“Kıssaların Dili” Adlı Eser Üzerine Bir Değerlendirme -I-
Mustafa Öztürk, araştırmacı kimliğiyle temayüz etmiş bir bilim adamıdır.
Hem yazıları hem de konuşmaları gayet başarılıdır; ancak muhteva ve üslup
konusunda Öztürk’e yönelik bazı çekincelerimiz mevcuttur. Bu yazıda söz konusu
çekincelerimizi onun Kıssaların Dili adlı eseri bağlamında ortaya
koyacağız. Söylediklerimiz polemik amaçlı değil, “hakkı-sabrı” tavsiye
mahiyetinde görülmelidir.
A. Kur’an’da Allah Merkezli Dil ve Kıssalardaki İzdüşümü
Öztürk, Kur’an kıssaları ile ilgili sorun yaşanan (müşkil) ayetleri
gündeme getirmekte, o ayetler hakkında sorular sormakta ancak “bilen bir mümin”
gibi davranıp o anlama sorunlarını çözmeye çalışmak yerine inananları adeta
topa tutmaktadır. Sözgelimi son peygambere helak edici mucize verilmediğini
ifade eden, “Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan, öncekilerin onları
yalanlamış olmasından başka bir şey değildir. Semud'a apaçık (bir mucize)
olarak dişi deveyi verdik de ona zulmettiler. Oysa biz ayetleri (mucizeleri)
ancak korkutmak için göndeririz.” (İsra 17/59) ayeti hakkındaki sözlerine
bir bakalım: “Peki, öyleyse niçin ilk Semûd kavmine (İ.Ö. 1800-1600) gönderilen
Hz. Salih ile Hz. Peygamberin risalet dönemi arasındaki zaman diliminde yaşamış
olan Hz. Musa, Hz. Süleyman ve Hz. İsa gibi peygamberlere birçok hissi mucize
verilmiştir? Diğer bir deyişle, mademki Mekkeli müşriklerin hissi mucize
taleplerine olumsuz cevap vermenin temel gerekçesi bunların geçmişte Semûd
kavmi tarafından yalanlanmış olmasıdır; öyleyse niçin anılan kavmin helâkinden
asırlar sonra görev yapmış peygamberlere bu tür mucizeler verilmiştir?”[1] Peki, Öztürk’ün
sorduğu bu sorulara kim cevap verecektir? Öztürk bu soruları sorarken kendisini
nereye koyarak sormaktadır? “Ben sordum, Kur’an okuyanlar, tefsir edenler cevap
versin!” diyebilir mi? Söz konusu ayetin anlaşılmasına gelince Semud kavminin
yalanlaması, örnek türünden verilmiştir. Yoksa hissi mucizelerin sonuncusu
Salih peygamber döneminde gönderilen deve değildir. Öztürk’ün belirttiği gibi
Salih sonrası peygamberlere de mucize verilmiştir. Ayette söylenmek istenen
şey, adı geçen peygamberler dâhil hissi mucizelerin verildiği ancak son
peygambere dönemsel değil, kıyamete kadar geçerli bir mucize verilmesinin
takdir edildiğidir.
Öztürk, Salih peygamberin kavmine imtihan amaçlı gönderilen deve
için “İlgili ayetlerin hiçbirinde bu devenin mucizevî bir yapıya sahip olduğunu
gösteren bir karine mevcut değildir.” demektedir.[2] Hâlbuki
ayetin orijinalinde geçen mubsiraten kelimesi ile birlikte ayetleri
ifadesinin kullanılmasından yola çıkarak devenin mucize olduğunu söylemeye bir
engel yoktur.
B. Kıssaların Tarihi Değeri ve Hak Oluş Keyfiyeti
Öztürk, birçok kıssanın peygamberlerle ilgili olanlarının tarihi
olduklarını en azından tarihi unsurlar taşıdıklarını kabul eder ve buna dair
Zekeriya-Meryem kıssası (Al-i İmran 3/44) ile Yusuf kıssasını (Yusuf 12/101)
örnek verir. Belirttiği ayetlerden yola çıkarak bu ifadelerin söz konusu
kıssaların muhayyel olmadığını gösterdiğini söyler;[3] ancak bu
doğru ifadelerini, tüm kıssaları kapsayacak şekilde söylemez.
