Peygamber ve Peygamberlik Üzerine Üç Değini
Peygamber ve Peygamberlik Üzerine Üç
Değini
Hz. Muhammed (s)
ve peygamberlik konusunda pekçok eser kaleme alınmıştır. Bununla birlikte
Allah’ın elçileri konusunun, zaman ve mekân değişikliği nedeniyle oluşan farklı
algılara bağlı olarak değişik açılardan ve yeniden ele alınmasını gerektiren
durumlar vardır. Bu bağlamda bu yazının ilk bölümünde Hz. Muhammed’in doğduğu
zaman diliminde olup bitenlerden, onun iş hayatı ve ilk evliliğinden, Kâbe ve
müşriklerin ibadet tarzlarından söz edilecektir. İkinci bölümde ise resul ile
nebi arasında fark olup olmadığı konusu ele alınacaktır. Son bölümde ise Allah’a,
Peygamber’e (s), Kur'an’a vs. hakaretin cezasının ne olabileceği konusu
tartışılacaktır. Amaç, belirtilen üç bölümde mevcut literatüre farklı bir
perspektiften katkı sunmak ve zihinlerde oluşan peygamber ve dinî değerler konulu
kimi sorulara yanıt vermektir.
Resulullah Muhammed (s)
Hz. Muhammed (s),
bir türedi değil (el-Ahkāf 46/9), peygamberler zincirinin son halkasıdır. Bu
bölümde Muhammed Hamîdullah’ın Resulullah Muhammed[1]
adlı eseri bağlamında onun doğduğu yılda gerçekleştiği söylenen “Fil
Olayı”ndan, o dönemde otaya çıktığı ifade edilen salgından, Resulullah’ın (s)
doğumu sırasında gerçekleştiği ileri sürülen olaylardan, yetişkin hale
geldiğinde geçimini nasıl sağladığından, Hz. Hatice ile evliliğinden ve onun
doğduğu Mekke’de İslâm öncesi Kâbe’nin durumundan söz edilecektir.
Resulullah
Muhammed
adlı esere göre Resulullah’ın (s) doğduğu yıl gerçekleşen ve Fil Olayı diye
bilinen “Mekke’ye dönük saldırının baş faili” Habeşistan Krallığının Yemen
valisi Ebrehe’nin (ö. 570 [?]) askerleri; orduda ortaya çıkan sâri (bulaşıcı)
bir hastalık nedeniyle Mekkelilere sığınmış, Ebrehe oradayken değil, işgal
girişiminin ardından çekilip gittikten sonra ölmüş, İranlılar da Yemen’i istila
etmişlerdir. Hamîdullah’ın söz ettiği o olay esnasında bir “salgın hastalığın” ortaya
çıktığı yaklaşımı, Taberi ve İbn Hişam’da da mevcuttur. Muhammed Abduh (1845-1905)
Abduh’un Tefsîru cüz’i `Amme adlı eserinde Fil Ashabı’nı yok eden şeyi
açıklarken, o olay sırasında çiçek hastalığının ortaya çıktığına dair İkrime
rivayetine dayanır ve Fil Ashabı’nı yok eden şeyin kuşlar değil, hastalık
taşıyan sivrisinekler olabileceğini söyler.[2]
“Kur’anî nass akideye göre te’vil edilemez. Bilakis akide Kur’an’dan alınır.”
şeklinde tefsir ilkesi koyduğu ancak bu yaklaşımıyla Fil sûresi tefsirinde
çelişkiye düştüğü ileri sürülen Abduh,[3] bu
yorumu ihtimal olarak belirtmektedir.
