Kur’an’ın on bir ayetinde, “Allah’ın her şeye gücü yeter. (ennallâhe /innallâhe ‘alâ kulli şey-in kadîr)” ifadesi geçmektedir. Bu ayetlerin üç tanesi, üç Mekki surede, sekiz tanesi ise dört Medeni surede yer almaktadır; ennallâhe ile başlayan üç tanesi (Bakara, 2: 106, 259; Talak, 65: 12) hariç diğerleri innallâhe ile başlamaktadır.  Bu yazıda söz konusu ayetler içlerinde bulundukları surelerin iniş sırasına göre ele alınacaktır.

Allah, gökleri, yeri, melekleri yarattıysa ve O, yaratma konusunda ortaksız ise doğal olarak övgü (hamd) de O’na olacaktır: “Hamd gökleri ve yeri yoktan var eden, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah'adır. O yaratmada dilediğini artırır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.” (Fatır, 35: 1). Meleklere, evrende mevcut varlıkların yetenekleri anlamı verilebilirse de tümü öyledir denemez; çünkü bu ayette kanatlı meleklerden söz edilmektedir. Ayrıca onlar, Allah’a isyan etmedikleri için övülmekte ve onların değerli kullar oldukları belirtilmektedir. Bu, onların isyan edebildikleri halde takvalarından ve kulluk kalitelerinden dolayı Allah’a karşı gelmediklerini akla getirmektedir. Bu ayetten yola çıkarak meleklerin kanatlarının en fazla dört olduğu kesin olarak söylenemez. Ayette çok kanatlı oluşlarına işaret edildiği söylenebilir.[1] Allah, dilediğini dilediği şekilde ve sayıda yaratabilir.
Göklerde ve yerde sadece Allah’a gizli bir şey yoktur. Diğer varlıklar, eşyayı Allah’ın bilmelerine izin verdiği ölçüde bilebilirler: “Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir. (Kıyamet) saatin(in) işi ancak bir göz kırpma gibi yahut daha yakındır. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.” (Nahl, 16: 77). Ayette kıyametin yakın oluşundan söz edilmesi, kâfirlerin Peygamber’i (s) zor durumda bırakmak için kıyametin geliş zamanını sorduklarını akla getirmektedir. Kimin ne kadar yaşayacağının garantisi yoktur. Kıyamet her an kopabilir. İnsanlar ahirete sadece sahih bir inanç ve güzel işlerle gidebilirlerse ödüllendirileceklerdir. Ahiret hayatının şakası yoktur. Tekrar dirilişi hesaba katmadan yaşayanları acıklı bir azap beklemektedir. İnsanları yaratan, imtihan eden Allah, onların hiçbirini sağ bırakmamaya ardından da yaptıklarına göre hesaba çekmeye güç yetirebilir. O, dilediğini yapar. Yaptıklarının sonucundan da korkmaz (Şems, 91: 15).
Düşünen insanlar için karada ve denizde mevcut canlıların yaratılmasında büyük ibretler vardır. Bunu yapan Allah’ın yaratılmış varlıklardan irade verdiği ve hesaba çekecek olduklarını tekrar yaratması zor değildir: “De ki: Yeryüzünde dolaşıp (Allah'ın) yaratmaya nasıl başladığına bakın. Sonra Allah, son yaratmayı (ahiret yaratmasını) da gerçekleştirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Ankebut, 29: 20). Allah’ın bir yarattığını ikinci kez yaratmaya da gücü yeter. Gören gözler, ilk yaratma[2] üzerine düşünür ve bu gerçeği rahatlıklar kavrar. Yaşadığı yere aşinalık kazanan insan, başka kentlere, başka ülkelere giderse dünya hayatının anlamı, geçiciliği ve ölüm sonrası Hesap Günü konusundaki kavrayışı daha da kuvvetlenecektir.
Kur’an, münafıkların durumunu şu misalle ortaya koyar: “Çakan şimşek neredeyse gözlerini alacak gibi olur. Bu onların önlerini aydınlatınca o ışıkta yürürler. Ama üzerlerine karanlık bastırınca dimdik ayakta kalırlar. Allah dileseydi onların işitme ve görme kabiliyetlerini alırdı. Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.” (Bakara, 2: 20). Münafıklar bir yolda yürümektedirler. Ancak bu yürüyüş kolay değildir. Yollarını görmeleri, çakan şimşeğin aydınlatmasıyla mümkün olmaktadır. Bu şimşek, vahye tâbi oldukları nadir anları, karanlıklar da çoğunlukla üzerinde bulundukları batıl hayatı ifade ediyor olsa gerektir. Allah onların vahyi işitme ve hakikati görme yeteneklerini iptal edebilir ancak rahmetinden dolayı onlara gereği gibi iman etmekten alıkoymamaktadır. Dilerse verdiği nimetleri alıp onları hidayete karşı sağır ve kör kılabilir.