Sözgelimi Öztürk, Araf 7/109-110’da Firavun’un ileri gelenlerinin
Şuara 26/34-35 ayetlerinde de Firavun’un sözlerini vererek “Görüldüğü gibi aynı
söz A`raf suresindeki ayetlerde Firavun’un yakın çevresine, Şuarâ suresindeki
ayetlerde ise bizzat Firavun’a nispet edilmiştir.” demektedir. Ardından benzer
bir durum olduğuna dair İbrahim kıssasından da bir örnek vererek sözlerini
şöyle sürdürmektedir: “Kur’an’ın tarihi bilgi vericiliğinde ısrar edildiği
takdirde yukarıda sunulan örneklerdeki çelişik ifadeleri telif etmek hayli
güçleşir.”[4] Öztürk,
inanan bir müfessir olarak meseleyi anlaşılır şekilde tefsir edeceğine “Kur'an'ı
düşünmüyorlar mı? Eğer Allah'tan başkası tarafından olsaydı, onun içinde çok
çelişkiler bulurlardı.” (en-Nisa 4/82) ayeti gereği, bu ifadeler arasında
niçin çelişki olmadığını izah etmesi gerekirdi. Hâlbuki bir cümlenin iki özne
tarafından birden kullanılmasına bir engel yoktur. Firavun bir cümle kurmuş,
çevresi onu tekrar etmiş ya da çevresi ona bir söylem önerisinde bulunmuş,
Firavun da o söyleme uygun hareket etmiş olabilir.
Yazar, Kur’an hakkında konuşurken -tarihçi/coğrafyacı gözüyle
diyerek de olsa- üslup olarak ona “sıradan bir metin” muamelesi yapar: “Zülkarneyn
kıssasına bir tarihçi ve/veya coğrafyacı gözüyle bakıldığında birtakım yanlış
beyanlarla karşılaşılır. Şöyle ki bu kıssada Zülkarneyn'in güneşin battığı yere
kadar gittiğinden söz edilir. Olgusal gerçeklikle test edildiğinde bu aslında
yanlış bir ifadedir. Çünkü güneşin battığı bir yer yoktur, seyrettiği bir
yön/yörünge vardır. Şu halde Allah[5] ‘Zülkarneyn
Güneşin Battığı yere kadar gitti...’ derken, insanlara güneşin battığı bir yer
olduğu yönünde bilgi mi vermiş oluyor? Yoksa o günkü muhataplarının kozmolojik bilgi
düzeylerine göre mi konuşuyor? Bizce doğru seçenek ikincisidir.”[6] Bu
ifadelerden anlaşılan şey, tarihçilerin/coğrafyacıların mecazdan anlamadığıdır.
Onlar Kur’an’ı okuduklarında güneşin doğup batması gibi garip (!) ifadelerle
karşılaşmaktadırlar. Hâlbuki Öztürk de bilir ki bu kullanım (güneşin doğup
batması), diğer dillerde de vardır; ancak bilimin aydınlığında (!) bu kadar
mesafe alınmış olmasına rağmen, güneşin doğup batmasından söz edenlere hiç
kimse “yanlış beyan” iddiasında bulunmaz. Bu yaygın kullanıma rağmen, Öztürk
niçin iman konusu olan bir kitap hakkında böylesine rahat hareket etmektedir? Hadi
kendisi incinmiyor diyelim, Müslümanların genelinin hassasiyetlerini niçin
dikkate almamaktadır? Müslümanlarla Kur’an konusunda karşı karşıya gelmenin
ümmetin maslahatı açısından ne tür faydaları vardır?
