Kur’an-ı Kerim, insanları doğru yola sevk eden ve onlara rehberlik eden ilahi bir kitaptır. Hûd sûresi, bu kutsal kitabın önemli bir parçası olarak, iman edenler ile inkârcılar arasındaki temel farkları ve bu farkların sonuçlarını derinlemesine ele alır. Sûre, inkârcıların azap talepleri karşısındaki alaycı tutumlarını, insanın ümitsizlik ve nankörlüğünü, darlık sonrası bolluk karşısındaki davranışlarını ve müminlerin sabır ve salih amellerle ödüllendirilmesini çeşitli ayetlerle açıklar. Aynı zamanda inkârcıların peygamberlerden olağanüstü şeyler beklemeleri, “Kur'an’ın benzerini getirme” konulu meydan okuması ve inkârcıların bu konuda aciz kalmaları gibi temaları da işlemektedir. Söylem analizini yönteminin kullanılacağı bu makale, Hûd Suresi’nin 8.-15. ayetlerinin ışığında iman ve inkârın tezahürlerini inceleyecek, bu ayetlerin günümüz insanlarına yönelik evrensel mesajlarını ve ibretlerini gözler önüne serecektir. Konu klasik ve modern tefsirlerin ışığında ele alınacaktır.

İnkârcıların Azap İsteği ve Tehdit

İnkârcılar, peygamberlerin dünyevi ya da uhrevi azap tehdidini alayla karşılar: “Onlardan azabı belli bir süre için geciktirsek mutlaka, ‘Onu alıkoyan nedir?’ derler. Haberiniz olsun ki o geldiği gün artık kendilerinden geri çevrilmez ve alaya aldıkları şey onları kuşatmış olur.” (Hûd 11/8). Azabın hemen gelmemesinden hareketle inkârcıların sorduğu “Onu alıkoyan nedir?” sorusu öğrenme değil, alaya alma amaçlı bir sorudur. Aklı yerinde hiç kimse başına bir bela gelmesini istemez. Ayrıca azaba uğramayı hak ettiği düşünülebilecek nice toplulukların (Kureyş, Moğollar vs.) önemli sayıda üyeleri sonra Müslüm olmuştur. Dolayısıyla yüce Allah’ın azabı ertelemesinde de bir hikmet vardır. Alaya aldıkları azabın “geçmiş zamanlı bir kalıpla (hâka bihim)” onları “kuşatmış” olmasının söylenmesi, azabı kesinleştirmek ve inkârcılara dönük tehdidi artırmak içindir.

İnsanın Ümitsizlik ve Nankörlüğü

İnsan sahip olduğu değil, olamadığı ya da elinden giden nimetleri görmeye eğilimlidir: “İnsana katımızdan bir rahmet tattırsak da sonra onu geri alsak o hemen ümitsiz bir nankör oluverir.” (Hûd 11/9). Bu ayetteki “rahmet”, sağlık, güvenlik, zenginlik ve imkân vb. nimetlerdir. Bu nimetlere sahip kimse mümin ise bunların Allah’tan geldiği bilinciyle hareket eder ve “Allah’tan geldik, O’na döneceğiz.” (el-Bakara 2/156) der. Nimetin Allah’tan geldiğini bilir ve tevekkül ile huzur bulur. İnkârcı kimse ise “ümitsiz bir nankör” olup isyan eder. Kendisine verilen nimetleri unutarak hem kendisini üzer hem de etrafına negatif enerji yayar. Allah’tan başka rızık gönderecek bir varlık olmadığından umutsuzluğa düşer. “Verdiği onca nimetinin ardından yüce Allah tekrar nimet verir.” demez.

Darlık Sonrası Bolluk ve Nimetlerin Algılanışı

Yüce Allah’ın verdiği nimeti almasının ardından tekrar nimet verdiğinde ilahi hikmeti kavrayamamış insan, yine doğru bir tutum takınamaz: “Kendisine dokunan bir darlıktan sonra ona bir nimet tattırırsak mutlaka, ‘Kötülükler artık benden gitti.’ der, şımarık ve böbürlenen biri oluverir.” (Hûd 11/10). Darlık sonrası bolluğa, hastalık sonrası sağlığa kavuşan nankör insan, artık üzücü bir durumla karşılaşmayacağı konusunda gayet iyimserdir! Artık onun yüce Allah’ın adını anmaya ihtiyacı kalmamıştır! İnsan, “Kötülükler artık benden gitti.” demekle suçlu olmaz; çünkü kişinin belalardan kurtulması güzel bir şeydir. Bu kimsenin suçu, bu iyi hâle şükretmemesidir. O, yeryüzündeki nimetlerden “tatmak” gibi az bir kısmına kavuştuğunda bile nankörlüğe yönelir. İnsanın verilen nimetlerle “şımarık” olmayı tercih etmesi, zevke sefaya dalıp başkalarına gösteriş yapması; böbürlenen biri” olması ise o nimetleri Allah’tan bilmemesiyle ilgilidir. Nimetle şımarıp nimeti vereni unutmak gaflettir.

