırmaya başlayınca” ya da “tanyeri ağırınca (sabah olmaya başladığında)” şeklinde yorumlandığı gibi lafzi olarak görülüp o dönemde gerçekten bir tandır (fırın) olduğu da söylenmiştir. Bu yoruma göre Hz. Nûh’un muhalifleri ona karşı mekân olarak “fırın merkezli” bir muhalefet gerçekleştiriyorlardı ve yerden ilk fışkıran su o fırının altından vurdu. Bu çarpıcı sahne azabın başlangıcı ve işareti olmuştu. Elmalılı Hamdi Yazır’a (1878-1942) göre ayetteki “<em>tandır</em>”, Hz. Nûh’un gemisinin “buharlı bir gemi” olduğuna işaret etmektedir. Hâlbuki insanoğlu bir şey icat ettiğinde o icat zarar görse bile yenisinin tekrar yapılamadığı pek görülmez. Elmalılı’nın iddiasının aksine bilinen ilk buharlı yolcu gemisi (Clermont), 1807 yılında Amerikalı mühendis Robert Fulton tarafından tasarlanmış ve Charles Brown tarafından yapılmıştır. Ayetteki “<em>(Canlı çeşitlerinin) her birinden ikişer çift</em>” denilse de kastedilen canlılar hayvanlardır. Bu hayvanlar, kimi âlimlere göre tüm hayvanlar kimilerine göre ise Hz. Nûh ve inananlar karaya ayak bastıklarında onlara lazım olacak (koyun, keçi, inek, deve, tavuk vs.) hayvanlardır. İkinci yorum daha uygundur. Risaletin amacı, insanları hidayete getirmek ve hidayet üzere tutmaktır. Bir peygambere tüm dünyadaki hayvan türlerini muhafaza görevinin verilmiş olması “gücü aşan bir talep” olur. Yine “<em>ikişer çift</em>” ifadesi “<em>çift </em>(iki erkek iki dişi değil, bir dişi bir erkek)” olarak da yorumlanmaya müsaittir fakat yeni bir hayata başlanacağı için tedbire uygun şekilde Hz. Nûh’un “<em>ikişer çift</em>” aldığını düşünmek daha yerinde olur. Hayvanların insanlardan önce gemiye binmesi, onların binişinin gözetim gerektirmesinden dolayıdır. Hz. Nûh’a, “<em>aileni … gemiye yükle</em>” denilmesi, inkârcı hanımı ve oğlunun dışında onun ailesinden iman edenlerin olduğunu ve ailesinin üç kişilik bir aileden daha kalabalık olduğunu göstermektedir.</p>
<p>Görüldüğü gibi Hz. Nûh, kâfirlerin alaycı tutumlarına karşı gereken cevabı vermiş, onları azap ile tehditten vazgeçmemiş, azap süreci başlayınca da ona ve gemiye binen müminlere lazım olacak hayvanlardan gemiye almış böylece inananlar tufanın öldürücü etkisinden korunmuş ve karaya çıkınca da çaresiz kalmamışlardır.</p>
<p> </p>
<h2><strong>“Kurtuluş Gemisi”ne Binmek ve İnkârcı Oğul ile Diyaloglar</strong></h2>
<p>Bu bölümde Hûd suresi 41.-43. ayetler bağlamında tehlike varken de tehlikenin geçtiği düşünüldüğünde de Allah’a sığınmanın önemine, dünyevi tedbirlerin bir dereceye kadar felaketlerden koruyabileceğine ve Allah kötüleri cezalandırmak istediğinde onların kaçacak yer bulamayacaklarına değinilecektir. Amaç, Kur'an yorum tarihi ekseninde insanların yüce Allah’a her hâlükârda muhtaç olduklarına ilişkin bir farkındalık oluşturmaktır.</p>
<p><strong>“Kurtuluş gemisi”ne binmek</strong></p>
<p>Şerli insanlardan ayrılıp kurtuluşa doğru yol alırken de kurtulduktan sonra da Allah’ın adını anmak güzel bir davranıştır: “<em>(Nuh) dedi ki: Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir</em>.” (Hûd 11/41). Şerli insanların şerrinden kurtulmak için ne kadar tedbir alınmış olursa olsun beladan emin olmak için yine de Allah’a sığınmak gerekir. Kurtuluş sonrası yapılacak şey, alınan tedbirin başarısıyla övünmek değil, sığınılan rabbin yüceliğini hatırlamaktır.</p>
<p><strong>Hz. Nûh’un inkârcı oğluna hitabı</strong></p>
<p>Hz. Nûh’un gemisinin pek de rahat bir yolculuk yaptığı söylenemez: “<em>Gemi, dağlar gibi dalgalar arasında onları götürüyordu. Nuh, gemiden uzakta bulunan oğluna, ‘Yavrucuğum! (Sen de) bizimle beraber bin, kâfirlerle beraber olma!’ diye seslendi</em>.” (Hûd 11/42). Ayette söz edilen Hz. Nûh’un “<em>gemiden uzakta bulunan oğlu</em>”, mekân olarak babasının yaptığı gemiden uzak olmuş olabilir. Diğer bir ihtimal de inanç açısından kurtuluş gemisinden uzak olduğudur. Hz. Nûh’un oğluna, “<em>Yavrucuğum!</em>” diye hitap etmesi, ondaki baba şefkatini göstermektedir. Ayrıca o, son ana kadar oğlunu İslam’a davet etmiştir; ancak oğlu inkârı seçmiştir. Hz. Nûh’a daha önce inkârcılardan hiç kimsenin iman etmeyeceğinin söylenmiş olmasına rağmen (Hûd 11/36), oğlunu inanmaya davet etmesi, oğlunun münafık olma ihtimalini düşündürmektedir.</p>
<p><strong>Felaketler ile günahlar arasında bir ilişki var mı?</strong></p>
<p>Felaket geldiğinde sığınılacak varlık yüce Allah’tır ancak Hz. Nûh’un oğlu böyle düşünmemiş “yaratılana” sığınmayı yeterli görmüştür: “<em>Oğlu, ‘Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.’ dedi. (Nuh), ‘Bugün Allah'ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur.’ dedi. Aralarına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu</em>.” (Hûd 11/43). Hz. Nûh’un oğlunun, “<em>Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.</em>” demesi, onun “Zaman zaman dünyada bu tür felaketler olur, bunun ardında günah-felaket ilişkisi aramanın anlamı yok.” diye düşünmüş olabileceğini gösterir. Hz. Nûh’un, “<em>Bugün </em>(el-yevm)” diyerek kavminin başına gelen felaketi diğerlerinden ayırması, diğerlerinden farklı olarak onun herkesi helak edeceğine işaret etmek içindir. “<em>Bugün Allah'ın emrinden (azabından), merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur.</em>” demesi, tedbirlerin bir yere kadar işe yarayacağını, tedbir alanlar dâhil herkesin Allah’ın merhametine ve yardımına muhtaç olduğuna dikkat çekmek içindir. Yine bu ifade, tek koruyucunun Allah olduğu şeklinde anlaşılabileceği gibi “O’nun azabından korunabilecek kimse yoktur.” şeklinde de anlaşılabilir.<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Bu azabın Hz. Nûh’un içinde yaşadığı toplumun kâfirlerini kuşattığı kesin, başka bölgelerde tebliğ gitmiş inkârcıları kuşatmış olması ise ihtimaldir. “<em>Aralarına dalga girdi</em>” ifadesinden kastedilen şey, Hz. Nûh ile oğlu olabileceği gibi oğlu ile dağ da olabilir. İkinci durumda Hz. Nûh’un oğlu dağa çıkamadan su onu yutmuş olur. Tarihin daha sonraki bir döneminde yaşamış Firavun’un sonu Hz. Nûh’un inkârcı oğlu gibi suda boğulmak şeklinde olmuştur. İlahi davete karşı çıkanlar, inkârcıların sonlarına dair anlatılan kıssalardan ibret alıp kendilerine çeki düzen vermelidir.</p>
<p>Görüldüğü gibi Hûd suresi 41.-43. ayetlerden anlaşılan şey; felaketlerden kurtulmak söz konusu olsa bile bunun tedbirlerden ziyade yüce Allah’a bağlanması ve O’nun adının anılması, Müslümanlarla birlikte hareket edilmesi ve Allah’ın azabından korunmak için dünyevi tedbirlerin yanında peygamberin yolundan gidilmesi gerektiğidir.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Nuh Kıssasının bu yazıda ele alınan bölümü; inkâr, azapla uyarı ve tufanın başlangıç dönemiyle ilgili derin bir mesaj sunmaktadır. Bu kıssadan çıkarılan önemli sonuçlar arasında inkârcıların peygamberlerin mesajını yalanlaması ve yaptıklarının sonucunu dünyevi cezalar şeklinde gördükleri yer almaktadır. Nuh'un kurtuluş gemisini inşa etmesi, kâfirlerin alaycı tutumlarına karşı direnmesi ve inkârcılara azap uyarısıyla birlikte inananların korunması da vurgulanmaktadır. Bu kıssadan çıkan bir başka önemli ders ise felaketlerden kurtuluşun, dünyevi tedbirlerin yanı sıra Allah'a bağlanmayı, peygamberlerin yolundan gitmeyi ve inananlarla birlikte hareket etmeyi gerektirdiğidir. Hz. Nûh’un oğluyla konuşmaları bize bunu ilham etmektedir. Sonuç olarak, Nuh Kıssası bize inkârın sonuçlarını, imanın kurtuluş sağlayacağını ve Allah'a olan teslimiyetin önemini hatırlatmaktadır. Bu kıssa, insanlık için evrensel bir mesaj taşımaktadır ve dikkatle değerlendirilmesi gereken önemli dersler sunmaktadır.</p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Araplar, sözgelimi <em>sirrun kātim</em> (gizli sır) derler ve bununla <em>sirrun maktūm</em> (gizlenmiş sır) demeyi kastederler. et-Târık 86/6. ayette de benzer bir durum vardır. Orada da <em>mâin dâfik</em> (atan su) denilmiş ancak <em>mâin medfûk</em> (atılmış su) kastedilmiştir.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-28055459221117853902023-11-27T00:32:00.001+03:002023-11-27T00:32:14.780+03:00Hz. Yûsuf, Sadık Rüya ve Risk<p>Hz. Yûsuf Kıssası, Kur'an-ı Kerim'in en etkileyici ve öğretici kıssalarından biridir. Hz. Yûsuf'un hayatındaki pek çok hikmet ve ibret, bu kıssada gizlidir. Gerçek ve sembolik olayları bir arada sunan bu kıssa, rüyaların tevilinin anlatıldığı kısımlarla da öne çıkar. Yûsuf sûresi 3.-5. ayetler çerçevesinde bu yazıda Hz. Yûsuf kıssasının en güzel kıssa olup olmamasına, Hz. Yûsuf'un rüyasında gördüğü güneş, ay ve yıldızların muhtemel simgesel anlamlarına ve kardeşlerin her zaman “kardeşçe” davranmayabileceğine değinilecektir. Konu ele alınırken klasik ve modern dönem tefsirlerdeki yaklaşımlar dikkate alınacaktır.</p>
<h2><strong>Güzel kıssa ve güzel anlatım</strong></h2>
<p>Yüce Allah bir şey anlattığında çok güzel anlatır ya da Yûsuf kıssası en güzel kıssadır: “<em>Biz bu Kur'an'ı sana vahyetmekle kıssaların en güzelini sana anlatacağız. Şüphesiz sen bundan önce gâfillerden idin</em>.” (Yûsuf 12/3). Ayette “<em>güzel</em>” olan şeyden Kur'an’da kullanılan anlatma üslubu kastedilmiştir denilirse Kur'an’ın belagatli bir kitap oluşuna dikkat çekilmiş olur. Diğer ihtimal de Yûsuf kıssasının güzelliğinin kastedilmiş olduğudur. İkinci ihtimal doğru kabul edilirse masdarın (<em>kasas</em>) isimleştiği yani kıssa yerine kullanıldığı söylenebilir. Yûsuf kıssasında nice hikmetler ve ibretler vardır. Kıssaların yaşanmış olaylar içereni de içermeyeni de vardır. Bizzat yaşanmış olanları ise ibret alma açısından daha değerlidir. Ayetteki “<em>Kur’an</em>”, Yûsuf sûresi olarak da yorumlanmıştır.</p>
<h2><strong>Rüya ve te’vil</strong></h2>
<p>Hz. İbrâhim kavmini doğru yola iletmek için örnek verirken “yıldız, ay ve güneş” sıralamasına yer vermiştir (el-En`am 7/76-78). Hz. Yûsuf’un rüyasında gördüğü gök cisimlerinin sıralaması ise az da olsa İbrâhim kıssasındakinden farklılık gösterir: “<em>Hani, Yûsuf, babasına ‘Babacığım, şüphesiz ben on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Onları bana secde ediyorlarken gördüm (raeytuhum lî sâcidîn).’ demişti</em>.” (Yûsuf 12/4). Her ne kadar ayette Hz. Yûsuf’un bu sahneyi rüyada gördüğü ayette açık değilse de gerçekte böyle bir olay yaşanmadığı için onun gördüğü şeyin bir rüya olması gerekir. Ayette yıldız, güneş ve ayın <em>raeytuhum lî sâcidîn</em> denilerek canlı varlıklar gibi ifade edilmesi, akıllı varlıklar gibi hareket (secde) etmelerinden dolayıdır. Ayette rüya anlatılırken Hz. Yûsuf’un ebeveynini simgeleyen güneş ve ayın, Yûsuf’un kardeşlerini simgeleyen yıldızlardan sonra söylenmesi, o ikisinin daha değerli oluşu nedeniyledir. Bir ihtimal de Hz. Yûsuf’un ailesinden kopması sonrasında onlara tekrar kavuşma sırasına göre aile bireylerinin sıralanmış olduğudur. Ayetteki “<em>güneş</em>” kelimesinin Hz. Yûsuf’un babası Ya'kūb, “<em>ay</em>” kelimesinin annesi olduğu söylendiği gibi tersi de söylenmiştir. Bu bağlamda akla şu soru gelebilir: “İleride te’vili (varacağı nokta) gelecek rüya görmek sadece peygamberlere mi nasip olur? Müslüman olduğu bilinmeyen kimseler de böyle rüyalar görebilir mi?” Evet, böyle bir şey mümkündür. Hz. Yûsuf’un hapishane arkadaşlarının ve o dönemin kralının rüyaları böyledir.</p>
<h2><strong>Kardeş tuzağı olur mu?</strong></h2>
<p>Hz. Ya'kūb, baba şefkatinden ya da Hz. Yûsuf’un yaşının küçüklüğünden dolayı ona “oğulcuğum” diye hitap eder: “<em>Dedi: Ey oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak kurarlar. Şüphesiz şeytan, insan için apaçık bir düşmandır</em>.” (Yûsuf 12/5). Ayette hasetlik yapacak, tuzak kurması muhtemel kimselere, kişinin yüce Allah’ın ona verdiği nimetleri anlatmaması gerektiğine işaret edilmektedir. Ayrıca ayette babanın çocuğunun iyiliğini istediğinden ama kardeşlerinin bu konuda babaları gibi olmadıklarından söz edilmektedir. Hz. Ya'kūb’un bir baba olarak çocuklarının iyi ve kötü eğilimlerini takip ettiği de ayetten anlaşılmaktadır. Hz. Ya'kūb’un, oğullarının tuzak kurmaları ihtimalini gündeme getirdikten sonra şeytanın kötülüğüne dikkat çekmesi, Hz. Yûsuf’un kardeşlerine aşırı kin beslememesi için bir önlem olsa gerektir.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Görüldüğü gibi söz konusu ayetlerde Yûsuf kıssasının en güzel kıssa olması bir ihtimaldir. Diğer ihtimal de güzel olanın Kur'an’ın anlatım üslubu olduğudur. Kur'an’da “Kur'an” kelimesinin geçtiği yerlerde bazen Kur'an’ın bir bölümünün kastedilmiş olması da muhtemeldir. Rüyaların bir kısmı “karma karışık” değil, aksine yukarıda belirtildiği gibi hikmetle doludur. Kardeşler, şeytana uyup bazen “kardeşçe” davranmayabilir.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf, Kıssa, Rüya, Tevil, Kardeş.</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-69851739469237008002023-11-27T00:30:00.001+03:002023-11-27T00:30:09.165+03:00Kur’an’ın “Açık” ve “Arapça” Oluşunun Anlamı<p>Mekke’de inen Yûsuf suresi, Kur'an kıssalarından biri olan Yûsuf kıssasını ayrıntılı olarak ele almaktadır. Her zamanki gibi ayrıntıların odak noktası tarihi bilgiler vermek değil, hidayettir. Bu yazıda söz konusu sûrenin ilk iki ayeti ele alınacak ve Kur'an’ın “açık” ve “Arapça” olması ile anlaşılır bir kitap olmasının ne manaya geldiği tefsir ilmi çerçevesinde ifade edilecektir.</p>
<h2><strong>Kur'an’ın “açık” ve “açıklayıcı olması</strong></h2>
<p>Araplar bir konuya dikkat çekeceklerinde harfler söylerlerdi. Bu üslup zaman zaman sûre başlarında Kur’an’da kendisine yer bulmuştur: “<em>Elif. Lâm. Ra. Bunlar açık kitabın ayetleridir</em>.” (Yûsuf 12/1). Ayetin başındaki ilk üç harfin Yûsuf sûresinin adı olduğu da söylenmiştir. Muhatabın “<em>Elif. Lâm. Ra.</em>” denilerek dikkati toplandıktan sonra açık olduğu söylenen kitap, Yûsuf suresi de olabilir Kur’an da. Muhtemelen Yûsuf kıssası sorulmuş, soranlara da bu kıssa hakkında bilgi verilmiştir. Kur’an ya da bu sûre, öncelikle Araplar açısından açık bir kitaptır; çünkü onların dilinde inmiştir. Ayette “<em>açık </em>(مُبِين)” olduğu söylenen kitabın “açık” olduğu bir yön de onun Allah’tan gelmiş olması yani bir insan sözü olmamasıdır. Ayette kitabın “<em>açık</em>” olduğuna dikkat çekildiği gibi “<em>açıklayan</em>” kitap olmasına vurgu yapılmış olması da anlamca mümkündür. “<em>Açık</em>” ya da “açıklayıcı” olan kitap Kur’an’dır, denilirse o zaman Kur’an inanç ve ameller (helaller, haramlar, önceki toplumların durumları vs.) açısından gerekli şeyleri, hayatın anlamına dair insan aklına gelen temel soruları açıklayan bir kitap olmuş olur. Kastedilenin Yûsuf sûresi olduğu söylenirse bu durumda da “<em>açık</em>” kitap, Yûsuf kıssası hakkında merak edilenleri açıklamış olur.</p>
<h2><strong>Kur'an’ın Arapça oluşu ve ilk muhataplar</strong></h2>