Hamîdullah,
“müstakbel bir kahramanın dünyaya gelmesi ile bir alakası olup olmayacağı bir
tarafa” diyerek büyük bir insanın doğuşunun her zaman olağanüstü olaylarla yan
yana düştüğünü söylemektedir. Esere göre Hz. Muhammed’in (s) doğduğu tarih olan
17 Haziran 569’da Mecusilerin mabedlerindeki ateş sönmüştü ve İran
imparatorunun sarayında da 14 kule yıkılmıştı. Anlaşılan Hamîdullah bu tarihi
verileri tarihçi kimliği nedeniyle “kenara çekme” eğiliminde değildir; ancak
bir yandan da “bu olayların Hz. Muhammed’in (s) doğumuyla irtibatlı olamayacağı”
şeklindeki sahih görüşü de belli belirsiz naklederek çekincesini ortaya koymuş
olmaktadır.
Hz.
Peygamber (s), henüz 24 yaşındayken başarılı bir tüccar oluşu nedeniyle “emin”
(güvenilir) lakabını kazanmıştı. Hz. Hatice’nin ticari teklifini kabul ederek
onun mallarını bir köle ile birlikte Filistin’e sevk edip onun beklediğinin iki
misli kâr ile dönünce Hz. Hatice, ona ücret olarak vaat ettiğinin iki mislini
vermişti. “Kaliteli işe kaliteli ücret” ve “alın terine saygı” bu olmalı! Bu
ticaretten bir yıl sonra 25 yaşındaki Hz. Peygamber (s), Hz. Hatice ile -yaygın
kanaate göre o 40 yaşındayken- evlenmiştir. Hamîdullah biyolojik gerçeklerle
onun 40 değil 28 yaşında olduğu görüşüne eğilim göstermektedir. Çünkü Hz.
Hatice’nin bu evlilikte üçü erkek, dördü kız olmak üzere yedi çocuğu dünyaya
gelmiştir.
Kâbe binasından
da bahseden Hamîdullah, onun duvarlarının (yaş duvar sıvası üzerine kireç
suyunda eritilmiş madenî boyalarla yapılan) fresk resimlerle süslü olduğunu, bu resimler
arasında vaktiyle Hz. İbrahim ve “çocuğu Hz. İsa ile birlikte Hz. Meryem’in”
bulunduğunu söylemektedir. Demek ki Mekkeli müşrikler yüce Allah’a ortak
koşarken “bir tane put” edinmemişler -şirk açısından bakıldığında- hoşgörü
içinde “başka putçu eğilimlere” de hoşgörü ile bakmışlar ve Kâbe’yi sayısız
putların olduğu bir Panteon’a dönüştürmüşlerdi. Mekkeliler, olayın ticari
yönünü de hesaba katarak bu toleransı göstermiş olmalılar.
Hamîdullah,
Hindistanlı olması hasebiyle olsa gerek, bazı verilere rastladığında Hindistan
ile vahiy arasında bağlantılar kurmayı ihmal etmemekte. Sözgelimi, “Onların
Beyt(ullah) huzurundaki ibadetleri ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey
değildir.” (el-Enfâl 8/35) ayeti hakkında parantez içinde şu bilgiyi
aktarmaktadır: Hindistan’da puta tapma hâlâ benzer unsurlar taşımaktadır. El
çırpmak ve yüksek sesle bağırmak suretiyle kötü ruhları kaçıracaklarını
düşünürler.
Hz. Muhammed’in
(s), doğduğu yılda gerçekleştiği ifade edilen “Fil Olayı”ndan, o dönemde otaya
çıktığı belirtilen salgından, Resulullah’ın (s) doğumu sırasında gerçekleştiği
iddia edilen kimi olaylardan, ticareti ve evliliğinden söz edildi. Sonraki
bölümde ise onun resul ve nebi olması arasında bir anlam farkı olup olmadığı
konusu ele alınacaktır.
Resul ve Nebi Arasında Fark Var mı?
Resul ve nebi, Kur'an’daki kullanımı açısından
aynı anlamda olan iki kelime olmasına rağmen, terim olarak tanımlarken
müfessirlerin büyük bir kısmı ikisinin farklı anlamlara geldiği görüşünü
benimsemişlerdir. Bu iki kavramın, kök anlamlarını ele almak ve Kura'n-ı
Kerim’de o mefhumların nasıl geçtiğine bakmak konunun anlaşılmasında faydalı
olacaktır.
