Tanzimattan Günümüze Aydın Arkeolojisi
Tanzimattan Günümüze Aydın Arkeolojisi
Ahmet Bedir’in Yitik
Masumiyet[1] adlı kitabı tanzimattan günümüze
Türkiye’deki aydınların düşüncelerine dair değerli bilgiler sunmaktadır. Bu
eser eleştirel bir gözle değerlendirilecektir. Yazıda adı belirtilecek
aydınların sayıca çok olması nedeniyle teker teker doğum ve ölüm tarihlerinin
belirtilmesi yoluna gidilmemiş, söz konusu aydınların hangi zaman aralığında
yaşadıklarının belirtilmesi yeterli görülmüşür. Görüşlerin sunumnda kronoloji
değil, fikir merkezli sunum yöntemi tercih edilmiştir.
Yazar aydınları
“muhafazakâr”, “aradaki” ve “öteki” olmak üzere üç kategoriye ayırmakta ancak
bu tasnife pek müracaat etmemektedir. “Öteki aydın” kategorisine s. 17, 101 ve
417’de baş vurmaktadır. Diğerlerine neredeyse hiç değinmemektedir. Yazar,
savunduğu aydını “muhafazakâr aydın” diye kategorize etmekte, eser boyunca çoğu
zaman aydın kelimesini aşağılama amaçlı kullanmaktadır. Bu yazıda söz konusu
eser bağlamında Kur'an’a saygı göstermeyen, saygı duyan aydın tipolojileri ve
hilafet tartışmaları üzerinde durulacaktır.
Eserin birinci
bölümünde Midhat Paşa’nın, Türk bayrağının yanına haç koymayı düşündüğünü (s.
36), Şinasî’nin, Reşit Paşa’yı medeniyet rasulü olarak gördüğünden (s. 42) ayrıca da Midhat Paşa, Ziya Paşa, Ali Suavî,
Agâh Efendi ve Namık Kemal’in mason locasına girdiğinden söz edilmektedir (s.
36). II. Abdülhamit döneminde Cemaleddin Afgani’nin masonluğu gündeme gelir ve
neredeyse “gayr-i Müslimlere ajanlık yaptığı” ima edilir de eserde az önce
isimleri sayılan aydınların masonlukları nedeniyle eleştirildiklerine/dışlandıklarına
pek rastlanmaz. Kitapta inkârcı aydınlar sert ve yumuşak olmak üzere iki gruba
ayrılmaktadır:
1. Sert inkârcılar: Zekeriya Sertel, Fali Rıfkı
Atay, Sedat Simavî, Hüseyin Cahit.
2. Yumuşak inkârcılar: Necmeddin Sadak, Halit Ziya
Uşaklıgil, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Reşat Nuri Güntekin.
İnkârcı
olmayan aydınlar ise İslamcı ve Anadolucu olmak üzere iki grupta ele alınmaktadır:
1. İslamcı aydınlar: Babanzade Ahmet Naim, Ömer
Ferit Kam, Musa Kâzım, Mustafa Sabri, İsmail Hakkı Manastırlı, Şemseddin
Günaltay, Said Halim Paşa, Mehmed Akif Ersoy.
2. Anadolucu aydınlar: Hilmi Ziya Ülken, Ziyaeddin
Fahir Fındıkoğlu, Mükremin Halil Yinanç, 1939’dan sonra da Nurettin Topçu (s. 63).
Kur'an’a Saygı Göstermeyen Aydınlar
Kitabın ikinci
bölümünde Kur'an’a saygı göstermeyen Türk aydınlarının görüşleri anlatılmaktadır.
Bu aydınlardan belki de en çok ön plana çıkanı Abdullah Cevdet’tir. O,
Kur'an’ın Arapça oluşunu evrensel oluşuna engel olarak görür. O, “Muhakkak
ki, biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap olarak indirdik.” (Yûsuf 12/2)
ayeti için “Allah din-i cihan isteseydi, Esperanto ile indirirdi.” demektedir
(s. 89). Abudllah Cevdet, Batı dillerinden alınan kelimelerle oluşturulan ve
sunî bir dil olan Esperanto sanki herkes tarafından anlaşılıyor gibi kabul
etmektedir. Hâlbuki insanların tümünün anladığı bir dil mevcut değildir. Arap
bir halka Esperanto’nun ne ifade etmiş olabileceği de Abdullah Cevdet için ayrı
bir sorun olarak görünmektedir.