Allah, bilebildiğimiz her şeyin bir süreç yaşamasını dilemiştir. Buna uygun olarak gönderdiği ayetler ve kitaplarda da aşamalılığın gözetilmesinde bir problem söz konusu değildir: “Biz yerine daha iyisini veya bir benzerini getirmedikçe bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırmaz veya unutturmayız. Bilmez misin ki şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Bakara, 2: 106). Aşamalılık anlamında bir ayetin hükmünün diğeriyle ortadan kaldırılması (nesh) Kur’an içinde mevcuttur. İçkinin yasaklanmasına dair ayetler bunun bir örneğidir. Ancak bir ayetle bir hükmün gelmesi ve başka bir ayetle onun hükmünün ortadan kaldırılması şeklinde bir nesh, Kur’an’da mevcut değildir.[3] Bu ayetin, Kur’an ayetlerinin birbirini neshetmesinden söz ediyor oluşu zayıf bir ihtimaldir. Onun, önceki kitaplardaki bazı unsurları nesheden bir kitap olması daha kuvvetle muhtemeldir. Allah, bir hükmünü ister aşamalı olarak değiştirir isterse gönderdiği bir kitabın yerine yenisini gönderir, öncekinin hükmünü kaldırır. O, yaptıklarından hesaba çekilemez. O’nun her şeye gücü yeter.
Vahiy, Allah’ın kullarına olan merhametinin bir göstergesidir ve onun kim aracılığıyla hangi dönemde hangi toplum merkeze alınarak ulaştırılacağı konusunda yegâne belirleyici olan Allah’tır: “Ehl-i Kitab’ın çoğu, kendilerine gerçek (hak) apaçık belli olduktan sonra, nefislerini (kuşatan) kıskançlıktan dolayı imanınızdan sonra sizi küfre döndürmek arzusunu duydular. Fakat Allah'ın emri gelinceye kadar onları bırakın ve (onlara) ilişmeyin. Hiç şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Bakara, 2: 109).  Ehl-i Kitab’a mensup bir grup Yahudi din adamı oldukları söylenen kişilerin[4] kıskançlığı akıl alır gibi değildir. Müminler Allah’a ortak koşmayı bırakmış, bundan dolayı işkence, boykot, sürgün vs. pek çok zorluklar yüz yüze gelmişler ama tevhidden vazgeçmemişlerdir. Buna rağmen Yahudiler, amcaoğulları Müslüman Araplara kötülük yapmakta,[5] onların cahiliyedeki müşrik hallerini tercih etmektedirler. Bu, onlardaki sapkınlığın boyutunu göstermektedir. Her şeye gücü yeten Allah, Ehl-i Kitap’taki bu sapkınlığın müminlerin eliyle hemen cezalandırılmasını isteyebilirdi ancak onların cahilce tutumları karşısında müminlere temkinli olmalarını öğütledi. Yusuf, bulduğu ilk fırsatta nasıl kardeşlerini cezalandırma yoluna gitmeyip sabrettiyse Resulullah (s) ve müminler de kıskanç Yahudilere karşı sabretmeliydi.
Müminler, namazlarını bulundukları mekân neresi ise oradan Kâbe’ye doğru yönelerek kılarlar. Bu açıdan kimi batıya kimi doğuya kimi kuzeye kimi de güneye yönelmiş olur: “Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlarda yarışın. Her nerede olursanız olun Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Bakara, 2: 148). İbadet amacıyla vahiyde belirtilen yöne (Kâbe) yönelmek önemli olmakla birlikte Kur’an, asıl iyiliklerin neler olduğunu da belirtir.[6] Müminler vakitlerini, başka müminlere verilen nimetleri kıskanmakla değil, iyilikte yarışmakla geçirmelidir. Allah, nimetleri dilediğine dilediği oranda verir. Kimsenin onları bölüştürme, kısma ya da artırma yetkisi yoktur. “Herkesin yöneldiği bir yön vardır.” ifadesinden kastedilen şey, müminlerle birlikte Ehl-i Kitap ise onların yöneldiği yön ile Müslümanların sonradan yöneldikleri Kâbe’nin yönünün aynı olmaması, Allah’a kulluk açısından sorun teşkil etmez. Tüm yönleri yaratan O’dur. İnsanların onun belirttiği yön hangisi olursa olsun o yöne dönüp ibadet etmeleri bir çelişki değildir. Allah, dilediğini yapar. Ayrıca Ehl-i Kitap’tan beklenen şey, kıskançlığı bırakıp, peygamberlik zincirinin son halkasına tâbi olmalarıdır. “Herkesin yöneldiği bir yön vardır.” ifadesinden kastedilen şey, tüm insanlar ise bu durumda sadece mevcut durum ifade edilmiş olur ve onların yöneldikleri yer meşrulaşmış olmaz. İster kastedilenler sadece müminler isterse onlarla birlikte Ehl-i Kitap isterse de tüm insanlar olsun her hâlükârda hayırda yarışmak gerekir. Zaten her şeye gücü yeten Allah, insanların ödül ve ceza için tekrar diriltip toplayacak, kimsenin yaptığı karşılıksız kalmayacaktır.
