Kur’an’a Mu’tezilî Yaklaşım Kâdî Abdülcebbâr Örneği
''Müteşabihü'l-Kur'an";
Kâdî Abdülcebbâr'ın (ö. 415/1024) en önemli eserlerinden sayılmakta ve Mu'tezile
ekolünün "müteşabih" ayetleri "te'vil" yöntemlerinin
işlendiği kitapların başında gelmektedir. Kâdî Abdülcebbâr bu eserinde Kur' an
surelerinden örnekler getirmektedir. Onun öncelikle başvurduğu ayetler, yoruma
gereksinimi olan "müteşabih" ayetlerdir. Bu surelerde önce
Mu'tezile'nin inanç esaslarıyla bir araya getirilmesi mümkün olmayan ve
"müteşabih" gördükleri ayetleri ele alır. "Akıl delili" ve
dilin bütün imkânlarını kullanarak bu tür ayetleri ''te'vil" etmeye
çalışır. Onun bu tür ayetler ile ilgili olarak yapmak istediği özetle ya bu
ayetlerin aslında öyle göründüğü gibi Mu'tezile'nin inanç esaslarıyla
çelişmediğini ispatlamak veya mümkünse bu tür ayetleri, Mu'tezile'nin inanç
esaslarını destekleyecek bir formata büründürmekten ibarettir. Kâdî Abdülcebbâr
bu aşamadan sonra Mu'tezile ekolünün inanç esaslarına yakın görünen ve
kendilerinin "muhkem" gördükleri ayetlerle düşüncesini desteklemeye
ve delillendirmeye çalışır.[1]
Bu yazıda, yukarıda söz
ettiğimiz eserin; "Giriş", "Fatiha" ve "Bakara"
surelerinin çevirisini içeren, “Kada Abdülcebbâr ve Müteşabihü'l-Kur'an Adlı
Eseri” adlı makale[2]
bağlamında, Mutezili Kâdî Abdülcebbâr’ın Kur’an ile ilgili bazı konulardaki
yaklaşımlarına yer verilecektir. Amacımız, Kâdî Abdülcebbâr'ın hayatından
kısaca söz ettikten sonra kendisini Ehl-i Sünnet olarak tanımlayan bir
toplumda, bir kesim olarak temsilcisi günümüzde mevcut olmayan Mu’tezile
mezhebinin, önemli bir figürünün bazı ayetlere dair yaklaşımlarını ortaya
koymaktır.
Hayatı
Horasan bölgesinde doğan Kâdî
Abdülcebbâr, daha sonra Basra'ya gitmiş ve oradaki ilim meclislerine devam
etmiştir. Fakir bir aile ortamında yetişen Kâdî Abdülcebbâr'ın, Rey[3]
kadılığı görevine geldikten sonra zengin olduğu belirtilmektedir. Onun adaletle
hükmetmesinden çok memnun kalan es-Sahib b. İsmail,[4]
onu "yeryüzünün en alim ve fazılı" olarak değerlendirir. Kâdî
Abdülcebbâr bu resmî görevinin yanı sıra ilmî hayatla bağını koparmamış, tedris
ve telif çalışmalarını da vefat edene kadar sürdürmüştür.
Kâdî Abdülcebbâr;
itikatta Eş'ari,[5] fıkıhta
ise Şafii mezhebi[6] üzerine
eğitimini aldıktan sonra girdiği birçok tartışma sonucunda, itikatta Mu'tezile
mezhebinin görüşlerini benimsemiş ve döneminde bu mezhebin temsilciliğini
yapmıştır. Aslında Kâdî Abdülcebbâr'ın kendisi amelde Hanefi mezhebinde[7]
eğitim almak istediği halde hocası Ebu Abdillah el-Basrî,[8]
Şafii fıkhı üzerine kendisini yetiştirmesini ona tavsiye etmiş, o da hocasının
bu arzusuna uygun hareket etmiştir. Kâdî Abdülcebbâr "kelam" ve
"fıkıh" ilmi yanında ''tefsir", "hadis", "fıkıh
usulü" alanlarında da uzmanlaşmış ve bu ilimlerde de eserler kaleme
almıştır. Eğitimini Eş'ari mezhebi üzerine almış olması, bu mezhebin zayıf noktalarını
yakalamasına ve dolayısıyla eleştirebilmesine imkân sağlamıştır. Fıkıh ilminde
de çok önemli bir yeri olan Kâdî Abdülcebbâr'ın eserleri, bu alanın en önemli
kaynakları arasında sayılmıştır. Üslup olarak o; ele aldığı konuda, önce
muhaliflerinin itirazlarını vermekte sonra da itirazların dayandırıldığı
ayetlere dair Mutezilî yaklaşımı ortaya koymaktadır.