<p>Yukarıdaki ayette “<em>kitap</em>” Yûsuf sûresi olabilir, denilmişti. Bu ayette de “<em>Kur'an</em>”dan kastedilen Yûsuf sûresi olabilir: “<em>Gerçekten biz onu, akıl erdiresiniz diye, Arapça bir Kur'an olarak indirdik</em>.” (Yûsuf 12/2). “<em>Kur'an</em>” kelimesinin Kur'an’ın bir kısmını ifade eder şekilde kullanılmasına bir engel yoktur. Zaten Yûsuf sûresi indiğinde Kur'an’ın tamamı inmemişti ve indiği kadarki kısmı da Kur'an idi. Bu ayetten hareketle Kur'an’daki tüm kelimelerin Arapça olduğu ifade edilmiştir. Bu yaklaşıma göre Arapçaya sonradan giren kelimeler olsa da Araplar o kelimeyi kendi dillerine kabul ettikleri için o kelimeler de Arapça kabul edilir (firdevs, siccil, istebrak vb.). Ayette (Yûsuf 12/2) Kur'an’ın “anlaşılması için” Arapça olarak indirildiğinden söz edilmektedir. Bu konu hakkında başka bir ayette şöyle söylenir: “<em>Eğer biz onu, yabancı dilde bir Kur'an kılsaydık diyeceklerdi ki: Ayetleri detaylı şekilde açıklanmalı değil miydi?</em>” (Fussilet 41/44). Dolayısıyla Kur'an’ın Arapça oluşu, ilk muhataplarının (Araplar) anlaması amacına yönelikti. Arapça bilmeyenlerin Kur'an’ı anlamaları ise mealler aracılığıyla olacaktır. Bununla birlikte meallerin Kur'an’ın kendisi değil, yakın anlamı olduğu bilinmelidir.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Görüldüğü gibi risalet döneminde Araplar, hitap ederken vurgu yapmak için harfleri kullanmaktadır ve bu hitap şekli Kur'an’ın bazı sûrelerinde olduğu gibi Yûsuf sûresinin ilk ayetinde de bulunmaktadır. Bu sûrenin ilk iki ayetinde Kur'an'ın "<em>açık</em>" olmasının yanında “açıklayıcı” bir kitap olabileceğine ve "<em>Arapça</em>" oluşuna dikkat çekilmektedir. Bu sayede ilk muhataplar olan Araplar onu kolayca anlamıştır. Onu anlayarak okumak en doğru olanıdır. Bununla birlikte Arap olmayanlara onun anlamını aktaran mealler, Kur'an değildir. Arapça bilmeyen Müslümanlar ya Arapça öğrenmeli ya da Arapça olan Kur'an’ı okumalarının yanında mealini de öğrenmelidir. Bu sayede namazlarını Kur'an’ın onlara ne dediğini bilerek kılmış olurlar. En azından Fatiha sûresinin anlamının ezberlenmesi ihmal edilmemelidir.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Yûsuf sûresi, Hurûf-ı mukattaa, Arapça.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-33589771374056810092023-11-27T00:28:00.001+03:002023-11-27T00:28:06.977+03:00İman ve Tevekkül Eksenli Meydan Okuyuş<p>Hûd suresi 121.-123. ayetlerdeki ifadeler, Müslümanların iman gücüne ve Allah'a olan güvenlerine işaret etmektedir. Ek olarak inananların kendi inançlarını savunmak için kararlı ve cesur olmaları, Allah'a güvenerek zorluklara göğüs germeleri ve inanmayanların yaptıklarının karşılığını mutlaka görecekleri mesajını içermektedir. Bu yazıda söz konusu ayetlerden hareketle şu soruların yanıtları aranacaktır: “Resulullah’tan (s) inkârcılara nasıl meydan okuması istenmiştir? Bir olan Allah’a kulluk ve tevekkülün Müslüman hayatındaki yeri nedir?” Bu soruların yanıtları tefsir, ilmi mihverinde ve elde edilen veriler değerlendirilirken “mesaj muhtevası”nın asıl özelliklerini ortaya koymayı hedefleyen içerik analizi yöntemi<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> kullanılarak sergilenecektir. Amaçlanan şey, Kur'an’dan hareketle günümüz Müslümanlarına bir perspektif çizmektir.</p>
<h2><strong>Müslümanların Kararlı Tavrı</strong></h2>
<p>Kur'an Resulullah’a (s), inkârcılara dönük şu meydan okuyucu ifadeyi kullanmasını öğütler: “<em>İman etmeyenlere, ‘Elinizden geleni yapın. Şüphesiz biz de yapanlarız.’ de.</em>” (Hûd 11/121). Bu ifadenin Mekke’de yani Müslümanların zayıf olduğu bir ortamda kâfirlere yönelik kullanılması, bir medeni cesaret örneğidir. Yani müminler kendi yolunda devam edecektir. “<em>Elinizden geleni yapın.</em>” denilerek istedikleri kötülüğü yapmaya davet edilen muhaliflerin de inkârda ısrarları kendi bilecekleri iştir. Yaptıklarının sonucuna katlanırlar. O inkârcılara dönük bu emir, onları kötülük yapmaya davet anlamı taşımaz. Bu emir, şeytana “<em>Haydi, onlardan gücünün yettiklerini sesinle (telkinde bulunarak) çağrınla ayart! Süvarilerinle yayalarınla onlara karşı ordu topla; mallarına, evlâtlarına ortak ol, kendilerine vaatte bulun</em>.” (el-İsrâ 17/64) denilmesi gibidir. Yani onlardan beklenen şey, onların emredileni yapmaları değil, yaptıklarının yanlış olduğunu anlamalarıdır.</p>
<p>Peygamberler, inkârcı toplumları azapla uyarır ancak azabı getiremez: “<em>Bekleyin; şüphesiz biz de bekleyenleriz.</em>” (Hûd 11/122). İnkârcılar şeytanın, müminler ise yüce Allah’ın vaadini dikkate alır. Şeytan, kâfirlere Müslümanların başının dertten kurtulmayacağı yönünde vesvese verir. Onlar da bu kuruntunun peşinden giderler. Hâlbuki dünyevi anlamdaki sıkıntılar geçicidir. Önemli olan ahirette sıkıntıya düşmemektir. Şeytanın verdiği kuruntuların peşinden gidip batıl bir düşünce ve hayat tercihi yapanlar, ahirette cehenneme girmekten kurtulamayacaktır. Bu ayet, inkârcıları ilahi ceza ile tehdit etmektedir. Aslında inkârcı toplumların yapması gereken şey, onlardan önce inkârı seçmiş toplumların başına gelen ilahi cezalardan ibret almalarıdır. Bununla birlikte onlar, hakikate karşı tavırlı oldukları için tarihi ibret gözüyle okuyamazlar.</p>
<h2><strong>Tevekkül Öncesi Kulluğun Önemi</strong></h2>
<p>Yüce Allah’tan hiçbir şey gizli kalmaz: “<em>Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. Bütün işler O’na döndürülür. Öyleyse O'na kulluk et. O'na güven. Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir</em>.” (Hûd 11/123). Ayette “<em>Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir.</em>” denilmesi ancak yüce Allah’ın “görüleni” bilmesinden söz edilmemesi, ilkinin bilinmesinin doğal olarak ikincisini gerektirdiği içindir. Yine bu ifade yerine “Göklerdeki ve yerdeki gayb Allah’a aittir.” denilmemesi gaybın kapsamını genişletmek içindir. Her ikisinin sırları yüce Allah’a gizli kalmadığına göre ne müminlerin yaptıkları iyilikler ne de inkârcıların yaptıkları kötülükler gizli kalır. Ahirette kulların karşısına çıkarılmak üzere hepsinin kaydı tutulmaktadır. “<em>O'na kulluk et. O'na güven.</em>” şeklindeki sıralama, tevekkülün sonuç vermesinin Allah’a kulluk edilmesi ile fayda getireceğine dikkat çekmek içindir. “<em>Bütün işler O’na döndürülür.</em>” denilmesi, kimsenin yaptığının karşılıksız kalmayacağına başka bir deyişle ilahî adaletin gerçekleşeceğine vurgu anlamı taşır. Yine “<em>Rabbin, yaptıklarınızdan habersiz değildir</em>.” ifadesi, imanları doğrultusunda güzel şeyler yapanlara müjde, inkârcılara ise uyarı niteliğindedir. Ne yazık ki inkârcılar, uyarılara rağmen azabın hemen gelmemesini, azabın hiç gelmeyeceği şeklinde yorumlayarak ve vahye aykırı bir yaşam tarzını devam ettirerek hata işlerler. Bu yanlış, onları ateşe sürükleyecektir.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Görüldüğü gibi Hûd sûresi 121.-123. ayetler, Resulullah’ı (s) inkârcılara meydan okuma konusunda cesaretlendirmektedir. Bu ayetler, Müslümanlara, kendi inançlarını cesurca savunmalarını ve Allah'a olan güvenlerini artırmalarını öğütler. İnananlar, zorluklarla karşılaştıklarında tevekkül ile bu zorlukların üstesinden gelebilir. Günümüzde bu ayetlerden ilham alarak müminler, imanlarını güçlendirmeli ve Allah'a sarsılmaz bir güvenle yaklaşmaya çalışmalıdır. Herkes yaptıklarının karşılığını bulacaktır, bu nedenle doğru yolda ilerlemek ve tevekkül etmek hayati bir öneme sahiptir. Allah'ın bilgisi her şeyi kuşatır ve O'na olan kulluk ve güven, her Müslümanın hayatının merkezinde olmalıdır.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: </strong>Tefsir, Tevekkül, Meydan Okuma, Tevekkül, Adalet</p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Kimberly A. Neuendorf, <em>The Content Analysis Guide Book</em> (California: Sage Publications, 2002), 52.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-21268221267260855122023-11-27T00:25:00.001+03:002023-11-27T00:25:46.939+03:00Niçin İhtilaftan Uzak Durmalı ve Vahye Kulak Vermeli?<p>Bu yazı, Hûd sûresi 119.-120. ayetler ekseninde haktan ayrı durmanın olumsuz sonuçlarını ele almaktadır. Ek olarak da tarih bilgisinin (özellikle de vahyin anlattığı tarihin) toplumların dünya ve ahiret mutluluğu elde edecek şekilde yaşamalarına olan olumlu katkılarını ortaya koymaktadır. Amaçlanan şey, Kur'an yorum tarihi gözetilerek söz konusu ayetlerden hareketle Allah’ın merhametinin kuşattığı insanlardan olmanın ve kalp huzuru ile fıtrattaki güzellikleri açığa çıkarmanın yoluna işaret etmektir. Yazıda Hûd sûresi 120. ayet ele alınırken dil ve tema açısından yakınlığı bulunan benzer Kur'an pasajlarının birlikte değerlendirildiği Rudi Paret’in (1901-1983) paralel pasajlar yöntemi tercih edilmiştir.<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a></p>
<h2><strong>Hak üzerinde birleşmek </strong></h2>
<p>Yüce Allah’ın rahmet ettiği kimseler dinde ihtilafa düşmez aksine hak konusunda ittifak eder: “<em>Ancak Rabbinin merhamet ettikleri müstesnadır. Zaten Rabbin onları bunun için yarattı. Rabbinin, ‘Ant olsun ki cehennemi tümüyle insanlar ve cinlerle dolduracağım.’ sözü yerini buldu</em>.” (Hûd 11/119). Hak konusunda ittifak edenler, dillerinin ve renklerinin farklı olmasını sorun etmez. Onlar, şirk koşmaz ve inananları kardeş bilirler. Bu kimseleri ahirette cennetle ödüllendirilmeyi ummaktadır. İnsanların anlaşmazlığa düşmeleri fiilî durumdur. İdeal olan şey, hak merkezli olarak ittifak edebilmektir. Rahmet cemaat (hak üzere bir araya gelmek) üzerinedir yoksa ayrılık üzerine değildir. Zaten Müslümanlar, doğru bir şekilde rahmet insin diye bol bol ihtilaf etmeye çalışmazlar. Hak üzere ittifak etmek yani Allah’ın yolunu benimsemek bu seviyeye (Allah’a kulluk düzeyi) uygun kimselere nasip olur. İnkârcılar, şeytanın yolunu tuttukları için bu seviyeye çıkamaz. Ayetten anlaşıldığı kadarıyla haktan uzaklaşan cinler de insanlar gibi cehenneme girecektir. Onların ateşten yaratılmış olmaları, cehennemde azap görmelerine engel değildir. Ayetteki ihtilafı yoksulluk ve zenginlik farkı diye yorumlayanlar da olmuştur. Bu yorum esas alınırsa bu durumda Allah’ın rahmet ettiği kimseler kanaatkâr olanlardır. Zira onlar, maddi imkânları dar da olsa geniş de olsa rahmete kavuşmuş kimselerdir.</p>
<h2><strong>Vahyin yol göstericiliği</strong></h2>
<p>Peygamberler de moral desteğe ihtiyaç duyar. Vahiy bu gereksinimi dikkate alır: “<em>Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi sana anlatıyoruz. Bunda sana gerçeğin bilgisi, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir</em>.” (Hûd 11/120). Tarih bilgisi huzur verir; çünkü sorunlarla karşılaşan kişi tarihte benzerlerinin varlığını ve o sorunları çözme tecrübesini görür, faydalanır. Benzer sorunlar yaşamış ve sabretmiş kimselerin bilgisi, belanın kişi üzerindeki etkisini azaltır. Bu bilginin en sağlamı, vahyin anlattığı tarihtir. Vahyin anlattığı tarih, iyilerin yüce Allah tarafından desteklendiğini ve kötülerin de cezalandırıldığını anlatır. Bu bilgi, peygamberlerin ve inananların kalbini hak yolda pekiştirir. Hak yolunda zorluklara karşı sabretmeyi kolaylaştırır. Ayette “<em>Bunda</em>” denilerek kastedilen Kur'an da Hûd sûresi de olabilir. Kur'an olduğu düşünülürse onda bulunan “<em>gerçeğin bilgisi</em>” Hûd sûresi de olabilir, risalet de. Kastedilen Hûd suresidir, denilirse bu durumda sünnetullah (toplumlar hakkındaki ilahi yasa) konusunun belki de en çok işlendiği sûre olması kastedilmiş olur. Diğer bir ihtimal de hak olan Kur'an ayetlerinde bu sûrenin ayetlerinin hak oluşunun daha net olduğu yorumudur. Bu durumda bu sûreye daha fazla dikkat çekilmiş olur. Namaza devam edilmesi gerektiğinden söz edilirken “orta namazın” ayrıca söylenmesi (el-Bakara 2/238) ya da meleklerden söz edilirken o bağlamda ayrıca Mikail ve Cebrail’den söz edilmesi (el-Bakara 2/98) gibi. Yine vahy ile birlikte müminlere bir öğüt (<em>zikr</em>) ve bir uyarı geldiğinin söylenmesi, onların bu ikisinden faydalandıkları içindir. Yoksa vahiy, inananlar da dâhil tüm insanlara öğüt ve uyarıdır. Vahyin öğüt oluşu, fıtratımızda mevcut güzellikleri açığa çıkarması onları bize hatırlatması anlamındadır. Ayette önce “kalbin teskin edilmesinden” ve ardından da vahyin hak, öğüt ve uyarı oluşundan bahsedilmiştir; çünkü önce kişinin kalbi sağlam, dinde sabit olmalıdır ki vahyin söz konusu üç özelliğinden faydalanabilsin.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Görüldüğü gibi Hûd Suresi'nin 119. ve 120. ayetleri, ihtilaf yerine hak üzerinde ittifak etmeyi Allah'ın rahmetini kazanmanın anahtarı olarak sunar. Dillerin ve renklerin farklılıkları bir sorun teşkil etmemelidir; çünkü inananlar arasında birlik ve kardeşlik öne çıkmalıdır. Ayrıca, vahiy Hz. Peygamber’e (s) ve müminlere moral vermekte ve ibret dolu bir tarih bilgisi sunmaktadır. Bu tarih bilgisi, benzer zorluklarla karşılaşanların tecrübelerinden ders çıkarılmasına yardımcı olur.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: İhtilaf, Hak, İttifak, Rahmet, Vahiy, Tarih.</strong></p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Hüseyin Polat, <em>Alman Oryantalistlerden Kur’an ve Tefsir Çalışmaları (Rudi Paret Örneği)</em> (Elazığ: Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri, Yüksek Lisans Tezi, 2021), 78.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-43970151855489604362023-11-27T00:20:00.001+03:002023-11-27T00:20:23.580+03:00Helâkten Kurtulmanın İmkânı ve İhtilafın Doğası<p>Bu yazı, Hûd sûresi 117.-118. ayetlere odaklanarak dünyada gerçekleşen ilahi azabı ve toplumların düşünsel ayrılığa düşme nedenlerini ortaya koymayı amaçlamaktadır. Yazıda “Kur'an’ın Kur'an ile tefsiri” yöntemine başvurularak söz konusu iki ayetin anlaşılmasına katkı sağladığı düşünülen başka ayetlere referansta bulunulmuştur. Elde edilen bulgulara göre ıslah edici bireylerden oluşan toplumlar dünyevi helâk cezasına uğramaz. İhtilafın olumsuz sonuçlarından korunmak için Allah’a dayanmak, şükretmek vb. salih ameller yapıcı bir rol oynayabilir.</p>
<h2><strong>Islahtan uzaklaşma-helâk ilişkisi</strong></h2>
<p>Şirk büyük bir zulümdür (Lokmân 31/13) ve Allah’ın haklarına dönük bir ihlaldir. Merhametinden dolayı Allah sırf bu suç nedeniyle toplumları helâk etmez: “<em>Halkı iyi olduğu halde Rabbin, haksızlıkla kentleri helâk etmez</em>.” (Hûd 11/117). Ayetteki “Halkı iyi” toplumlar, sadece kendilerinin iyi olmasıyla yetinmeyen aksine iyiliği yaygınlaştıran (muṣliḥūn) kimselerden oluşmaktadır. Yani onlar, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” demez. Yüce Allah, kullarına ne yaparsa yapsın O’nun fiillerine haksızlık atfedilmez. Hadis-i şerifte belirtildiği gibi O’nun rahmeti gazabını geçtiği için kendisine yönelik suçları ihmal etmez; ancak cezalandırmak için acele de etmez. Kulların birbirlerine dönük haksızlıklarına gelince o suçlardan dolayı dünyevi azap gelebilir. “Hüküm sürmek küfürle / inkârla devam edebilir, zulümle devam etmez!” sözünden kastedilen de bu olsa gerektir. Bir topluma azap gelmişse mazeret sunamayacak şekilde uyarılmışlar; fakat ikazları dikkate almamışlar demektir. Bununla birlikte başına doğal felaket gelen her toplumun cezalandırıldığı söylenemez. Bazı toplumların iyi insanlardan oluşmaları ve imtihandan geçirilmeleri de söz konusu olabilir. Yüce Allah yaratıcı olduğu için kulları hakkında dilediği gibi tasarrufta bulunur. Yani belalar göndererek kimine azap eder kimini de sınavdan geçirir.</p>
<h2><strong>İhtilaf: Kaçınılmaz gerçek</strong></h2>