Hüseyin
Cahit’in, “Kur'an’ın toplanması Hz. Osman’ın içtihadıdır. Kur'an duruma göre
inerdi.” (s. 90-91) sözüyle ilgili olarak yazar, “Halbuki Kur'an ezberleniyor,
yazılıyordu. Cebrail iki defa Hz. Peygamber (s) ile tümünü mukabele etmişti.”[2] diyerek itiraz etmektedir (s. 93). Yazarın bu itirazı gayet
yerindedir; çünkü Hz. Osman’ın yaptığı şey, ilk halife Ebubekir döneminde
toplanan Kur'an’ı çoğaltmaktan ibarettir. Kur'an’ın ezberlenmesi, zaten onun
belli bir düzen içinde toplanmış olmasını zorunlu kılar. Hz. Osman’ın yaptığı
şey, o formatı çoğaltmaktan ibarettir. Yani ezberle, yazıya geçirilmiş olan
Kur'an önce kitaplaştırılmış sonra da çoğaltılıp Müslüman diyarlara
gönderilmiştir.
Tevfik Fikret, Kur'an’a
itirazı olanlardan birisidir. O, “Şerikim yok diyorsun ama bak kaç tane var?”
diyerek Kur'an’da çelişki yakalamak çabasındadır (s. 96). Halbuki insanların
Allah hakkındaki zanları delil olmaz. Her iddia kanıtlanmaya muhtaçtır.
Allah’tan başka ilah olarak görülen varlıklar “sanal” olmanın ötesine
geçemezler. Yazara göre Tevfik Fikret mutlak küfür içinde değil, ahlakî, manevî
değerlere inanan birisidir (s. 99). Benzer şekilde Orhan Seyfi Orhon da,
“Atamız elma çaldı cennetten. Biz o hırsızların torunlarıyız.” diyerek (s. 100)
insanlığın atasını küçük düşürme eğilimindedir. Kendisi illa örnek alacaksa Hz.
Adem ile eşinin tövbe edişini örnek alması gerekirdi.
Kitapta çirkin
hoca betimlemeleri de yer almaktadır. Halide Edip Adıvar’ın “Sinekli Bakkal”
adlı eserinden bir örneğe yer verelim: “Kirpi kılları gibi ayakta duran iki
kalın kaş, içeriye çökmüş kömür gibi siyah, kor gibi yakıcı, burgu gibi kesik
iki ufak göz. Burun uzun ve tilkininki gibi. Kara sakal hayli kırlaşmış. Boyu
kısa, vücudu ağır ağır, sallana sallana yürüyüşü ona özel bir heybet verir.”
Benzer tasvirler, Kemal Tahir’in “Kör Duman” adlı eserinde Hüseyin Rahmi
Gürpınar’ın -Nuh tufanıyla ilgili olarak- “Ben Deli miyim?” romanında yer
almaktadır. Kitapta ayrıca Reşat Nuri Güntekin’in din adamlarıyla alaylarına da
yer verilmektedir. Yine Aziz Nesin, “Sizin memlekette eşek yok mu?” kitabında
Türklerle Iraklılar savaşsa hangisi cennete gidecek diye istihzada
bulunmaktadır (s. 112). Yazar “Hz. Ali’nin bizden de onlardan da ölenler
cennette.” sözünü aktararak (s. 113) kendilerini mü'min olarak tanımlayanların
ahirete günahkâr olarak gidecekleri yönünde eğilim göstermektedir. Kitapta “öteki
aydın” hakkında aşağıdaki isimler, kitapta ön plana çıkarılmıştır.
Öteki Aydın (En kötüden kötüye doğru) |
Beşir Fuat,
Baha Tevfik, Turan Dursun, Aziz Nesin, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet,
Kılıçzade Hakkı, Hüseyin Cahit, Y. K. Karaosmanoğlu, H. R. Gürpınar, R. N.
Güntekin, (S. F. Abasıyanık, Kemal Tahir, Celal Nuri, Cemil Sena, Neyzen
Tevfik, Orhan Seyfi Orhon, Halide Edip Adıvar, Memduh Şevket Esendal (s. 137). |
Kur'an’a Saygı Duyanlar
Peyami Safa’nın[3]
“Matmazel Noralya’nın Koltuğu” romanında Vafi Bey, bilge bir dindardır.
