Kur’an’da “Kulakları” Kelimesinin Geçtiği Ayetler
Kur’an’da “kulakları
(آذَانِهِمْ)”
kelimesi, altısı Mekki ve biri de Medeni olmak üzere yedi surenin yedi ayetinde
geçmektedir. Bu ayetlerdeki söz konusu kelime, bağlamları gereği, iki ayette
(Enam, 6: 25; Fussilet, 41: 44) “kulaklarında” ve diğer ayetlerde de “kulaklarına”
şeklinde çevrilmiştir. Bu yazıda söz konusu ayetler, içlerinde
bulundukları surelerin iniş sırasına göre ele alınacaktır.
1. Peygamberimiz (s),
ahirete inanmayanlara Kur’an okurken Allah, onların kalplerine bir örtü
koymuştur (Taberi, 2000, XVII: 458). Kur’an sadece inananların ilgisini
çekmiyordu. İnkârcıların bir kısmı, Kur’an’ın mesajı hoşlarına gitmese de onu
gizlice dinliyorlardı. Fakat doğru yolu bulmak amacıyla Kur’an okumayan/dinlemeyen,
ondan faydalanamaz: “Onu anlayamamaları için kalplerine örtüler, kulaklarına
da bir ağırlık koyarız. Kur'an'da Rabbini tek olarak andığın zaman nefretle
arkalarını dönüverirler.” (İsra, 17: 46). Yani, "Sizin, Rabbiniz
olarak sadece Allah'ı kabul etmenizden ve onların zikrettiği ilâhları
anmamanızdan hoşlanmazlar." (Mevdudi, 1986, III: 105).[1] Hz.
Muhammed’in, Rabbini tek olarak anması “Allah’tan başka ilah yoktur.” demesidir
(İbn Ebî Zemenîn, 2002, III: 24). Allah, inkârcıların vahye karşı olumsuz tutumları
nedeniyle dünyevi bir ceza olarak onların vahyi anlamalarını engelledi. Artık
iman edemez hale geldiler. Dinledikleri ayetler onlarda bir etki
oluşturmıyordu. Bu azaba ek olarak ahirette de onları azap beklemektedir.
2. İnkârcıların
kalplerinin kararmış oluşu, şirkten ve zulümden uzak durmaya çalışmamaları;
aksine o ikisiyle iç içe olmalarından kaynaklanmaktaydı: “Onlardan seni
dinleyenler de var ve biz, dinledikleri sözleri anlamamaları için kalplerini
perdeleriz, kulaklarında da bir ağırlık vardır. Bütün delilleri görseler yine
de inanmazlar onlara. Nihayet de yanına geldiler mi çekişmeye başlarlar seninle
ve bunlar, ancak evvelce gelip geçenlere ait masallar derler.” (Enam, 6:
25). Vahyi dinleyenlerin amacı, ayetler hakkında tartışmaktı (Mâturîdî, 2005,
IV: 46). Mevdudi, bu ayet bağlamında, doğru yolu bulma imkânlarını kaybeden
kimseler hakkında şöyle demektedir:
“Tabiat yasası adı
altında dünyada olup biten her şey gerçekte, bu yasanın yazanı[2]
olduğundan Allah'ın emriyle olmaktadır. Bu yüzden, bu yasanın işlemesi sonucu
ortaya çıkan etkiler, Allah'ın emri ve iradesiyle meydana gelir. İnatçı
kâfirler, Elçi'nin mesajını dinler de görünseler inatları, önyargıları ve
isteksizlikleri tabiat yasasına göre melekelerini işlemez hale getirdiğinden
gerçeği anlamaz, duymaz ve görmezler. İnada binen ve doğru, muttakî insanların
tavrını benimsemeyen bir kişinin kalbinin tüm kapılarını tutkularına aykırı
gelen her türlü gerçeğe karşı kendiliğinden kilitlenmesi bir yasadır.” (1986,
I: 472).
Yukarıdaki ayette söz konusu
edilen inkârcılar, vahye karşı kalplerini o kadar karartmışlardır ki sadece
vahye kulak vermeleri değil, buna ek olarak mucizeler de görseler yine
inanmazlar. Onlar tartışmacı kimselerdir. Kullandıkları söylemle dinleyenleri
doğru yola ileten vahyin etkisini bastırmaya çalışırlar. Kur’an’ın gündeme
getirdiği hakikatleri mitolojik unsurlarmış gibi (Kalem, 68: 15) takdim ederek
insanları hakikatten uzaklaştırmaya çalışırlar.
3. Kur’an, insanlar anlasın
ve bu sayede dünya ve ahiret mutluluğu elde etsinler diye gönderilmiştir. Bu
amaca dayalı olarak vahyin ilk muhatapları Araplar olduğu için apaçık bir
Arapça ile gönderilmiştir: “Eğer biz onu, yabancı dilden bir Kur’an
kılsaydık diyeceklerdi ki: ‘Ayetleri tafsilatlı şekilde açıklanmalı değil
miydi? Arab’a yabancı dilden (kitap) olur mu?’ De ki: O, inananlar için doğru
yolu gösteren bir kılavuzdur ve şifadır. İnanmayanlara gelince onların
kulaklarında bir ağırlık vardır ve Kur’an onlara kapalıdır. (Sanki) onlara uzak
bir yerden bağırılıyor (da Kur’an’da ne söylendiğini anlamıyorlar.)”