Sabreden ve Salih Amel İşleyenler

Yukarıda insanın nankörlüğünden, kibrinden söz edilmişti. Onlardan istisna tutulan insanlar hakkında da şöyle denilmektedir: “Ancak sabredip salih ameller işleyenler böyle değildir. İşte onlara bağışlanma ve büyük ecir vardır.” (Hûd 11/11). Bu olumlu kimseler, inkârcıların kötü tutumlarına ve başlarına gelen belalara karşı sabırlıdır. Ayrıca onlar, dinin kurallarına uygun yaşama konusunda da sabırlı ve kararlıdır. Yine onlar nimetlerin farkındadır. Yüce Allah, nimet verince de nimeti alınca da şükretmek suretiyle onlar salih amel işlerler. Onlar için söz konusu edilen “bağışlanma”, onların cezalandırılmayacağını gösterir.

İnkârcıların Peygamberlerden Olağanüstü Şeyler Beklemeleri

Peygamberler, güya aciz kalsınlar diye inkârcılar tarafından olağanüstü şeyler göstermeye çağrılır. Onların bu olumsuz tavrı peygamberin moralini bozabilir: “Onların, ‘Ona bir hazine indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?’ demelerinden dolayı göğsün daralabilir ve sana vahyedilenin bir kısmını belki terk edecek hâle gelirsin. Sen sadece bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.” (Hûd 11/12). Bu ayet, inkâr karşısında Resülullah’ın (s) içsel sıkıntılarını ifade etmektedir. Bunun yanında onun, kısa bir süreliğine de olsa görevini terk etme riskine karşı kuvvetli bir sakındırmadır. Yani ona, “göğsün daralabilir ve sana vahyedilenin bir kısmını belki terk edecek hâle gelirsin.” denilmesi, o inkârcıların itirazları karşısında “Göğsün daralmasın, aldığın vahyi kısmen de olsa terk etme!” ikazında bulunmak içindir. Benzer bir başka Kur'an ifadesi şöyledir: “Ant olsun ki onların söylediğinden dolayı kalbinin sıkıldığını biliyoruz. Sen hemen rabbini hamd ile yücelt. Ve secde edenlerden ol. Ve sana yakîn gelinceye kadar rabbine kulluk et.” (el-Hicr 15/97-99). Ayette (Hûd 11/12) vahyin “bir kısmının terkinin” gündeme getirilmesi, inkârcıların İslam’ın tamamını reddetmedikleri anlamına gelir. Sözgelimi onlar Allah’a inanmakta ve Kâbe’yi tavaf etmektedir. Ne var ki onlar, hak ile batılı birbirine karıştırmış hâldedir. Ayetteki, “Sen sadece bir uyarıcısın.” ifadesi, Peygamber’in (s) mucize getirmek gibi bir sorumluluğu olmadığını dolayısıyla onun pozisyonunun daha önce inkârcı tavırlarla yüz yüze gelen peygamberlerden farklı olmadığını göstermektedir. Önceki isyankâr toplumların cezalandırılması ve ahirette dünya nimetlerinden hesap sorulacağı vb. konularda Peygamber’in (s) uyarıcı olduğunun söylenmesinin ardından “müjdeci” olduğunun söylenmemesi, ayette müjdelenecek bir muhatap olmamasındandır. Onun görevi dini kabul ettirmek değil, "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." (el-Mâide 5/67) ayetinde ifade edildiği gibi duyurmaktır. İnkârcılar inkâr etti diye onun İslam’ı anlatma sevabı eksilmez. Madem “Allah ise her şeye vekildir.” yani herkesin yaptığını kayıt altına aldırır, o hâlde ona tevekkül etmek gerekir. Üzülmeye ve tasalanmaya gerek yoktur. O, kâfirleri cezasız bırakmayacaktır. Melek ya da mucize gönderip göndermeyeceğine yüce Allah karar verir. 

