Ümmet bilinciyle hareket edip mümkün olduğunca Müslümanlarla didişmemek erdemli bir tavırdır. Bu yaklaşımda hüsnü zan merkezdedir. Asıl olan şey, muhatabın iyi yanlarını görmek, ön plana çıkarmak ve bu sayede iç çatışmayı en aza indirmektir. Peki, bu durumda Müslümanların, sert mizaçlı, katı yorumlu, fanatik eğilimlere sahip Müslümanlarla hiç işinin olmadığı söylenebilir mi? Bu yazıda negatiflik hissi veren o Müslümanların da “Müslümanların fotoğrafını görme” açısından bir rolü olabileceğine dair bir beyin fırtınası gerçekleştirilecektir.

Sert çıkışlara zaman zaman ihtiyaç olur; çünkü Müslümanlar arasında fitne çıkmasın diye “dostluk, kardeşlik” söyleminin kullanılması bir süre sonra düşünsel ve pratik kirliliği de beraberinde getirmektedir. “Şu yalan dünyada ne tam kâfir ne de tam Müslüman tipler” ortaya çıkmakta, inancına ve fiillerine kasıtlı veya kasıtsız şirk bulaşan, harama eğilim göstermiş kimseler kendilerini doğru yolda sanabilmektedir.

Vasattan uzaklaşmış kimi söylemlerin insanları şok ettiği doğrudur. Bu durum, o söylemlerin muhataplarının kendilerini güvende hissetmelerine engel olmaktadır. Bununla birlikte “sarsıcı cümleler”, düşünen insanlarda bir sorgulama süreci de başlatır. Hangi Müslüman hiç yanlış yapmadığını söyleyebilir ki? Sert söylemleri dozajında dinlemek inanç ve eylem alanındaki kirlilikleri gözden geçirme fırsatı olarak görülebilir.

Sert mizaçlı Müslümanların “neredeyse sadece kendilerini Müslüman görenlerini” ara sıra dinlemek, paslanma emareleri gösteren bir vidayı söküp yağlayıp tekrar vidalamak gibidir. Ne var ki o Müslümanlarla sık görüşmek, hatta söylemlerini benimsemek, vidanın sökülmesi ve bir daha yerine takılmaması, dolayısıyla sistemin iptali anlamına gelebilir. Ümmetin bütünlüğü esas alınmalı, “diğer Müslümanları yok sayıcı” değerlendirmelere eğilim gösterilmemeli ama onlar, “öz eleştiri” imkânı olarak görülmelidir. Bu sayede o “sistem dağıtıcı Müslümanlar”ın da kendilerini sorgulama sürecine katmaları umulur. Tamamen dışlanmaları onların ümmetten daha da uzaklaştıracaktır. Ne var ki onların neredeyse kendileri dışında “doğru Müslüman” tanımamaları, asla doğru bir tutum değildir, bu ümmetin maslahatına da uymaz.

“Ucu keskin söylemler”, bazen dönemi itibarıyla istenmeyen ancak doğru söylemler de olabilir. Sözgelimi “Müslümanların hayatını kolaylaştıran pek çok yönü olan mezheplere” bağlı kalmadan da Kur’an ve sünnet okumaları yaparak Müslümanca bir hayat yaşanabileceği düşüncesini savunmak, 80’li yıllara kadar “ucu keskin bir söylem” idi ve dillendirilmesi cesaret gerektiriyordu. Hatta dergi çıkarıp görüş ve eleştirileriyle İslâm düşüncesinin gelişmesine tesir eden Selefî âlimi ve müctehid İbn Teymiye’den (ö. 728/1328) övgüyle söz etmek, yüzlerce dergi nüshasının iade edilmesi anlamına gelebiliyordu. Ne var ki Kur’an’ı ve sünneti ön plana çıkaran Müslümanlar, doğru bildiklerinde ısrar ettiler. Türkiye gündeminde bu konu ciddi ciddi tartışıldı ve Kur'an’ın ve sünnetin okunup anlaşılabildiği vurgusu büyük oranda kabul gördü.

Sonuç olarak diyebiliriz ki “tek doğru olarak” kendi yaklaşımlarını gören ve kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kesimler, sık olmayacak şekilde dinlenmelidir. Bu sayede yanlış giden bir şeyler varsa onların görülmesi ve düzetilmesi umulur. O Müslümanların da diğer Müslümanları “yok sayma” eğilimleri azalır, Müslümanlarla ortak yön bulma ve ortak hareket etme arzuları belirir. Ne Müslümanların kavga dövüşünde ne de hurafede, şirkte ve haramda bir fayda var.