A. Kur’an’ın Muttakilere Yol Göstermesi Ne Demektir?
Allah hidayet ile ilgili
şöyle buyurmaktadır: "Bu (Kur'an-ı Kerim), doğruluğunda şüphe olmayan
bir kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar (muttakiler) için bir hidayet
rehberidir." (Bakara, 2: 2). Muhaliflere göre Allah, Kitabın sadece muttakiler
için hidayet olduğunu tahsis ederek belirtmekte, onların dışındakiler için
hidayet olmadığına dair herhangi bir şey belirtmemektedir.
Cevap: "Ramazan
ayı, içerisinde insanlar için hidayet rehberi, doğruyu gösteren açık belgeleri
kapsayan ve hak ile batılı birbirinden ayıran kitap olarak Kur'an'ın indirilmiş
olduğu aydır." (Bakara, 2: 185) ayetinde Allah, Kitabın herkesi
hidayete ulaştırdığını belirtmektedir.[9]
Yukarıda (Bakara, 2: 2) muttakilerin hidayet ile tahsis edilmelerinin anlamı,
onların Kitap ile hidayete ermeleridir. Muttakilerin hidayetten faydalanmaları,
sanki hidayetin onların dışındakiler için değil, sadece onlar için olduğu
şeklinde anlaşılmaktadır. Bu, aynen Allah'ın Hz. Peygamber’in (s) sıfatı
hakkında, "Sen sadece O’ndan korkacak olanı uyarıcısın."
(Naziat, 110: 45) buyurması gibidir. Hâlbuki Hz. Peygamber herkes için
uyarıcıdır. Ayette, konuya ilişkin olarak şöyle buyrulmaktadır: "Biz
seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik."
(Sebe, 34: 28).
Bakara suresinin yukarıda
mealini verdiğimiz 2. ayeti, başka bir yönden daha Mu'tezile'nin görüşüne
delalet etmektedir. Çünkü kişinin, muttaki olarak nitelendirilmesi ancak
zararlı şeylerden sakınmayı tercih etmesiyle sahih olur. Bunu tercih etmediği
zaman bu şekilde nitelendirilmez. Buna göre kulun hiçbir şekilde fiil işleme
yetkinliği yoksa nasıl bununla nitelendirilir? Ayrıca sakınma ve korunma ancak
taati işlemek ve masiyetten de kaçınmakla mümkün olur. Şayet bunları yaratan
Allah ise bunu onlarda yaratmakla O'nun, zararı onlardan uzaklaştırması gerekir
ve onların muttaki olarak nitelendirilmeleri doğru olmaz. Nitekim kötülükleri
kendisinden uzaklaştırdığımız kimseyi, muttaki olarak nitelendiremiyoruz.
B. Allah’ın Yaratması ile Kulun Tercihi Arasında İman
Muhalifler iman
etmeyenlerin, iman etmeye güç yetiremediklerine işaret eden bir kanıtın olduğunu
öne sürmektedirler: "İnkâr edenlere gelince onları uyarsan da uyarmasan
da onlar için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 2: 6). Şayet iman
etmeye güç yetirselerdi kesinlikle iman ederlerdi. Çünkü Allah'ın, meydana
gelmeyeceğini bildirdiği şeye, onların güç yetirmeleri mümkün değildir.
Cevap: Yukarıdaki
ayette, Allah'ın inanmamayı inkârcılara izafe etmesi, bunun “onların fiili”
olduğunu göstermektedir.[10]
Aksi halde onların bununla nitelendirilmeleri doğru olmadığı gibi Allah, küfrü
onlarda yaratmış olsaydı onları yermesi de doğru olmazdı. Muhaliflere göre
inzar (uyarma) ne onlara ne de başkalarına fayda vermektedir. Zira Allah, imanı
yarattı ise onlar her koşulda mümin olacaklar, yok eğer imanı irade etmedi ve onu
da onu gerektiren gücü de yaratmadı ise onlar iman etmeyeceklerdir. Buna göre
inzarın ne faydası var, niye Allah her koşulda iman etmemekle onları tahsis
etmektedir? Ve nasıl onların iman etmemekle nitelendirilmeleri doğru olabilir?