Kur'an'ın Benzerini Getirme Meydan Okuması

Yukarıdaki ayette vahyi inkâr ettiklerine dikkat çekilen Kur'an’ın mevcut dizilişine göre 11. sûresinde (Hûd) kâfirler, bu sûre öncesinde yer alan sûre sayısınca (10 sûre) Kur'an’ın benzerini getirmeye davet edilmiştir:Yoksa ‘Onu kendisi uydurdu.’ mu diyorlar? De ki: Eğer doğru sözlü iseniz onun sûrelerinin benzeri on tane uydurulmuş sure getirin ve Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın." (Hûd 11/13). İnkârcılara meydan okuma bağlamında onlardan Kur'an’ın “sûrelerinin benzeri” on sûre istenmesi, fesahat ve belagat, beyan, nazım açısından bir meydan okuma olarak görülmüştür. Kur'an’ın inkârcılara bu sayılan unsurlara ek olarak önerdiği “hayat düzeni” ve içerdiği gayb haberleri yönüyle meydan okuması da söz konusudur. Hatta onun hidayet kitabı olması yönüyle bu iki açıdan meydan okumuş olması daha da kuvvetli bir ihtimaldir. İnkârcılar böyle bir gayrete (Kur'an’a meydan okumaya) girişirlerse yüce Allah dışında yardım alabilecek kim varsa (ilahları, kâhinleri, akıl hocaları vs.) hepsinin yardımını almakta serbesttirler; çünkü bu serbestlik sonucu değiştirmeyecektir. İnkârcılardan “on tane uydurulmuş sûre” istenmesi, “Ben uydurduysam siz de uydurun.” şeklinde bir meydan okumadır. Bir delinin, şairin ya da kâhinin söyleyemeyeceği sözler içeren Kur'an ile meydan okuyan Peygamber (s), şair ya da filozof oluşuyla bilinen birisi değildi. Meydan okunan inkârcılar arasında ise şairler, söz ustaları vardı. Ne var ki onların bu avantajı (!) onlara fayda sağlamadı. Bu ayet ile inkârcılardan Kur'an’dakilere rakip on sûre getirmeleri istenmiş, başka bir ayette ise “Yoksa ‘Onu kendisi uydurdu?’ mu diyorlar? De ki: Eğer doğru sözlü iseniz onun sûrelerine benzer bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabileceklerinizi de çağırın." (Yûnus 10/38) denilerek Kur'an’a rakip bir sûre getirmeleri istenmiştir. Aklen önce on sonra bir adet sûre getirmeleri talebinin daha olduğunu düşünen müfessirler bu sıralamadan hareketle Yûnus sûresinin Hûd suresinden sonra indirildiği sonucuna varmışlardır. Önce on sonra bir sûre ile Kur'an’a meydan okumaya davet şeklinde bir sıralama gerekli olmayabilir de. Bir bağlamda bir grup kâfirden bir, başka bir bağlamda başka bir grup kâfirden Kur'an’dakilere benzer on sûre getirmeleri istenmiş de olabilir.

İnkârcıların Acizliği ve Kur'an'ın İlahi Kaynağı

Kâfirler, taptıkları putlardan ve kendileri gibi başka inkârcılardan destek alsalar da Kur'an’ın on sûresinin benzerini getiremediler, getiremezler: “Eğer size cevap veremezlerse bilin ki o Allah'ın ilmiyle indirilmiştir ve O'ndan başka ilah yoktur. Artık Müslüman olur musunuz?” (Hûd 11/14). Bu ayette inkârcıların bu konuda yardım istedikleri putlar ya da kişiler hakkında “cevap veremezlerse” şeklinde şartlı cümle kullanılması, onlarla alay etmek içindir. Bunun nedeni, onların Kur'an’ın benzerini getiremeyeceklerinin kesin oluşudur. Ayette (kâfirlerin önceki ayetteki meydan okuma konusunda) “size” yanıt veremezlerse denilmesiyle değer verildiğinin gösterilmesi için Resülullah’ın (s) kastedilmiş olması da Müslümanların kastedilmiş olması da mümkündür. Diğer bir ihtimal de ayetteki “siz”, müşrikler; cevap veremeyen de onların yardıma çağırdıklarıdır. Yine “O'ndan başka ilah yoktur.” ifadesi, müşriklerin yardıma çağırdıkları arasında yer alan tanrıların aciz kaldığına bir imadır. Putlar, onlara tapanlara İslam’ın meydan okuması konusunda hiçbir destek verememiştir. İsteyen de acizdir istenen de. Dolayısıyla Kur'an, Allah’tan başkasının ortaya koyabilecek bir kitap değildir. Ayetteki “Artık Müslüman olur musunuz?” sorusu emir anlamındadır. Bu emir, Müslümanlara dönük ise onlar dinde sabit kalmaya ve samimi olarak Allah’a kulluk etmeye ve helali, haramı gözeten bir hayat yaşamaya teşvik edilmiş olur. Muhatap müşriklerse onlar, Kur'an sûrelerinin benzerini getirme konusundaki meydan okuma karşısında aciz kalınca İslam’a davet edilmiş olur. Madem Kur'an’ın on sûresinin benzeri getirilemiyor, öyleyse o kesin olarak yüce Allah tarafından gönderilmiştir.

