Kur'an Meali Yazarı Pickthall Perspektifinden İslâm Kültürü
Kur'an Meali Yazarı Pickthall Perspektifinden İslâm Kültürü
Londra’da doğan
ve kilise ortamında büyüyen Marmaduke William Pickthall (1875-1936), -Kemal
Kahraman’ın verdiği bilgilere göre- Doğu dilleri öğrenmek ve dış işlerine
girebilmek için Kudüs’e gitmişti. Ortadoğu’da geçirdiği iki yıl, onun hayata
bakışını tamamıyla değiştirdi. Orada Arap topraklarını ve Osmanlı sisteminin
son zamanlarını görme fırsatı buldu ve bundan çok etkilendi. Batılılar’ın
saldırılarını gittikçe artırdıkları bir dönemde Osmanlı Devleti’nin dolayısıyla
Müslümanların en büyük savunucularından biri oldu. Pickthall, I. Dünya Savaşı
boyunca Türk dostu İngilizler ve Hindistanlı Müslümanlarla birlikte Osmanlı
Devleti’nin parçalanmasını önlemeye yönelik siyasî çalışmalara katıldı.[1]
Pickthall’ün 29
Kasım 1917 tarihinde yaptığı bir konuşmada Müslüman olduğunu açıkladığını ve
Muhammed ismini aldığını belirten Kahraman’a göre Pickthall, bir süre Londra
yakınlarındaki Woking Camisi’nde imamlık yaptı. 1920’de aldığı teklif üzerine
Hindistan’a giderek Islamic Culture’ın editörlüğüyle birlikte Hindistan Hilâfet
Hareketi’nde aktif görevler üstlendi. Müslüman bir İngiliz tarafından yapılan
ilk İngilizce Kur’an tercümesi olan The Meaning of the Glorious Koran’ı 1929
yılı sonunda tamamladı. [2]
Bu yazıda
Pickthall’ın İslâm Medeniyetinin Dinamikleri[3] adlı eseri bağlamında şu soruların yanıtları aranacaktır:
“Müslüman-Batı ilişkisi nasıl olmalıdır? Müslim ve gayrimüslim dünyada (b)ilim
nasıl bir seyir izlemiştir? Haçlıların Müslüman algısı nasıldır? Müslüman
yönetimi tercih eden gayrımüslimler var mıdır? İslâm evrensel insan kardeşliği
önerebilir mi? İslâm’da cihadın yeri nedir? Müslüman adaleti ve inaç özgürlüğü
nasıl bir çerçeveye sahiptir? Picktahll, Kur'an’daki faiz yasağını nasıl
yorumlamaktadır? Peçe, İslâm kültürüne sonradan eklenmiş bir uygulama mıdır?
Müslüman-Batı ilişkisi nasıl olmalı?
Pickthall,
Müslüman olduktan sonra kendisini tam da Batı’nın karşısına
konumlandırmamıştır. Ona göre Müslümanların mevcut Batı uygarlığına büsbütün
sırt dönmeleri intihar gibi bir şeydir; çünkü mevcut Batı uygarlığı, onun
yaşadığı çağın bilgisini ve etkin verimlilik ve üretkenlik sandartlarını
bünyesinde barındırmaktadır. Müslümanlar, geçmişte yaşayarak hayatlarını ve
varlıklarını sonsuza dek südüremez ve koruyamaz fakat gayrimüslim bir uygarlığı
eleştirel bir yaklaşımdan uzak şekilde kabul etmeye kalkışacak olurlarsa o
zaman Müslümanlar, İslâm’dan uzaklaşacaklardır.[4]
Pickthall,
Müslüman olduktan sonra Batı’ya karşı bir komplek hissetmez. İslâm’ın
hakikatlerinin modern dünya tarafından bilinmesi ve mümkün olduğu ölçüde de
uygulanması azu edilebilir bir şeydir; ancak birtakım Müslümanlar, İslâm şeriatını
antikleşmiş bir fenomen olarak göz ardı etmekte ve İslâm’ı hukuktan yoksun
sadece bireysel bir inanç, soyut düşünce ve gerçeklerden kopuk bir kanaat
meselesi olan salt bir din olarak sunma eğilimi göstermektedir. Yine modern
teknik / teknolojik üretkenlik nedeniyle şaşkına ve aptala dönen birtakım
Müslümanlar, -Müslümanların uzunca bir süredir kötürümleşmelerine neden olan
şeriatın taleplerini tam olarak hayata geçirebilmek için acilen ihtiyaç
duydukları- Batı’nın yalnızca bilimsel bilgisini ve başarılarını değil, aynı
zamanda bütün sosyal ve siyasi ideallerini ve kurumlarını da kabul etmeye
gönüllü görünmektedir.[5] Pickthall’ün tercihi ise Batı’dan Müslümanların faydasına olan
unsurları (bilimsel bilgi) almak ama Batılı hayat tarzını değil, İslâmî hayat
tarzını benimseme yönündedir. Yani o, Batı karşısında “seçmeci” bir tutumu
benimsemektedir.