(Fussilet, 41: 44). Uzaktan yapılan bir çağrı duyulsa da konuşan kimsenin ne
dediği net olarak anlaşılamaz. Bu ayetteki benzetme ile inatçı kafirlerin psikolojisi
betimlenmektedir. Tutucu bir kimsenin, muhatabını gerektiği gibi dinlememesi
doğaldır. Ek olarak konuşmacıya karşı bir inat ve nefreti söz konusuysa
konuşanın kastını anlamaz. Konuşmacı, sözünün bir etkiye yol açmadığını ve
dinleyenin kulaklarından geri teptiğini, kalp ve zihnine ulaşmadığını hemen hisseder
(Mevdudi, 1987, V: 193). İnkârcılar, kendi dillerinde bir hidayet rehberi
geldiği için şükredecekleri yerde bu nimeti nankörlüklerinin gerekçesi
yapmaktadırlar. Vahyin kuşatıcılığına karşı direnip, insanları da ondan
alıkoymaya çalışanlara karşı, ilahî mesaj kendisini kapatır. Artık isteseler de
doğru yolu bulamazlar. Cahiliye karanlığı onları iyice kuşatır.
4. Kur’an, kulaklarına
ağırlık konulan ancak bunun onlara azap değil, nimet olarak konulduğu
kimselerden de söz eder. Bunlar “şirk koşan ve baskıcı toplumlarından” kaçıp
mağaraya sığınan gençlerdir. Takvaları nedeniyle Allah, onları sığındıkları
mağarada uzun süre uyutmuştur: “Bunun üzerine biz de o mağarada onların
kulaklarına nice yıllar perde koyduk (uykuya daldırdık.)” (Kehf, 18: 11).
Öldükten sonra dirilmenin somut kanıtı olan bu gençler, mağarada üç yüz küsur
yıl uyumuşlardır.[3]
Allah tarafından kulaklarına konulan perde, onların uykuları süresince rahatsız
edilmemelerini sağlamıştır.
5. Bir kimse
peygamberin risaletine karşı cedelleşip ona karşı bir çaba içine girer ve bâtılı
kuşanıp hakka üstün gelmeye çalışırsa Allah o kimsenin kalbi üzerine perde çeker
ve kulaklarına hakkı duymasını engelleyecek örtüler koyar. Bunun doğal sonucu
hidayet çağrısını duymamak ve kalbin katılaşmasıdır. Tuttukları yolun doğal
sonucu olan cehennem azabına uğramakta ısrar ederler (Mevdudi, 1986, III: 165).
Müminler, Kur’an’da anlatılan zalimlerin tavırlarının kendilerinde olup
olmadığına dikkat etmelidirler. Zalimler, Allah’ın ayetleriyle karşılaştıkları zaman
öğüt alacakları yerde ayetlere ilgisiz kalırlar: “Kendisine Rabbinin ayetleri
hatırlatılıp da ona sırt çevirenden, kendi elleriyle yaptığını unutandan daha
zalim kim vardır! Biz onların kalplerine, bunu anlamalarına engel olan bir
ağırlık, kulaklarına da sağırlık verdik. Sen onları hidayete çağırsan da artık
ebediyen hidayete eremeyeceklerdir.” (Kehf, 18: 57). Zulümleri, adeta
onların mekânlarını karanlıklar haline getirmiştir. Vahiy, bulundukları yeri
ışıtsa da onların mekânları aydınlanmaz; işitebilecekleri bir yerden vahyin
sesi gelse duyamazlar. Çünkü bâtıla dalarak kendilerini doğru yola çağıran
herhangi bir şeye karşı alıcılarını kapatmışlardır. İnkârda ısrarlı oluşları sonucu
başlarına gelen bu bela nedeniyle onların doğru yolu bulma ihtimali yoktur.
6. Hz. Nuh döneminde de
inkârcılar vahyin sesine karşı kendilerince tedbir almışlar ancak bu tedbirleri
onlara mutluluk getirmemiş ve tufan azabıyla boğulmuşlardır. Onların arınmaya
gönüllü olmayışları, Hz. Nuh’un dilinden şöyle aktarılır: “Gerçekten de
günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, (beni görmemek için) elbiselerine büründüler, ayak
dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler.” (Nuh, 71: 7). Mekke'deki kâfirlerin
Allah Rasulü'ne karşı tutumu, Nuh dönemindekilerden Nuh’a karşı tavrından
farklı değildi (Mevdudi, 1987, VI: 431): “İyi bilin ki onlar ondan
gizlenmek için göğüslerini bükerler. Yine iyi bilin ki onlar elbiselerine
bürünürlerken O onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilmektedir.
