Nûrü’l-Beyân Kur’ân-ı Kerîm Tefsîrinin Türkçe Tercemesi -3-
Önceki iki yazımızda başlıktaki isimle
yayınlanan eseri birtakım yönleriyle değerlendirmiştik. Bu konudakı son
yazımızda şu soruların yanıtlarını ortaya koymaya çalışacağız: Mehmed Âkif’in mealiyle
karşılaştırıldığında bu eserde kullanılan dil nasıldır? İslami ilimlere vâkıf
olmayanların, bu eksiklikleri nedeniyle ayetlerin anlamına ilgisiz kalmaları
uygun mudur? Hüseyin Kâzım’a göre tefsir ilminde hadislerin yeri nedir ve bunu
nasıl gerekçelendirmektedir?
Nûrü’l-Beyân Kur’ân-ı Kerîm Tefsîrinin
Türkçe Tercemesi adlı eseri kaleme alanlar, Âkif’in aksine ayetleri
sade bir dille Türkçeye aktarmamış anlamı daha iyi ifade ettiği düşünülen
ağdalı ifadelere yer vermişlerdir. Bu açıdan eserin, Âkif’in mealine kıyasla
daha ziyade “mektepli kimselere” hitap ettiği söylenebilir.
Hüseyin Kâzım’a göre o dönemin
şartlarında Kur'an’dan az çok bir anlam çıkarabilmek için herkesi
dilbilimlerinden şer`i ilimlerden, tefsirle ilgili ilimlerden sorumlu tutmak,
imkânsızı istemektir. Bunun yanında Kur'an’dan anlam çıkarma işini Arapçada,
dinî ilimlerde ve tefsirle ilgili ilimlerde uzman olanlara bırakmak da caiz
değildir. Bir şeyin çoğundan yoksun olan, azından da mahrum edilmemelidir.[1]
Bu yaklaşım gayet yerindedir. İslami ilimlerde uzmanlaşmak Müslümanların
genelini aşan bir sorumluluktur. Hemen herkes, anlaşılır bir üslupla
gönderilmiş olan Kur'an’ın mesajını genel hatlarıyla anlayabilir. Kur'an’ın
indiği dilde bu imkâna sahip bulunmayanlar, kendi dillerinde olanak bulduklarında
asla geri durmamalı, Kur’an'ı anlama çabası içinde olmalıdır.
“Resulullah’tan (s), ashaptan ve
tabiin âlimlerinden bize ulaşan tefsirle ilgili rivayetlere gelince bunların
bir kısmını da bilmek zorunludur; çünkü sahih bir kanalla rivayet zinciri
Resulullah’a kadar dayandırılan bir rivayet, tefsirde önceliklidir.” denilen Tefsîrü’l-Menâr’daki
yaklaşıma[2] benzer
şekilde Hüseyin Kâzım da tefsirde hadislerin göz önünde bulundurulması
gerektiği düşüncesindedir ve bu yaklaşımını delil getirirken şu ayetleri
belirtir: “O kendi tutkusundan (hevasından) da konuşmuyor. O (konuştuğu,
kendine) vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir.” (en-Necm 53/3-4).
Bu ayetler, onun yaklaşımına delil olmaz. Peygamber’e (s) öğretilen ve asla
ekleme çıkarma yapmadığı şey Kur’an’dır. O ashâbı ile istişare ederken ona “Ya Resulallah!
Bu vahiy mi yoksa kendi içtihadınız mı?” diye sorarlar, vahiy değilse kendileri
de görüş belirtirlerdi. Bu durumda Resulullah (s) onlara, “Her
konuştuğum vahiydir. İtiraz etmeyiniz.” demezdi.
Sonuç olarak diyebiliriz ki Nûrü’l-Beyân
Kur’ân-ı Kerîm Tefsîrinin Türkçe Tercemesi adlı eserin, günümüzdeki okurların
ilgisine sunulması güzel bir çabadır. Eserdeki dilin, kaleme alanlarca
anlaşılır olması istenmişse de Âkif’in mealinde kullandığı dile göre daha
ağırdır. Bu açıdan eser, genel okuyucuya değil, uzmanlara ve Osmanlıcaya ilgi
duyanlara hitap etmektedir. Eser kaleme alınırken klasik tefsirlerde
bulunan görüşler çerçevesinde kalmak tercih edilmiştir. Bu nedenle “klasik
tefsirler gözüyle Kur’an’ın nasıl anlaşılabileceği” konusunda okurlara özlü bir
bilgi sunmaktadır. Hüseyin Kâzım’a göre eseri yazanların birikimi uzun bir
tefsir yazmaya imkânları mevcutsa da okunurluk oranı dikkate alınmış ve
Kur'an’ı anlamaya vesile olacak kısa bir eser yazımı tercih edilmiştir.
Eserde ayetlerin ayetlerle tefsiri
yöntemi tercih edilmişse de ilk cüzlerde kullanılan bu yöntem özlü bir eser
verme amacından dolayı sürdürülmemiştir. Eserde ayetlere meal verirken kelime
kelime karşılık verilmeye çalışılmamış, genel anlamın ortaya konulması uygun
görülmüştür.
Hüseyin Kâzım, İslami ilimlere vakıf
olmayanların da Kur'an’ı anlama çabası içine girmelerini istemektedir. Bu eser,
bu yaklaşıma uygun bir malzeme olmuştur; çünkü okur, onda tefsir alanındaki
önemli eserlerden damıtılmış anlamları elde edebilmektedir.
27.2.2020 Haksöz Haber