Yazar, bazı kıssaların hak veya bi’l-hak olarak ifade
edilmesinin ne anlama geldiği üzerinde de durmakta ve bu iki tabirin mutlak
olarak “gerçek” anlamına geldiği gibi yerine ve bağlamına göre “bir gerçeğin
ifadesi” gibi bir anlamı da içerdiğini söylemektedir. Bu yaklaşıma göre kıssalar
yaşanmış da olabilir. Ne var ki Öztürk, söz ettiği ihtimali daha sonraki
cümlelerinde teke indirmekte ve “hak olarak” anlatılan kıssaların
hikâye/menkıbe olduğu görüşüne meyletmektedir: “Dolayısıyla, bi’l-hak
tabiri kıssalar bağlamında tarihi gerçekliği bulunan bir olayı vuku buluş
keyfiyetine göre aktarmaktan ziyade, tarihsel boyutunun mevcut olup olmadığı
pek önem arzetmeyen bir hikâye ve-veya menkıbeyi çok esaslı bir amaca matuf
olarak yerinde ve zamanında anlatmaktır.” [7]
İnsanların yaşanmış olaylardan ibret almaları daha kuvvetle muhtemelken niçin
kıssaların hak oluşunu, yaşanmışlıklarını bir kenara koyarak algılayalım? “Bazı
ayetleri izah edemiyoruz. Demek ki gerçek/yaşanmış değil.” yaklaşımı ne kadar
doğrudur? Müfessir, anlama sorunlarını çözmesi gereken kişi iken “sorun üreten”
kişi haline gelirse onun müfessirliğinden söz edilebilir mi? Kur’an geçmiş
toplumların yaptıkları yanlışlardan ve onlara verilen cezalardan söz ederken
“Bunlar menkıbedir.” dediğimizde dini anlatan Müslümanların sosyal yasalardan (sünnetullah)
söz etmeleri muhatap açısından ne kadar ciddiye alınır? Yoksa Kur’an çocuklara
masal anlatalım diye mi gönderildi?!
C. Kıssalar ve Mitoloji
Öztürk, Muhammed Halefullah’ın (1916-1997)[8] şöyle
dediğini belirtmektedir: “Kur’an’daki bazı kıssalar tarihi gerçekliği
bulunmayan birer edebi üründür. Bunun en somut delillerinden biri, müşriklerin
vahye yönelik ‘eskilerin masalları’ (esâtiru’l-evvelîn) şeklindeki
nitelemesinin Allah tarafından açıkça reddedilmemiş olmasıdır.”[9]
Kur’an’ın “eskilerin masalları” şeklindeki müşriklerin itirazına, “Hayır
değildir!” demediği doğrudur; ancak “hak” dediği, “gayb haberi” dediği
gerçektir. Bu durum dikkate alındığında Kur’an’ın bize masal anlatmadığı
rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca Öztürk’ün, Kur’an’ın neresinde bir kıssa
anlatıldığını ve arkasından da müşriklerin o kıssaya “eskilerin masalları” dediğini
de belirtmesi gerekirdi.
D. Kıssalarda Gaye-Amaç Unsuru
Kıssalardaki ana temanın ilk hitap çevresine Allah’ın tek gerçek
tanrı oluşu gerçeğini (tevhid) kabule yönelik bir hidayet çağrısıyla özdeş
olduğunu belirten Öztürk,[10] Yusuf
kıssasındaki şu ifadelerin muhtemelen dinleyici nezdinde kıssayı daha cazip
kılmak için belirtilmiş bir detay kabilinden görmektedir:[11] “Vezirin
karısı şehirdeki kimi kadınların kendi aleyhindeki dedikodularını işitince
onları konağında yemeğe davet etmek üzere haber gönderdi onlara mükellef bir
ziyafet sofrası hazırlattı ve sofraya her koltuk için bir meyve bıçağı koydurdu
kadınlar meyvelerini soydukları sırada ‘Yusuf'a çık şunların karşına da seni
bir görsünler.’ dedi. Kadınlar onu görünce yakışıklılığı karşısında afallayıp
farkında olmadan kendi ellerini kestiler ve ‘Hayır olamaz Allah için bu bir
insan değil harika bir melek!’ dediler.” (Yusuf 12/31). Öztürk, hiçbir
müfessirin Yusuf kısasının bu bölümünden biz Müslümanların ne tür bir
dinî-ahlakî ders çıkaracağı konusunda kayda değer bir açıklamada bulunmadığını
ileri sürmektedir.[12] Hâlbuki
kadınların tutumu, ahlakın dolayısıyla dinin ilgi alanı dışında değildir.