Öldükten sonra dirilmenin nasıl olacağını merak eden mümin bir kimsenin kıssası, Kur’an’da şöyle anlatılır: Yahut binalarının çatıları çökmüş ve duvarları üstüne yıkılmış bir kasabadan geçen gibisinden haberin oldu mu? Bu kişi, 'Allah bunu ölümünden sonra nasıl diriltecek?' demişti. Bunun üzerine Allah onu öldürüp yüz yıl sonra diriltti. 'Burada ne kadar kaldın?' dedi. O kişi, 'Bir gün veya bir günden daha kısa bir süre kaldım.' yanıtını verdi. (Allah da), 'Hayır sen burada yüz yıl kaldın. Yiyecek ve içeceğine bak, hiç bozulmamış. Bir de eşeğine bak. Seni insanlar için bir ibret kılalım diye (bunu yaptık). Şimdi kemiklere bak onları nasıl bir araya getiriyor, sonra da üzerlerine et geçiriyoruz.' dedi. Bütün bunlar kendisine apaçık görününce ‘Biliyorum ki’ dedi, ‘Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Bakara, 2: 259). Kur’an, bu kişinin kim, mekânın da neresi olduğunu söylemez. Ancak onun yıkılmış bir yerden geçerken sağır ve kör davranmadığını, helak edilen toplum hakkında düşündüğünü göstermektedir. Bu, Kur’an’ın övdüğü ve teşvik ettiği zihinsel bir faaliyettir. Dirilişin nasıl olacağını görmek isteyen bu kişi, dirilişe örneğin kendisi olmaktadır. Allah, bu gerçeği onu öldürüp yüz yıl sonra dirilterek ona göstermektedir. O kişi uyandığında aradan yüz yıl geçtiğini anlayamamıştır. Bu süreçte ona ayet olsun diye yiyeceği, içeceği ve eşeği de korunmuş, onlar da o kadar sürenin geçmesine rağmen, bir değişime uğramamışlardır. Söz konusu mümin kişiye gösterilen kemikler, önce bir araya getirilmekte ardından onlara et giydirilmektedir. Bu kemikler, söz konusu kişinin kendi kemikleri olmasa gerektir. Öyle olsaydı herhalde geçen yüz yıllık süre için “Bir gün veya bir günden daha kısa bir süre kaldım.” demezdi.
Bedir Savaşı’nda Müslümanlar, Mekkeli müşriklere galip gelmiş, yetmiş müşriki öldürmüş yetmişini de esir almıştı. Uhud Savaşı’nda ise yetmiş Müslüman şehit olmuştu: “Siz (karşı tarafa) iki katını dokundurmuşken başınıza bir musibet geldiğinde, 'Bu da nereden geldi?' mi diyorsunuz? De ki: 'O, kendi tarafınızdandır.' Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Al-i İmran, 3: 165). Ayetten anlaşıldığı kadarıyla Uhud’da zafer elde edilemeyişi gündem olmuş ve “Madem Allah sizin yanınızdaydı Uhud’da neden müşrikleri yenemediniz?” şeklinde bir yaklaşım sergileyenler olmuştu. Hâlbuki “Müslümanlar galip gelebilmenin şartlarını oluşturmasa bile düşmana galip gelirler.” diye ilahî bir yasa yoktur. Başarısızlık söz konusu olduğunda “Nerede hata yaptık?” diye özeleştiride bulunmaları gerekir. Allah’ın her şeye güç yetirmesi, Müslümanların ilahi yardımı alma şartlarını gözetmedikleri bir ortamda bile onları düşmana galip getireceği anlamına gelmez.
Yıllardır uzay araştırmaları yapılmasına rağmen, uzayda dünyadaki gibi irade sahibi varlıkların yaşadığı bir gezegen tespit edilemese de Kur’an’dan yola çıkarak böyle gezegenlerin kesinlikle var olamayacağı söylenemez: “Allah O'dur ki yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. (Allah'ın) Buyruğu, bunlar arasında iner. Bilesiniz ki şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir ve her şeyi ilmi ile kuşatmıştır.” (Talak, 65: 12). Ayette yedi gök ve onun gibi yerin varlığından söz edilmesi, yeryüzünün benzeri en az yedi yerin mevcudiyetini akla getirmektedir. Arapçada yedi sayısının çokluktan kinaye olduğu hesaba katılırsa “Yeryüzü gibi gezegenlerden, göklerde sayısız miktarda vardır.” denebilir. Allah gökleri de yerleri de dilediği sayıda yaratabilir. Bu konuda ona herhangi bir engel yoktur.