<p>Her şeye gücü yeten Allah, insanların tek dinden olmasını dilememiştir: “<em>Rabbin dileseydi bütün insanları bir tek ümmet yapardı. (Fakat) onlar ihtilafa düşmeye devam edecekler</em>.” (Hûd 11/118). İnsanların ihtilafa düşmedikleri konu sayısı çok azdır. Bu da sanki imtihanın bir gereğidir. İhtilaf; iletişim eksikliğinden, ideolojik ve dinî farklardan, kaynakların kıtlığından, güç mücadelesinden, kişisel etkenlerden (sabırsızlık, öfke kontrolü sorunları, rekabetçilik vb.), fizyolojik ve psikolojik ihtiyaçların karşılanmamasından, kültürel farklılıklardan (görgü kuralları, iletişim üslupları vb.), geçmiş deneyimlerden, iş birliğine açık olmamaktan kaynaklanabilir. Kur'an, ihtiras ve kıskançlığı (baġyen) da ihtilaf nedenleri arasında sayar (el-Bakara 2/213). Allah’a tevekkül ve şükür, başkalarından beklenti içine girmeme ve sevap işleme arzusu bu ihtilafların büyük oranda ilacıdır. İhtilaftan kastedilen şeyin mümin-kâfir ihtilafı olduğu varsayılırsa bu durumda ihtilaf kişinin ahirette cennete ya da cehenneme gitmesinde rol oynamış olur. Ayette kastedilen ihtilafın bu varsayılan ihtilaf olma ihtimali daha yüksektir.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Görüldüğü gibi haksızlık ve zulüm, toplumların helâkine yol açabilir, ancak yüce Allah, rahmeti gereği, insanları haksızlıkları nedeniyle cezalandırmadan önce onları uyarır ve fırsat tanır. İyiliği yaygınlaştıran ve haksızlıktan kaçınan toplumlar, Allah'ın rahmetine kavuşur ve helâk olmaktan kurtulur. Dolayısıyla birbirimize karşı daha adil ve merhametli olma sorumluluğumuz bulunmaktadır. İhtilafa gelince insanların farklı özellikleri, inanç ve anlayışlara sahip olmaları nedeniyle o, kaçınılmaz bir gerçektir. İnsanlar arasındaki ihtilafların kaynağı çok çeşitli olabilir, ancak bu ihtilafları çözmek için daha fazla anlayış, sabır ve şükür gereklidir. Allah'a dayanmak, O'na tevekkül etmek ve insanlar arasında sevgi ve barışı teşvik etmek, helâk edilmekten kurtulmanın anahtarı olabilir. İhtilafın doğasında, insanların farklı bakış açılarına sahip olmaları gerçeği vardır; ancak bu farklılıkların bizi birbirimize düşman hâline getirmesine izin vermemeliyiz. İhtilafı anlamak ve barışçıl bir şekilde çözmek, birlikte yaşadığımız dünyada daha iyi bir gelecek inşa etmek için atabileceğimiz adımlardır. İhtilafa düştüğümüz durumlarda hedef; muhataplarımıza üstün gelmek değil, kendimizin ve onların “kurtulanlardan olmalarını” sağlamak olmalıdır. Farklılıklarımız, dindaşlarımızın anlayışlarıyla ilgiliyse elden geldiğince onları birer zenginlik olarak kabul edelim ve birbirimize vahiy ve sünnet ışığında destek olalım.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: Tefsir, Helâk, Islah, İhtilaf.</strong></p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-33329817674587027252023-11-27T00:16:00.003+03:002023-11-27T00:16:51.821+03:00Sabrın ve Fesadı Önlemenin Değeri<p>Hûd sûresi 115.-116. ayetlerinin klasik ve modern dönem tefsirlerinin projeksiyonunda yorumlanmasıyla sınırlı bu yazıda amaçlanan şey, insanî erdemlerden sabrın ve bozgunculuğa engel olmanın önemine dikkat çekmektir. Bu iki ayet, insan davranışlarının sonuçlarına odaklanmaktadır. Ayrıca, yazıda fesadın toplumlar üzerindeki olumsuz etkileri ve erdemli insanların kötülüğe mani olma sorumluluğu ele alınmaktadır. Elde edilen bulgulara göre ilahi ödülü hak etmek isteyenlerin sabretmesi, kurtulanlardan ve Allah katında değerli kullardan olmak isteyenlerin de fesadı ortadan kaldırma çabası içinde olmaları gerekir.</p>
<h2><strong>Sabır ve ödül</strong></h2>
<p>Hûd sûresinde dosdoğru olma emri, aşırı gitme yasağı (Hûd 11/112), zulmedenlere eğilim göstermenin men edilmesi (Hûd 11/113) ve namaz kılmanın emredilmesinin (Hûd 11/114) ardından sabretme emri gelmektedir: “<em>Sabret. Şüphesiz Allah, iyi şeyler yapanların ödülünü ziyan etmez</em>.” (Hûd 11/115). Sabır, salih amellerden biridir. Ayetteki “<em>iyi şeyler yapanların</em>”, namaz kılanlar ya da samimi kullar olduğu belirtilmiştir. Aslında yapılan “<em>iyi şeyler</em>” ödüllendirilmediğinde o iyilikler ziyan edilmiş olmaz. Ödül, iyi şeylerin zorunlu sonucu değildir. Buna rağmen, yüce Allah iyi şeyler yapanların ödüllendirilmesini kendisine vacip kılmıştır. Bu da rabbimizin kullarına karşı ne kadar cömert olduğunu göstermektedir.</p>
<h2><strong>Fesadı önleme ve kurtulanlardan olma</strong></h2>
<p>Kur'an, erdemli kişilere kötülüğü engelleme görevi vermektedir: “<em>Keşke sizden önceki ümmetlerden fazilet sahipleri olsaydı da (insanları) yeryüzünde fesat çıkarmaktan men etselerdi. Onlardan kurtardıklarımız da pek azdır. Zalimler ise kavuştukları nimetin ardına düştüler ve günahkâr kimseler oldular</em>.” (Hûd 11/116). Yüce Allah, fesat çıkaranların içinde sayıca az bulunan erdemli kimseleri azabından kurtarmıştır. Adaletin ve zulmün ne olduğunu iyi bilen erdemli kimselerin bozgunculuğu engellememeleri, fesadın yaygınlaşmasına neden olur. Bu durumda bozgunculuk yayılır ve onlar da bundan zarar görür. Erdemli kimselere “Neme lazım?” tavrı yakışmaz. Bu lakayt tavır sahibi kimselerin, fesat çıkaranlarla eşit oranda azabın muhatabı oldukları kesin değilse de onlar, Allah katında fesat çıkaranlar gibi değersiz kimselerdir. Kazanmanın hedefi, dünya ile sınırlıysa bu hedef insanı zalimleştirir. Ahirette hesap verme bilincini köreltir. Ayetten anlaşıldığı kadarıyla toplumları yok oluşa götüren şey, bozgunculuğun yaygın hâle gelmesini engellemeye çalışmamak, dünya malını çoğaltmayı hayatın merkezine almak ve vahye değil, arzulara uymaktır.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Hûd sûresi 115.-116. ayetleri ekseninde bu yazıda sabrın ve fesadı önlemenin değerine vurgu yapılmıştır. Bu ayetler, bizlere sabrın ve erdemli davranışların ödüllendirileceğini hatırlatırken, aynı zamanda kötülüğü engellemenin de bir sorumluluk olduğunu vurgular. Günümüz dünyasında, sabır ve erdemli davranışlar her zamanki gibi sağlıklı bir toplumun tesis edilmesi açısından oldukça değerlidir. Ayrıca, fesadın (şiddet eylemleri, toplumsal korku ve endişe yayma, adaletsizlik, ayrımcılık, ırkçılık, kişisel verilerin ihlali, siber suçlar, yanıltıcı bilgi ve psikolojik operasyonlar, toplumların bilinçli bir şekilde manipüle edilmesi vb.) yayılmasını önlemek için elimizden geleni yapmalıyız. Toplumda adaleti ve barışı korumak için çaba göstermek, bu ayetlerin bize öğrettiği gibi Allah'ın lütfunu kazanmamıza ve kurtuluşa ermemize yardımcı olacaktır. Söz konusu iki ayetteki vurgulara göre hayatımızı düzenlersek hem dünya hem de ahirette Allah’ın izniyle mutluluk bizim olacaktır.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: Tefsir, Sabır, Ödül, Fesat, Kurtuluş.</strong></p>
<p> </p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-73492493939996884002023-11-27T00:12:00.002+03:002023-11-27T00:12:41.797+03:00Namaz Vakitleri ve İyiliklerin Gücü<p>Hûd Suresi'nin 114. ayeti, İslam dininde namazın önemini ve bu ibadetin vakitlerini vurgulayan ayetler arasındadır. Bu ayet bağlamında şu sorulara yanıt aranacaktır: “Söz konusu ayette kapalı bir şekilde işaret edilen namaz vakitleri hangileri olabilir? İyiliklerin kötülükleri gidermesi nasıl gerçekleşir?” Amaçlanan şey, Peygamber’in (s) uygulamasıyla kesinleşen farz namazların vakitlerini Kur'an’dan çıkarma çabalarına ve namazın kötülüğü engelleme fonksiyonuna işaret etmektir. Diğer ayetlerle birlikte bu ayetin ele alınıp namaz vakitleri konusunda bir sonuca varılmaya çalışılması, bir dergi yazısı formatında mümkün görüldüğünden yazıda sadece bu ayete odaklanılmıştır. Ayet yorumlanırken klasik ve modern dönem tefsir yorumları dikkate alınmıştır.</p>
<h2><strong>Namazın vakitleri ve işlevi</strong></h2>
<p>Allah’tan başka gerçek anlamda dost olmadığı (Hûd 11/113) söylendikten sonra kendisiyle bu dosta sığınılan namazdan söz edilir: “<em>Namazı gündüzün iki ucunda ve gecenin birbirine yakın saatlerinde kıl. Şüphesiz iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür</em>.” (Hûd 11/114). Ayette hitap, Resulullah’a (s) olsa da daha genelde ümmetedir. Kurtubî (ö. 671/1273), bu ayette kılınması gereken namazların beş vakit farz namaz olduğu konusunda ihtilaf olmadığını söyler. Ayetteki “<em>gündüzün iki ucu</em>” sabah, öğlen, ikindi ve akşam namazları diye yorumlanmıştır. Bu ifade her ne kadar güneşin doğması ve batmasını akla getirse de o vakitlerde namaz kılınmayacağı kesindir. Dolayısıyla söz konusu ifadeden amaçlanan şey, o iki vakte yakın olan namazların kılınmasıdır. Bu durumda “Ayetteki “<em>gündüzün iki ucu </em>vaktindeki namazlar, sabah ve ikindidir.” görüşü kabul edilirse bu iki namazın gün doğumuna ve batımına yakın kılınmalarını faziletli görenler kendilerine gerekçe bulmakta haklı olurlar. Yine ayetteki “<em>gecenin birbirine yakın saatlerinde</em>” akşam, yatsı namazları diye yorumlanmıştır. Bununla birlikte ayetteki زُلَفاً kelimesinin çoğul kalıbı nedeniyle en az üç vakit gerektirmesi, akşam ve yatsıya ek olarak vitir namazını da akla getirmektedir; ancak sonuncusunun farz olmadığı sünnetle sabittir. Ayette kötülükleri giderdiği söylenen “<em>iyilikler</em>”in beş vakit kılınan namaz olduğu belirtilmiştir. Bu yorumu “<em>Gerçekten namaz hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.</em>” (Ankebût 45/29) ayeti de desteklemektedir. Nüzul rivayetlerinden yola çıkılarak ayetteki “<em>kötülükler</em>” ifadesinin insanın “eşi olmayan bir kadına yönelik uygunsuz hareketleri” olduğu yorumu yapılmıştır. Bu yoruma göre rivayetteki gibi böyle şeyler yapıp ve yanlışını anlayıp doğru yola yönelen yani tövbe eden kimselerin beş vakit namaz kılmalarıyla o günahları affedilir. Ayet, kötülüklerin ne olduğunu açıkça belirtmediği için farz namazların başka kötülükleri de sildiği söylenebilir.<em> Ayetteki</em> “<em>Bu</em>” kelimesi ile kastedilen şey, Kur'an ya da bağlam gereği namaz olabilir. Kur'an’ın ya da namazın “<em>öğüt alanlar için bir öğüt</em>” olması, öğüt alanların öğütten yararlanan kimseler olmalarından dolayıdır.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Görüldüğü gibi namaz ibadeti günün belli vakitlerine yerleştirilmiş ve Müslümanlar için zorunlu tutulmuş bir ibadettir. Sabahın erken saatlerinden gecenin ilerleyen saatlerine kadar olan vakitlerde günde beş kez kılınan namazlar, kişinin gün boyu Rabbine olan yakınlığını ve bağlılığını sürdürmesine yardımcı olur. Ayrıca, ayette belirtilen "iyiliklerin kötülükleri giderdiği" gerçeği, (iyilikten kastın namaz olduğu yorumuna göre) namazın insanın iç dünyasına etkisinin yanı sıra toplumun da ahlaki ve etik değerlerini korumasına katkı sağladığını göstermektedir. Namaz, insanları kötülüklerden alıkoyar, hayasızlıktan ve günah işlemekten uzaklaştırır. Bu ibadet, bireylerin manevi bir arınma ve kendini yeniden değerlendirme fırsatı bulmasına olanak tanır. Namaz, kişinin Allah'a yönelişi ve kötülüklerden kaçınması için bir fırsattır. Bu ibadeti yerine getirerek Müslümanlar toplumlarını daha iyi bir şekilde inşa etmeye yardımcı olurlar. Söz konusu ayetin çağrısına uyarak namazı hayatın odak noktası kılmak, Müslümana dünya ve ahiret mutluluğu getirecektir.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: Tefsir, Kur'an, Namaz, İyilik.</strong></p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-46351003752503780542023-11-27T00:09:00.001+03:002023-11-27T00:09:14.254+03:00Doğruluk ve Adalet Teolojisi<p>Hûd sûresinin 112. ve 113. ayetlerine odaklanan bu yazı, söz konusu ilahi bildirimlerden hareketle Müslümanların hayatını şekillendiren temel ilkelere ışık tutmayı amaçlamaktadır. Diğer bir amaç da tefsir literatüründeki çeşitli yorumları göz önünde bulundurarak, modern yaşamın karmaşıklığına rağmen insanların doğruluk prensibine dayanarak ve zalimlere meyletmeksizin nasıl daha iyi bir hayat yaşayabileceklerini tartışmaktır. Bulgulara göre erdemli bir hayatın ilkeleri vahyi bilgide netleştirilmiştir.</p>
<h2><strong>Dosdoğru olmak ve taşkınlıktan uzak durmak</strong></h2>
<p>Hûd sûresinde önceki ayetlerde söz edilen risalet karşıtı tutumların cezası olarak gelen felaketlerden ibret alan müminlerin Peygamber (s) örnekliğini asla göz ardı etmeksizin sahih bir iman doğrultusunda yaşamaları ve mutedil bir yol tutmaları gerekir: “<em>O hâlde emrolunduğun gibi doğru ol. Seninle beraber tövbe edenler de öyle olsunlar. Taşkınlık etmeyin; çünkü O, yaptıklarınızı görücüdür</em>.” (Hûd 11/112). Yüce bir ahlaka sahip olan Peygamber (s), zaten doğru yolda olduğu hâlde ona “<em>O hâlde emrolunduğun gibi doğru ol.</em>” denilmesi, iyi hâlini koruması talebi içerir. Doğru yolda olmak da kalmak da son derece önemlidir. Ayetteki emir, Resülullah’a (s) dönük olsa da onun takipçileri olan Müslümanlar da onun yolunu sürdürmelidir. Ayrıca ayetteki “<em>emrolunduğun gibi</em>” kısmı, doğru olmanın ölçüsünün vahye dayanması gerektiğini belirtmektedir. Ayetteki “<em>Seninle beraber tövbe edenler de öyle olsunlar.</em>” ifadesi bunun kanıtıdır. Yüce Allah’tan hiçbir şey gizli kalmadığına göre ölçüsüz tutum ve davranışlardan uzak durmak gerekir. Ayetteki “<em>Taşkınlık etmeyin</em>” ifadesinin kapsamına helal ve haramı gözetmek, Allah’a isyan etmemek ve ortak koşmamak girer.</p>
<h2><strong>Zalimlere meyletmenin acı sonu</strong></h2>
<p>Bırakın zalimlerden olmayı ya da onlarla iş birliği yapmayı daha alt seviyede zalimlere eğilim göstermek bile suçtur ve insanı ahirette ateşe girmekle karşı karşıya getirir: “<em>Zalimlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Sizin için Allah'tan başka dostlar yoktur. Sonra yardım olunmazsınız</em>.” (Hûd 11/113). Zalimleri sevmek, onlara gönüllü itaat etmek, yağcılık yapmak ve zulümlerinden memnun olmayı yasaklayan bu ayet o zalimlerin giyimine, hayat tarzına yönelmeyi ve sahip oldukları dünyevi nimetlere gıpta ile bakmayı da men etmektedir. Yoksa onları zulümlerinden alıkoymak amaçlı onlarla görüşmek, onlara meyletmek anlamına gelmez. Söz konusu zalimler kâfir de olabilir Müslüman da. Hangisi olursa olsun haksızlık yapanlara eğilim göstermemek gerekir. “<em>Sonra yardım olunmazsınız</em>.” denilirken ثُمَّ kelimesinin kullanılması zalimlere eğilim gösterenlere yardımın uzak oluşunu vurgulamak içindir. Ayetin zalimlere teveccüh gösterenlere ateş tehdidinin ardından o zalimlerin herhangi bir kimseden yardım almayacaklarını da ifade etmesi, onların ahiretteki yardımsızlık hallerini iyice pekiştirmektedir. Bu ayet zulüm ile ilahi ceza arasında kesin bir irtibat kurmaktadır. Ayetteki durumun tersine adil kimselere meyleden ve onlarla hayır hasenat merkezli iş birliği yapanların da dünya ve ahirette mutlu olmaları umulur.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Görüldüğü üzere Hûd sûresi 112. ve 113. ayetleri, günümüz insanına önemli rehberlikler sunmaktadır. “Doğru insan olmak” ilkesi, dürüstlüğü ve adil olmayı teşvik eder. Bu, günümüzün karmaşık etik sorunlarına karşı bir kılavuz niteliğindedir. İkinci olarak “zalimlere meyletmeme ilkesi”, adaletsizliği ve haksızlığı reddetmeyi teşvik eder. Bu, insanları zalimlikle mücadele etmeye ve insan haklarına saygı göstermeye yönlendirir. Ayrıca, ayetlerin vurguladığı, zalimlere eğilim göstermenin ahiretteki acı sonu, insanları yanlış yoldan dönme konusunda cesaretlendirir. İnsanlar, ele alınan bu iki ayetteki iki ilkeyi gözetirlerse hem dünya hem de ahiret açısından daha memnun olacakları bir yaşam sürebilirler.</p>
<p><strong>Anahtar kelimeler: Tefsir, Doğruluk, Tövbe, Taşkınlık, Zalim, Ateş.</strong></p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com05VG6H2P3+F9-19.4138267 164.003375-34.911435049903417 146.42525 -3.9162183500965888 -178.4185tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-16977289574832939572023-09-16T22:20:00.001+03:002023-09-16T22:20:26.649+03:00Fîl, Kureyş ve Mâûn Sûrelerinin Güncel Mesajları <p>Tamamı Mekki dönemde inmiş Fîl, Kureyş ve Mâûn sûreleri; bu yazıda iniş sırasına göre değil de elimizdeki mushaftaki dizilime göre yorumlanacaktır. Amaçlanan şey, bu sûrelerde Kâbe’nin korunması, şükür-kulluk ilişkisi ve toplumsal sorumluluklarımız bağlamında ne denildiğini ve onlardaki günümüze dönük mesajları Kur'an yorum tarihimizi dikkate alarak ortaya koymaktır. Ayetler anlamlandırılırken bağlama odaklanılacak bunun yanında da “Kur'an’ın Kur'an’la tefsiri yöntemine”<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> başvurulacaktır.</p>
<p>*</p>
<h2><strong>Fîl Sûresi: İnkârcıların Hüsranı ve İlahi Adaletin Tecellisi</strong></h2>
<p>Fîl sûresi Mekke’de inmiş olup beş ayettir ve bu sûrede Rasulullah’ın (s) doğduğu yıl Habeşli kral Ebrehe’nin (ö. 570 [?]) ordusuyla Kâbe’yi yıkmak üzere gelmesi konu edilmektedir: “<em>Görmedin mi rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı ve onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı</em>.” (el-Fîl 105/1-5). Bu sûrenin ilk ayetindeki “<em>Görmedin mi?</em>” ifadesinin doğrudan muhatabı Rasulullah’tır (s). O, Kâbe’yi yıkma girişimine tanık olmadığı için ayetteki bu ifadeyle ona, “Kalp gözüyle bakmadın mı?”<a href="#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a> yani “Bu kıssa üzerine düşünmedin mi?” denilmiş olmaktadır. Ayetteki ifadeyi lafzi olarak aldığımızda ise “O azaba uğrayanların başlarına gelenlere dair Kâbe yakınlarında bulunan kalıntıları görmedin mi?” ya da “Bu olaya dair sana aktarılanları kavramadın mı?” gibi bir anlam ortaya çıkar. Kureyşlilerin hayatlarında fil yer almadığı için fillerle –Saldırıda kullanılan fil sayısını bine kadar çıkaranlar vardır.- Kâbe’ye yapılan saldırı o dönemde hakikaten büyük bir olaydır.</p>