Ayrıca ayetin, kıssayı bir nevi fantastik anlatı haline getirmek amacıyla
Kur’an’da yer aldığını söylemek yerine bu ayetin eşsiz bir “kötü amaçlı empati
örneği” içerdiğini söylemek daha yerinde olurdu. Ek olarak Yusuf kıssası sıkıcı
mıdır ki cazip hale getirilmek amaçlı yani ibret içermeksizin böyle bir ifade
kıssaya yerleştirilmiş olsun! Benzer şekilde Öztürk, Belkıs ve Musa kıssasının
da tezyin türünden enstantaneler içerdiği kanaatindedir.[13] Onun
yaklaşımının, “Madem bir hikmet göremedim, demek ki yoktur!” şeklinde olduğu
söylenebilir. Hâlbuki ilim, acizliğinin de farkında olmaktır. Akla gelen bir
soru da şudur: Acaba Öztürk hâlen yazmakta olduğu tefsirinde “tezyin
kabilinden” dediği pasajları yorumlamadan mı geçecektir?
Kur’an’da yer verilen Zülkarneyn hakkında Öztürk, onun tarihî bir
figür olduğunu söylemenin mümkün olduğu kadar onun mitik-efsanevi bir figür
olduğunu düşünmenin de mümkün olduğunu ifade etmektedir.[14] Yazarı
kıssaları yaşanmış olaylar olarak değil de efsane kabul etmeye zorlayan etken nedir?
Zaten bunları iddia eden İslam düşmanı kesimler mevcuttur. Dileyen onların
görüşlerine bakabilir. Bu açıdan Öztürk’ün ne tür bir yenilik getirdiğini
bilmiyorum. Öztürk’ün yapması gereken şey, o iddiaları Müslümanların gündemine
hem de o iddialara hak verir izlenimi verecek şekilde taşımak mı yoksa onlara
Kur’an’ın verdiği cevabı mı sergilemektir?
Zülkarneyn kıssasına ilişkin söylediklerinin büyük ölçüde Ashâb-ı
Kehf kıssası için de söz konusu olduğunu söyleyen Öztürk, “Bu kıssadan, dinî
inanç ve yaşantımız sebebiyle ağır tehdit altında bulunduğumuz zaman zinde
güçlerin şerrinden emin olmak ve canımızı kurtarmak için emin bir sığınağa
girip yıllarca saklanmamız gerektiği gibi bir anlam mı çıkarmalıyız? Eğer
öyleyse iyiliği emredip kötülükten nehyetme vecibesinden söz eden ayetler
kimler için vahyedilmiştir? Dahası, Hz. Peygamber ve sahabenin sıkıntı ve çile
dolu siretinde Ashâb-ı Kehf kıssasındakine benzer bir durum vuku bulmuş mudur?”
şeklinde sorular sormaktadır.[15] Bu
kıssada Ashâb-ı Kehf’in yıllarca mağarada kalmayı düşündüklerine dair elimizde
bilgi yoktur. Pekâlâ, o mekân hicret amaçlı yolculukları için geçici bir menzil
olabilir. Dolayısıyla onların iyiliği emir kötülüğü nehiy sorumluluklarından
kaçtıkları söylenemez. Belli ki Mekke’de daha fazla kalamayan Müslümanlar gibi
onlar da hicrete niyetlenip çıkmışlardır. Zaten Kur’an, onların bezgin bir ruh
haliyle artık inzivaya çekilme niyetiyle mağaraya sığındıklarına dair bir veri
sunmaz. Onlar iradeleri dışında mağarada uzun süre uyumuşlar ve uyanmaları,
ahiret hayatının varlığına bir kanıt olarak sunulmuştur.