ﻝ-ﺲ-ﺮ
kök harflerinden türeyen resul sözlükte gönderilen rahat yaşayan kimse,
sakinlik, sabitlik, kendisini gönderenin haberlerini takip edip o haberlere
önem veren kimse, bazen de taşıyıcı kimsenin sözü anlamındadır. Resulün aslı ‘risl’dir
ve gitmek, şeytanların inkârcılar üzerine tasallut kurmasına izin vermek demektir.
Çoğulu rusul olarak ifade edilir. Rusul
denildiğinde bazen melek bazen de insan elçiler kastedilir. Aynı kökten gelen irsal fiili iradesi
olmayan varlıklar için (nimetler) kullanıldığı gibi iradesi olan insanoğlu için
de kullanılmaktadır. Yine şeytanların kâfirleri saptırmak üzere yaptıkları
etkinliklere izin verilmesi anlamında da bu fiiil kullanılır. İrsal fiili imsak
(tutmak) fiilinin zıt anlamlısıdır.
ﻭ-ﺐ-ﻥ
kök harflerinden türeyen nebi
ise, haber getiren, derecesi yüksek veya yol gösteren kimse anlamına
gelir. Bu isim her üç anlamıyla da peygamberler için kullanılır. N-b-e fiili
ise kendisiyle ilmin ya da zannı galibin ortaya çıktığı faydalı ve büyük haberdir.
Mesaj, yerden yüksek oluş -ki peygamberler de diğer insanlardan üstündür- bir
yerden bir yere gitmek açık yol, gizli ses ve ilim anlamına gelir. Bu
bilgilerden yola çıkarak nebi, makamı yüksek ve insanlara Allah’tan insanlar
için önemi büyük ve ilim hasıl eden haberler getiren kişidir, diyebiliriz.
Kura'n-ı
Kerim, nebi ve resul kavramlarını, küfür ve şirk kavramlarını kullanırken
olduğu gibi çoğu zaman eş anlamlı olarak kullanmaktadır: “Biz hangi ülkeye
bir nebi gönderdiysek (irsal), ora halkını, (bize) yalvarıp yakarsınlar diye
mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.” (el-A‘râf 7/94). Bu
âyette resul ile aynı kökten gelen irsal fiili nebi için kullanılmaktadır.
Allah’ın nebileri sayarken “(…) Davud’a da Zebur’u verdik.” (en-Nisâ
4/163) demesi, Kitap verilmediği halde Hz. İsmail’in, Kitap verildiği halde Hz.
Musa’nın hem nebi hem de resul olarak takdim edilmesi (Meryem 19/54, 51) her
iki kavramın da birbirinin yerine kullanıldığını göstermektedir. Ayrıca Kur'an,
“İnsanlar tek bir ümmetti. Ayrılmaları üzerine Allah, rahmetinin müjdecileri
ve azabının habercileri olmak üzere nebiler gönderdi ve beraberlerinde hak ile
ilgili Kitap indirdi.” (el-Bakara 2/213) diyerek nebilere de Kitap
verildiğini ifade etmektedir. Hz. Musa ile Hz. İsa arasında gönderilmiş olan
peygamberler için Kur'an bazen Resulün çoğulu olan rusul (el-Bakara 2/87-88;
Âlu İmrân 3/183; el-Mâide 5/70) bazen de nebinin çoğulu olan nebiyyin ve enbiya
(el-Bakara 2/61; Âlu İmrân 3/21, 121, 181; en-Nisâ 4/155) kelimelerini
kullanır. Allah, peygamberlerin birini diğerine üstün kıldığını ifade ederken
de bir âyette nebinin çoğulunu kullanırken (el-İsrâ 17/55), başka bir âyette Resulün
çoğul formunu (el-Bakara 2/253) kullanmaktadır. Mutezile de resul ve nebinin
arasında fark görmez.