Şüphesiz O, gönüllerde olanı bilendir.” (Hud, 11: 5). En büyük günah
şirktir. Hz. Nuh putperest kavmini putlara tapmaktan alıkoyma gayretinde
bulunmuş onlara bağışlanma yolunun açık olduğunu bildirmiştir. Ne var ki onlar
rasule kulak vereceklerine kulaklarını tıkamışlar, risalete karşı tavır
almışlar ve şeytanın yolunu izleyerek hakikate karşı kibirli davranmışlardır.[4] Bu
olumsuz tavırlarına karşılık Nuh, tufan kopana kadar yıllar boyu inkârcıları
uyarmayı sürdürmüştür.
7. Münafıklar, şeytanın
vesveselerine tabi olurlar ve bu nedenle dünya hayatı onlara ebedi
kalacaklarmış hissi verir. Vahyin etkisine, apaçık oluşuna rağmen, doğru yola
girmemek için büyük bir direniş gösterirler. Kur’an söz konusu münafıklar
hakkında şu mesele yer verir (Zeccac, 1988, I: 94): “Yahut bunlar
karanlıklarla gök gürültüsü ve şimşeklerle gelen şiddetli bir yağmura tutulmuş
gibidirler. Ölümden sakınmak için yıldırımlara karşı parmaklarını kulaklarına
tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır.” (Bakara, 2: 19). Ayetten
anlaşıldığı kadarıyla münafıkların ruh hali dingin değildir. Peygamber (s),
Allah’ın azabından kaçamayacaklarını hatırlatsa da onlar hatırlatmalara kulak
vermemektedirler. Hâlbuki ilahi azaptan kaçmaları mümkün değildir.
Görüldüğü gibi Kur’an’da
“kulakları” ifadesi, uzun ve rahat bir uykudan (Kehf, 18: 11), diğer
ayetlerde ise “ilahi çağrıdan uzak durma” ve bunun sonucu olarak tevhidden
(Allah’ın birliği) yoksun kalma durumundan söz ederken kullanılmıştır.
Kaynakça
İbn Ebî Zemenîn, Muhammed
el-Merî (ö. h. 399), Tefsiru’l-Kur'ani’l-Aziz, 5 c., el-Fârûku’l-Hadîse,
Mısır, 2002.
İbnu’l-Arabi, Muhyiddin,
Fususu’l-Hikem, (çev: Nuri Gencosman), M.E.B. Yay., İst., 1990,
Mâturîdî, Ebu Mansur (ö. H. 333), Tefsiru'l-Mâturîdî, 10 c.,
Daru'l-Kütübi'l-İlmiye, Beyrut, 2005.
Mawdudi, Sayyid Abul A’lâ, Tafhim al-Qur’an, (Trans. Zafar Ishaq Ansari), The
Islamic Foundation, the UK, 1989.
Mevdudî, Ebu’l A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’an, (çev. Muhammed
Han Kayani ve diğerleri), 7 c., İnsan Yay., İst., 1986 (1986-1989).
Taberî, Muhammed bin
Cerir (ö. h. 310), Câmiu'l-Beyan an
Te’vîli Âyi’l-Kur'an, 24 c., Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000.
Zeccac, Ebu İshak (ö. h. 311), Meani’l-Kur’an
ve İ’rabuhu, 5 c., Alemu’l-Kütüb, Beyrut, 1988.
Yazının
künyesi:
Kayacan, Murat, “Kur’an’da “Kulakları” Kelimesinin Geçtiği Ayetler”,
Haksöz Derg., S. 312, İst., Mart, 2016. (74-77).
[1] Biz bu çalışmamızda Mevdudi’ye
ait Tefhimu’l-Kur’an adlı eserin, İnsan Yayınları tarafından yapılan
baskısını esas aldık. Ancak söz konusu tefsirin yazımızda kaynak olarak
yararlandığımız ciltlerinin hepsi aynı tarihte basılmamıştır. Metin içi
referanslarda bu farklılığı özellikle belirttik. Kaynakçada da eserin basıldığı
zaman aralığını parantez içi bilgi olarak verdik.
[2] Tefhimu’l-Kur’an’ın İngilizce
versiyonunda yasaları yazanın değil, yapanın Allah olduğu (Since these laws
were made by God…) ifade edilir (Mawdudi, 1989, II: 223).
[3] Gençlerin mağarada kaldıkları
süreyi “küsuratlı” vermemizin nedeni, ayetlerde de sayının
netleştirilmemesinden dolayıdır: “Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve
dokuz (yıl) da kattılar. De ki: Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.
Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O ne güzel gören ve ne güzel duyandır.
Onların O'ndan başka hiçbir dostları yoktur ve O hükmüne kimseyi ortak etmez.”
(Kehf, 18: 25-26).
[4] İbnu'l-Arabi’ye göre Nuh’un
kavmi, Hz. Nuh’un davetinde bir ‘furkan’ (ayrılık) olduğunu görmüş ve davete
kulak vermemişti. Nuh onların bu tavrını kötülerken aslında övüyordu. Bunu arif
olanlar anlıyordu (1990: 57). İbnu’l-Arabi’nin söylediğinin aksine Kur’an,
müşriklerin tavırlarında bir hikmet olduğunu ifade etmez. Nuh’un, onların
hepsinin yok edilmesine dair duası (Nuh, 71: 26), Allah tarafından kınanmaz.