Dünya Hayatının Cazibesi ve Gösteriş

Allah pek merhametlidir. İnkârcılar, gösterişçiler ve münafıklar nankörlüklerini sürdürseler bile dünyalıklarından yoksun kalmazlar: “Kimler dünya hayatını ve süsünü isterse onlara orada yaptıklarının karşılıklarını tam veririz. Orada onlara bir noksanlık yapılmaz.” (Hûd 11/15). İnkârcılara dünyada istediklerinin verilmesinin bir nedeni de şirklerine rağmen, bir yandan da insanlara yaptıkları iyilikler (akrabaları gözetme, yetime sahip çıkma, yoksula destek olma vb.) olabilir. Benzer şekilde gösteriş için namaz kılan, zekât veren, oruç tutan vs. kimse de bundan dolayı dünyada Müslümanlar arasında saygınlık görür. Bu tür kimseler, yaptıklarının karşılığını dünyada görürler. Sağlıklı, refah içinde ve değer görmek suretiyle iyi bir hayat yaşayabilirler. Yatırımı dünyaya dönük olanın, ahirette dayalı döşeli köşkü olacak değildir. “Niyet” deyip geçilmemelidir.

Sonuç

Görüldüğü gibi Hûd Suresi'nin 8.-15. ayetleri, iman edenler ile inkârcılar arasındaki temel farkları ve bu farkların sonuçlarını derinlemesine ele alarak bizlere ibret dolu mesajlar sunmaktadır. Bu ayetlerde, inkârcıların azap talepleri karşısındaki alaycı tutumlarından, insanın ümitsizlik ve nankörlüğünden, darlık sonrası bolluk karşısındaki şımarıklığından ve müminlerin sabır ve salih amellerle ödüllendirilmelerinden bahsedilmektedir. Aynı zamanda, inkârcıların peygamberlerden olağanüstü şeyler beklemeleri, “Kur'an’ın benzerini getirme” içerikli meydan okuması ve inkârcıların bu konuda aciz kalmaları da detaylı bir şekilde ele alınmaktadır.

Bu ayetlerde verilen mesajlar, günümüz insanlarına da önemli dersler içermektedir. İnkârcıların azabı alaya almaları ve Müslümanlardan mucize istemeleri, günümüzde de karşılaşılan bir durumdur. İnsanlar, ilahi mesajları ve peygamberlerin uyarılarını ciddiye almadan, dünyevi çıkarlarına odaklanmakta ve hakikati göz ardı etmektedir. Bu ayetler bizlere göstermektedir ki inkârcıların bu tutumları onları felakete sürükleyecek ve sonunda alay ettikleri şeylerle yüzleşmek zorunda kalacaklardır.

İnsanların ümitsizlik ve nankörlük eğilimleri de günümüzde sıkça gözlemlenen bir durumdur. Sahip oldukları nimetleri görmezden gelerek, ellerinden gidenlerin arkasından üzülen ve isyan eden insanlar, aslında yüce Allah’ın rahmet ve lütuflarını unutmaktadırlar. Oysa ki muttaki müminler, bu tür durumlarda sabredip şükretmekte ve bu sayede Allah’ın bağışlamasına ve büyük ecirlerine nail olmaktadır. Sabır ve şükür, insanın hem dünya hem de ahiret hayatında huzur bulmasına vesile olan önemli erdemlerdir.

Kur'an’ın “benzerini getirme konulu meydan okuması” ve inkârcıların bu konuda aciz kalmaları, Kur'an’ın ilahi kaynağını ve mucizevi yapısını bir kez daha gözler önüne sermektedir. Bu meydan okuma, Kur'an’ın eşsizliğini ve insanlar tarafından benzerinin yapılamayacağını kanıtlamaktadır. Bu da bizlere, Kur'an’ın rehberliğinde doğru yolda ilerlemenin önemini ve bu ilahi mesajlara sımsıkı sarılmanın gerekliliğini hatırlatmaktadır.

Sonuç olarak, Hûd Suresi'nin bu ayetleri, iman edenler için bir rehber, inkârcılar için ise bir uyarı niteliği taşımaktadır. Günümüz insanları, bu ayetlerde verilen ibret dolu mesajları dikkate alarak, imanlarını güçlendirmeli, sabır ve şükür ile Allah’a olan bağlılıklarını artırmalı ve Kur'an’ın rehberliğinde doğru yolda ilerlemeye gayret etmelidir. Bu sayede hem dünya hem de ahiret hayatında huzur ve saadete kavuşmaları mümkün olacaktır.