<p>“<em>Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?</em>” ayeti inkârcıların Kâbe’yi tahrip etme girişimlerinin yüce Allah tarafından engellenmesi anlamındadır. “Tuzak gizli bir planı ifade etmesine rağmen, Kâbe’ye açıkça saldıran Ebrehe’nin tuzağının boşa çıkarılmasından nasıl söz edilebilir?” şeklindeki bir soruya şöyle yanıt verilebilir: Anlaşıldığı kadarıyla yüce Allah, onun tuzağını planlama sırasında değil uygulama sırasında boşa çıkarmayı dilemiştir. Tuzağın tevili budur. Zaten kâfirlerin tuzağı da hep boşa çıkmaktadır (el-Mü’min 40/25). Tuzaktan kastedilenin, inkârcıların büyük bir kilise inşa ederek Kâbe’de yapılan hac ibadetini iptal edip Arapları Yemen’e –özelde San`a’ya- yönlendirmek istemeleri olduğunu söyleyenler de olmuştur.<a href="#_ftn3" name="_ftnref3">[3]</a> Bu yorum esas alındığında yüce Allah, onların bu niyetini boşa çıkarmış, Kâbe’nin kıble oluşu baki kalmış, inkârcıların ibadet mekânı alternatifi oluşturma girişimlerinde somutlaşan tuzak da boşa çıkmış olmaktadır.</p>
<p>“<em>Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi.</em>” ayetindeki “<em>sürü sürü kuşlar</em>”ın ayetin orijinalindeki karşılığı olan <em>tayran ebâbil</em> ifadesinin tekili olmadığı kanaati dilciler arasında yaygınsa da <em>ibbâle, ubûl, ebîl </em>şeklinde tekili olduğunu söyleyenler de vardır.<a href="#_ftn4" name="_ftnref4">[4]</a> Bu kuşların <em>tayran </em>lafzıyla yani marife formunda (et-tayran) belirtilmemesi, kâfirlere değer verilmediğine (tahkir) vurgu anlamı taşımaktadır. Bu sayede Allah’ın Ebrehe ordusuna gönderdiği azap, daha ilginç ve daha büyük bir azap olmaktadır. Yani hangi kuşlara bu görev verildiyse fark etmez ve onlar Kâbe’yi yıkmaya çalışanları öldürmede hata yapmaz.<a href="#_ftn5" name="_ftnref5">[5]</a> Yine azap işinde görev verilen kuşların belirsizlik formuyla (<em>tayran</em>) yer alması, o kuşların Araplarca bilinmediğini de göstermektedir.<a href="#_ftn6" name="_ftnref6">[6]</a></p>
<p>“<em>Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı.</em>” ayetindeki taşlar ile Lût kavmine azap edilmesi sırasındaki taşlar hemen hemen aynı türdendir: “<em>(Azâb) emrimiz gelince oranın üstünü altına getirdik, üzerine de çamurdan sertleşmiş istif edilmiş taşlar yağdırdık</em>.” (Hûd 11/82). Doğrusu bu iki ayet, her iki bölgede gerçekleşmiş bir volkan patlamasını da akla getirmektedir; ancak bunun tespiti konusunda beki jeologlar fikir verebilir.</p>
<p>“<em>Ve onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı</em>.” ayetindeki benzetmeden anlaşıldığı kadarıyla Kâbe’ye saldıranların hepsi değil, çoğu azaptan zarar görmüştür. Zira bu benzetmede yaprağın tamamı yenilmemiştir ancak söz konusu yaprak delik deşik olmuştur. Zaten rivayetlere göre de bu zulüm ordusunun lideri Ebrehe bile hemen orada değil, Yemen’deki San`a’ya döndükten sonra ölmüştür ve ordusunun büyük kısmının zarar gördüğü bu olay şubat ayında gerçekleşmiştir.<a href="#_ftn7" name="_ftnref7">[7]</a> İkrime’den (ö. 105/723) nakille Kâbe’ye saldıranların derilerinin ilahi azaba uğramalarının ardından çiçek hastalığına benzer şekilde tahrip olduğu ve çiçek hastalığının Arabistan’da ilk defa o tarihte görüldüğü şeklinde bir yorum mevcutsa da<a href="#_ftn8" name="_ftnref8">[8]</a> söz konusu yorum pek taraftar bulmamıştır.</p>
<p><strong>Fîl sûresinin mesajları</strong></p>
<p>Kehf, kendisine ilim verilen kul (Hızır) ve Zülkarneyn kıssaları gibi Fîl kıssası da Kur’an’da sadece bir yerde belirtilmiştir. Fîl sûresi, insanlara Allah'ın gücünün büyüklüğünü, O’nun gücünün karşısında zalimlerin perişanlığını öğretir. Fîl kıssası, insanların Allah'ın iradesine boyun eğmeleri ve O'na sığınmaları gerektiğini hatırlatır.</p>
<p>*</p>
<h2><strong>Kureyş Sûresi: Nimetlere Şükretmek ve Allah'ın Kudreti</strong></h2>
<p>Bu bölümde ele alınacak olan Kureyş sûresi, teması açısından bir önceki Fîl sûresinin devamı gibidir. Fîl sûresinde Kureyşlilerin Ebrehe ordusunun saldırısından nasıl korunduğu anlatılırken bu sûrede Kureyş’e verilen nimetler, emniyet ve maddi bolluk dile getirilmektedir. Aralarındaki yakın ilgi nedeniyle bu iki sûrenin tek sûre olduğu ileri sürülmüş olsa da bu görüş yanlıştır. Sûrede Kureyş adına yer verilmiş olması; Hz. Peygamber’in ve ilk Müslümanların bu kabilenin üyesi olmalarına ek olarak Kâbe’nin bakımı, Kâbe ve hac işlerinin yönetimi, hacılara yiyecek ve içecek dağıtımı gibi hizmetlerin yine bu kabile tarafından yerine getirilmiş olmasıyla ilişkilidir.</p>
<p> Değişik bölgelere dağıldıktan sonra tekrar bir araya gelen Nadroğullarına “bir araya getirme (<em>tekarraşa</em>) fiili”nin anlamı dikkate alınarak, Kureyş lakabının verildiği söylenmektedir.<a href="#_ftn9" name="_ftnref9">[9]</a> Bir başka yoruma göre, Kureyş lakabı köpek balığı anlamına gelen kırş kelimesinden türetilmiş bir kelimedir.<a href="#_ftn10" name="_ftnref10">[10]</a> Yüce Allah, Kureyşliler hakkında -ki onlar Mekke’nin yerli halkıdır- bir sûre indirerek bir bakıma onlara değer vermektedir: “<em>Kureyş'in ilâfı (anlaşmaları) için. Kış ve yaz seferlerindeki antlaşmaların kadrini bilmiş olmaları için. Bu Ev’in (Kâbe) rabbine kulluk etsinler. O, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir ve her tehlikeye karşı onları güvenliğe kavuşturmuştur.</em>” (Kureyş 106/1-4). Bu sûrenin ilk iki ayetinin orijinalinde geçen “<em>ilaf</em>”ın ikincisi, ilkinin açıklaması (atf-ı beyan) niteliğindedir. Kur’an’da buna benzer bir ifade tarzı şu iki ayette mevcuttur: “<em>Firavun dedi ki: Ey Hâmân! Bana bir kule yap, belki ben o yollara ulaşabilirim. Göklerin yollarına ulaşabilirim de Musa'nın ilahının ne olduğunu anlarım. Ben onu mutlaka yalancı sanıyorum</em>.” (el-Mü’min 40/36-37). Bu iki ayetin ilkindeki “<em>yollar</em>”dan neyin kastedildiği ikinci ayette izah edilmiştir.</p>
<p>Kureyş sûresinin öncesinde yer alan Fîl sûresinde, Kâbe’ye yıkma girişiminde bulunan fil sahiplerinin azaba uğramasından söz edildikten sonra bu sûrenin gelmesi, yalnızca Allah’a kulluk etmeye davet edilen Mekkeli müşriklere bir uyarıdır. Yani madem ki Allah onları düşmana karşı korumuş ve onların ticaretine imkân sağlamışsa onlar da buna şükretmeli ve nankörlükten uzak durmalıdır.</p>
<p>Kureyş kabilesi, ticaret amacıyla kışın denize kıyısı olan Ürdün ve Filistin’e yazın da Yemen’e giderdi.<a href="#_ftn11" name="_ftnref11">[11]</a> Kur’an “<em>Kış ve yaz seferlerindeki antlaşmaların kadrini bilmiş olmaları için.</em>” diyerek onlara verilen nimete dikkat çekmekte ve bundan dolayı onları gereği gibi iman etmeye yönlendirmektedir. Bu ayette bulunan “<em>seferlerindeki</em>” kelimesinin orijinali olan <em>rihle</em>, Arapçada uzun yolculukları ifade etmek için kullanılır.<a href="#_ftn12" name="_ftnref12">[12]</a></p>
<p>Allah’ın rasulü (en-Nisâ 4/157), Allah’ın Kitab’ı (el-Bakara 2/101) vs. derken olduğu gibi “<em>Bu Ev’in (Kâbe) rabbine kulluk etsinler.</em>” ayetinde de “<em>Ev</em>”in Allah’ın rab oluşuna izafe edilerek belirtilmesi -”Allah’a kulluk etsinler!” demekle yetinilmemesi- Kâbe’nin değerini göstermektedir. Zaten Kureyş’in Araplar arasındaki önemli konumu Kâbe’den kaynaklanmaktadır: “<em>Allah Kâbe’yi, o hürmete layık mâbedi, insanların din ve dünya hayatları için bir nizam vesilesi kılmıştır</em>.” (Maide, 5/97).</p>
<p>Sûredeki “<em>O, kendilerini açlıktan kurtararak beslemiştir.</em>” ifadesiyle Kureyş kabilesinin, Kâbe’nin su işlerinden sorumlu olması ve Kâbe civarında kurulan panayırlar sayesinde gelir elde etmesi kastedilmiş olabilir. Yine sûredeki “<em>her tehlikeye karşı onları güvenliğe kavuşturdu</em>” ifadesi, Hz. İbrahim’in şu duasının cevabı gibidir: “<em>Rabbim! Bu kenti güvenli kıl</em>!” (İbrâhim 14/35). Bu duanın gerçekleştiğini gösteren ve Kureyş sûresinden sonra inen bir sûrede yer alan diğer bir ayet de şöyledir: “<em>Görmediler mi çevrelerinde insanlar kaçırılırken biz (Mekke'yi), güvenli, dokunulmaz bir bölge yaptık? Hala bâtıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü ediyorlar?</em>” (Ankebut 29/67). Kâbe’yi yıkmaya yeltenen fil sahiplerinin azaba uğraması da Kâbe civarındaki emniyetin somut bir göstergesidir (el-Fîl 105/1-5). Kureyş sûresi ayetindeki “<em>tehlike</em>” nin ne olduğu konusunda bir sınırlama olmadığı için doğru olan o genelliği korumaktır. Tefsirlerde “<em>tehlike</em>”nin saldırı, savaş, cüzzam, düşman vs. olduğu yorumlarını<a href="#_ftn13" name="_ftnref13">[13]</a> korkunun ne olduğunun bire bir karşılığı olarak değil, “ne olduğuna dair birkaç örnek” kabilinden görmek gerekir.</p>
<p><strong>Kureyş sûresinin mesajları</strong></p>
<p>Görüldüğü gibi Kureyş sûresinde yüce Allah’ın, “verdiği nimetlere dikkat çekerek” insanlardan (özelde Kureyş’ten) kulluk istemesi söz konusudur. İnsanlar ise birisine iyilik yaptıklarında yüce Allah’ın beklediğine benzer şekilde bir karşılık beklerlerse -ki O, dilediğini yapar (el-Hac 22/18)- yaptıkları iyiliği başa kalkmış olacaklarından ötürü yaptıkları şey, İslam ahlakına uymaz. Yine “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanınız.” şeklinde sahih olmayan bir hadisi belirterek hâşâ yüce Allah gibi olmaya çalışmak da itikadî açıdan son derece tehlikelidir. O’nun bizim için uygun gördüğü ahlak Kur'an’da mevcuttur. Resülullah (s) da o ahlakın somutlaşmış hâlidir.</p>
<p>*</p>
<h2><strong>Mâûn Sûresi: İnançta Samimiyeti ve Toplumsal Sorumluluk</strong></h2>
<p>Bu bölümde ele alınacak olan Mâûn sûresi, kısadır ama inkârcıların, din konusunda samimiyetsiz ve iki yüzlü insanların ahlâkî ve toplumsal kötülüklerini tanıtmak suretiyle önemli mesajlar vermektedir. Namazı gösteriş için kılan münafıklardan söz ettiği için Medine’de ancak üslubu dikkate alınarak da Medine’de indiği söylenen bu sûresinin meali şöyledir: “<em>Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o, yetimi iter, kakar. Yoksulu doyurmaya önayak olmaz. Vay haline o namaz kılanların ki namazlarından gafildirler. Gösteriş yaparlar onlar ve en ufak bir yardımı dahi esirgerler</em>.” (el-Mâûn 107/1-7).</p>
<p>“<em>Dini yalanlayanı gördün mü?</em>” ayetindeki “<em>Din</em>”den kastedilen şey, İslam olabildiği gibi “Din Günü” yani ahiret de olabilir. “<em>Din</em>” kelimesi, İslam şeklinde tefsir edildiğinde -kâfirlerin İslam karşıtı tutumlarına dikkat çekilerek- bireysel ve sosyal sorumluluklarından kaçmaları durumunda Müslümanlara, “inanmayanlar gibi bir hayat sürmüş olacakları” ve dindarlıklarının sadece söylem düzeyinde kalacağı uyarısında bulunulmuş olur. “Din Günü” anlamı verildiğinde de -ahiret inancı İslam’ın temel inanç esaslarından biri olduğu için- dini yalanlayanların özellikleri sayılarak onları ahirette azaba götüren unsurlar net bir şekilde belirtilmiş olmaktadır. Görüldüğü gibi din ile ahiret sıkı bir şekilde birbiriyle irtibatlıdır.</p>
<p>Dini yalanlayan kişi hakkında “<em>İşte o, yetimi iter, kakar</em>.” denilerek onun yetime hakkını vermediği ve ona zulmettiği ifade edilmektedir. Ne de olsa yetimi koruyacak bir baba hayatta değildir. Bu sûrede dini yalanlayanların yetime, yoksula sahip çıkmamasına ve insanlara yardım etmemesine yapılan vurgudan hareketle dini yalanlayan kimselerin cimri olduğu söylenebilir. Hâlbuki cimrilik ettikleri malı, onlara Allah vermiştir ve aslında o malın bir kısmı -Allah’ın belirlemesiyle- yoksulların hakkıdır. Cimri ne dünyada ne ahirette huzur bulur. O, ihtiyaç sahiplerine yardım ederse malının azalacağını düşünmektedir. “<em>(Allah) Dilediğine hikmet verir. Hikmet verilene ise pek çok hayır verilmiş demektir.</em>” (el-Bakara 2/261) ayetinin bağlamından da anlaşılabileceği gibi hikmet verilen kimse felsefi düşünebilen kimseden ziyade, infakın önemini kavramış cömert kişidir. Zenginlerin yetime ve yoksula sahip çıkmaları güzeldir; ancak ihtiyaç sahibi olup da zor durumda kalanlara infak edenlerin yaptığı daha güzeldir.</p>
<p>Yoksullara yardımcı olmaya davet edilen inkârcılardan söz edilen başka bir ayette onların yoksulluğu kader gibi takdim ettikleri görülmektedir: “<em>Allah'ın dileyince doyurabileceği kimseyi biz mi doyuracağız</em>?” (Yâsîn 36/47). Onların bu yaklaşımı, “Afrikalıları Allah niye doyurmuyor?” deyip kuzeylilerin Allah’ın verdiği nimetleri gereğince Afrikalılarla paylaşmadıklarını görmezden gelenlerin ya da yoksul kimse yardım istediğinde “Allah versin kardeşim!” diyenlerin tutumuna benzemektedir.</p>
<p>Mâûn sûresinin ilk üç ayetinde tekil, sonrakilerde çoğul şahıs zamiri kullanılmasının sebebi ne olabilir? İlk üç ayette belli bir kişi değil, yüce Allah’a itaat açısından yanlış yolda olan bir insan grubu kastedilmektedir. Bu durumda bu ayetler ile çoğul zamirin kullanıldığı sonraki dört ayet arasındaki uyumu anlama açısından herhangi bir sorun kalmamaktadır.</p>
<p>“<em>Vay haline o namaz kılanların ki namazlarından gafildirler. Gösteriş yaparlar onlar.</em>” ayetlerinde kastedilen kimseler münafık iseler bu durumda söz konusu namaz, şeklen kılınan bir namaz olmuş olur. Bu ikiyüzlülük, Müslümanların toplumda etkin oldukları, sözlerinin geçtiği durumlarda söz konusu olabilir; çünkü münafıklar bulundukları ülkelerin bir nevi muhafazakârlarıdır. Onlar iktidarda kim olursa olsun kârlarını muhafaza etmenin peşindedirler. Bunu sağlamak için ortama göre din karşıtı başka bir ortama göre de dindar görünürler. İslam hukuku açısından bu tür kimseler, suçları tespit edilemediği sürece Müslüman muamelesi görürler.</p>
<p>Yukarıdaki üç ayette söz edilen kimselerin münafıklar olduğundan daha kuvvetli bulduğumuz görüş onların kâfir olduklarıdır; çünkü Mekke’de kâfirlerin de namaz kıldıklarından söz edilmektedir: “<em>Kâbe huzurunda onların namazı (salat) ise ıslık çalıp el çırpmaktan başka bir şey değildir</em>.” (el-Enfâl 8/35). Eğer Mâûn sûresinin bu üç ayetindeki kimselerin kâfir kimseler oldukları düşünülürse bu durumda onların Kâbe’de putlara ihtiram gösterisinde bulunarak halkı peşlerinden sürüklemeye çalıştıkları söylenebilir. Sonuçta Mekkeli liderler, toplum içinde itibarlı ve zengin kimselerdir. Onlar putlara tapıyorlarsa toplum içindeki konumlarını bu sayede elde etmişlerdir! Toplumda belli bir konuma gelmek isteyenler onların izinden gitmelidir!</p>
<p>Yukarıdakilere ek olarak “<em>Gösteriş yaparlar onlar.</em>” ifadesinden anlaşılan bir nokta da namazın ihlaslı bir şekilde kılınmadığı zaman o namazın o kişiye ahiret açısından bir fayda sağlamayacağıdır. Ayrıca ayette o kimselerin sadece kamuya açık yerlerde namaz kıldıkları yalnız kaldıklarında ise namazı terk ettiklerine bir ima vardır.</p>
<p>Her ne kadar “<em>mâûn</em>” için zekât, ev araç-gereçleri vs. denilse de ayette insanlara yapılan herhangi bir yardım türüne dair sınırlama söz konusu değildir. Onların imtina ettikleri şey, mallarında bulunan ihtiyaç sahibi kimselerin haklarını vermemeleri<a href="#_ftn14" name="_ftnref14">[14]</a> ve iyilik etmekle sorumlu tutuldukları komşulrıyla ilişkilerine de (en-Nisâ 4/36) dikkat etmemeleridir.</p>
<p><strong>Mâûn sûresinin mesajları</strong></p>
<p>Mâûn Sûresi, içtenlikle yaşanan bir inancın ve ibadetin gerekliliğini vurgularken aynı zamanda samimiyetsizliğin, ikiyüzlülüğün ve toplumsal sorumlulukları ihmal etmenin kötü sonuçlarına dikkat çekmektedir. Bu kısa sûre, günümüz Müslümanlarına önemli mesajlar sunmaktadır. Sûre bizlere, ibadetlerin sadece Allah'a yönelik samimiyetle yapılması gerektiğini hatırlatırken, hayatımızın diğer yönlerinde de dürüst ve yardımsever olmanın önemini vurgular. Namazın ve inancın sadece dışsal bir gösteriş olmaktan öte, içsel bir bağlılık ve samimiyet gerektirdiğini anlatırken, sosyal sorumluluklarımızı yerine getirerek fakirlere yardım etmenin Allah'ın rızasını kazanmada ne kadar değerli olduğunu hatırlatır. Sûre, bireysel çıkarları değil, toplumsal dayanışmayı, adalete ve vicdana uygunluğu öne çıkarırken ikiyüzlülüğün zararlarını vurgulayarak, içsel dürüstlüğün ve dışa yansıyan hayırseverliğin hayatımızın merkezinde olmasını teşvik eder.</p>