Müslümanların,
şeriatın belli bir kısmını ihmal ederek çöküşün eşiğine geldiklerini düşünen
Pickthall, bu durumun İslâm şeriatının diğer kısımlarını da ihlal ve ihmal edilmesinin
bir gerekçesi olamayacağını belirtir. Aksine Müslümanların yerine getirmeleri
gereken yükümlülük, şeriatın bütününü canlandırmak ve şeriatı daha zekice,
akıllıca metotlar kullanarak uygulamanın yollarını araştırmak olmalıdır. Bir
Müslüman olarak o, İslâm’ın temel ilkelerinin ve emirlerinin her Müslüman
erkeğin ve kadının elinde tatbik edilebilecek düzlemde benimsenmesini arzu eder.[6] Sözgelimi toplumsal ve bireysel imkânlar seferber edilerek içki ve
kumarı yasaklanmalı, İslâm’ın miras hukukunun hayata geçirilesi konusunda
özenli davranılmalı,[7] vefat eden bir kimsenin bıraktığı miras ekek ve kadın belli
akarabalar arasında şeriat tarafından belirlenen oranlarda paylaştırılmalı[8] ve zekâtın düzenli ödenmesini sağlayacak mekanizmalar kurulmalıdır.[9]
(B)ilim, Müslümanlar ve Batı
Pickthall,
Kur'an da ya da Allah’ın kelamı olduğu iddia edilen herhangi bir Kutsal
Kitap’ta bilimsel teoriler aramaya kalkışmayı boş bir çaba olarak görür. İlahi
vahiy kitabı, insanın yalnız başına keşfedemeyeceği ilkeleri ve yasaları
anlatan bir kitaptır. Doğa yasaları ise insanın araştırma ve deney yoluyla
keşfedebileceği yasalardır.[10] Kur'an insanların sosyal hayatını dünyada ve ahirette mutlu
olacakları şekilde yönlendirir. Evrenin işleyişine dair yasaların muhatabı
araştırmacı zihinlerdir. Kur'an bu bu yasalara imada bulunsa bile amaç insanın
doğru yolu bulmasına dikkat çekmektir.
Yukarıda da
dikkat çekildiği gibi Kur'an’ın amacı, insanlara bilimsel gerçekleri anlatmak
değildir. Bu nedenle kullandığı dil, “dini öğütleri” merkeze alan bir dildir.
Bu bağlamda Pickthall, Kur'an’da bağlamından kopartılarak okunduğunda modern
bilime aykırı olduğu söylenebilecek bazı pasajlar olduğunu belirtir. Bu
pasajlar, her zaman geçerli olan zamanlar ve mekânlar üstü bir dile ait olan
pasajlardır. Bu yüzden modern bilimin dilinin bu pasajları idrak edebilmesi son
derece zor olacaktır.[11] Sözgelimi güneşin doğup battığından söz eden ayetler evrenin
işleyişi ile ilgili değil, büyük oranda kulluk görevleri açısından Kur'an’da
yer almaktadır.