Hayatta temel unsurlardan birisi sudur. Kur’an suyun canlıların hayatındaki yerine şöyle dikkat çeker: “Allah her canlıyı sudan yarattı. Onlardan kimi karnının üstüne yürüyor, kimi iki ayak üstünde yürüyor, kimi de dört (ayak) üstüne yürüyor. Allah dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.” (Nur, 24: 45). Suyla[7] hayat bulan canlıların hareket tarzlarının değişik olması da Allah’ın ayetlerindendir. O, dilediği canlıya dilediği şekilde bir hareket kabiliyeti verir.
Görüldüğü gibi Kur’an’da “Allah’ın her şeye gücü yeter.” ifadesinin yer aldığı ayetlerde; melekler, kıyamet, münafıklar, nesh, Ehl-i Kitab’ın müminleri kıskanması, hayırda yarışma, yeniden dirilme, bela, göklerin, yerlerin yaratılması ve canlıların hareket kabiliyetleri vb. konulardan söz edilmektedir.

Kaynakça

Ebussuûd, Muhammed b. Ahmed el-İmâdî (ö. 982/1574), İrşâdu’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur'âni’l-Kerim, 9 c., Daru İhyai Turasi’l-Arabiyye, Beyrut, ts.
Suyuti, Celaluddin Abdurrahman b. Ebi Bekr (h. 911), Mahallî Celaluddin Muhammed b. Ahmed (h. 864), Tefsiru’l-Celaleyn, Daru’l-Hadis, Kahire, ts.
Şimşek, M. Sait, Kur'an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, 3. bs., Yöneliş Yay., İstanbul 1991.
Vâhidî, Muhammed b. Ali (h. 486), el-Vecîz fi Tefsiri’l-Kitabi’l-Aziz, Daru’l-Kalem, Beyrut,  h. 1415.


Yazının künyesi: Kayacan, Murat, “Kur’an’da “Şüphesiz Allah Her Şeye Güç Yetirendir.’ İfadesi”, Haksöz Derg., S. 318-319, İst., Eylül-Ekim, 2017. (72-76).





[1] Meleklerin ikişer, üçer, dörder kanatlı oluşu çok kanatlı oluşuna işaret ederken ikişer, üçer, dörder eş alabilmeyi (Nisa, 4: 3) dört ile sınırlamak sünnetle mümkün olur.
[2] Allah’ın yaratmaya başlamasından kastedilenin “önceki toplumlar” olduğunu ifade etmektedir bkz. Vâhidî, Muhammed b. Ali (h. 486), el-Vecîz fi Tefsiri’l-Kitabi’l-Aziz, Daru’l-Kalem, Beyrut,  h. 1415.
[3] Kur’an’da nesh olmadığına dair değerli bir çalışma için bkz. Şimşek, M. Sait, Kur'an’ın Anlaşılmasında İki Mesele, 3. bs., Yöneliş Yay., İstanbul 1991.
[4] Ebüssuûd, Muhammed b. Ahmed el-İmâdî (ö. 982/1574), İrşâdu’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur'âni’l-Kerim, 9 c., Daru İhyai Turasi’l-Arabiyye, Beyrut, ts., I, 145.
[5] Yahudilerin, amcaoğulları sayılabilecek Müslüman olmuş Araplara kötülük yapmaları, kıskançlık nedeniyle Yusuf’a kötü muamelede bulunan Yakub’un oğullarını hatırlatmaktadır. Bu konuda bkz. Yusuf, 12: 9-10.
[6]İyilik yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmeniz değildir. Ancak iyilik, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden, O'nun sevgisi ile malı yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmış olana, dilenenlere ve kölelere veren, namazı kılan, zekâtı veren, söz verdiklerinde sözlerini yerine getiren, darlıkta, hastalıkta ve savaşın kızıştığı anda sabreden kimselerin yaptıklarıdır. İşte bunlar doğru olanlardır. Takva sahibi olanlar da bunlardır.” (Bakara, 2: 177).
[7] Celaleyn tefsirinde bu suyun, bildiğimiz su değil nutfe olduğu da söylenmiştir bkz. Suyuti, Celaluddin Abdurrahman b. Ebi Bekr, Mahallî Celaluddin Muhammed b. Ahmed, Tefsiru’l-Celaleyn, Daru’l-Hadis, Kahire, ts.