Materyalist düşünceden etkilenmiş bir gencin, çevresindeki insanlar tarafından
şüphelerinin izalesi anlatılır (s. 140). Romanda Vafi Bey’in Kur'an okuma
seanslarına yer verilir (s. 142). Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” romanında “La
havle, estağfirullah” vb. ifadelere yer verilir. Din adamları Halide Edip’in
eserlerinde olduğu gibi küçümsenmez (s. 143). Nurettin Topçu da “Reha” adlı
romanında ölüm anında Kur'an okunur (s. 145-146).
Mustafa Kemal’in
dine zarar verenlere karşı olduğu vurgusu yapan yazar (s. 13) onun Selanik’teki
evinin yatak odasında “إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا
مُّبِينًا” ayetinin yazılı olduğu bir levha ve Kur'an olduğunu belirtir
(s. 146). Ayrıca “Muhammed bir beşerdir. Ancak ..” levhası da vardır. Perşembe
günleri Ankara’daki evinde annesine Kur'an okuttuğundan söz eder (s. 147). Yazarın
bu söyledikleri, Mustafa Kemal’in inkılapları uygulama öncesindeki enstantaneleri
olsa gerektir.
Yazar, “Semavî
dini nasları, kendi şartlarıyla kayıtlı gören” kimseleri pozitivizmin etkisinde
kalmış kimseler olarak görmektedir. Bu kimselere örnek olarak Muhammed Fethi
Osman, Emin el-Hulî, Abdullah el-Alaylî, Muhammed Ahmed Halefullah, Hasan
et-Turabî ve Fazlurrahman isimlerinden söz etmektedir. Bunların modernist
kategoriye konulmalarında etkili olan şey, onların sünneti teşri değeri olan ve
olmayan diye ikiye ayırmalarıdır (s. 164). Bununla birlikte yazar, “Şeriat,
dinî hayatın kaynağı esası değildir.” diyen Nurettin Topçu’nun ifadelerini, “O
Kur'an’ın dinamik ve statik yönlerinin olduğunu bilmeyecek kadar gafil olamaz.”
diyerek farklı bir zeminde değerlendirmektedir (s. 170).
Yazar sünnetin
tümünün delil olduğunu kanıtlamak için “Peygamber hevadan konuşmaz.”
ayetini delil getirmekte (s. 165), ayette Resulullah’ın (s) kırâat ya da
tilavet etmediği ama konuştuğu söylendiği için Hz. Peygamber’in (s) din ile
ilgili bütün konuşmalarının vahiy olduğunu iddia etmektedir (s 166). Hâlbuki
Resulullah’a (a) konuştuğu şeyi öğreten Cebrail’dir. Dolayısıyla ayette
“konuşulan şey” denilerek kastedilen, bildiğimiz konuşma değil, “vahiy”dir. Zaten
insanoğlunun nasıl konuşmayı öğrendiği herkesçe malumdur.
İzmirli İsmail
Hakkı, “Kitap ve sünnetten bazı durumlarda (veri/bilgi) alınmayabilir.” demekte
ve yazar onun (s. 167) bu görüşünü Ehl-i
Sünnet’e uygun bulmaktadır. Elmalılı Hamdi Yazır’a göre dinin nassa ve içtihada
dayalı hükümleri vardır (s. 169). İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun yaptığı gibi
hayat ile Kitab’ın doğrudan doğruya, ilmî ve dinî bir metot dairesinde
birleştirilmesi (s. 264) yaklaşımı daha uygun görünmektedir. Baltacıoğlu,
“Kur'an’da astronomiden bahsedilmişse amaç kozmografya öğretmek değil,
uluhiyeti ispattır.” (s. 171) demektedir. Baltacıoğlu’nun bakış açısı doğrudur.
Kur'an bilimsel konulardan söz etse bile amaç bilim öğretmek değil, varlıktan
hareketle var edene yani Allah’a yönlendirmektir.
Mehmet Akif
Ersoy, “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” demekte (s. 169) Elmalılı gibi o
da içtihadı gündeme getirmektedir. Bununla birlikte Akif, İslâmi ilimlerden
uzak kimselerin içtihatlarının iddiadan öte bir anlam taşımadığı
düşüncesindedir.
İslâmi Yönetim Tartışmaları
Eserde
aydınların İslâmi yönetimle ilgili görüşlerine de yer verilmektedir. Ahmet
Cevdet Paşa’ya göre şeriat; vahye dayalıdır, ezelî zaman ve mekânla değişmez.