Bilim
karşısında Batı’yı tek bir kefeye koyup değerlendirmeyen Pickthall, bilim
karşısında farklı tutumlara dikkat çeker. Grek ve Roma biliminin ve uygarlık
birikiminin eşsiz elyazmaları, papazlar tarafından halkın önünde cayır cayır
yakılmıştır. Batı Romalılar, barbarlık bataklığına gömülmüşlerdi. Onlardan
farklı olarak Doğu Roma imaparatorları ise kütüphanelerini korumuşlar ve bazı
ilim, sanat ve düşünce adamlarını, saraylarının duvarlarına hapsederek de olsa
desteklemişlerdi. Her şeye ve ötesine yalnızca papazlar hükmediyordu.[12]
Batı’daki pek
iç açıcı olmayan ilim merakı ve düzeyinin aksine Halife el-Me’mun’nun (786-833)
Hristiyan Konstantinopol imparatoruna yalnızca kadim medeniyetlere ait
kitapları ve kadim bilimlerde uzmanlaşmış bazı bilim ve fikir adamlarını
kendisine teslim etmesi gibi bir gayeyle savaş açtığını belirten Pickthall,
Konstantinopol’ün emperyal saraylarının duvarları arasına hapsedilmiş bu
kitapların Bağdat’a getirildiğinde bu kitaplar üzerinde yapılan incelemeler ve
ortaya konan yeni çalışmaların bütün insanlar için son derece faydalı olduğunu
ifade eder. Zira bu kitaplarla birlikte Bağdat’a getirilen bilim ve düşünce
adamları Müslüman bilim ve düşünce adamlarıyla birlikte kadim Grek uygarlığına
ait önemli kitapları Arapçaya çevirmeye koyulmuşlardı. Böylelikle Müslümanlar,
kadim medeniyetlerin eserlerini yok olmaktan kurtarmışlar ve bu hazineleri
modern zamanlara kadar özenle korumuşlardı.[13] Bu durumda Grek ve Roma kültürünün esin kaynağı olan modern dönem
gelişmelerinin ardında o kültürü bilim dünyasına kazandıran Müslümanlar
olmaktadır. Ayrıca Pickthall, Arapların dillerinin gramerine dair üretimlerini
Batı ve özelde de İngiltere ile karşılaştırır ve Avrupalıların özellikle de
İngilizlerin bir gramer bilimine sahip olduklarını söylemenin zor olduğunu
ifade eder.[14] Arapçayı da İngilizceyi de iyi bilen Pickthall gibi bir Müslümanın
bu iki dili komplekslik açısından değerlendirmesi ve yaptığı tercih oldukça değerlidir.
Pickthall,
Osmanlı’da ilmin durumunda bir soruna dikkat çeker. Osmanlı Türkleri anlamını
bilmeksizin Kur'an’ı sevap olsun diye okumaktaydı ve Arapçayı yalnızca âlimler
bilirdi.[15] Yani ona göre Osmanlı’da ilim dar bir çerçevedeydi, halkın
geneline yayılmamıştı. Bununla birlikte onun nakillerinden Osmanlı’nın (b)ilim
açısından parlak dönemlerinin olduğu da anlaşılmaktadır. Sözgelimi o, aşı
yapımı ve aşıyla tedavi uygulamasını Avrupa’ya ilk kez Müslümanların (Türkler)
götürdüğünü belirtmektedir. İngiliz yazar Lady Mary Montagu’nun[16] eşi Stuart Wortley Montagu[17] tarafından Avrupa’ya getirilen en değerli şeyler arasında yer
alıyordu. Bu arada Lady Montagu’nun “mektupları”nın, o vakitlerde Avrupa’da
hayli yaygın olan Türklerin barbar bir toplum olduğuna ilişkin son derece
yanlış kanaatlerin yıkılmasında çok önemli rolü olmuştur.[18]
Müslüman
astronomların; Müslüman gezginlerin, coğrafyacıların ve matematikçilerin
aldıkları notları ve bilgileri, kendilerininkilerle karşılaştırdığını belirten
