Kur’an’da “onlara (…) emredildi” ifadesi
Kur’an’da
“onlara (…) emredildi (umirû)” ifadesi üç Medeni surenin birer ayetinde
yer almaktadır. İlk ele alacağımız ayette, bağlam gereği “onlara (…)
emredilmişti” şeklindeki çeviri tercih edilmiştir. Bu yazıda söz konusu ayetler,
içlerinde bulundukları surelerin iniş sırasına göre ele alınacaktır.
Kendisini
Müslüman olarak tanımlayan kimse, dinî ve dünyevi sorunların çözümünde başvuru
mercii olarak dini değil din dışı prensipleri ölçü alırsa gerçekte o, dinin
yerine şeytana tabi olmaktadır: “Baksana hem
sana indirilen hem de senden önce indirilen kitaplara inandığını iddia eden o
münafıkların yaptıklarına! Kalkıp tâgutun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Hâlbuki
onlara, onu reddetmeleri emredilmişti. Şeytan da onları, haktan büsbütün
saptırmak ister.” (en-Nisa 4/60). Ayette söz edilen kimselerin Müslümanlığı bir
iddiadan ibarettir. Yine ayette bir kişiden değil, bir gruptan söz edilmesi, Müslüman
toplumunda gayri İslami unsurları hâkim kılmaya çabalayan ancak gerçekte
Müslüman olmayan ve İslam’a karşı birlikte hareket eden bir topluluk olduğunu
gösterir. Bu tür kimselere de diğer insanlar
gibi tövbe kapısı açıktır. Yanlışlarından vazgeçerlerse Allah onlara merhamet
gösterir. Ayette geçen tâgut kelimesinin anlamlarından bazıları; put, şeytan,
Allah’tan başkası için tapılan (kimse/şey) ve kâhindir.[1] Bir prensip ya da kişi, Allah’ın hükümlerinden ayrı hükümleri
geçerli kılma amacındaysa o prensip ya da kişi tâguttur. Söz konusu prensip,
örnek alınan (dinî ya da siyasî) bir kişi heykelinde somutlaştırılıyor
olabilir. Bu batıl tavra konu olan kişi ya da kişiler, putlaştırılan melekler,
Hz. İsa vs. Allah’a itaat eden varlıklar/kimseler olabilir. Bu durumda melekler,
Hz. İsa vs. değil, onları putlaştıranlar hesaba çekilir. Demek ki salt
tapılıyor olmak, tâgut olmanın temel gerekçesi değildir. “Tağutun önünde
mahkemeleşiyor” durumuna düşmek istemeyen Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde
İslam’a aykırı hükümler varsa onların değiştirilmesi için ellerinden geleni
yapmakla sorumludur. Umursamazlık söz konusu olursa ahirette hesabını vermeleri
zor verirler. Bunun gerçekleştirilmesinin az ihtimal verenler, en azından bulundukları
ülkede “İslam hukukuna göre de” yargılama yapılabilmesini talep etmelidir.
Dine davet;
temelde Allah’ı tek ilah kabul etmeye ve O’na ibadete çağrıdır: “Hâlbuki onlara
ancak, dini yalnız O'na has kılarak ve hanifler olarak Allah'a kulluk etmeleri,
namaz kılmaları ve zekât vermeleri emredildi. Sağlam din de budur.” (el-Beyyine
98/5). Ayette insan hayatının değil, dinin Allah’a has kılınmasından söz
edilmesi, dinin hayata hükmedici pozisyonunu göstermektedir. Müslüman
yaşayış biçimini belirlerken arzularına göre değil, belirleyici olan din
kurallarına göre hareket eder. Allah’a doğru bir şekilde inanmanın ve kulluğun
ölçüsü vahiydir. Vahyin anlaşılmasında da rehber Resulullah’tır. Bu doğrultuda
hareket etmeyenler, dini eksiltme ya da artırma riskiyle karşı karşıya
gelirler. Dünya hayatında şirk koşmaksızın yaşama konusunda tek kural koyucu
Allah’tır. O, kurallarını vahiy yoluyla bildirir. Tek yaratıcı olarak Allah’ı
kabul edip dünya hayatında -zorlayıcı bir durum olmamasına rağmen- O’nun
kurallarını tamamen ya da kısmen kenara koyanlar şirke yönelmiş demektir.
İnsanlar iyi
niyetle bir şeyler yapabilir; ancak ölçü vahiy değilse sırf iyi niyet doğru
sonuç getirmez: “Onlar Allah'ı bırakıp bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu
Mesih'i kendilerine rab edindiler. Hâlbuki onlara ancak tek ilâha kulluk
etmeleri emredildi. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları
şeylerden uzaktır.” (et-Tevbe 9/31). Ayetten
anlaşılan şey, Yahudi ve Hristiyanların değer verdikleri dindar kişileri,
gereğinden fazla yücelterek onları tanrılaştırmaları meselesidir. Onlar din
adamlarının vahye karşıt tutum ve tavırlarını onaylamış, bu çelişkiyi görmezden
gelmiş ve yoldan çıkmışlardır. Müslümanlar da Kur’an ve sünnette olmayan ibadet
şekilleri önerenlerle karşılaştıklarında o kimselere hakkı tavsiye etmeli ve
haktan ayrılmamalıdır.
Görüldüğü gibi
“onlara (…) emredildi” ifadesinin yer aldığı ayetlerde münafıkların vahye tabi
olmak yerine tağutların ve şeytanın izinden gitmelerinin yanlışlığından, dini
Allah’a has kılıp yalnızca O’na ibadet etmek gerektiğinden, din adamlarına
vahyin otoritesinin üstünde bir rol vermenin onları rab edinmekle eşdeğer
olduğundan söz edilmekte ve Müslümanlar bundan sakındırılmaktadır.Memleket
Gazetesi 28.3.2019
[1] Ebu’l-Fadl Cemâluddîn İbnu Manzûr, Lisânü’l-Arab,
15 c., Daru Sadır, Beyrut, h. 1414., 3. Bs (Beyrut: Dâru Sadır, 1414), 8:
444.