Buna göre Allah, iman olayını onlardan nefyetmekte ve sonuçta bu fiil de onlardan
meydana gelmemektedir. Bütün bunlar, sözü geçen ayetin, söylediğimize işaret etmesinin
daha uygun olduğunu göstermektedir.
C. Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi Ne Demektir?
Allah şöyle
buyurmaktadır: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir.
Gözlerinin üzerinde de bir örtü vardır. İşte onlara büyük bir azap vardır."
(Bakara, 2: 7). Bu ayet, Allah'ın mühürleme ve perdeleme ile onları iman
etmekten alıkoyduğunu göstermektedir. Böyle bir anlamlandırma Allah'ın imanı,
küfrü ve bu ikisini gerektiren sebepleri yarattığını göstermektedir.
Cevap: Kişi,
iman fiilini işlemekle o engeli aşabiliyorsa bunun engel olduğu söylenemez. Nitekim
üzerine kapı kapatılan kimse eğer kapıyı açmaya ve dışarıya çıkmaya güç
yetiriyorsa dışarıya çıkmaktan alıkonduğunu söyleyemez. Aynı şekilde mühürlü
bir kitabın açılması ve okunması mümkün ise o kitap da mühürlenmiş olmakla
nitelendirilemez. Şayet birimiz, bir insanın alnına iman etmeyeceği yazısını
yazarsa bu yazı da o kişinin iman etmesine engel değildir. Çünkü güç yetirme,
bununla değişikliğe uğramaz. Allah'ın levh-i mahfuzda kullar ile ilgili, olacak
her şeyi yazdığı doğrudur. Fakat bu durum, her ne kadar melekler için bir gösterge
olsa da kulların fiilden alıkonmalarını veya tercih ettiklerine yönlendirilmelerini
gerektirmemektedir. Bizim söylediğimiz işte budur.
Sonra muhaliflere şöyle
denilir: Eğer mühürleme bir engel teşkil etseydi bu takdirde Allah'ın kalplerini
mühürlemekle nitelendirdiği kimseleri yermesi mümkün olmazdı. Aynı şekilde
Allah'ın yukarıdaki ayetin sonunda "İşte onlara büyük bir azap vardır."
demesi de caiz olmazdı. Çünkü onları küfürden çıkmaktan alıkoyan ve küfürden
ayrılmayacak şekilde küfrü onlarda yaratan Allah ise bu durumda Allah'ın onları
cezalandırması nasıl güzel olabilir ki? Şayet böyle bir şey Allah hakkında
caizse o zaman Allah’ın; boyları, renkleri ve sağlıklarıyla da onları cezalandırması
caiz olur.
Bazı büyüklerimizin
dediği gibi ondan (kalp, kulak ve göze konulan engel) maksat ukûbettir (ceza).
Çünkü Allah onları, inanmamaları ve küfre yaklaşmaları yönüyle bir kısım ukubetle
tahsis etmektedir. Dolayısıyla Allah bundan dolayı dünyada yerme, pişman
ettirme ve teşhir etme ile onları cezalandıracağını belirtmekte ve bunu
mühürleme şeklinde isimlendirmektedir. Sonra onlar için ahirette büyük azap
vardır.
Akıl ile sabit olmuştur
ki Allah'ın imanı emretmesi, ona yönlendirmesi, tehditte bulunması, onun aksini
yasaklaması ve buna rağmen ondan alıkoyması mümkün değildir. Bu durum O'nun
hakkında caiz değildir; çünkü O şöyle buyurmaktadır: "Onlara ne oluyor
da iman etmiyorlar?" (İnşikak, 84: 20) ve "İnsanları iman
etmekten alıkoyan nedir?" (İsra, 17: 94; Kehf, 18: 55). Bütün bunlar
bizim düşüncemizi doğrulamaktadır.