Pickthall, Müslüman İspanyol üniversitelerinin eğitim müfredatının bir
parçasını oluşturan dünyanın döndüğü düşüncesinin bu ortak gözlemlerin ürünü
olduğunu ifade etmektedir. Oysa Müslümanlardan en az 4-5 yüzyıl sonra bile gökbilimci Giordano Bruno (1548-1600),
yavaş yavaş ve cayır cayır yıkılmıştı.[19] Her ne kadar daha sonra engizisyon mahkemesi tarafından inkâr
etmeye zorlanmışsa da Kristof Kolomb’un (1451-1506), dünyanın yuvarlak olduğu
nosyonunu İspanya’daki Müslüman üniversitelerden öğrenmişti. Kurtuba Halifesi
III. Abdurrahman (891-961) zamanında da şark Müslüman üniversiteleri Hristiyan
ve Yahudi öğrencileri Müslüman öğrencilerle bilikte kabul ediyordu.[20]
Haçlıların Müslüman algısı ve Doğu Hristiyanları
Alman
şairlerinin en büyüklerinden Goethe, Kur'an’ı okuduktan sonra “Eğer İslâm buysa
o takdirde aranızdaki her düşünen insan aslında Müslümandır.”[21] demiş olsa da onun bu olumlu tavrı Hristiyan dünyasına
genellenemez. Haçlı Seferleri bunun en somut kanıtlarından birisidir.
Haçlı Seferleri
(1096-1272), Avrupalı Katolik Hristiyanların, Papa'nın isteği ve çeşitli
vaatleri üzerine, genellikle Müslümanların elindeki Orta Doğu toprakları
(Kutsal Topraklar) üzerinde askeri ve siyasi kontrol kurmak için düzenledikleri
akınlar şeklinde tanımlanır. Bu akınlarda cehaletin rolüne dikkat çeken
Pickthall, Avrupa’nın Müslümanların Hristiyanlığı bildikleri kadar İslâm’ı
bilmediğini, bilselerdi o çılgın, maceraperest, zaman zaman şövalye ruhlu ama
çoğu zaman tamamen gözü dönmüş fanatiklerin gerçekleştirdikleri savaşların yaşanmamış
olacağını ifade eder.[22]
Pickthall’ün
belirttiğine göre Haçlı Savaşları, İslâm konusundaki cehalete ve ürpertici
boyutlar kazandığı gözlenen yalan-yanlış bilgiler ve tavsirlere dayanıyordu. Bu
bağlamda Pickthall, adını belirtmeksizin Fransız bir bilginin gözlemlerine
ilişkin şu aktarımda bulunur:
“Hristiyan dünyasındaki her şair, bir Müslümanı (Muhammadan), bir
inkârcı ve putperest olarak görüyor, Müslümanın tanrılarının da sırasıyla
Mahomet / Mahound / Mohammad, ikincisi Opolane, üçüncüsü de Termogond / Cadı
figürlerinden oluşan üç tanrı olduğuna inanıyordu. İspanya’da Hristiyanlar,
gücü Müslümanların elinden alıp da onları Kuzeydoğu İspanya’daki antik Saragoss
kentinin kapılarına kadar sürdüklerinde Müslümanların geri dönüp putlarını
kırdıkları masalı anlatılıyordu bolca. Dönemin bir Hristiyan şairi, mağarada
saklanan, elerinden ve ayaklarından bağlanan, bir sütunda çarmıha gerilmiş,
ayaklarının altına alarak çiğnedikleri, sopalarla paramparça etikleri
Muhammedanların tanrısı Opolane’nin Muhammedanlar tarafından adamakıllı
dövüldüğünü ve her tür hakarete tabi tutulduğunu, yine ikinci tanrıları
Mahound’u bir çukura atarak köpeklere ve domuzlara parçalattıklarını ve hiç
kimsenin, hiçbir halkın kendi tanrılarına bu kadar iğrenç bir şekilde muamele
etmediklerini ama Muhammedanların bütün bunlardan sonra tevbe ettiklerini ve
bir kez daha tanrılarını alışgılagelmiş şekilde tapınacak hale getirdiklerini
ve İmparator Charles’in Saragossa kentine girdiği zaman, kentte gezdiği bütün