Anayasalar değişir. Yöneticilerin vazife ve yetkileri şeriat tarafından tayin
edilmiş ve sınırlandırılmıştır (s. 172). Onun bu yaklaşımı, “Anayasamız
Kur'an!” söylemini bir kenara koyacak niteliktedir. Yani Kur'an, anayasanın da
üstünde ona da ilham verecek yapıdadır. Ahmet Cevdet Paşa’nın aksine
anayasa-şeriat ilişkisi konusunda “eşitleyici” bir çağrışımla Cemil Meriç şöyle
demektedir: “Şeriat anayasadır. Kur'an hükümdarı sınırlar. Hiçbir anayasa bu
kadar amir değildir. gönülden bağlar. Çünkü Tanrı kelamıdır (s. 178).
Ali Suâvi,
“Şeriat devlet işine karışırsa ilerleme olmaz” demektedir. Ona göre siyaset
ilminin kaynağı coğrafya, iktisat ve ahlâktır. Kur'an’ın her harfinden bir
yorum ile hüküm çıkarıp devlet yönetilemez (s. 173). Ona göre Kur'an devletin
mahiyetini belirler, şeklini değil (s. 174). İslâm’da hükümet şekli “akıl ve
tecrübeye” dayalıdır. Her millet ihtiyacına uygun hükümet seçer (s. 175).
Suâvi’nin şeriat devletini ilerlemeye engel görmesi yanlıştır. Dinin kimi
emirlerini uygulama, bireylere bırakılırsa kaos olur, adalet sağlanamaz.
Suâvi’nin devlet yönetiminde dine yer vermediği söylenemez; anlaşılan dine
yönetim konusunda “projeksiyon tutucu” bir rol vermektedir. Hilm Ziya Ülken, Suâvi’yi
laiklik fikrini kendi dönemde ilk defa ortaya koyan kişi olduğunu söylemektedir
(s. 175). Hilafetle ilgili bir konuşmasında Seyyid Bey, “Tırnak kesmek, sakal
bırakmak gibi konularda hadis var ama halifenin nasıl seçileceği, vacip olup
olmadığı ve hilafetin şartlarına dair
hadis yok.” demekte ve sözlerini “Müslümanların aralarındaki işler
şura iledir.” ayetiyle bitirmektedir (s. 196). Yani Seyyid Bey, kamu
düzenini şekillendirme konusunda Müslümanların önünde oldukça geniş bir alan
olduğu düşüncesindedir.
Ziya Gökalp:
“İslâm dünya ve din mutluluğu getirir.” demekte daha sonra Cemil Meriç’in
deyimiyle İT (İttihad ve Terakki) ile irtibat kurmakta ve fikirleri değişmektedir.
İT’in din karşıtı tutumu İslâm Mecmuası’nda görülür (s. 180). Ziya Gökalp,
İslâm hukukunu örfe indirgeme çabasındadır (s. 181). “Devlet” adlı şiirinde “Kanun
hakka hakim değil, hâdimdir. / Sebep yokken ferdi takyid edemez. / Devletimde halkın
örfü hâkimdir.” (s. 184) demektedir. Gökalp Abdullah Cevdet’in verdiği “Ateizm”
kitabı inançlarını sarsmasının ardından (s. 186) intihar girişiminde bulunmuştur.
Celal Nuri,
“Ümmetin icmaından kastedilen parlementodur.” (s. 186) demektedir. Yani asıl
olan şey, “hikmet-i hükümettir.” Falih Rıfkı Atay’a göre medeni kanun muamelat
ve ukubat ayetlerini neshetmiştir. Şeriatçılık bu mensuh (hükmü kalkmış)
ayetlere dayanır. Uygulandığı zaman 20. asrı 7. asrı düzeniyle yönetmek
anlamına gelir. Ebu Hanife ve sair hukukçuların Kur'an’ı anlama çabaları dinde
reformculuktur.” (s. 186-187). Atay, medeni kanunu din edinmiş görünmekte, bu
gözle İslâm düşünce tarihini okuyarak âdeta kendine “ortakçı” bulmaya
çalışmaktadır. Benzer şekilde Hilmi Ziya Ülken, Hanefî fıkhının “zamanın
değişmesiyle hükümlerin değişmesinin caizliği, zaruretlerin mahzurları haram
kıldığı, istihsan vb.” prensiplerinin İslâm’ın esasının modernleşmeye ve laik
kanunların kabulüne uygun olduğunu kanıt olarak sunmaktadır (s. 189). Ülken
görüldüğü kadarıyla merkeze modernliği ve laikliği alarak İslâm’ı yorumlamaya
kalkışmaktadır.