Allah, ayette (Bakara, 2:
7) “örtü” (ğışave) sözcüğünü belirtmekle onların gördüklerinden
ve duyduklarından faydalanmayacaklarını kastetmektedir. Onlar, düşünme ve
çıkarımda (istidlal) bulunmayı terk etmek suretiyle kendilerini onun (iman) faydasından
uzaklaştırdıklarından, gördüğü ve duyduğu şeyle kendisi arasında perde olan
kimseler gibi oldular. Sonuçta küfür, ibadet ve imandan uzaklaşma anlamında
sürekli olarak işledikleri, duydukları ve gördüklerine engel teşkil eden bir
şey gibi oldu. Allah, mühürlermeyi kendisine izafe ettiği gibi
"ğışave" kelimesini kendisine izafe etmedi. Bu yönüyle hiç kimsenin bizim
söylediklerimizi inkâr etmesi veya çürütmesi mümkün değildir.
D. Allah’ın “Alay Etmesi” Ne Demektir?
Muhalifler, Allah'ın,
"Allah da kendileriyle alay (istihza) eder ve onları taşkınlıkları (tuğyan)
içinde bırakır; bocalayıp dururlar." (Bakara, 2: 10) sözünde tuğyan ve
istihza sözcüklerini kendine dayandırarak bunların kendi yaratması ile olduğunu
iddia etmektedirler.
Cevap:
Mu'tezile'nin muhalifleri, Allah hakkında hakiki anlamda istihzada bulunmayı
caiz görmezler; çünkü bu sadece kötü olup yerilmektedir. Aynı zamanda istihzada
bulunmak ancak fiili davranışlarda bulunamayanlara has bir yöntemdir.
Dolayısıyla Allah özel bir şekilde birisine hile yapıp ona zarar verirse o da
bu şekilde nitelendirilir. Hâlbuki böyle bir şey Allah hakkında olanaksızdır.
Allah bu ayette inanmayanlara, Hz. Peygamber'le alay etmelerinin karşılığını vereceğini
bildirmektedir. Çünkü lügatte, bir şeyin isminin onun cezası için kullanıldığı sabittir.
Bunun için şöyle denilir: Ceza, cezaya karşılıktır. Allah da Kur'an'da "Kötülüğün
cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. "(Şura, 42: 40) buyurmaktadır. Hâlbuki
Allah'ın yaptığı kötülük değildir.
E. Sapıklığı Seçmek İnsanın Kendi Eylemi midir?
Muhalifler, Allah'ın
"Onları taşkınlıkları (tuğyan) içinde bırakır; bocalayıp dururlar."
(Bakara, 2: 10) sözünde, tuğyanı kendisine isnat ederek onun kendi yaratması
ile olduğunu iddia etmektedirler.
Cevap: Yukarıdaki
ayette tuğyanın, Allah'ın onlardaki fiili olduğunu gösteren bir şey yoktur. Bu
ayetten maksat, kendisinden bir nimet olarak tövbe etmeleri için Allah’ın,
onların ömürlerini uzatmasıdır. Buna rağmen onlar taşkınlıklarında aşırıya
gitmekte ve sadece kötülükte ileriye gitmektedirler. Allah'a nispet edilen şey,
onların ömürlerini uzatmasıdır. Taşkınlık ve şaşkınlık ise söylediğimiz gibi
onlara nispet edilmektedir.
Allah'ın, "Bu
kimseler hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır. Ancak yaptıkları
alışveriş bir kazanç sağlamamış, kendileri de doğru yolu bulamamışlardır."
(Bakara, 2: 16) sözü de bizim söylediğimize işaret etmektedir. Çünkü insan
ancak hidayeti bırakıp sapıklığı tercih ettiği zaman bununla nitelendirilir. Bu,
kendisinin değil de başkasının fiili olsaydı birini diğerine karşılık satın alması
caiz olmazdı. Ayrıca buna göre sapıklığa onları zorladığı halde Allah'ın "yaptıkları
alışveriş bir kazanç sağlamamış" diyerek onları bu şekilde
nitelendirmesi nasıl doğru olurdu? Yine sapıklığı onlarda yaratan Allah olduğu
halde, Allah'ın onlar için "darb-ı mesel" getirmesi nasıl mümkün
olabilirdi?
Kur’an’daki “ve onları
karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.” (Bakara, 2: 17) ayeti ise
Allah'ın getirdiği darb-ı meseli tamamlamaktadır. Allah bu ayetle onları
karanlıktan kurtarmayacağını kastetmektedir. Böylece bu kişinin kendi haline
terk edildiği (hızlân)[11]
ortaya çıkmıştır.