camilerde Mohammad’ı ve tanrılarını demir çekiçlerle parçaladıklarını gördüğünü
söyler.”[23]
Haçlıların,
Kudüs’ü işgal ettiklerinde Müslümanlarla birlikte Şark Hristiyanlarını da
hiçbir ayırım gözetmeden katlettiğini belirten Pickthall, Filistin’de hâkim
oldukları dönemde geri çekilen İslâm ordularıyla geri çekilmeyen Şark
Hristiyanlarının pek çoğunun, yüksek mevkilerdeki konumlarını koruyabilmek için
Katolik olduğunu ifade eder. Bununla birlikte Kudüs Müslümanlar tarafından yeniden
fethedildikten sonra Kudüs’den göç edenler geri dönmüşler ve Şark Kilisesi’ne
bağlı olan Hristiyanlar, Roma’daki Papa’ya bağlı olan Hristiyanlara oranla yine
ezici çoğunluğu elde etmişlerdi. Böylelikle eski düzen yeniden kurulmuş ve
bütün zımmiler,[24] bir kez daha İslâm hukukuna göre eski imtiyazlarını elde etmişlerdi.[25]
Tarihte
Müslümanlar bilindiği kadarıyla dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturamadı; fakat
bu Müslümanları umutsuzluğa sevk etmemelidir. Adil ve merhametli olurlarsa
gayrimüslimler de İslâmî bir yönetimi tercih edebilir. Bu bağlamda Pickthall,
Gibbon’dan bir aktarımda bulunur. Ona göre Doğu Hristiyanları, kendi din
anlayışlarını hayata geçirmelerine, kendi akidelerine serbestçe inanmalarına
izin veren Müslümanların yönetimi altında yaşamayı tercih ediyorlardı. Roma
Katolikliğini benimsemedikleri zaman gözlerinin yaşına bakmadan silip süpüren
Hristiyanların yönetimi altında yaşamak onlar için tercih edilir bir durum
değildi.[26]
Evrensel insan kardeşliği ve cihad
Mevcut
kapitalist sistem kardeşlik ruhuna karşı ve aykırı bulan Pickthall,[27] İslâm kardeşliğinin Cemiyet-i Akvam için tek model olarak kabul
edilmesi arzusundadır; çünkü İslâm kardeşliği modelinde insanlar, birbirleriyle
yürekten herhangi bir çıkar gözetmeksizin birleşir, bütünleşir. Her ne kadar
onun döneminde dârü’l-İslâm siyasi olarak paramparça bir görünüme sahip olsa da
halkların birbirleriyle yardımalşma ve dayanışmaları hâlâ ortadan kalkmamış,
hatta gücünden pek fazla bir şey kaybetmemiştir.[28]
Peki, yukarıda
söz edildiği gibi Müslümanların insanları bütünleştirici bir kardeşlik anlayışı
var, bu durumda “cihad” nasıl izah edilir? Pickthall, cihad kavramını ele
alırken Batı’ya karşı savunmacı bir refleksle hareket etmez. Savaş karşıtları;
İslâmî öğretiyi -yani savunma savaşı emrini , zayıf ve çaresizlerin korunması
için verilen savaşları, yanlışın, fesadın ve adaletsizliğin ortadan
kaldırılması için verilen savaşları ve belli, istisnai drumularda başka seçenek
kalmadığı için öldürme emri verilerek sürdürülen savaşları- her zaman
reddedecektir.[29] Hâlbuki İslâm zaten
milliyetçilik üstü bir dindir. Peygamber (s), risalet öncesi Arabistan’ında
olduğu gibi bir insanın sadece ülkesi, klanı, kabilesi için savaşmasını
cahiliye dönemine ait bir çılgınlık ve sapma olarak nitelemiştir.[30] Dolayısıyla müminler, zulmü ortadan kaldırma amacıyla cihad
ederken adaleti ve merhameti asla elden bırakmazlar. Barış içinde kardeşçe
yaşamayı seçen inkârcıların bu eğilimini asla gözardı etmezler.