Görüldüğü
gibi nebi ve Resul arasında belirgin bir fark olduğunu söylemek zordur. Peki,
iki kelime arasında hiç mi fark yoktur? Kur'an, peygambere itaat emri verdiği
her ayette resul kelimesini kullanmıştır. Bu açıdan peygamberin resul oluşuyla,
daha ziyade insanlarla ilişkisine dikkat çekildiği söylenebilir. En doğrusunu
Allah bilir. Sonraki bölümde ise peygambere ve din açısından diğer değerlere
hakaretin cezası konusu tartışılacaktır.
Allah ve Resulü’ne (s) Sövme
Müslümanlar
Hz. Peygamber (s) ve İslami değerlere saygısızlık içeren film[4]
karikatür,[5] roman
vb. eserlere haklı olarak tepki göstermektedir. Bununla birlikte bu tepkinin ne
düzeyde olması gerektiği konusunun ele alınması gerekir. Bu bölümde şu
soruların yanıtları aranacaktır: “Hz. Peygamber’e (s) hakaret etmek, irtidat
(dinden dönme) gibi büyük bir suç mudur? Hakaret edenin Müslüman olup olmaması
fark eder mi? Alay amaçlı olmayan gayr-ı İslamî sözler, İslam’a hakaret kabul
edilebilir mi? Dolaylı hakaret doğrudan hakaret gibi mi değerlendirilmelidir?
İslam’ı inkâr eden ona hakaret etmiş mi olur ve
Kur'an hakareti tespit edilenin ölümüne hükmeder mi? İslam’a hakaretin
vuku bulduğu ülkenin elçisi -Müslümanların meşru otoritesi sözkonusu olsun ya
da olmasın- sorumlu tutulup hakaret etmiş gibi cezalandırılır mı?”
Allah
ve Resulü’ne sövmenin fıkıh eserlerinde spesifik bir tanımının bulunmayışı
hususundaki güçlüğün bir kısmı, bu eserlerde Allah ve Resulü’ne sövmenin genel
olarak irtidat (dinden dönme) başlığı altında ve bu nedenle onun bir bölümü
olarak ele alınmış olmasındandır.[6]
Halbuki irtidat ile yüce Allah ve Resulü’ne sövmek ayrı şeylerdir.
Bir
gayr-ı Müslim, Resulullah’a (s) yalan isnat ediyorsa Malikilere göre ölüm
cezasına çarptırılamaz. İmam Ebu Hanife (ö. 150) ile öğrencileri, zımmîler[7] ile olan anlaşmanın onların Allah’a ve/ya Resulullah’a
(s) sövmeleriyle sona ermeyeceği kanaatindedirler. Zımmîler ölüm cezasına
çarpıtırılmadığı gibi onların kendi dinlerinde haram olan kötü fiileri
işlediklerindeki gibi caydırıcı tazir cezasına çarptırılmaları gerekir.[8]
Yine
bir gayr-ı Müslim, salt İslam’ın inanç yapısıyla çelişen bir dini doktrine
inandığını söylemesiyle mukaddeslere sövme fiili işlemiş olmaz. Sözgelimi Hz.
İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabul eden Hristiyan inancının Müslüman inancı
açısından sövgü içerdiğine hükmedilebilir. Zira Hırstiyanların bu inançları,
Allah’ın çocuk isnat edilmekten münezzeh olduğunun ifade edildiği sarih Kur'an
ayetiyle (el-İhlâs 112/3) çelişmektedir. Ne var ki Hristiyanlar Müslümanların
hissiyatlarını rencide etmek için değil, normal olarak bu inancı ikrar
ettiklerinden, Allah ve Resulü’ne sövmüş olmamaktadırlar.[9]
Benzer şekilde Hallac-ı Mansur’a ait “Ene’l-hak (Ben Hak’ım!)” ya da Bayezid-i
Bestami’nin “Kendi şanımı tespih ve tenzih ederim, benim şanım ne yücedir!”[10]
şeklindeki sözleri de Hristiyanlarınki gibi fevkalade yanlış olsa da Allah’a
sövme kastı olmayan bâtıl sözlerdir.