F. Allah İman Etmek İsteyeni Engeller mi?
Muhalifler, ikiyüzlüleri
nitelendirirken Allah'ın "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler."
(Bakara, 2: 18) şeklinde buyurduğunu söylemektedirler. Bu ise onların iman
etmekten alıkonduklarını göstermektedir. Aksi halde bunun bir anlamı olmaz.
Cevap: Bundan
maksat şudur: Onlar, ne zaman ki kendilerine nimet olarak verilen bu organlarından
faydalanmadılar, sanki bu organlardan yoksun bırakılmışlar gibi sayıldılar. Bu durum
dilde birisinin başkasına, başka birisi ile ilgili şöyle demesi gibidir: “O
dilsiz, kör ve kalbi mühürlüdür.” Bazen bu konuda şöyle denilmektedir: “O,
ölüdür, akletmiyor ve anlamıyor.” Nitekim Allah bu anlamda şöyle demektedir: "Sen
ölülere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin."
(Neml, 27: 80). Şair de şöyle der: “Sen diriye seslensen işittirirsin fakat
senin seslendiğin kimsede hayat yok ki!” Bazen de onlar hayvan ve merkebe
benzetilir. Çünkü onlar, kendilerinden istenileni anlamaktan yoksundurlar.
Bütün bunlar söylediğimizi doğrulamaktadır.
Sonra muhaliflere şöyle
denilir: Allah Teala yerme yoluyla onları bu şekilde nitelendirmiştir. Eğer bu
gerçek olsaydı Allah'ın onları yermesi doğru olmazdı. Allah, "Artık
girdikleri yoldan geriye dönmezler." (Bakara, 2: 18) buyurmak
suretiyle dönmemeyi onlara nispet etmektedir. Şayet kendisi onları engellemiş
olsaydı bu doğru olmazdı.
Sonuç
Görüldüğü gibi Mu’tezile,
İslam kültüründe düşünsel bir hareketliliğe neden olmuştur. Bu mezhebin
mensuplarının Kur’an ayetlerini anlamlandırma çabaları yok sayılmamalı,
düşüncelerimizi gözden geçirme imkânı olarak görülmelidir. Bu yazıda, Müteşabihu’l-Kur’an
adlı eserindeki bazı ayet yorumlarına yer verdiğimiz Kâdî Abdülcebbâr, mezhebî
yaklaşımına muhalif bulduğu yaklaşımları ve o yaklaşımlara delil olduğu
söylenen ayetleri ele almakta ve akli deliller ile Arap dilinin özelliklerini
temel alarak itirazlarını ortaya koymaktadır.
Kaynakça
Abdülhamid, İrfan,
“Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 1995, (444-447).
Aybakan,
Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2010, (233-247).
Bardakoğlu, Ali, “Hanefî
Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ank., 1997, (1-21).
Çelebi, İlyas, “Sâhib b.
Abbâd”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2008, (512-515).
Gölcük, Şerafettin, “Ebû
Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, (84-85).
Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbâr
ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî
Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009. (61-141)
Yazının künyesi: Kayacan,
Murat, “Kur’an’a Mu’tezilî Yaklaşım Kâdî Abdülcebbâr Örneği”, Kur’anî Hayat Derg.,
S. 63, İst., Mayıs-Haziran, 2017 (108-112).
[1] Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbar ve
Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî
Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009, s. 62.
[2] A.g.m.
[3] Selçuklu Devleti’nin başkenti
olmasıyla ünlüdür. 1194 yılında Harzemşahlar ile Irak Selçukluları arasında
yapılan büyük savaş da burada gerçekleşmiştir. Savaştan sonra Harzemşahların
idaresine geçen şehir, sırayla İran ve Osmanlı Devleti arasında el değiştirdi.
İran-Irak Savaşı sırasında yerle bir edilen şehir, günümüzde İran sınırları
içindedir.
[4] Büveyhî veziri, âlim, edip ve
şairi. Tam adı, Ebü’l-Kāsım İsmâîl b. Abbâd b. el-Abbâs et-Tâlekānî’dir (ö.
385/995). Kādılkudât makamına getirdiği Kādî Abdülcebbâr ile aralarında dostluk
bulunmasına rağmen Abdülcebbâr onun işlediği günahlardan dolayı tövbe etmeden
öldüğünü iddia ederek cenaze namazını kıldırmadı. Bunun üzerine 983-997 yılları arasındaki Büveyhi
hükümdarı Fahrüddevle (ö. 387/997) onu görevden alıp yerine Kadı Ebü’l-Hasan
el-Cürcânî’yi getirdi (Yâkūt, VI, 299) bkz. Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”,
TDV İslam Ansikl., c. XXXV, Ankara, 2008, s. 512.