E. Kıssalar Bağlamında Allah-İnsan-Tarih İlişkisi
Öztürk’ün kullandığı dil, sanki Kur’an’da çelişki avına çıkmış bir
bilim adamının dili izlenimi vermektedir. Zira onun kullandığı dil, klasik
“müşkilü’l-Kur’an” kitaplarında kullanılan dilden farklıdır. Nitekim onun kullandığı
dilde anlama sorunu derinleştirilmekte, müşkilü’l-Kur’an literatüründe ise
çözüme odaklanılmaktadır. Öztürk, kullandığı üslup ile Kur’an’ı anlama
sorunlarını katmerleştirmektedir: “Kur'an'daki anlatıma göre birçok halk zulüm
diye ifade edilen tutum ve davranışlarından dolayı helak olup gitmesine karşı
İsrailoğulları kendilerine gönderilen onca vahye rağmen kimi zaman buzağı
heykeline tapınmaları kimi zaman Hz. Musa gibi bir peygambere, ‘Sen ve
tanrın beraberce gidin [o zorba halkla] savaşın’ (el-Maide 5/24) demelerine
kimi zaman kendi peygamberlerini öldürmelerine yani kısaca zulmün, isyankârlığın
ve nankörlüğün hemen her çeşidini icra etmelerine rağmen topyekûn helak edilmemişlerdir.
Bu durum ister istemez şöyle bir soruyu akla getirmektedir: Âd, Semud, Ress
gibi birçok halk tarihin muhtelif dönemlerinde topyekûn helak edilirken ve galip
ihtimalle bebekler, çocuklar gibi nice masumlar da bu helaktan nasibini alırken,
Tanrı aynı helak yasasını söz konusu halklardan daha büyük suçlar işledikleri
su götürmez olan İsrailoğullarına niçin uygulamadı? Yahut tanrısal yasanın (sünnetullah)
işleyişinde veya en azından ilâhi helak prosedüründe böyle bir değişikliği
iktiza eden, dolayısıyla Tanrı’nın özellikle Musa dan itibaren sürekli olarak İsrailoğullarıyla
meşgul olmasını gerektiren sebep neydi?”[16] “Karşı
taraftan bir dil” kullanan Öztürk’ün sorularına şöyle yanıt verilebilir: Allah’ın
herkese farklı yaşam süresi verdiğinden şüphe yoktur. Bu nedenle insanların bir
kısmı erken vefat etmektedir. Bu vefat; sel, deprem vs. doğal felaketler
yoluyla da olmaktadır. Toplum; dede, nine, anne, baba ve çocuklardan vs.
müteşekkil olduğundan helak geldiğinde bir kısmının helak edilmesi bir kısmının
ise vefat ettirilmesi normaldir. Ayrıca Allah’ın dilediğini yapmasına bir engel
yoktur. Sünnetullahın kaç yasadan oluştuğu bizim için gaybtır. Bildiğimiz
yasaların dışında başka yasaların yürürlükte olmadığını söyleyemeyiz. Yine
bildiğimiz yasaların ne zaman ve nasıl devreye girdiği konusu da o yasaları
koyanın (Allah’ın) bileceği bir şeydir. Allah’ın İsrailoğullarıyla sürekli
meşgul olması söz konusu değildir. Kur’an’ın daha rahat anlaşılması için arka
plan oluşturan Tevrat ehlinden ayrıntılı söz edilmesinde bir sakınca yoktur.
Öztürk’e göre Mekkeliler de helak edilmeyi hak ettikleri halde
helak edilmemişlerdir: “Benzer bir soru Mekkeli müşriklerle ilgili olarak da
sorulabilir. Zira Mekkeli müşriklerin geçmişteki toplumların helak ediliş
gerekçeleri arasında sayılan bütün fiilleri aynı ile hatta fazlasıyla
işledikleri bizzat Kur'an ifadeleri ile sabittir. Allah'a ortak koşmak peygamberleri
yalanlamak Kur'an'ı alaya almak gibi major günahlarının yanı sıra birçok ayette
de ifade edildiği üzere Hz. Muhammed'e, ‘Bizi tehdit edip durduğun şu azabı
getir de görelim!’ diye küstahça meydan okumuşlardır. Hatta 38.Sâd 16.
ayette geçen çok ilginç bir ifadeye göre müşrikler, ‘Rabbimiz azaptan
payımıza düşeni neyse onu bize hesap gününden önce ver!’ diye alay
etmişlerdir. Yine başka bir ayetteki ifadeye göre müşrikler, ‘Ey Allah! Eğer bu Kur’an gerçekten sana ait bir kelamsa
o zaman başımıza gökten taş yağdır yahut bizi çok şiddetli bir azaba çarptır da
görelim!’ (el-Enfal 8/32) diye meydan okumuşlardır.”[17] Yüce
Allah, hangi topluma ne zaman azap edeceğini insanlara danışacak değildir. O,
kimi toplumlara dünyada kimi toplumlara ahirette kimine de dünya ve ahirette
azap eder. Bu azapların toptan olanları da kısmi olanları da mevcuttur. Allah
“her meydan okumaya” bir mucize göndermek zorunda değildir. Dilediği azgınlığa
dilediği zaman diliminde müdahale eder.