<h2><strong>Sonuç</strong></h2>
<p>Fîl, Kureyş ve Mâûn sûreleri, Kur'an'ın insanlara sunduğu önemli mesajları ve değerleri yansıtmaktadır. Fîl Sûresi, Allah'ın gücünü ve koruyuculuğunu vurgulayarak insanlara O'na olan teslimiyetin değerini hatırlatmaktadır. Kureyş Sûresi, nimetlere şükretmenin önemine, toplumsal sorumluluklara ve Kâbe'nin değerine dikkat çekmektedir. Mâûn Sûresi ise içtenlikle ibadet etme ve yoksullara sahip çıkmanın, toplumsal sorumluluklarımızı ihmal etmemenin gerekliliğine vurgu yapmaktadır. Yani iman, ibadet, samimiyet, yardımseverlik ve toplumsal dayanışma, müminlerin yaşamlarının merkezinde olmalıdır. Bu sûreler, Kur'an'ın temel mesajlarını yansıtarak inançla pratiği birleştirmenin, içsel samimiyeti korumanın önemini vurgulamaktadır.</p>
<p> </p>
<h2><strong>Kaynakça</strong></h2>
<p>İbn Âşûr, Muhammed Tâhir. <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>. 30 cilt. Tunus: Dârü’t-Tunusiyye li’n-Neşr, 1984.</p>
<p>İbnu’l-Esîr, Abdülkerim eş-Şeybanî el-Cezeri. <em>en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs ve’l-eser</em>. 5 cilt. Beyrut: el-Mektebetü’l-`İlmiyye, 1979.</p>
<p>Mukātil b. Süleymân, Ebü’l-Hasen. <em>Tefsîru Mukātil b. Süleyman</em>. thk. Abdullah Mahmûd Şahhate. 5 cilt. Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâs, 1423/2002.</p>
<p>Râzî, Fahruddin er-. <em>Mefâtîḥu’l-Ġayb</em>. 32 cilt. Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 3. baskı. 1420/1999.</p>
<p>Süyûtî, Ebü’l-Fazl Celâlüddîn. <em>ed-Dürrü’l-mens̱ûr fi’t-tefsîr bi’l-meʾs̱ûr</em>. 8 Volume. Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.</p>
<p>Taberî, Muhammed b. Cerîr. <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>. thk. Ahmed Muhammed Şakir. 24 cilt. Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1420/2000.</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Bir ayeti ya da ayet grubunu, açıklayıcı olduğu düşünülen başka bir ayet ya da ayet grubuyla açıklama yöntemi.</p>
<p><a href="#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> Muhammed b. Cerîr et-Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, critical ed. Ahmed Muhammed Şakir (Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1420/2000), 24/605.</p>
<p><a href="#_ftnref3" name="_ftn3">[3]</a> Muhammed Tâhir İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em> (Tunus: Dârü’t-Tunusiyye li’n-Neşr, 1984), 30/548.</p>
<p><a href="#_ftnref4" name="_ftn4">[4]</a> Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, 24/605.</p>
<p><a href="#_ftnref5" name="_ftn5">[5]</a> Fahruddin er-Râzî, <em>Mefâtîḥu’l-Ġayb</em> (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, 1420/1999), 32/291.</p>
<p><a href="#_ftnref6" name="_ftn6">[6]</a> İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>, 30/549.</p>
<p><a href="#_ftnref7" name="_ftn7">[7]</a> İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>, 30/546.</p>
<p><a href="#_ftnref8" name="_ftn8">[8]</a> Ebü’l-Fazl Celâlüddîn es-Süyûtî, <em>ed-Dürrü’l-mens̱ûr fi’t-tefsîr bi’l-meʾs̱ûr</em> (Beyrut: Dâru’l-Fikr, ts.), 8/631.</p>
<p><a href="#_ftnref9" name="_ftn9">[9]</a> Abdülkerim eş-Şeybanî el-Cezeri İbnu’l-Esîr, <em>en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs ve’l-eser</em> (Beyrut: el-Mektebetü’l-`İlmiyye, 1979), 4/40.</p>
<p><a href="#_ftnref10" name="_ftn10">[10]</a> İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>, 30/556.</p>
<p><a href="#_ftnref11" name="_ftn11">[11]</a> Ebü’l-Hasen Mukātil b. Süleymân, <em>Tefsîru Mukātil b. Süleyman</em>, critical ed. Abdullah Mahmûd Şahhate (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâs, 1423/2002), 4/860.</p>
<p><a href="#_ftnref12" name="_ftn12">[12]</a> İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>, 30/557.</p>
<p><a href="#_ftnref13" name="_ftn13">[13]</a> Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, 24/623, 625.</p>
<p><a href="#_ftnref14" name="_ftn14">[14]</a> Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, 24/642.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-63871176912652930302023-09-16T22:17:00.001+03:002023-09-16T22:17:07.105+03:00Kur'an’daki Dizilime Göre Dört Kısa Sure Dört Yorum<h1><strong> </strong></h1>
<p>Tamamı Mekki dönemde inmiş Kāria, Tekasür, Asır ve Hümeze sureleri; bu yazıda kronolojik olarak değil de mushaftaki sıralamaya göre ele alınacaktır. Amaç, bu surelerde ne denildiğini ve onlardaki günümüze dönük mesajları Kur'an yorum literatürü ışığında ortaya koymaktır. Ayetler anlamlandırılırken bağlama odaklanılacak bunun yanında da “Kur'an’ın Kur'an’la tefsiri yöntemine<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> başvurulacaktır.</p>
<h1>*</h1>
<h1><strong>Kāria Suresi: Tartıları Ağır Gelenler ve Hafif Gelenler</strong></h1>
<p>Mekke’de inen bu surenin adının Kāria olduğu konusunda ihtilaf yoktur. İlk üç ayeti <em>“(Gerçekleşecek) Kıyamet! Nedir, o Kıyamet? Gerçekleşenin (Kıyametin) ne olduğunu sen nerden bileceksin?</em>” (el-Hâkka 69/1-3) şeklindeki surenin girişindeki ifade tarzına benzeyen Kāria suresinin meali şöyledir: “<em>Kāria! Nedir o Kāria? Kārianın ne olduğunu sen bilir misin? O gün insanlar yayılmış kelebekler gibi olurlar. Dağlar atılmış renkli yün gibi olur. O gün kimin tartıları ağır basarsa o, hoşnut olacağı bir hayat içinde olacaktır. Kimin tartıları hafif gelirse onun anası da (varacağı yer) hâviye (derin uçurum) olacaktır. O uçurumun ne olduğunu sen nereden bileceksin? O, kızgın bir ateştir</em>.” (el-Kāria 101/1-11).</p>
<p>Vurmak<a href="#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a> ve kapıyı çalmak<a href="#_ftn3" name="_ftnref3">[3]</a> anlamındaki قرع kelimesi, mecazen işiten kimseyi korkutan bir sesi ifade eder.<a href="#_ftn4" name="_ftnref4">[4]</a> Bu kelimeden türeyen ilk ayetteki <em>Kāria</em>, kıyamet anlamında kullanılmaktadır; çünkü o da insana gelip çarpacaktır.<a href="#_ftn5" name="_ftnref5">[5]</a> Büyük bir olaya işaret eden Kāria, başka bir ayette şöyle geçmektedir: “<em>İnkâr edenlerin yaptıklarından dolayı başlarına ya şiddetli bir bela (Kāria) gelir ya da yurtlarının yakınına iner</em>.” (er-Ra`d 13/11).</p>
<p>Ayetteki, “<em>Nedir o Kāria?</em>” sorusunun amacı insanları alarma geçirmektir. Soru insanları merak ettirir. İnsanoğlunun bir gün kapısını çalacak olan, yani karşısına çıkacak olan şey, dirilip hesap vermektir. İnsan, yeryüzünde imtihan için yaratılmıştır. Dünyada verilen nimetleri kullanan insanoğlu, ahirette o nimetleri nasıl kullandığını tek tek izah etmek zorunda kalacaktır.</p>
<p>“<em>O gün insanlar yayılmış kelebekler gibi olurlar.</em>” benzetmesiyle Kıyamet gününün özelliklerine bir giriş yapılmakta ve sonraki ayetlerde de o günün özellikleri anlatılmaktadır; ancak o günün kesin olarak ne zaman gerçekleşeceği hem günahkârları korkutmak için hem de ilahî sınavın gereği olarak gizli tutulmaktadır.</p>
<p>“<em>Dağlar atılmış renkli yün gibi olur.</em>” ayetini okuyanlar düşünmelidir: Dağların durumu bu ise o günde kim bilir insanların durumu ne olur! Bu ayettekine benzer şekilde nüzul sırasına göre daha sonra inen bir surenin ayetinde ise o gün için şöyle denilir: “<em>Dağlar da renkli yün gibi olur.</em>” (el-Meâric 70/9). Bu ayetin orijinalinde de yine Kāria suresindeki gibi `<em>ıhn </em>kelimesi kullanılmakta ancak bu kez “<em>atılmış</em>” kelimesine yer verilmemektedir. Görüldüğü gibi bir ayette mevcut bilgi diğer ayette gerekli bulunmadığı için belirtilmemiştir. Başka bir ayette buradakine benzer bir durum söz konusudur: “<em>Ve ‘Allah çocuk edindi.’ diyenleri de uyarsın</em>.” (el-Kehf 18/4). Bu ayette söz konusu şirk sözünü söyleyenlerin neye karşı uyarıldığı belirtilmemiştir; çünkü iki ayet önce bu bilgi zaten verilmiştir: “<em>Onu dosdoğru (bir kitap) olarak (indirdi) ki katından gelecek şiddetli azaba karşı (insanları) uyarsın</em>.” (el-Kehf 18/2).</p>
<p>“<em>O, hoşnut olacağı bir hayat içindedir.</em>” şeklindeki ayetin orijinalinde hoşnutluk, insana değil hayata atfedilmektedir. Akli mecaz olarak kastedilen şey hayatın kendisi değil, o hayatı yaşayacak kimsenin hoşnutluğudur. “<em>Kimin tartıları ağır basarsa</em>” denilenler, muvahhid kimseler iken “<em>tartıları hafif gelirse</em>” denilenler müşrikler<a href="#_ftn6" name="_ftnref6">[6]</a> ve Müslüman olduğunu söylese de inanç ve pratiği müşrikler gibi olan kimselerdir. “<em>Kimin tartıları hafif gelirse onun anası da hâviyedir (uçurum).</em>” ayetindeki <em>ana</em> kelimesi, kişinin hâlini ifade etmek için kinaye olarak kullanılır; çünkü ananın çocuğuna sevgisi pek kuvvetlidir. O, çocuğu sevindiğinde ondan daha fazla sevinir, üzüldüğünde de daha fazla üzülür.<a href="#_ftn7" name="_ftnref7">[7]</a> Ana kendisine sığınılan ve çocuğunu bağrına basıp koruyan kişidir. Ömür boyu günah bataklığına batmış bir halde yaşayan kişinin anası yani sığınacağı yer (haviye) ne kötüdür! Çünkü o yer <em>kızgın bir ateştir</em>!</p>
<h1>*</h1>
<h1><strong>Tekasür Suresi: Dünya Malıyla Övünmenin Anlamsızlığı</strong></h1>
<p>Mekke döneminde inen ve sekiz ayetli bir sure olan Tekasür’ün meali şöyledir: “<em>Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı. Hayır! Yakında bileceksiniz. Yine hayır! Yakında bileceksiniz (hatanızı). Hayır! Eğer kesin bilgi ile bilseniz elbette cehennemi görürsünüz. Sonra ant olsun ki cehennemi yakîn gözüyle göreceksiniz. Sonra yemin olsun ki o gün (size verilen) her nimetten sorulacaksınız</em>.” (et-Tekâsür 102/1-8).</p>
<p>Dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve insanların kendi aralarında övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. Bu, tıpkı bir yağmura benzer ki bitirdiği ot, çiftçilerin hoşuna gider, sonra o bitki kurur, sapsarı olur ve çerçöpe dönüşür. Ahirette ise kâfirler için çetin bir azap; müminler için de Allah'tan bağışlaması ve rızası (hoşnutluğu) vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir (el-Hadîd 57/20). Bu gerçek, Tekasür suresinin ilk iki ayetinde şöyle ifade edilir: “<em>Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı.</em>” Kur'an, inkârcıların içinde bulundukları bu yüksek refahı ileri gelenlerin dilinden şöyle somutlaştırmaktadır: “<em>Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri tanımayız, dediler. Ve yine dediler ki: Bizim mallarımız da çocuklarımız da sizinkinden daha çoktur. Ve bize bir ceza da olmaz</em>.” (Sebe' 34/34-35). Hâlbuki sonsuz mükemmellik ve yücelik Allah’a aittir. Mal-mülk, ulus, aşiret, sayısal çokluk vs. övülme/övünme vesilesi olmamalıdır. Verilen nimetler, adil bir şekilde Allah’ın rızasını kazanıp cennetliklerden olma amacı için kullanılmadığında insanı bekleyen büyük bir kayıptır ve bu kayıpta da övünülecek bir taraf yoktur.</p>
<p>“<em>Hayır! Eğer kesin bilgi ile bilseniz elbette cehennemi görürsünüz.</em>” ayetindeki “<em>elbette cehennemi görürsünüz.</em>” ifadesi, Arapça dil kuralları açısından bakıldığında önceki ifadenin cevabı gibi görünse de gerçekte değildir. Dolayısıyla kastedilen şey, “Kesin bilgi ile bilseniz cehennemi gören kişi gibi olurdunuz.” anlamındadır.<a href="#_ftn8" name="_ftnref8">[8]</a> Ayetteki söz konusu ifade ahiretle ilgilidir; çünkü dünyada iken cehennemi görmek mümkün değildir; ancak insan cehenneme dair ayetleri düşünerek onu kalben hissedebilir.</p>
<p>Surenin yedinci ayetindeki “<em>yakîn gözüyle</em>” görmekten kasıt tereddütten uzak, eksiksiz bilgi ile görmektir.<a href="#_ftn9" name="_ftnref9">[9]</a> “<em>Sonra ant olsun ki o gün (size verilen) her nimetten sorulacaksınız</em>.” ayetinin doğrudan muhatapları inkârcılardır. Arap dili cümle yapısı dikkate alındığında bu cümlede hesaba çekilecek olanlarla “hesaba çekilecekleri nimetler” birbirinden uzak bir şekilde yer almaktadır. Yani inkârcıların ahirette nimetlerden uzak tutulacakları gerçeği ile bunun ifade biçimi birbiriyle gayet uyumludur.</p>
<p>Görüldüğü gibi dünya nimetlerini sanki dünyada ebedi kalacak ve ahiret olmayacakmış gibi biriktirip durmak ve bunu ölene kadar sürdürmek inkârcıların özelliğidir. Böyle kimseleri cehennem beklemektedir. Bu yaptıklarının hesabını vereceklerdir. İnkârcıların hesaba çekileceğini belirten yukarıdaki ayetin dolaylı muhatabı Müslümanlar, “Bu surenin konusu bizimle değil, sermaye biriktirip duran ve ahirete inanmayanlarla ilişkilidir.” diye düşünmemelidir. İnkârcıların bu yanlışına Kur’an’da yer verilme nedenlerinden belki de en önemlisi, müminlerin ibret alıp aynı hataya düşmemeleridir. Evet, o gün için surenin hedef tahtasına koyduğu kişiler cahiliye müşrikleri ve özellikle niteliklerini seslendirdiği ileri gelen putperest müşriklerdir; ancak ifadenin, kıyamete kadar onlar gibi olanları/davrananları da kapsadığı unutulmamalıdır. Zaten ahirette verilen nimetlerden hesaba çekilen sadece inkârcılar olmayacaktır.</p>
<h1>*</h1>
<h1><strong>Asır Suresi: İdeal Bir Hayat Biçimi</strong></h1>
<p>Mekke’de inmiş olma ihtimali yüksek olan olan Asr suresinin meali şöyledir: “<em>Asra ant olsun ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır</em>.” (el-Asr 103/1-3). Herhangi bir nedenle bir araya gelen müminlerin ayrılırken bu sureyi okumadan ayrılmadıkları rivayet edilmektedir.</p>
<p><em>Asra ant olsun ki</em> ayetindeki “<em>asr</em>” kelimesi, zamanın kendisini veya uzun bir dönemi tanımlıyor olabileceği gibi günün vakitlerinden ikindiyi de ifade ediyor olabilir. Hangisinin kastedildiği net olmadığından kelimeyi olanca genelliğiyle anlamlandırmak daha doğru olacaktır. Dolayısıyla <em>Asr </em>kelimesi Türkçede yüzyıl anlamına geldiği için kelimenin manasının bununla sınırlı olmadığı hatırda tutulmalıdır.</p>
<p>“<em>İnsan gerçekten ziyan içindedir.</em>” ayetinde “<em>insan</em>” kelimesi, marife (el- takılı) kalıbında yer almakta olup kastedilen insan türüdür ve “<em>ziyan içinde olmak</em>” tebliğe muhatap olup bilinçli bir şekilde inkâra yönelmenin sonucudur. Tebliğin ulaşmadığı kimseler, vahyin gerekleriyle yükümlü olmadıklarından ahirette dinin gereklerini (amel boyutunu) yerine getirmekten sorumlu olmazlar; çünkü yüce Allah, peygamber göndermediği toplumlara azap etmez (el-İsrâ 17/15). Zaten kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygamber'e karşı çıkar, müminlerin yolundan başkasına uyup giderse Allah onu döndüğü yolda bırakır ve cehenneme sokar (en-Nisâ 4/115).</p>
<p>Yukarıdaki ayet mealindeki <em>ziyan </em>(خسر) aslında ticaretteki bir zararı ifade etmek için kullanılır. Bu durumda <em>ziyan içinde</em> olan kimseler, ticaretlerini cennet vaat eden Allah ile yapmaktansa onları hüsrana uğratan şeytanla yapmayı tercih etmiş olmaktadır. Zaten hidayet karşılığında sapıklığı satın alanların ticaretleri kâr getirmez (el-Bakara, 2/16). İnkârcıların dünyevi anlamda durumları iyi olabilir (Âl-i İmrân 3/196-197); ancak ahirette zarara uğrayacakları kesindir. Allah, şirk koşanları ahirette affetmeyeceği için (en-Nisâ 4/116) “<em>ziyan içinde</em>” olan bu insanların müşrikler olduğunu söylemek mümkündür.</p>
<p>Kaybedecek kimselerin dışında kalanlar <em>iman edip iyi ameller işleyenler</em>dir. Dinin iman ve salih amel yanında kalp temizliğini de teşvik ettiğini unutmamak gerekir. Kalp temiz ise bu temizlik Allah’a itaat ile kendisini gösterir. İmanın hayata yansıması yok ise o iman sözde kalacaktır. İman edenleri ahirette azaba uğramaktan kurtaracak olan şey, iman ve onun gereğini yerine getirmektir; çünkü din, inanmak ve inandığını yaşamaktır.</p>