İbn
Ömer’in naklettiği, “Resulullah (s) buyurdular ki: Yahudiler size selam verince
onlardan biri, es-sâmu aleyküm (Ölüm üzerinize olsun!) der. Sen de ona, ‘Aleyke!’
de.”[11] şeklindeki
hadisteki Yahudilerin es-selamu aleyküm yerine es-sâmu aleyküm demeleri
mukaddeslere sövme bağlamında nasıl değerlendirilebilir? Bu ifade mukaddeslere
sövgü kabul edildiği gibi başka bir görüşe göre ise tahkir edici sözler kesin ve
açık ifadelerle iletilmediklerinden ötürü, bu kategoriye girmez. Yani selamın
arkasına gizlenmiş bir sövgü sarih değildir. Ek olarak, bu tür ifadeleri
kullananların öldürülmeleri gerektiği doğru değildir; çünkü Hz. Peygamber (s)
onların öldürülmelerini ya da daha hafif bir cezaya çarptırılmalarını
emretmemiştir.[12]
Bir
kişinin gücendirme niyeti olmaksızın kullandığı ifadeler de hakaret değildir.
Sözgelimi Hz. Peygamber (s) için “O peygamber değildi, ona hiçbir şey
indirilmedi.” diyen kişininki açıktan yalanlama olup sadece o kişinin
imansızlığını göstermekte[13] ve bu ifade bir hakaret içermemektedir.
Kur'an,
Resulullah’a (s) sövmenin cezasının ölüm olduğuna bir atıfta bulunmamıştır.
Kur'an’ın genel üslubunun mukaddeslere sövenin kendini rezil ettiği ve Allah’ın
lanetini celp ettiği, bunun da had cezasını gerektirmeyen -ve bu sıfatıyla,
cezası devlet başkanı veya ehliyetli adli otoritelerce belirlenebilecek- tazir
suçları kategorisine girdiği söylenebilir. Kur'an, Hz. Peygamber’e (s) deli ve
sihirbaz denildiğini, onun Kur'an’ı uydurduğunun söylendiğini ve ahiret inancının
reddedildiğini aktarmaktadır. Bu suçlamaları yalanlayan Kur'an, Hz. Peygamber’e
(s) sabır göstermeyi, mantıklı davranmayı öğretmektedir.[14]
Allah’a
Resulü’ne ve diğer dinî değerlere sözlü saldırı olduğunda ilk tepki olarak
silah alıp gösteri yapmak, yakıp yıkmak hatta (ABD elçisinin öldürüldüğü
Libya’da olduğu gibi) hakaretin doğrudan sahibi olmayan ülkenin elçisini
öldürmek vb. eylemler İslamî bir tavır değildir. Peygamber (s), elçilerin
öldürülmesini yasaklamıştır. Öyle ki yalancı peygamber Müseyleme'nin iki elçisi
Resulullah’ın (s) huzuruna gelerek Müseyleme'nin sözlerini tekrarladıklarında
Peygamberimiz onlara, “Elçileri öldürmek yasak olmasaydı her ikinizi de
öldürürdüm, demiştir.”[15]
Sonuç
Görüldüğü gibi
Hz. Muhammed’in (s) doğduğu sırada gerçekleşen “Fil Olayı” sonucu gelen helakın
hemen gerçekleşmiş olmama ihtimali vardır. Ayrıca onların salgın bir hastalığa
tutuluş olmaları da muhtemeldir ve o da bir azap olarak görülebilir.
Resulullah’ın (s), Hz. Hatice’nin ticaretini yürütmesi ardından da evlenmeleri
söz konusu olduğunda Hz. Hatice’nin otuz yaşına varmamış olduğu şeklinde de bir
görüş vardır. Böyle düşünenler 40 yaşından sonra onun yedi çocuk sahibi
olmasını uzak ihtimal görmeketedir. Kâbe’de İslâm hakimiyeti öncesinde Hz.