[5] Tam adı Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl
b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim el-Eş‘arî el-Basrî’dir (ö. 324/935-36). Eş‘ariyye
mezhebinin kurucusudur. Yemen’deki Eş‘ar kabilesine mensup olan sahâbî Ebû Mûsâ
el-Eş‘arî’nin soyundan geldiği için Eş‘arî nisbesiyle tanınmıştır. Ehl-i sünnet
akîdesinin gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin”
lakabıyla da anılır bkz. Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam
Ansikl., c. XI, Ankara, 1995, s. 444.
[6] Hicrî ilk iki yüzyılda (VII-VIII.
yüzyıllar) ortaya çıkan Medine merkezli Hicaz fıkhı ile Kûfe merkezli Irak
fıkhını yakından tanıma ve eleştirme imkânı bulup bu iki eğilim arasında özgün
bir sentez gerçekleştiren İmam Şâfiî’ye (ö. 204/820) nisbet edilen fıkıh
doktrini ve bu çizgide üretilen fıkıh birikimi Şâfiî mezhebi (Şâfiiyye) diye
adlandırılmış, bu mezhebe mensup fakihlere ve mezhebin görüşüyle amel eden
kişilere Şâfiî denmiştir bkz. Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam
Ansikl., c. XXXVIII, Ankara, 2010, s. 233.
[7] Bu mezhep; fıkhî ve itikadî
mezheplerin çoğunluğu kurucusu sayılan kişilerin isimlerine nisbetle
adlandırıldığı ve öylece meşhur olduğu gibi, hicrî ilk iki yüzyılda Kûfe
merkezli olarak Irak bölgesinde başlayan ve daha sonraki yüzyıllarda giderek
gelişip yaygınlaşan Irak fıkhı, bu fıkhın metodoloji, doktrin ve sistematiğinin
oluşmasında en büyük paya sahip bulunan Ebû Hanîfe’ye nisbetle Hanefî mezhebi
(Hanefiyye) olarak adlandırılmış, bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhep
görüşüyle amel eden kişilere de Hanefî denilmiştir bkz. Bardakoğlu, Ali,
“Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XVI, Ank., 1997, s. 1.
[8] Tam adı Ebû Abdillâh el-Hüseyn b.
Alî b. İbrâhîm el-Basrî el-Kâğadî’dir (ö. 369/979-80). Mu‘tezile’nin önde gelen
kelâm âlimlerinden ve Hanefî hukukçusudur. Büyük ihtimalle, 311 (923) yılından
itibaren devamlı bir tehlike teşkil eden Karmatîler’in şerrinden kurtulmak için
genç yaşta Basra’dan ayrıldı. O dönemde Askerimükrem’de bulunan ve
Mu‘tezile’nin Basra ekolünün temsilcileri sayılan Ebû Hâşim el-Cübbâî ile
öğrencisi Ebû Ali İbn Hallâd el-Basrî’den istifade etti. Gayreti ve
çalışkanlığı sayesinde onların seviyesini aştı. Ömrünün büyük bir kısmını
Bağdat’ta geçirdi. Uzun süre Hanefî fakihi Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin derslerine
devam ederek Hanefî fıkhını öğrendi. Zühd ve ibadet yanında öğretim
faaliyetlerine ağırlık verdi. Gündüzleri ikindiye kadar istirahat eder, gece
boyunca da ders okutur ve telifle meşgul olurdu bkz. Gölcük, Şerafettin, “Ebû
Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, c. X, s. 84.
[9] Kur’an, hidayeti talep eden
kimseleri doğru yola iletir.
[10] "Fiil" ile
"tercih" arasında bir fark olduğu söylenebilir. Örneğin siz birine
karşı kötülüğü tercih edebilirsiniz ama bunu kendiniz yapmaz, başkasına
yaptırabilirsiniz. Benzer biçimde, iman ya da küfür tercihini insan yaparken
bunu fiil olarak gerçekleşmesi ya da yaratılması Allah'a atfedilebilir.
[11] Allah’ın, buyruklarına boyun
eğmeyen insanlardan yardımını esirgemesi.