Pickthall,
Anadolu’daki Müslümanların Çanakkale Savaşı sırasında ülkelerinin geleceği açısından
tam bir ölüm-kalım savaşı vermelerine rağmen, Almanlar tarafından kendilerine
önerilen kimyasal / zehirli gazları kullanmayı reddetmelerini örnek verir. Bunu
sağlayan şey, onların şeriatın getirdiği evrensel sınırlara özen
göstermeleriydi. En zorba yönetimler
altında bile Müslümanların evrensel insan kardeşliği idealini sürdürmelerini ve
bir yandan aristokratik meziyetleri ve demokratik ilişki özgürlüğünü
toplumlarına yerleştirirlerken bir yandan da Müslüman toplumunu aristokrasinin,[31] plütokrasinin[32] ve demokrasinin kötülüklerinden korumalarını mümkün kılan şey de
yine bu sınırlar olmuştur.[33]
Müslüman adaleti ve inanç özgürlüğü
Müslüman
yönetici tipolojisi ile Roma imparatorları arasındaki farka dikkat çekerken Hz.
Ömer’i örnek veren Pickthall, Kudüs’ü alan generalin, Halife Ömer’e Kutsal
Şehir’in anahtarlarını alması için bizzat gelmesini talep ettiğini belirtir.
Hz. Ömer, Medine’den sadece bir deve ve bir köleyle mütevazı bir şekilde
Kudüs’e gelir. Yolculuk sırasında halife ile köle deveye sırasıyla nöbetleşe
binerler. Roma İmparatorluğu’nun iri-kıyım köle memurlarının, büyük bir
imparatorluğun halifesini bu kadar mütevazı bir şekilde gördüklerinde şaşkına
dönerler.[34]
Pickthall’ün
diğer bir anlatımına göre Romalılar, Hz. Ömer’e büyük bir saygı gösterirler ve
şehirlerinin övünç kaynağı olan Kutsal Tapınak’a ve Mezar’a götürürüler. Hz.
Ömer o kilisedeyken ikindi vakti girer. Hristiyan yetkililer, yere bir seccade
sererek Hz. Ömer’den namaz kılmasını isterler ama Hz. Ömer kendisinden sonra
bazı cahil Müslümanların, kendisinin bir zamanlar burada ibadet ettiğini öne
süreek kilesinin kendilerine ait olduğunu iddia etmeye kalkışarak o kiliseyi
camiye çevirebilecekleri düşüncesiyle orada namaz kılmayı reddeder. Bunun
yerine Hz. Ömer, seccadesini alarak şimdi gerçek Ömer Camisi’nin bulunduğu
Kubbetu’s-Sahra’nın merdivenlerinin üzerine serer ve namazını kılar.
Kubbetu’s-Sahra, Ömer Camisi olarak anlandırılır. Oysa Kubbetu’s-Sahra,
gerçekte bir cami değil, İslâm’ın ikinci kutsal mabedi olan Mescid-i Aksa’nın
sınırları içindeki Kudüs mabedidir.[35]
Yukarıdaki
nakil, hadis kitaplarına değil, sonraki dönemlerde kaleme alınmış bir tarih
kitabına dayanmaktadır.[36] Yani nakil sahihlik sorunundan uzak değildir. Sahih olsa bile Hz. Ömer; kilise içindeki
heykellerin varlığını sorun etmiş ondan dolayı kılmamış, kılmasının putların
karşısında namaz kılmanın meşruluğu şeklinde anlaşılabileceğini düşünmüş de
olabilir.
Müslümanların
iyi insani ilişkiler geliştirdiklerine dair Pickthall, şahit olduğu bir
manzarayı aktarır. Lud’da (Lydda), Şaron ovasında Aziz George Kilisesi ile bir
caminin, bir duvarla birbirinden ayrıldığı ama aynı çatı altındaki kilise ile
camiyi birbirinden ayıran duvarın ilk inşa sırasında mevcut olmadığı
söylenmektedir.[37]
Faiz yasağı nasıl algılanmalı?