<p>Üçüncü ayette “<em>birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler</em>” denilerek müminlerin birbirlerine doğru olanı tavsiye ettikleri belirtilmektedir. Yani onlar inançlarında, amellerinde, siyasetlerinde, toplumsal ilişkilerinde hak olanı yani “Kur’anî ölçülere ve Peygamber’in örnekliğine uymayı” tavsiye ederler. Emretme konumunda olanların tavsiyesi, yerine göre emretme biçiminde de tezahür edebilir. Yine bu ayette “<em>sabrı tavsiye edenler</em>” denilerek iman edip iyi ameller işleyenlerin iç ilişkilerinin doğal halinin birbirlerine sabrı tavsiye etmeleri olduğuna dikkat çekilmektedir. Kur’an’da benzer diğer bir vurgu da –ancak bu kez emir formunda– şöyledir: “<em>Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınıza karşı sebat gösterin, nöbet bekleşin, Allah'tan gereğince korkun ki kurtuluşa eresiniz</em>.” (Âl-i İmrân 3/200). Şeytanın saptırmalarına, onun sürüklemeye çalıştığı umutsuzluğa karşı müminlerin “sabretmeleri durumunda” Allah’ın onlarla beraber olacağı (el-Bakara 2/153) bilinciyle hareket etmeleri gerekir. Eğer inananlar Allah'a ve Rasulü’ne itaat etmez ve birbirleriyle didişirlerse sonra içlerine korku düşer ve etkilerini yitirirler (el-Enfâl 8/46). Sabır zillete boyun eğmek değil, zillet durumu söz konusuysa o durumdan kurtulmak ve onurlu bir hayat sürmek için kararlı olmaktır. Mümin bulunduğu her ortamda inancının gereğini yerine getirmeye ve hakkı toplumsal ilişkilerde geçerli unsur kılmaya çalışır. <em>Keenlemyekün</em> (yokmuş) gibi davranılmasına ortam hazırlamaz; çünkü kuvvet ve üstünlük Allah'ın, Rasulü’nün ve müminlerindir (el-Münâfikūn 63/8).</p>
<p>Görüldüğü gibi Asr suresinde belirtilen “kaybedenlerden” olmamak için şirkten uzak bir imana sahip olmanın, güzel işler yapmanın önemine dikkat çekilmektedir. Ardından gelen hakkı ve sabrı tavsiyeleşme ise iman ve salih amelin gereği olan iki özelliktir. Müminler başkalarına hakkı ve sabrı telkin ederlerken başkalarına iyiliği emredip kendilerini unutan İsrailoğulları gibi olmamalıdır (el-Bakara 2/44).</p>
<h1>*</h1>
<h1><strong>Hümeze S</strong><strong>uresi: Geçici Dünya Hayatına Kananların Ahiretteki Hazin Sonu</strong></h1>
<p>Hümeze suresi, dokuz ayetten ibaret olup Kıyamet suresinden sonra Mekke’de inmiştir: “<em>Arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline!</em> <em>O ki mal biriktirdi, onu saydı da saydı. Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır. Hayır, ant olsun ki o hutameye (cehennem) atılacaktır. Hutamenin ne olduğunu bilir misin? O, kalplerin içine işleyecek, Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir. Üzerlerine salınacak bir ateş! Kendileri de uzun sütunlara bağlı bırakılacaklardır.</em>” (Hümeze 104/1-9).</p>
<p>Sureye adını veren hümezenin türediği hemz, sıkıştırmak<a href="#_ftn10" name="_ftnref10">[10]</a> ve kırmak<a href="#_ftn11" name="_ftnref11">[11]</a> demektir. Aynı kökten türetilen <em>hemmaz</em>da hümeze gibi çok ayıplayan anlamına gelir. Bir şiirde şöyle denilir:</p>
<p><em>Benimle karşılaştığında bana yalandan sevgi gösterisinde bulunuyorsun.</em></p>
<p><em>Ortalıkta görünmediğimde ise arkadan çekiştirenlerin kralısın/hasısın </em>(الهامزاللمزه).<a href="#_ftn12" name="_ftnref12">[12]</a></p>
<p>Lümeze de çok ayıplayan, vuran anlamlarına gelmektedir<a href="#_ftn13" name="_ftnref13">[13]</a> ve münafıklardan söz edilen bir bağlamda yer alan şu ayette fiil formu kullanılmaktadır: “<em>İçlerinde sadakalar hakkında seni ayıplayanlar (yelmizuke) da var. Eğer o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen kızarlar</em>.” (et-Tevbe 9/58).</p>
<p>Kur’an’ın başka ayetlerinde olduğu gibi bu surede (Hümeze) de bir kişinin eleştiriliyor oluşu, aynı tutumu sergileyenlerin onun tehdit edildiği azapla karşı karşıya kalmalarına engel değildir. Zaten ilk ayette “<em>Arkadan çekiştirip, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin</em>” denilerek çoğul ifadenin kullanılması, sekizinci ayette de “<em>Üzerlerine salınacak bir ateş!</em>” denilerek yine çoğul ifadeye yer verilmesi bunu göstermektedir.</p>
<p>“<em>O ki mal biriktirdi, onu saydı da saydı.</em>” denilen kişi rivayetlerde adı geçen Velid b. Muğire ise tefsirlerde söz konusu kişinin kastedildiği söylenen şu ayet grubunda onun özellikleri şöyle ifade edilmektedir: “<em>Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak! Hem ona bol servet verdim. Hem göz önünde oğullar verdim. Hem ona büyük imkânlar sağladım. Sonra da şiddetle arzu eder ki daha da artırayım. Hayır, çünkü o bizim ayetlerimize karşı bir inatçı kesildi</em>.” (el-Müddessir 74/11-16).</p>
<p>“<em>Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır.</em>” ayetinin orijinalindeki <em>ahledeh </em>fiili aslında –ayetin mealinde verildiğinin aksine– geçmiş zamanlıdır. Yani bu alaycı kimse malına o kadar güvenmektedir ki adeta ebedilik onun için âdeta çantada kekliktir. Hayat tarzı ile adeta onun hakkında hüküm verilmiş ve ebedilik onun için “kazanılmış bir hakka” dönüşmüştür. O, malı sayesinde ebedi yaşayacaktır! Şeytanın insandaki “nimetler sayesinde ebedileşme arzusu” üzerinden Hz. Âdem ve eşine de vesvese verdiği görülmektedir: “<em>(Şeytan): ‘Rabbiniz, başka bir nedenden ötürü değil, sırf ikiniz de birer melek, ya da ebedi kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.’ dedi</em>.” (el-A`raf 7/20).</p>
<p>“<em>Hayır, ant olsun ki o hutameye atılacaktır.</em>” ayetinin orijinalindeki <em>atılma </em>(<em>nebz</em>), kötü bir durumu ifade etmek için şu ayette de kullanılmıştır: “<em>Biz de kendisini de (Firavun’u), ordularını da yakalarından tuttuğumuz gibi denize attık</em>.” (el-Kasas, 28/40). “<em>Hutamenin ne olduğunu bilir misin?</em>” sorusu ile Kur’an okurlarının cehenneme dikkatlerinin çekilmesi ve ardından onun hakkında tasvirlere yer verilmesi, cehennem ateşinin yakıcılığının fazlalığına işarettir. <em>Hutame </em>kelimesi <em>hümeze </em>ve <em>lümeze</em> kelimeleriyle aynı vezinde olduğu gibi onun, ikisiyle de anlam uyumu söz konusudur; çünkü ikisi de ayıplayıp durma ve çekiştirme yoluyla insanları nasıl kırıyorsa karşısına çıkan her şeyi yok eden ateş anlamındaki hutame<a href="#_ftn14" name="_ftnref14">[14]</a> de benzer şekilde suçluları kırıp geçirecektir. Bu da Kur’an’ın icaz yönünü (mucizevi oluşunu) göstermektedir.</p>
<p>“<em>O, kalplerin içine işleyecek, Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşidir.</em>” ayetlerinden anlaşıldığı kadarıyla cehennem azabı kâfirlerin Müslümanlara tuzak kuran beyinlerini de ve onlara karşı besledikleri kötü duyguların mekânı kalplerini de yakacaktır. Yani azap onların fikirlerini de hislerini de meşgul edecek ölçüde olacaktır. “<em>Allah'ın tutuşturulmuş bir ateşi</em>” ifadesinde ateşin Allah’a izafe edilmesi onun dehşetine işaret etmek içindir. Türkçede de “Bu adam bela!” demek ile “Bu adam Allah’ın belası!” demek arasında fark vardır. İkincisindeki adamın kötülüğüne vurgu daha fazladır.</p>
<p>“<em>Kendileri de uzun sütunlara bağlı bırakılacaklardır.</em>”<em> </em>ayetinden cehenneme girecek olan bu karaktersiz kimselerin kalacağı yerin ağır şartlarda hapiste tutulan kimselerin kaldığı hapishane gibi olduğu ve o kimselerin cehennemde ölümü de tatmaksızın tutuklu kalacakları anlaşılmaktadır.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Bu yazıda ele alınan dört sureden anlaşıldığı kadarıyla müminler “tartıları ağır gelenlerden” olmak için var güçleriyle çalışmalıdır. Dünya malını cebi yerine kalplerine koyanlar, cehennem azabının ne kadar çetin olduğunu unutmamalıdır. Aksi takdirde kayba uğrayan kimseler arasına dâhil olacaklardır. İman ve amel bütünlüğünü korumuş müminler ise kurtulanlardan olacaktır. Aksine yüce Allah’ı unutup dünya malı biriktirmeyi kendilerine hedef olarak belirleyenler ise kendilerini cehennemin beklediğini unutmamalıdır.</p>
<p> </p>
<h1><strong>Kaynakça</strong></h1>
<p>Cevherî, İsmâil b. Hammâd el-. <em>Ṣıḥâḥu’l-luġa</em>. thk. Abdulgafûr Attâr. 6 Cilt. Beyrut: Dârü’l-`İlm li’l-Melâyîn, 4. Basım, 1407/1987.</p>
<p>İbn Âşûr, Muhammed Tâhir. <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>. 30 Cilt. Tunus: Dârü’t-Tunusiyye li’n-Neşr, 1984.</p>
<p>İbn Fâris, Ebü’l-Hüseyin. <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>. thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn. 6 Cilt. Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1399/1979.</p>
<p>İbnu’l-Esîr, Abdülkerim eş-Şeybanî el-Cezeri. <em>en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs ve’l-eser</em>. 5 Cilt. Beyrut: el-Mektebetü’l-`İlmiyye, 1979.</p>
<p>Mukātil b. Süleymân, Ebü’l-Hasen. <em>Tefsîru Mukātil b. Süleyman</em>. thk. Abdullah Mahmûd Şahhate. 5 Cilt. Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâs, 1423/2002.</p>
<p>Zebîdî, Muhammed Murtazâ ez-. <em>Tâcü’l-ʿarûs</em>. 40 Cilt. Beyrut: Daru’l-Hidaye, ts.</p>
<p>Zemahşerî, Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b Ömer b Muhammed. <em>el-Keşşâf an hakâiki’t-tenzîl ve uyûnü’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl</em>. Beyrut: Dâru’l-Kütübü’l-’Arabî, 1407.</p>
<p> </p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Bir ayeti ya da ayet grubunu, açıklayıcı olduğu düşünülen başka bir ayet ya da ayet grubuyla açıklama yöntemi.</p>
<p><a href="#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> Abdülkerim eş-Şeybanî el-Cezeri İbnu’l-Esîr, <em>en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs ve’l-eser</em> (Beyrut: el-Mektebetü’l-`İlmiyye, 1979), 4/44.</p>
<p><a href="#_ftnref3" name="_ftn3">[3]</a> Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, <em>Tâcü’l-ʿarûs</em> (Beyrut: Daru’l-Hidaye, ts.), 31/533.</p>
<p><a href="#_ftnref4" name="_ftn4">[4]</a> Muhammed Tâhir İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em> (Tunus: Dârü’t-Tunusiyye li’n-Neşr, 1984), 30/510.</p>
<p><a href="#_ftnref5" name="_ftn5">[5]</a> Ebü’l-Hüseyin İbn Fâris, <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>, thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1399/1979), 5/72.</p>
<p><a href="#_ftnref6" name="_ftn6">[6]</a> Ebü’l-Hasen Mukātil b. Süleymân, <em>Tefsîru Mukātil b. Süleyman</em>, thk. Abdullah Mahmûd Şahhate (Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâs, 1423/2002), 4/811-812.</p>
<p><a href="#_ftnref7" name="_ftn7">[7]</a> İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>, 30/514.</p>
<p><a href="#_ftnref8" name="_ftn8">[8]</a> İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>, 30/522.</p>
<p><a href="#_ftnref9" name="_ftn9">[9]</a> İbn Âşûr, <em>et-Tahrîr ve’t-tenvîr</em>, 30/523.</p>
<p><a href="#_ftnref10" name="_ftn10">[10]</a> İbn Fâris, <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>, 6/65.</p>
<p><a href="#_ftnref11" name="_ftn11">[11]</a> Ebü’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b Ömer b Muhammed Zemahşerî, <em>el-Keşşâf an hakâiki’t-tenzîl ve uyûnü’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl</em> (Beyrut: Dâru’l-Kütübü’l-’Arabî, 1407), 4/795.</p>
<p><a href="#_ftnref12" name="_ftn12">[12]</a> İbn Fâris, <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>, 6/66.</p>
<p><a href="#_ftnref13" name="_ftn13">[13]</a> İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, <em>Ṣıḥâḥu’l-luġa</em>, thk. Abdulgafûr Attâr (Beyrut: Dârü’l-`İlm li’l-Melâyîn, 1407/1987), 3/895.</p>
<p><a href="#_ftnref14" name="_ftn14">[14]</a> İbn Fâris, <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>, 2/78.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-44428712842069993202023-09-16T22:14:00.002+03:002023-09-16T22:26:04.735+03:00Kulluk Zırhını Kuşanan ve Toplumlarının Arketipleri Olan Peygamberler<p>Peygamberler bu yüce makam nedeniyle kulluklarından soyutlanmazlar. Kendilerinin yolundan gidenlerden kulluk konusunda daha duyarlıdırlar. Böyle olmasa kendi dönemlerinin Müslüman arketipleri (ilk örnek Müslümanları) olamazlardı. Bu makalede “Peygamberlerin Kul Oluşları” ve “Peygamberlerin ‘Güzel Örnek’ Oluşları” başlıkları altında aşağıda kalıpları belirtilecek olan ifadeleri içeren ayetler ele alınacaktır. Amaç peygamberlerin görevleriyle Allah’a boyun eğen bir hayat sürmeleri arasındaki harmoniye dikkat çekmektir. Konu ele alınırken “Kur'an’ın Kur'an’la tefsiri” yöntemine başvurularak söz konusu ayetleri açıkladığı düşünülen başka ayetlere de referansta bulunulacaktır.</p>
<p> </p>
<h1><strong>Peygamberlerin Kul Oluşları</strong></h1>
<p>Arapça’da <em>abd </em>isim olarak köle, fiil olarak kulluk etmek demektir.<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> Kur’an’da <em>abdullah</em> (Allah’ın kulu) ifadesi sadece Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed için birer defa; <em>abdehu/abdihi</em> “(Allah’ın) kulu” şeklindeki ifadenin ise birisi Hz. Zekeriyyâ ve altısı da Hz. Muhammed için kullanılmıştır. Bu bölümde peygamberliklerin kul oluşuna dair kalıpların (<em>abdullah, abdehu, abdihi</em>) yer aldığı ayetler yorumlanacaktır. Amaç Allah’a kulluğun önemine ve kulluğu vurgulanan peygamberler hakkında onlara bağlı olduğunu beyan eden kimi kişi veya çevrelerin yanlış tutumuna hakkı ve sabrı tavsiye bağlamında dikkat çekmektir.</p>
<p>Kur’an peygamberlerin kul oluşuna vurgu yaparak müminleri şirk tehlikesinden korumuş olmaktadır: “<em>Çocuk </em>(Îsâ) <em>şöyle dedi: Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı</em>." (Meryem 19/30). Hz. Îsâ, kendisinin Allah’ın kulu olduğunu açıkça söylediği halde ona bağlı olduğunu söyleyenler arasında “<em>Mesih (Îsâ) Allah’ın oğludur</em>.” (et-Tevbe 9/30) şeklinde bir sapma ortaya çıkmıştır. Bu ayetin orijinalinde Hz. Îsâ kendisine <em>abdullah </em>dediği gibi şu ayette de Hz. Muhammed’in <em>abdullah </em>olduğu belirtilmektedir: “<em>Allah'ın kulu, O'na yalvarmaya (namaza) kalkınca neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi</em>.” (el-Cin 72/19). Hz. Îsâ ve Hz. Muhammed’e <em>abdullah </em>denilerek kul olan peygamberleri ilah konumuna çıkarmaya karşı uyarılan Müslümanlardan nadir de olsa tevili mümkün olmayan sözler duyulmaktadır.<a href="#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a></p>
<p>Yüce Allah, “<em>Bu, Rabbinin, kulu Zekeriyyâ'ya olan rahmetini anmadır</em>.” (Meryem 19/2) diyerek Zekeriyyâ peygamberden <em>kulu</em> olarak söz ederken, benzer şekilde Hz. Muhammed’e de <em>kulu </em>demektedir: “<em>Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkān'ı indiren (Allah) ne yücedir</em>.” (el-Furkān 25/1). Peygamberlerin kul oluşuna vurgu muhtemelen insanoğlunun putperestliğe yönelmesinin önüne geçmek için bir tedbirdir; çünkü genellikle insanlar vesile edinilerek Allah’a şirk koşulur. Sözgelimi tanrı heykellerinin büyük bir çoğunluğu öldükten sonra gerek dini gerek dünyevi nedenlerle kutsanan kişilere ait heykellerdir.</p>
<p>Şu ayette Hz. Muhammed kastedilerek <em>kulu</em> lafzına yer verilmektedir: “<em>Kuluna hiçbir eğriliği olmayan Kitab'ı indiren Allah'a hamd olsun.</em>” (el-Kehf 18/1). Kur’an’ın indirilişine dair başka bir ayette de yine Hz. Muhammed’in kul oluşuna dikkat çekilmektedir: “<em>Böylece (Allah'ın) kuluna vahyettiğini vahyetti</em>.” (en-Necm 53/10). Yine Hz. Muhammed’in kul oluşundan söz edilen başka bir ayette Kur’an’dan şöyle söz edilmektedir: “<em>Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, çok merhametlidir</em>.” (el-Hadid 57/9). Bu üç ayette de Hz. Muhammed’in kul oluşuna dikkat çekilirken ona indirilen kitaba da dikkat çekilmektedir.</p>
<p>Allah’tan korkan ve sadece O’ndan korkmaya davet eden Peygamber’i (s) saptırma çabaları hakkında Kur’an şöyle bilgi vermektedir: “<em>Allah, kuluna kâfi değil midir? Durmuşlar da seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah kimi saptırırsa artık ona hidayet edecek yoktur</em>.” (ez-Zümer 39/36). Bu ayettekine benzer şekilde şu ayette de Hz. Muhammed’in kâfirlerden korunmasından söz edilmektedir: “<em>Muhakkak ki alay edenlere karşı biz sana yeteriz</em>.” (el-Hicr 15/95). Bu doğrultuda hareket eden Peygamber’den (s) vahye karşı kayıtsız kalanlara şöyle hitap etmesi istenmektedir: “<em>Bana Allah yeter. O'ndan başka ilâh yoktur. Ben O'na dayanmaktayım ve O, büyük Arş'ın rabbidir</em>.” (et-Tevbe 9/129). Allah peygamberini insanların şerrinden koruyacaktır (el-Mâide 5/67).</p>