Falih Rıfkı
Atay, Şemsettin Günaltay’ı ikircikli hareket eden biri olarak takdim etmekte
halk içinde softa, ilmi meclislerde engin bir din bilgini olduğunu söylemekte
ve ilahiyat fakültesini kurduğunda, ‘Fıkhın temeli mensuh Kur'an ayetleri olduğundan
fıkıh dersi koymadım.” (s. 187) dediğini nakletmektedir. Atay’ın nakilleri
doğruysa “İslamcı” kategoride zikredilen Günaltay, bu kategoriye uyun
görünmemektedir.
Yazar Mustafa Kemal
hakkında sarfettiği sözlere dair bir söylentiyi aktarmaktadır: “Müslüman
toplumlar tek tek bağımsızlığını kazanınca ihtiyaç duyacak olurlarsa içlerinden
birini halife seçebilirler. O gün gelene kadar hilafet TBMM’nin şahsında
mündemiçtir.” (s. 197). Bu söylentiyi doğru bulanlar 431 sayılı “Hilafetin
İlgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin TC Memaliki Hariciyesine Çıkarılmasına Dair
Hükmün 1. maddesinde ‘Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda mündemiç
olduğundan ilga edilmiştir.” denilmesini gündeme getirirler. “Hilafet mülga
olunca kendisi kalır mı?” gibi bir soru da gayet makuldür (s. 198). Belki bu
konuda şöyle denebilir: Hilafet hükümet ve cumhuriyet kelimelerinde içkin ise
gerek görüldüğünde tekrar hilafet geri getirilebilir. Bu durumda hilafete bakış
dinî değil, siyasi olmaktadır.
Sonuç
Ahmet Bedir’in Yitik Masumiyet adlı eserinden anlaşıldığı
kadarıyla Tanzimattan günümüze farklı aydın tipolojileri söz konusudur. Yazar
bunlardan “muhafazakâr” olanı kendisine yakın hissetmektedir. Eserde Kur'an’a
saygı göstermediği söylenen aydınların isimleri ve romanlarından, şiirlerinden
vs. yola çıkarak görüşleri verilmekte, zaman zaman da eleştiriye tabi
tutulmaktadır. Kur'an’a saygılı kategoride söz edilen aydınların ise
yaklaşımlarında farklı tonlar mevcuttur. İslâmî yönetim tartışmalarına gelince
aydınların bir kısmı anayasayı Kur'an görürken bir kısmı, dini yönetime
karıştırmama eğilimindedir. Kimi de ölçü olarak “örf”ü önermektedir.
Müslümanların
yapması gereken şey, aydınların görüşlerini okumak, vahyin süzgecinden geçirip
üstte kalan faydalı olan görüşleri bir tecrübe olarak görüp adaleti
gerçekleştirecek bir yönetim yapısı oluşturmalarıdır. Kur'an’da yönetimi
doğrudan belirleyecek prensipler sınırlıdır. Geri kalanı büyük oranda ahlak
alanıyla ilgilidir. Allah’tan korkan Müslüman yöneticilerin kendilerinin,
Müslümanların genelde de tüm insanların dünya ve ahirette mutlu olmaları için
çabalamaları doğru olan tutumdur.
[1] Ahmed
Bedir, Yitik Masumiyet (İstanbul: Merkür, 2003).
[2]
Bu, Resulullah’ın vefat ettiği yılda gerçekleşen arzadır bk. “Arza”, Türkiye
Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Erişim 10 Ocak 2021).
[3]
Peyami Safa’nın 1936 yılında Paris’teki Sphinx adlı dans salonunda elbisesiz
200 bayandan birisiyle dans ettiğinden ve bu olayın ardından insanın ahlâkını
bozanın çıplaklık değil, elbise olduğunu keşfettiğinden, odasına onu
yazılarındaki çıplaklığa dair cesaretini test etmek isteyen bir bayanın
gelişini ve onun edepli (?) davranarak sadece sigarasını yakmakla yetindiği
rivayet edilir (Ayvazoğlu, 1998; 297-298).