Ödünç
işlemlerde ve alışverişte karşılığı bulunmayan gerçek veya hükmî fazlalık
anlamındaki faizin yasaklanması hakkında herhangi bir şüphesi olmayan
Pickthall, pek çok kişinin, hatta Müslümanların faizin haram kılınmasını
“çağdışı” görmesini, çağın ayartıcılığını fark edemeyen kimseler olarak görür.[38] Müslümanlar arasındaki ticari ilişkilerde faizin her türlüsünden
kaçınmak gerekir. Faizin kurumlaştığı toplumlar ilişkilerin hükmü ise ayrıdır. Zorunlu
durumlar olabilir ama konu asla bunun ötesine taşmamalıdır.[39]
Müslümanların
faiz alamadığı gibi veremeyeceğini de düşünen Pickthall, Müslümanların faizin
kurumlaştığı ve kökleştiği toplumlardan para vs. ödünç almamalarını tavsiye
eder. Müslümanlar, şiddetli ihtiyaç zamanlarında problem yaşadıkları zaman
maddi yardımda bulunacak İslâmi finans sistemleri kurmalıdır.[40]
Müslüman kadın ve peçe
Yaşadığı
dönemde Hindistan’da şeri hukuk tarafından kadınlara tanınan hakların yerine
getirilip getirilmediğinin takip edilmediğinden yakınan Pickthall, Hindistan’da
kadınların hukuki koruması veya savunmasının yokluğundan şikâyet eder. Ebu
Hanife’ye göre (h. 150) her şehirde özellikle kadınlarla ilgili meselelele
ilgilencek bir kadın hâkimin bulunması gerekir. Ne yazık ki Hindistan’da kadın hâkim
mevcut değildir. Kadınların kolaylıkla hak iddia edebilecekleri,
başvurabilecekleri erkek hâkim de yoktur.[41]
Gerçek İslâmi
geleneğin saçın ve boynun örtülmesini emrettiğini belirten Pickthall, kadınların
yüzünün peçeyle örtülmesinin İslâmi bir gelenek olmadığını ifade eder. Bu
gelenek, İslâm’ın gelişinden önce Doğu’nun pek çok şehrinde yaygındı ama
Arabistan’ın şehirlerinde yaygın değildi. Hindistan’da şu an var olan perde /
burka/ peçe, İslâm’ın ilk yüzyıllarında
hayal edilebilecek bir şey bile değildi. Bu örtünme sitemi, Suriye, Mezopotamya,
İran ve Mısır’ın şehirlerine yerleşen insanlar tarafından oralarda hâkim olan
örtünme biçimlerine karşı verdikleri bir taviz ve yüzü açık kadınlarla
ilişkilendirilen düşük karakterlilik gibi yanlış anlayışın kendi kadınlarını da
benzer bir duruma düşüreceği inancıyla bir korunma biçimi olarak beninsenmişti.
Peçe geleneği hiçbir zaman İslâm dünyasının yaygın geleneği olmamıştır ve
Müslüman kadınların çoğu peçeyi hiçbir zaman kullanmamıştır. Zira İslâm
dünyasındaki kadınların çoğu, eşleriyle ve kardeşleriyle birlikte tarlalarda
çalışan çiftçilerden oluşmaktaydı.[42] Peçe ne İslâmi ne de Arap kökene sahiptir. Aslında peçenin kökeni,
Zerdüşt İran’ı ve Hristiyan Bizans idi. Peçenin İslâm diniyle hiçbir ilişkisi
yoktur ve pratik gerekçelerle Müslüman kadınların büyük çoğunluğu tarafından da
hiçbir zaman benimsenmemiştir.[43]
Görüldüğü gibi
Pickthall, kadınların hukukunun korunması konusunda güzel bir öneri getirmekte
ve kadın hâkimlerin kadın haklarının temini konusunda iyi bir açılım
sağlayacağını belirtmektedir. Kadınların el ve yüzünün açık olmasına gelince
âlimlerin bir kısmı el ve yüzü avret kabul etmezken bir kısmı ise kadının tüm
bedeninin örtülmesi gerektiği kanaatindedir. İlk grup, ayetteki (en-Nûr 24/31)
“kendiliğinden görünen kısmı müstesna” ifadesini el ve yüzün açıkta
kalabileceği şeklinde yorumlarken ikinci grup kadının istem dışı örtüsünün
açılmasının kastedildiğini söylerler.