<p>Görüldüğü gibi Allah’a kul olmak üst bir mertebedir. Peygamber bile olsa bir insanı bu mertebenin üstüne çıkarıp onun ile Allah arasında -haşa- bir akrabalık bağı iddiasını gündeme getirmek, hatta onun Allah ile eşit olduğunu söylemek şirktir. Kendisine Kitap indirildiği ve peygamber olduğu için kimse kul olma niteliğini yitirmez.</p>
<h1><strong>Peygamberlerin “Güzel Örnek” Oluşları</strong></h1>
<p>Kur’an’da “güzel örnek (usvetun hasenetun)” ifadesi, iki Medenî surenin üç ayetinde geçmektedir. Surelerin iniş kronolojisine göre bu bölümde ele alınacak ayetlerin ilkinde “güzel örnek”, Hz. Muhammed diğer ikisinde ise Hz. İbrâhim ve o dönemin Müslümanlarıdır. Her iki peygamberin örnekliğini vurgulamak, çağımızda Müslümanca yaşama çabalarına bir projeksiyon tutacaktır.</p>
<p>Peygamber’in (s) güzel örnekliği dinî konulardadır. Diğer konularda Müslümanlar onun tercihlerinin dışında görüş bildirebilir. Nitekim risalet yıllarında, bazı konularda o, istişare yapmış ve bir karar çıkmışsa ona uygun hareket edilmesini istemiştir: “<em>Ant olsun ki Resulullah, sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir</em>.” (el-Ahzâb 33/21). Resul’e (s) itaat, Kur’an’dan dolayıdır. Kur’an ile irtibatı kesin olmayan, kültürel, bölgesel vs. konularda Resul’e (s) itaat, risalet yıllarıyla sınırlıdır. Onlar, ibret boyutuyla değerlidir, istinbat malzemesidir yoksa evrensellikleri söz konusu değildir. Resulullah’ın (s) Kur’an ayetlerine dair sözleri (hadisler) ve uygulamaları (sünnet), dinin doğru anlaşılmasında ve yaşanmasında son derece önemlidir. Mütevatir sünnet ve sayıca az kabul edilen mütevatir hadisler ise müminlere tercih hakkı bırakmaz. Ayette Hz. Muhammed’in güzel örnekliğinden faydalanabilecek kimselerin, ahirete inanan ve Allah'ı çok zikreden yani Allah’ı ve hesap vereceklerini hatırlarından çıkarmamaya özen gösteren kimseler olduğuna da dikkat çekilmektedir.</p>
<p>Kur’an, yukarıdaki ayette olduğu gibi son Peygamber’in (s) güzel örnekliğine dikkat çekerken Hz. İbrahim’i ve kendisine tâbi olan Müslümanları da güzel bir örnek olarak göstermektedir: “<em>İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ Şu kadar var ki İbrahim</em> <em>babasına, ‘Ant olsun senin için bağışlanma dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez.’ demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır</em>.” (el-Mümtehine 60/4). İman varsa tağuta gönüllü itaat yoktur. Allaha iman eden kişinin tağutu reddetmesi gerektiği için ikisi bir arada bulunamaz (el-Bakara 2/256). Hz. İbrâhim ve inananların, inkârcılara “<em>Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız</em>.” demeleri, âdeta Mekke’deki ilk inanan topluluğunun tavrını yansıtmaktadır. Babası tarafından kovulan Hz. İbrâhim ve inananların, “<em>Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir</em>.” dediği toplum, Hz. İbrahim’in risaletine karşı delil getiremeyince Hz. İbrâhim’i yakmaya karar verecek kadar zalimdir. Dolayısıyla onlara karşı Müslümanların kin beslemelerinde bir gariplik yoktur. Hz. İbrâhim’in babasına, “<em>Ant olsun senin için bağışlanma dileyeceğim</em>.” demesi, put yapımıyla uğraşan babasının iman etmesi durumunda onun geçmiş günahları için dua etmesi anlamındadır. “<em>Ancak onun (babasının) Allah'a düşman olduğu kendisine belli olunca artık ondan uzak durdu</em>.” (et-Tevbe 9/114) ayeti ise Hz. İbrahim’in babasının, bütün çağrılara ve bağışlanması için yapılan dua vaatlerine karşın putperestlikte ısrar etmesi üzerine Hz. İbrâhim’in ona mesafeli durduğunu gösterir.</p>
<p>Mümtehine suresinde, Hz. İbrahim ve o dönem Müslümanlarının güzel örnekliğine ikinci kez şöyle dikkat çekilmektedir: “<em>Ant olsun, onlar sizin için Allah'ı ve ahiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah, zengindir, övgüye lâyık olandır</em>.” (el-Mümtehine 60/6). Bu lider ve toplumunu, örnek almaktan uzak duranlar varsa onlar bilmelidirler ki Hz. İbrahim ve inananları güzel örnek olarak gösteren Allah, inkârcıların yüz çevirmelerinden -hâşâ- zarar görecek değildir. Aksine muhtaç durumda olanlar, o peygamber ve inananların güzel örnekliğinden ve dinden uzak duranlardır. Hakikate karşı kibirli davrananlar yaptıklarının hesabını verecektir.</p>
<p>Neticede denebilir ki peygamberlerin ve müminlerin “güzel örnek”liğinden faydalanacak kimseler; ahirete inanan, Allah’ı sıkça anan, tağuta karşı tavırlı ve Allah’a dayanan kimselerdir. Kur’an’da iki peygamberin (Hz. İbrâhim ve Hz. Muhammed) ve Hz. İbrâhim dönemi Müslümanlarının güzel örnekliğine dikkat çekilmesi, diğer peygamberlerde güzel örneklik bulunmadığı anlamına gelmez. Sadece iki peygamberin güzel örnekliği ön plana çıkarılmıştır. “Güzel örneklik” ifadesinin yer aldığı iki surenin indiği Medine’de Ehl-i Kitab’ın Mekke’ye oranla sayıca daha fazla olması ve Yahudilerin, Hristiyanların da en azından slogan düzeyinde kendilerini Hz. İbrahim’e atfetmeleri dikkate alınırsa Kur’an’da “iki defa” güzel örnekliğine vurgu yapılan Hz. İbrahim’in, İslam’ın insanlara ulaştırılmasında iyi bir imkân olduğu görülür.</p>
<h1><strong>Sonuç</strong></h1>
<p>Allah’a kul olmak, insanlara batıl karşısında üstün bir konum sağlar. Bununla birlikte bu yüce mertebe, peygamber bile olsa insanı beşer statüsünden çıkarmaz. Herhangi bir nesne ya da kişi ile yüce Allah arasında bir soy bağı kurmayı meşrulaştırmaz. Kastedilen kişi melek ya da peygamber bile olsa O’nun kızı, oğlu, ortağı var demek şirktir. Kendisine kitap indirildiği ve peygamber olduğu için kimse kul olma niteliğini yitirmez.</p>
<p>Ahirette kurtulanlardan olmak isteyenler Kur'an’ın örnek gösterdiği kişilerin rehberliğini göz ardı etmemelidir. Bu rehberlerden iki tanesi Kur'an’da “güzel örnek” olarak somutlaştırılmıştır: Hz. Muhammed ve Hz. İbrâhim. Yaygın kanaatin aksine Hz. İbrâhim tek başına değil, ona inanan Müslümanlarla birlikte örnek gösterilmiştir.</p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Ebü’l-Hüseyin İbn Fâris, <em>Muʿcemü meḳāyîsi’l-luġa</em>, thk. Abdüsselâm Muhammed Hârûn (Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1399/1979), 4/149.</p>
<p><a href="#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> “İmam Rabbani’nin buyurduğu gibi Muhammed Mustafa eşittir Allah!” ya da “Önce peygambere ardından Allah’a tapmalıyız.” tarzında sözler, çağdaş dönemde söylenmiş batıl sözlerdir.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-4408030246671979235.post-60885060153293200682023-09-16T21:55:00.002+03:002023-09-16T21:55:44.984+03:00Sorularla Peygamberimizi Tanıyalım<p><strong>Giriş</strong></p>
<p>Sorular sorarak bir konuyu ele almak ve anlatmak, muhatabın konuyu anlamasını sağlamak açısından önemli ve etkili bir araçtır. Bu üslup, daha fazla dikkat çeker ve düşünmeye teşvik eder. Bu esas doğrultusunda bu yazıda Resûlullah’ı (s) tanıma çabası şu sorularla sınırlı olarak ele alınacaktır: “Hz. Muhammed’in (s) kalbi yarıldı mı? Bahîra olayı gerçek mi efsane mi? Peygamber (s) epilepsi (sara) hastası mıydı? Kur’an Peygamber’i (s) de uyarır mı?” Konuya ilişkin elde edilmiş bilgiler, “mesaj muhtevası”nın asıl özelliklerini ortaya koymayı hedefleyen içerik analizi yöntemi<a href="#_ftn1" name="_ftnref1">[1]</a> ile değerlendirilecektir. Başvuru kaynakları temelde tefsirler, ikincil düzeyde de Kur’an yorumuna ilişkin eserler, hadis ve tarih kitaplarıdır. Elde edilen bulgulara göre Resûlullah’ın (s) insani yönü ön plana çıkmaktadır. O, diğer peygamberler gibi bu özelliğiyle müminlere örnek alınabilir bir niteliğe sahip olmuştur.</p>
<p> </p>
<p><strong>Hz. Muhammed’in (s) kalbi yarıldı mı?</strong></p>
<p>Bazı hadis kaynaklarında Resûlullah’ın (s) kalbinin -mecaz olmaksızın- yıkanıp temizlendiğinden söz edilmektedir. Bu bölümde ilgili iki rivayeti ve bu rivayetlerle ilişkilendirilen İnşirâh suresinin ilk ayeti ele alınacaktır.</p>
<p>İlk rivayet şöyle:</p>
<p>“Allah’ın Elçisi (s), çocuklarla oynardı. Yanına biri geldi ve onu alıp karnını yarıp içinden bir pıhtı çıkardı ve onu attı ve dedi ki: ‘Bu, sendeki şeytanın payıdır.’ Sonra onu, zemzem suyuyla dolu altın bir kapta yıkadı ve karnını dikti. Çocuklar, süt annesine doğru ‘Muhammed öldürüldü! Muhammed öldürüldü!’ diye bağırdılar. Allah’ın Elçisi (s) onlara doğru döndü, rengi solmuştu.” Enes dedi ki: Göğsündeki dikiş izini gördük.”<a href="#_ftn2" name="_ftnref2">[2]</a></p>
<p>İkinci rivayet de şu şekilde:</p>
<p>“Bir gece Kâbe’deyken, uyanıklık ve uyku arasında bir haldeydim. (Bir rivayette belirtildiği gibi) iki adam arasında bir adamın yanında olduğumu hissettim. Altından bir kap getirildi, bu kap hikmet ve imanla doluydu. Göğsüm boynumdan karın boşluğuma kadar yarıldı. Sonra karın boşluğum zemzem suyu ile yıkandı ve hikmet ve imanla dolduruldu. Bana, bir katır boyunda beyaz bir binek, burak getirildi. Cebrail ile birlikte dünyanın göğüne kadar yolculuk yaptım.”<a href="#_ftn3" name="_ftnref3">[3]</a></p>
<p>Yukarıdaki rivayetlerden ilki oldukça gariptir çünkü Hz. Peygamber’in (s) emzirilmek üzere verildiği annesinin kabilesi Sa`doğulları idi ve orada sadece beş yıl kalmıştı. Dolayısıyla olayı nakleden arkadaşlarının yaşları itibarıyla “nakil güçleri”nin seviyesi dikkate alındığında bu olayın gerçekleşmiş olduğu konusunda soru işaretleri ortaya çıkmaktadır. Rivayette “mecaza hamledecek” bir yönün varlığı da net değildir. İkinci rivayete gelince kalbe imanın yerleşmesi için böyle bir operasyona gerek yoktur. Zaten hikmet ve iman fiziki şeyler değildir. Peygamberlerin kalbine iman yerleştirilmesinin bu tarzda olduğuna dair bir ilahi sünnet bilinmemektedir. Ne var ki ikinci rivayeti, “uyku ile uyanıklık arasında” ifadesini içerdiğinden onu yaşanmış bir olayın değil “bir rüyanın aktarımı” olarak görebiliriz.</p>
<p>Yukarıdaki rivayetleri somut olarak gerçekleşmiş olduğunu düşünenler kendilerini teyit için Resûlullah’ın (s) göğsünün açılmasının kesinliğinin “soru kalıbı” kullanılarak vurgulandığı şu ayeti<a href="#_ftn4" name="_ftnref4">[4]</a> delil getirmektedirler: “<em>Senin göğsünü açıp genişletmedik mi</em>?” (el-İnşirâh 94/1). Bu ayet, Hz. Muhammed’i (s) peygamberliğe ve müşriklerin tepkilerine karşı koyması için onu hazırlamak anlamında olup yukarıdaki rivayetlerde anlatıldığı gibi ameliyat etmek anlamına gelmez.<a href="#_ftn5" name="_ftnref5">[5]</a> Ayetin işaret ettiği salt ruhsal bir olgudur. Maksat, Resûlullah’ın (s) kalbinin temizlenmesi, saf ve kutsal risaleti algılayacak ve onun ağır yükünü taşıyacak hale gelmesi ve onu tam bir içtenlikle özümsemesidir.<a href="#_ftn6" name="_ftnref6">[6]</a> Taberî (ö. 310/923), Hz. Peygamber’in (s) kalbinin hidayete, Allah’a iman ve hak bilgisine açılması anlamına geldiği düşüncesini belirtmektedir. Yüce Allah, onun kalbini hikmet kabı haline getirmektedir.<a href="#_ftn7" name="_ftnref7">[7]</a> Begavî (ö. 516/1122) tefsirinde ayetteki genişletmenin Resûlullah’in (s) kalbinin iman, nübüvvet, ilim ve hikmete uygun hale getirilmesi şeklinde bir yorum mevcuttur.<a href="#_ftn8" name="_ftnref8">[8]</a></p>
<p>İbn Kesîr (ö. 774/1373) tefsirinde yukarıdaki ayetin Hz. Muhammed’in (s) kalbinin nurlandırılması, genişletilmesi anlamına geldiği söylenmekte ve buna şu ayet delil olarak aktarılmaktadır: “<em>Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun gönlünü İslam’a açar</em>.” (el-En`am 6/125). Resûlullah’ın (s) göğsünün açılmasından söz eden yukarıdaki ayette (el-İnşirâh 94/1) olduğu gibi bu ayetteki “açılma” da ona verilen şeriattaki genişlik, kolaylık ve o şeriatın (Hz. Peygamber’in (s) ve müminlerin üzerinde) ağır bir yük olmayışı anlamındadır.<a href="#_ftn9" name="_ftnref9">[9]</a> Yani her iki ayette de “göğsü açmak” fiili kullanılmakta ve “bir kalp ameliyatı” kastedilmemektedir.</p>
<p>Öyle anlaşılıyor ki belirttiğimiz iki rivayeti de -ikisinden kastedilenin fiili bir ameliyat olduğu yorumuyla birlikte- İnşirâh suresi ayetindeki “göğsün açılmasıyla” irtibatlandırmak doğru değildir.</p>
<p><strong> </strong></p>
<h2>Bahîra olayı gerçek mi efsane mi?</h2>
<p>Annemarie Schimmel (1922-2003) adlı dinler tarihçisi <em>Muhammed O’nun Peygamberidir</em> adlı eserinde Hz. Muhammed’in (s) omuzları arasında mevcut “peygamberlik mührü”nü 12 yaşındayken Suriye’ye yaptığı bir yolculuk sırasında gören keşiş Bahîra’nın, onun peygamber olacağı müjdesini verdiğini ileri sürmekte ama bu olayın gerçek olup olmadığını sorgulamamaktadır. Söz konusu olay Tirmizî’de özetle şöyle geçmektedir:</p>
<p>Ebu Talip ‘Kureyş büyüklerinden bir grupla Şam’a giderken Muhammed’i (s) de götürür. Yolda bir manastır civarında mola verirler bir rahip onlara yaklaşır, Muhammed’i elinden tutar ve ‘Bu âlemlerin efendisidir!’ der. Gerekçe olarak da onun özelliklerinin onlara indirilen kitapta bulunduğunu ona secde etmedik ne taş ne ağaç kaldığını ve o şeylerin ancak bir peygambere secde edeceğini ayrıca Muhammed’in (s) vücudunda peygamberlik mührü bulunduğunu söyler ve ayrılır. O sırada Muhammed’in (s) üzerine bir bulut gelir ve ağacın gölgesi de ona meyleder. Rahip Mekke’den gelenlere onu Rum diyarına götürmemeleri ricasında bulunur; çünkü onu orada öldürebilirler. O sırada manastıra yedi Rum yaklaşır. Onlar da Araplar arasından çıkacak bir peygamberin memleketlerine doğru geldiğinin kendilerine haber verildiğini söyler. Rahibin Muhammed’e (s) işaret etmesiyle ona biat eder ve onun gerçek peygamber olduğunu kabul ederler. Rahibin ısrarlı talebi doğrultusunda Ebû Tâlib onu içlerinde Hz. Ebû Bekir’in gönderdiği, Bilâl’in de bulunduğu bir grup kimse ile geri gönderir.”<a href="#_ftn10" name="_ftnref10">[10]</a></p>
<p>Peki bu olay yaşanmış olabilir mi?</p>
<p><em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em> adlı eser -haklı olarak- bu olaya dair bazı soru işaretlerini zihinlerde uyandırmaktadır: Hz. Peygamber (s), bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylardan ve rahipten (Bahîrâ) ölünceye kadar niçin söz etmemiştir? Taşların ve ağaçların Hz. Muhammed’i (s) selamlayıp ona secde ettiğini, bulutun onu gölgelendirdiğini bu insanlar görmediği halde Bahîrâ nasıl görmüştür? Bahîrâ, Hz. Peygamber’in (s) tanınıp kendisine zarar verilmesinden korkarak geri gönderilmesini sağlıyor ama buna rağmen daha sonra niçin Hz. Peygamber (s) Hz. Hatice adına Şam’a ticaret kervanın başında gidiyor? Bu kadar olağanüstü halleri yaşayan ve bilgi sahibi olan Hz. Peygamber (s), Hira’da ilk vahye muhatap olduğunda neden şoke oluyor? Önceden bu halleri yaşayıp bazı bilgilere sahip birisi olarak bunu soğukkanlılıkla karşılaması gerekmez miydi? Bütün bunlar olduysa Hz. Peygamber’in (s) mesajı tepki gördüğünde, neden bunu bilenlerden biri çıkıp olayı hatırlatmamış ve insanlara inanmaları gerektiğini söylememiştir? Hz. Muhammed (s) o olay esnasında on üç yaşındayken ondan iki yaş küçük Ebû Bekir’in ona korumalık sorumluluğunu üstlendiği düşünülebilir mi? “Kendisine kitap verileceğini ummayan” (el-Kasas 28/86) ve “kitap bilgisinden uzak” (eş-Şûrâ 42/52) Peygamber böyle bir olayı yaşamış olsaydı en azından peygamber olacağı beklentisine girmez miydi? Yine <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em> adlı eserde belirtildiğine göre <em>Fıḳhü’s-sîre </em>yazarı Muhammed Gazali (1917-1996), Rahip Bahîra olayının, Buda’nın ve Hz. Îsâ’nın düşmanları tarafından arandığını anlatan olaylara benzediğini ifade etmektedir.<a href="#_ftn11" name="_ftnref11">[11]</a></p>
<p><em>Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti</em> adlı eserde belirtildiğine göre bu olaya dair rivayet mürseldir ve bu nedenle dinde delil olmadığı gibi tarih açısından da güven vermemektedir. Gottheil’e göre<a href="#_ftn12" name="_ftnref12">[12]</a> İslâm’ı Bahîra’nın telkinleri olduğunu ileri süren bir kısım Hıristiyanların bu olayı uydurmuş olma ihtimali söz konusudur ve onun bu iddiası “Bu olay efsane mi gerçek mi?” diye düşünenler için yabana atılacak gibi de değildir.</p>