İbrahim ve Hz. Meryem resimlerinin olması putperestlerin meseleyi ticari
gördükleri ihtimalini akla getirmektedir. Arap putperestliği ile Hindistan
putperestliği arasında ilgi çekici benzerlikler mevcuttur.
Resul ve nebi
kelimeleri arasındaki anlam farkı meselesine gelince ikisi arasında belirgin
bir fark tespit etmek zor olsa da bu konuda şöyle söylenebilir: Hz. Muhammed
(s), insanlarla ilişkisi açısından resuldür; çünkü peygambere itaati emreden
ayetlerin hepsinde “resul” kelimesi kullanılmışır.
Allah ve resulüne
daha genelde dinî değerlere hakaret edenlere ceza verilebileceği söylense de bu
cezanın ölüm olduğu kesin değildir. Ayrıca Müslümanların hakaret kabul ettiği
İslâm’a aykırı sözlerin hepsi hakaret niyetli olmayabilir.
Kaynakça
Abduh,
Muhammed. Tefsîru cüz’i `Amme. Mısır: Matbaatu Mısr, 3. Basım, 1341.
Atalay, Orhan. 20. Yüzyıl Tefsir Akımı. İstanbul:
Beyan Yayınları, 2004.
Demirci, Mehmet. “Gazali’nin Şathıyelere Bakışı”. İslami
Araştırmlar Dergisi 13/2-3 (2000).
Hamidullah, Muhammed. Resulullah Muhammed. çev. Salih
Tuğ. İstanbul: İrfan Yayınevi, 1992.
Kayacan, Murat. Kur’an’ın Hz. Peygamber’i (s) Eğitmesi.
İstanbul: Ekin Yayınları, 3. Basım, 2016.
Kemâlî, Muhammed, Hâşim. İslam’da İfade Hürriyeti.
çev. Muhammed Şeviker. İstanbul: İnsan Yayınları, 2000.
[1] Muhammed Hamîdullah,
Resulullah Muhammed, çev. Salih Tuğ (İstanbul: İrfan Yayınevi, 1992).
[2] Muhammed Abduh, Tefsîru
cüz’i `Amme (Mısır: Matbaatu Mısr, 1341), 157, 158.
[3] Orhan Atalay, 20.
Yüzyıl Tefsir Akımı (İstanbul: Beyan Yayınları, 2004), 260.
[4]
İsrail asıllı Amerikan vatandaşı Sam Bacile’in “'Innocence of Muslims”
(Müslümanların Masumiyeti) adlı filmi.
[5]
İsveçli karikatürist Lars Vilks’in 2007 yılında İslam dünyasının büyük
tepkisini çeken Hz. Muhammed karikatürü. Bu karikatürist geçirdiği trafik
kazasında yanarak öldü.
[6] Muhammed Kemâlî
Hâşim, İslam’da İfade Hürriyeti, çev. Muhammed Şeviker (İstanbul: İnsan
Yayınları, 2000), 209.
[7] İslâm
devletinin egemenliğini kabul eden gayr-ı Müslimler.
[8] Kemâlî, İslam’da
İfade Hürriyeti, 231-232.
[9] Kemâlî, İslam’da
İfade Hürriyeti, 213.
[10] Mehmet Demirci,
“Gazali’nin Şathıyelere Bakışı”, İslami Araştırmlar Dergisi 13/2-3
(2000), 448-449.
[11] Buhari, İsti'zan 229;
Müslim, Selam 8; Muvatta, Selam 3; Ebu Davud, Edeb 149; Tirmizi, Siyer 41.
[12] Kemâlî, İslam’da
İfade Hürriyeti, 220-221.
[13] Kemâlî, İslam’da
İfade Hürriyeti, 223.
[14] Kemâlî, İslam’da
İfade Hürriyeti, 238-239. Kur'an’ın Hz. Muhammed’e (s) nasıl yol
gösterdiği konusunda bk. Murat Kayacan, Kur’an’ın
Hz. Peygamber’i (s) Eğitmesi (İstanbul: Ekin Yayınları, 2016).
[15] Ebu Dâvud, Cihad 166.