Sonuç
Görüldüğü gibi
Pickthall, Batı uygarlığından faydalanmaya açık bir İslâm algısına sahiptir.
İslâm’ın uygulanabilirliği konusunda herhangi bir şüphesi yoktur. İslâm’ın
kısmen uygulanmasını bir sapma olarak görmektedir. Bilimsel tefsire prim
vermeyen Pickthall, bilime olan Müslüman ilgisini İslâm tarihinden örneklerle
ortaya koyar. Haçlıların İslâm bilgisindeki yetersizliklerine dikkat çeker ve
Doğu Hristiyanlarının Müslüman yönetimini tercih ettiklerine vurgu yapar.
Evrensel İslâm kardeşliğinin Cemiyet-i Akvam’a[44] önerilmesinin dünya barışına katkı sağlayacağından şüphe etmeyen
Pickthall, Müslümanların, gayrımüslimlerin inançlarının gereklerini yerine
getirme sorunu yaşamadıklarına dair aktarımlarda bulunur. Faizin haramlığı
konusunda emin olan Pickthall, eserinde kadın haklarının sağlanmasında kadın
yargıçların fonksiyonel olabileceğini belirtir. Ayrıca peçenin İslâm kültürüne
sonradan eklendiğini düşünmektedir.
[1] Kemal
Kahraman, “Marmaduke William Pickthall”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi (Erişim 08 Ağustos 2021).
[2] Kahraman,
“Marmaduke William Pickthall”.
[3]
Kitabın orijinal adı için bk. Marmaduke
William Pickthall, The Cultural Side of Islam (Madras (India): Hilal
Press, 1937).
[4] Marmaduke
William Pickthall, İslam Medeniyetinin Dinamikleri, çev. Yusuf Kaplan
(İstanbul : Külliyat Yayınları, 2011), 146.
[5] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 180.
[6] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 181.
[7] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 200.
[8] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 66.
[9] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 200.
[10] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 78.
[11] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 78.
[12] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 79.
[13] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 79-80.
[14] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 94.
[15] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 50.
[16]
Kastedilen kişi, Mary Wortley Montagu (1689-1762) adlı yazar olmalıdır.
[17] Bu
kişinin doğru adı (Osmanlı döneminde İngiltere tarafından İstanbul'a elçi
olarak atanan) Edward Wortley Montagu (1678-1761) olsa gerektir.
[18] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 82.
[19] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 83.
[20] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 83.
[21] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 21.
[22] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 101.
[23] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 101-102.
[24]
İslâm ülkelerinde yaşayan gayri müslim tebaa için kullanılan bir ifade.
[25] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 119.
[26] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 101.
[27] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 65.
[28] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 67.
[29] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 138.
[30] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 62.
[31] İktidarın imtiyazlı ve genellikle soya bağlı
bir sosyal sınıfının elinde bulunduğu politik hükûmet şekli.
[32]
Yönetim erkinin maddi açıdan üstün kişilerce paylaşılmasını öngören oligarşik
bir yönetim biçimi.
[33] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 194.
[34] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 115.
[35] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 116.
[36] Muhammed
b. Hasen İbn Haldûn, Kitâbü’l-ʿİber ve dîvânü’l-mübtedeʾ ve’l-ḫaber fî
eyyâmi’l-ʿArab ve’l-ʿAcem ve’l-Berber ve men-âs̱arahüm min-ẕevi’s-sulṭâni’l-ekber
(Beyrut: Daru’l-Fikr, 1408/1988), 2: 268.
[37] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 116.
[38] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 64.
[39] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 200.
[40] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 200.
[41] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 154.
[42] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 155.
[43] Pickthall,
İslam Medeniyetinin Dinamikleri, 156.
[44]
Milletler Cemiyeti. Günümüzdeki Birleşmiş Milletler'in temeli sayılabilecek bir
organizasyondur.