<h2>Peygamber (s) epilepsi (sara) hastası mıydı?</h2>
<p>Hipokrat (m.ö. 460 [?]-375 [?]), İslam dünyasında <em>Kitâb fi’l-marażi’l-ilâhî </em>adıyla bilinen epilepsi (sara) hakkındaki eserinde halk arasında kutsal hastalık denilen bu rahatsızlığın bir beyin hastalığı olduğunu ve fizyolojik sebeplere dayandığını anlatır. Hipokrat’a göre öteki hastalıklar ne kadar kutsal ise epilepsi de o kadar kutsaldır.<a href="#_ftn13" name="_ftnref13">[13]</a> Yani bu hastalığın kutsallığı yoktur. Vahiy gelirken Resûlullah’ın (s) bir acı hissetmesi, kulağına çıngırak sesi gibi bir ses gelmesi<a href="#_ftn14" name="_ftnref14">[14]</a> ve soğuk bir günde bile alnının terlemesine dair rivayetlerden<a href="#_ftn15" name="_ftnref15">[15]</a> yola çıkarak bazı Batılı eleştirmenler bu hallerle epilepsi hastalığı arasında irtibat kurmaya çalışır. Bu yazıda bu ilişkinin olup olmama ihtimali üzerinde durulacaktır.</p>
<p>Sara nöbeti geçiren kimse, şiddetle titrer ve sonra bütün azalarında keskin bir ağrı ve bitkinlik hisseder. Durumuna üzülür, hatta nöbetlerinde karşılaştığı bu haller nedeniyle intiharı bile düşünebilir. Hz. Peygamber’e (s) Kur’an ayetleri inerken onun ruh hâlinde yaşadığı değişim sara hastalığından kaynaklanıyor olsaydı yaşadığı o durum geçer geçmez sevinirdi; fakat o, zaman zaman daralmış ve vahyin inip onun sorununu çözmesini arzulu bir şekilde istemişti.</p>
<p>Vahyin inişi her zaman istiğrak (manevi bir hâl nedeniyle dalıp gitme), horlama vs. durumlarına neden olmuyordu. Vahiy meleği bazen insan suretinde geliyordu. Resûlullah (s) onun Cebrail olduğunu bilmesine rağmen, normal ruh hâlinde bir değişiklik olmuyordu. Sara hastası olan kimse, nöbet sırasında idrak ve düşünme yeteneğini tamamen kaybeder. Kendisinde ve etrafında olup bitenin farkına varamaz, bilinci durur. Hâlbuki Hz. Peygamber (s), ayetlerin inişinin ardından insanlara hukukun, ahlakın, kulluğun, edebi ifadenin, nasihatin en güzel örneklerini içeren o ayetleri insanlara duyurmaktaydı. Benzerini getirmekten bütün insanların âciz kaldığı bir kelam, bir sara hastasının geçirdiği nöbetlerin sonucunda söylemeye başladığı sözlerin toplamı olabilir mi?</p>
<p>Saralı şiddetle titrer. Oysa vahiy esnasında rastlanan haller arasında, titreme hali nakledilmez. Sara hastası nöbeti sırasında saçmalar, Hz. Peygamberde (s) böyle bir durum olmamıştır. Onun vahiy aldığı anlardan sonra tebliğ ettiği ayetlerin toplamından oluşan Kur’an elimizdedir. Kur’an’ın beyanındaki mükemmellik ortadadır. Müslüman olmayan Araplar bile Arapça bir ifadenin dile uygunluğunu ortaya koyabilmek için Kur’an’a başvurmak zorundadır.</p>
<p>Görüldüğü gibi Hz. Muhammed’in (s) sara hastası olduğu şeklindeki görüşün gerçek bir zemini yoktur. Epilepsi fiziki ve zihinsel bozulmaya neden olur ve bu türden bir belirtiye Hz. Muhammed’de (s) rastlanmış değildir. Aksine o, yeteneklerini tam kapasiteyle hayatının sonuna kadar net bir şekilde kullanabiliyordu.<a href="#_ftn16" name="_ftnref16">[16]</a> Mekkeli müşriklerin Peygamber’e (s) sara hastası olduğu iddiasında bulunduğuna dair bir bilgi yoktur. Resûlullah (s) ile alay etmelerinden söz eden ayetler dikkate alındığında o inkârcıların bu hastalığı da alay konuları arasına eklememeleri herhalde düşünülemez.</p>
<h2>Kur’an Hz. Peygamber’i (s) de uyarır mı?</h2>
<p>Hz. Peygamber’in (s) karar ve davranışlarından dolayı zaman zaman Allah tarafından uyarıldığı görülmektedir. Bu da onun Allah’ın yönlendirmesi ve gözetimi altında olduğunu, O’nun tarafından karar ve uygulamalarının sürekli kontrol altında tutulduğunu göstermektedir. Bu uyarılar, aynı zamanda Hz. Peygamber’in (s) kendi başına hüküm koyucu olmadığını gösterdiği gibi onu beşer üstü konuma çıkaran, Allah’ın (haşa) küçük bir görünümü düzeyine yükselten, her söz ve davranışı vahiymiş gibi algılayan, abartma ve yüceltmelerle onu örnek alınamaz bir düzeye çıkaran bütün söylem ve anlatımların yanlış olduğunu da göstermektedir.<a href="#_ftn17" name="_ftnref17">[17]</a> Bu bölümde Hz. Peygamber’e (s) yönelik uyarıları içeren ayetleri ele alacağız.</p>
<p>Bedir savaşının Müslümanların lehine sonuçlanacağı netleşmeden, Hz. Peygamber (s) müşriklerin bir kısmını esir alınca -yani hapsedince-<a href="#_ftn18" name="_ftnref18">[18]</a> Yüce Allah onu şöyle uyardı: “<em>Hiçbir Peygambere yeryüzünde kesin galibiyet sağlamadan esir almak yaraşmaz. Siz dünya malını istersiniz, oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah azizdir, hakimdir. Eğer Allah’tan bir yazı (hüküm) bulunmasayydı aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu</em>.” (el-Enfâl 8/67-68).</p>
<p>Resûlullah’ın (s) uyarıldığı bir diğer nokta, bahane uydurarak savaştan kaçan münafıklara izin vermesi nedeniyledir: “<em>Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?</em>” (et-Tevbe 9/43). Ne var ki ayetten de anlaşılacağı gibi o bu davranışından dolayı affedilmiştir.</p>
<p>Kur’an, Allah’ın helal kıldığı şeyi Resûlullah’ın (s) “eşlerinin hatırı için haram kılma yetkisi”nin olmadığını<a href="#_ftn19" name="_ftnref19">[19]</a> şöyle belirtmektedir: “<em>Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak Allah’ın sana helâl kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun?</em>” (et-Tahrim 66/1-3). Ayetteki “<em>Eşlerinin rızasını arayarak</em>” ifadesinden Resûlullah’ın (s) -Hz. Âişe’nin gönlünü etmek için- helal olmasına rağmen cariyesi Mâriye’yi kendine haram kıldığı söylenmektedir;<a href="#_ftn20" name="_ftnref20">[20]</a> fakat doğru yaklaşım, ayetteki “<em>eşlerinin rızasını</em>” şeklindeki lafzı “bir eşinin” rızasını kazanmaya çalışmasıyla sınırlamamayı gerektirir.</p>
<p>Gözleri görmeyen adamın dini öğrenme isteği karşısında Hz. Peygamber’in (s) başka birini önceleyen tavrı şöyle eleştirilmektedir: <em>“(Peygamber) Yüzünü ekşitti ve döndü. Kendisine âmâ geldi, diye. Ne bilirsin, belki o temizlenecek? Veya öğüt alacak da öğüt ona fayda verecek. Ama buna ihtiyaç hissetmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun temizlenmemesinden sana ne? Ama sana can atarak gelen, Allah’tan korkarak gelmişken, sen onunla ilgilenmiyorsun.</em>” (Abese 80/1-10). Bu uyarı aynı zamanda bütün Müslümanlar için bir yöntem ve davranış modeli konusunda da bir öğretimdir.<a href="#_ftn21" name="_ftnref21">[21]</a></p>
<p>Kur’an Müslüman olmayanların yüce Allah tarafından affedilmesini talep etmenin yanlışlığı konusunda da Resûlullah’ı (s) uyarmaktadır: “<em>Ne peygambere ne iman edenlere akraba bile olsalar cehennemlik oldukları iyice belli olduktan sonra müşriklere bağışlanma dilemek yoktur</em>.” (et-Tevbe 9/113). Said b. Müseyyeb’in babasından aktardığına göre bu kişi Hz. Peygamber’in (s) amcası Ebû Tâlib’tir.<a href="#_ftn22" name="_ftnref22">[22]</a></p>
<p>Süfyan b. Uyeyne kanalıyla Ali b. Hüseyin’den yapılan nakle göre, yüce Allah Resûlullah (s)’a Zeyneb’in onun eşi olacağını bildirmişti. Ne var ki, Zeyd eşini şikâyete geldiğinde Hz. Peygamber (s) Allah’ın bildirdiğini gizlediği<a href="#_ftn23" name="_ftnref23">[23]</a> için uyarıldı: “<em>Hem hatırla o vakti ki o kendisine Allah’ın nimet verdiği ve senin de ikramda bulunduğun kimseye, ‘Eşinle evlilik bağını koru ve Allah’tan kork!’ diyordun da içinde Allah’ın açıklayacağı şeyi gizliyordun. İnsanlardan çekiniyordun</em>.” (el-Ahzâb 33/37).</p>
<p>Hz. Peygamber (s), bir Yahudinin haklı olduğu bir konuda haksız pozisyondaki Müslümanı tercih etme ihtimali karşısında uyarılmaktadır: “<em>Biz sana Kitab’ı (Kur’ân) hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma!</em>” (en-Nisâ 4/105).</p>
<p>Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s) de zaman zaman yanılmakta ve yüce Allah onu uyarmaktadır.</p>
<h2>Sonuç</h2>
<p>Bu yazıda, Hz. Muhammed’in (s) kalbinin mecazi ya da fiziksel olarak açıldığı iddiası ele alınmıştır. İlgili ayetin (el-İnşirâh 94/1) “iç ferahlığından” söz etme ihtimali daha yüksektir. İlgili hadislerin ise en azından bu ayetle aynı şeyden söz etmediği söylenebilir.</p>
<p>Hz. Muhammed’in (s) gençlik yıllarında Suriye’ye bir ticaret yolculuğuna çıktığı ve bu esnada Bahîra adlı bir rahiple karşılaştığı, Bahîra’nın onun gelecekteki peygamberliğini müjdelediği iddiası, çeşitli rivayetlerde mevcuttur. Bununla birlikte bu olay, bazı soru işaretlerini gündeme getirir. Ayrıca peygamberlik hayatı boyunca Hz. Muhammed’in (s) bu olaya dair hiçbir açıklama yapmaması, olayın gerçeklik değerini tartışılır kılmaktadır.</p>
<p>Hz. Muhammed’in (s) epilepsi (sara) hastası olduğu iddiası, genellikle vahiy alırken yaşadığı fiziksel ve ruhsal değişimlere ilişkin rivayetlere dayandırılmaktadır; ancak epilepsi hastalığının belirtileri ile peygamberimizin vahiy alırken yaşadığı durumlar arasında önemli farklar bulunmaktadır. Epilepsi hastaları nöbet geçirdikleri sırada genellikle bilinçlerini kaybederler, şiddetli titreme ve saçmalama durumları yaşarlar. Hz. Muhammed (s) ise vahiy aldığı sırada bilincini kaybetmez, titreme veya saçmalama gibi belirtiler göstermezdi. Vahiy sonrasında insanlara tebliğ ettiği Kur’an ayetlerinin dil ve anlam bütünlüğü, bir epilepsi hastasının nöbet sonucunda söyleyebileceği sözlerden oldukça farklıdır. Bu sebeplerden ötürü, Hz. Muhammed’in (s) epilepsi hastası olduğu iddiası asla doğru değildir.</p>
<p>Kur’an, Hz. Peygamber’i (s) çeşitli konularda yönlendiren ve uyarıda bulunan ayetlerle doludur. Bu durum, Hz. Peygamber’in (s) de diğer insanlar gibi beşer olduğunu, hata yapabileceğini, Allah’ın iradesi ve yönlendirmesi altında olduğunu gösterir. Bu uyarılar aynı zamanda, Hz. Peygamber’in (s) kendi başına hüküm koyucu olmadığını, her sözünün, davranışının vahiy olmadığını ve onun beşer üstü bir konuma çıkarılamayacağını belgeler.</p>
<p>En doğrusunu Allah bilir.</p>
<p> </p>
<p><strong>Kaynakça</strong></p>
<p>Begavî, Mesud el-Ferra el-. <em>Meâlimu’t-tenzîl</em>. thk. Muhammed Abdullah en-Nemr vd. 8 Cilt. Beyrut: Dâru Tayyibe li’n-Neşri ve’t-Tevzi`, 4. Basım, 1417/1997.</p>
<p>Buhârî, İsmâil Ebu Abdillah el-. <em>el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ</em>. thk. Muhammed b. Züheyr Nâsır en-Nâsır. 9 Cilt. Beyrut: Dâru Tavki’n-Necat, 1422.</p>
<p>Fayda, Mustafa. “Bahîrâ”. <em>Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi</em>. Erişim 13 Mayıs 2023. https://islamansiklopedisi.org.tr/bahira</p>
<p>Heykel, Hüseyin. <em>Hz. Muhammed’in (s) Hayatı</em>. çev. Vahdettin İnce. 2 Cilt. İstanbul: Yöneliş Yayınları, 2000.</p>
<p>İbn Hanbel, Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed. <em>Müsned</em>. thk. Şuayb el-Arnavut. 45 Cilt. Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1421/2001.</p>
<p>İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmâil b. Ömer. <em>Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm</em>. thk. Sâmi b. Muhammed Selame. 8 Cilt. Beyrut: Dâru Tayyibe li’n-Neşri ve’t-Tevzi`, ts.</p>
<p>Kahya, Esin. “Hipokrat”. <em>Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi</em>. Erişim 13 Mayıs 2023. https://islamansiklopedisi.org.tr/hipokrat</p>
<p>Neuendorf, Kimberly A. <em>The Content Analysis Guide Book</em>. California: Sage Publications, 2002.</p>
<p>Sarmış, İbrahim. <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em>. 2 Cilt. İstanbul: Ekin Yayınları, 3. Basım, 2007.</p>
<p>Taberî, Muhammed b. Cerîr et-. <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>. thk. Ahmed Muhammed Şakir. 24 Cilt. Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1420/2000.</p>
<p>Tirmizî, Ebû İsa. <em>Sünenu’t-Tirmizî</em>. 5 Cilt. Mısır: Şirketu Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Bali, 2. Basım, 1395/1975.</p>
<p>Watt, Montgomery. <em>Muhammad: Prophet and Statesman</em>. London: Oxford University Press, 1964.</p>
<p>Zemahşerî, Ebü’l-Kāsım Mahmûd ez-. <em>el-Keşşâf ʿan ḥaḳāʾiḳı ġavâmiżi’t-tenzîl ve ʿuyûni’l-eḳāvîl fî vücûhi’t-teʾvîl</em>. 4 Cilt. Beyrut: Daru’l-Kitabi’l-Arabi, 3. Basım, 1407/1986.</p>
<p><strong> </strong></p>
<p> </p>
<p><a href="#_ftnref1" name="_ftn1">[1]</a> Kimberly A. Neuendorf, <em>The Content Analysis Guide Book</em> (California: Sage Publications, 2002), 52.</p>
<p><a href="#_ftnref2" name="_ftn2">[2]</a> Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed İbn Hanbel, <em>Müsned</em>, thk. Şuayb el-Arnavut (Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1421/2001), 19/251 (No. 12221).</p>
<p><a href="#_ftnref3" name="_ftn3">[3]</a> İsmâil Ebu Abdillah el-Buhârî, <em>el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ</em>, thk. Muhammed b. Züheyr Nâsır en-Nâsır (Beyrut: Dâru Tavki’n-Necat, 1422), "Zikru’l-Melâike", 2 (No. 3207).</p>
<p><a href="#_ftnref4" name="_ftn4">[4]</a> Ebü’l-Kāsım Mahmûd ez-Zemahşerî, <em>el-Keşşâf ʿan ḥaḳāʾiḳı ġavâmiżi’t-tenzîl ve ʿuyûni’l-eḳāvîl fî vücûhi’t-teʾvîl</em> (Beyrut: Daru’l-Kitabi’l-Arabi, 1407/1986), 4/770.</p>
<p><a href="#_ftnref5" name="_ftn5">[5]</a> İbrahim Sarmış, <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em> (İstanbul: Ekin Yayınları, 2007), 1/35.</p>
<p><a href="#_ftnref6" name="_ftn6">[6]</a> Hüseyin Heykel, <em>Hz. Muhammed’in (s) Hayatı</em>, çev. Vahdettin İnce (İstanbul: Yöneliş Yayınları, 2000), 173.</p>
<p><a href="#_ftnref7" name="_ftn7">[7]</a> Muhammed b. Cerîr et-Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, thk. Ahmed Muhammed Şakir (Beyrut: Müessesetü’r-Risale, 1420/2000), 24/493.</p>
<p><a href="#_ftnref8" name="_ftn8">[8]</a> Mesud el-Ferra el-Begavî, <em>Meâlimu’t-tenzîl</em>, thk. Muhammed Abdullah en-Nemr vd. (Beyrut: Dâru Tayyibe li’n-Neşri ve’t-Tevzi`, 1417/1997), 8/463.</p>
<p><a href="#_ftnref9" name="_ftn9">[9]</a> Ebu’l-Fida İsmâil b. Ömer İbn Kesir, <em>Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm</em>, thk. Sâmi b. Muhammed Selame (Beyrut: Dâru Tayyibe li’n-Neşri ve’t-Tevzi`, ts.), 8/429.</p>
<p><a href="#_ftnref10" name="_ftn10">[10]</a> Ebû İsa Tirmizî, <em>Sünenu’t-Tirmizî</em> (Mısır: Şirketu Mektebeti ve Matbaati Mustafa el-Bali, 1395/1975), “Menâkib”, 5.</p>
<p><a href="#_ftnref11" name="_ftn11">[11]</a> Sarmış, <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em>, 1/56-58.</p>
<p><a href="#_ftnref12" name="_ftn12">[12]</a> Mustafa Fayda, “Bahîrâ”, <em>Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi</em> (Erişim 13 Mayıs 2023).</p>
<p><a href="#_ftnref13" name="_ftn13">[13]</a> Esin Kahya, “Hipokrat”, <em>Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi</em> (Erişim 13 Mayıs 2023).</p>
<p><a href="#_ftnref14" name="_ftn14">[14]</a> Buhârî, <em>el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ</em>, "Bed’ü’l-vahy", 2.</p>
<p><a href="#_ftnref15" name="_ftn15">[15]</a> Tirmizî, <em>Sünenu’t-Tirmizî</em>, "Ma câ’e keyfe kâne yenzilu ale’n-nebiyyi sallallahu aleyhi ve sellem", 1.</p>
<p><a href="#_ftnref16" name="_ftn16">[16]</a> Montgomery Watt, <em>Muhammad: Prophet and Statesman</em> (London: Oxford University Press, 1964), 19.</p>
<p><a href="#_ftnref17" name="_ftn17">[17]</a> Sarmış, <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em>, 2/215.</p>
<p><a href="#_ftnref18" name="_ftn18">[18]</a> Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, 14/58.</p>
<p><a href="#_ftnref19" name="_ftn19">[19]</a> Sarmış, <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em>, 2/216-217.</p>
<p><a href="#_ftnref20" name="_ftn20">[20]</a> Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, 23/477.</p>
<p><a href="#_ftnref21" name="_ftn21">[21]</a> Sarmış, <em>Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak</em>, 2/218.</p>
<p><a href="#_ftnref22" name="_ftn22">[22]</a> Begavî, <em>Meâlimu’t-tenzîl</em>, 4/100.</p>
<p><a href="#_ftnref23" name="_ftn23">[23]</a> Taberî, <em>Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân</em>, 20/274.</p>Murat Kayacanhttp://www.blogger.com/profile/09937514185380279466noreply@blogger.com0