Yazar, “Ey peygamber! Sen
aralarında bulunduğu sürece Allah onlara bu şekilde bir ceza verecek değil!
Yine onlar af dilerlerken de Allah kendilerine azap edecek değil!”
(el-Enfal 8/33) ayetinin delaletinin bazı müfessirleri epeyce zorladığını ileri
sürmektedir. Öztürk, müşriklerin helak edilmemesinin temel sebebinin Hz Muhammed'in
onların arasında bulunması olduğunu oysa bu ayetin yer aldığı Enfal suresi Medine
döneminde Bedir Savaşı'ndan sonra nazil olduğunu belirtmektedir.[18] Ona
göre Lut kavmine gelen azap gibi helak yasasının Mekke halkına da uygulanmasını
gerekli kılan bütün şartlar oluşmuştur ama Allah, “Hz. Muhammed onların
arasında bulunmaktadır.” şeklindeki ilginç bir gerekçeyle yasanın objektif
işleyişini durdurmuş veya en azından askıya almıştır.[19]
Öztürk’ün yazılarında ayetleri yorumlarken “ilginç” bulduğu şeylerden ne
kastettiği izaha muhtaçtır. Biz de onun bu tutumunu niyet okumaya tabi tutmadan
ama “ilginç” bulduğumuzu belirterek geçelim. Öztürk sünnetullahı %100
kavramışçasına iki farklı zaman diliminde ve farklı problemlerin ön plana
çıktığı iki toplumu helak açısından eşitlemekte ve Mekke halkına da azabın
gelmesi gerekirken gelmediğini söylemektedir. Anlaşıldığı kadarıyla Öztürk
tespit edebildiği bazı yasaları, yasa koyucunun üzerinde gördüğü izlenimi
verecek ifadeler kullanmaktadır. Hâlbuki yasa koyucu istisna koyabilendir.
Sonuç
Verdiğimiz örnekler temelinde diyebiliriz ki Öztürk, niyeti ne olursa
olsun, Kur’an’ı “bir çelişkiler yumağı” gibi takdim etmekte, ona bir müfessir
gibi değil, “onun açıklarını ortaya
koymakla mükellef bir araştırmacı” gibi hareket etmektedir. Bunu ondan daha
profesyonelce ve daha keskin ifadelerle yapanlar (Müslüman mahallesine mesafeli
olanlar) varken Öztürk’e ihtiyaç var mıdır? Öztürk’ten beklenen “sözlü ve
yazılı güzel ifade kabiliyetini” kullanarak “bizim mahalleden” karşı tarafa ses
vermesidir. Karşı mahallenin söylemi ise çıkmaz sokaktır.
Yazının künyesi: Kayacan,
Murat, “Kıssaların Dili Adlı Eser Üzerine Bir Değerlendirme -I-”, Haksöz Derg.,
S. 337, İst., Nisan, 2019. (56-60).
Kaynakça
Öztürk, Mustafa. Kıssaların Dili. 2. Bs.
Ankara: Ankara Okulu, 2010.
Sarıtaş, Murat. “Muhammed
Ahmed Halefullah”. Erişim: 25 Mart 2019.
https://islamansiklopedisi.org.tr/muhammed-ahmed-halefullah.
[5] Öztürk’e göre
Allah ahlak ve adalet tanrısı gibi görünmekte, kendisini “âlemlerin rabbi”
olarak tanıtmaktadır. Bkz. Öztürk, Kıssaların
Dili, 56.
[8] Murat
Sarıtaş, “Muhammed Ahmed Halefullah”, erişim: 25 Mart 2019, https://islamansiklopedisi.org.tr/muhammed-ahmed-halefullah.