Hakikat-i Muhammediyye
Hakikat-i Muhammediyye’nin,
bütün peygamberlerin ve velilerin ledünni ve batınî bilgilerini aldıkları
kaynak olduğu ifade edilmektedir.[1]
Bu düşünce, Helenistik felsefedeki[2]
“varlıkların ilk varlıktan feyz yoluyla sudûr[3]
ettiği” şeklindeki sudur nazariyesine oldukça benzemektedir. Felsefenin İslam
dünyasında etkisini artırmaya başlamasıyla filozofların akl-ı evvel, akl-ı
külli diye ifade ettikleri kavramlar, mutasavvıflar tarafından Nur-u Muhammedi,
Hakikat-i Muhammediyye gibi ifadelerle dile getirilmiştir. Hüseyin b. Mansur
el-Hallâc’ın (858–922) sistematik bir biçimde ortaya attığı bu teori, gnostik
fikirlerin tasavvufa girişinin ilk örneklerinden sayılmaktadır (3./9. yüzyıl
sonları). Bu teori, daha sonra 7./13.
Yüzyılda, İbn Arabi tarafından vahdet-i vücud[4]
düşüncesi içinde temel görüşlerden biri haline getirilmiştir. Buna göre Hakikat-i
Muhammediyye teorisinin esas kaynağının, Yeni Eflatunculuk’taki logos veya
İskenderiyeli Aziz Clemens’in (ö. 205) peygamberlik konusundaki görüşlerine
dayandığı ve önce Şii muhitine oradan da tasavvufa geçtiği ifade edilebilir.[5]
Bu yazıda Hakikat-i
Muhammediyye kavramının köklerine, nasıl tanımlandığına ve bu kavramı benimseyenlerin
yaklaşımlarına ve son olarak da bu kavrama yönelik eleştirilere dikkat
çekilecektir.
Peygamber’in manevi
şahsiyetini ifade etmek için bir tasavvuf terimi olarak kullanılan Hakikat-i
Muhammediyye diğer adıyla Nur-u Muhammedi kavramına sözlerinde ilk yer veren
sufi, Zü’n-Nun-ı Mısri (h. 155-245/772-859) olmuştur. Çünkü “Yaratılanların
aslı Muhammed’in nurudur.” sözü ona aittir. Her ne kadar Zü’n-Nun bu kavramı
kullanmış olsa da sözü geçen teorinin o dönemlerde henüz netleşmediği, sadece
bir anlayış olarak var olduğu görülmektedir. Aynı şekilde Zü’n-Nun’un öğrencisi
Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (200-283/815-896) de Allah’ın ilk defa Muhammed’i
kendi nurundan yarattığını ileri sürmüş fakat Hakikat-i Muhammediyye
kavramından açıkça bahsetmemiştir. O, bunun sadece bir yaratma nedeni
olduğundan söz etmiştir. Zaman içinde bu düşüncenin giderek bir teoriye
dönüştüğü görülmektedir. et-Tüsteri’nin öğrencisi İbn Salim’in kurduğu Salimiye
ekolünün temel ilkelerinden birinin Nur-u Muhammedi olması da bunu
desteklemektedir.[6] Daha
sonra Hallac-ı Mansur (858–922)[7]
Kitabü't-Tavasin'in "Tasinü'ssirac" bölümünde bu kavram
üzerinde durmuştur. Aynülkudat el-Hemedani[8]
Temhidât'ta, Ruzbihan-ı Baklî (1128–1209)[9]
Şerh-i Şathiyyât'ta[10]
tasvir ettikleri kavramı, Muhammed Kemal İbrahim, İbrahim b. Edhem'e (m.
718-782/h. 100-165) ve Süfyan es-Sevrî'ye (715- 778) kadar götürmüştür. Hakikat-i
Muhammediyye görüşü belki de en dikkat çekici biçimde Muhyiddin İbnü'l-Arabi (1165-1240)
ve Abdülkerim el-Cîlî (h. 767-826/832) tarafından açıklanmış, Fususu’l-hikem'e
şerh yazanlar da bu konu üzerinde önemle durmuşlardır.[11]
Allah’tan başka hiçbir
varlık yokken ilk defa yaratıldığı kabul edilen varlığa Hakikat-i Muhammediyye
denilmiştir. Diğer bütün yaratıklar ise bu hakikatten ve bu hakikat için
yaratılmıştır. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Hakikat-i
Muhammediyye veya Nur-u Muhammedi, Allah’ın ilk defa ve ilk varlık olarak
Muhammed’i kendi ruhundan yaratması demektir. Bu tasavvufi felsefeye göre ilk
yaratılan varlık Adem değil, Muhammed’dir. Hatta dünya bile onun yüzü suyu
hürmetine yaratılmıştır. Hakikat-i Muhammediyye düşüncesi “levlake”[12]
vb. hadislere dayandırılmaktadır. Bu anlamı çağrıştıran hadisler, daha çok Hâkim
en-Nisaburi’nin (ö. 405/1014) el-Müstedrek’i[13]
ve Acluni’nin (1676-1749)
Keşfu’l-Hafa[14] gibi
hadis kaynaklarında yer almaktadır.[15]
Sufilere göre Allah,
kendisiyle birlikte hiçbir şey yok iken kendisini, kendi zatının dışındaki
varlıklarda görmeyi istedi ve alemi yarattı. Ancak bu düşünceyi savunan
mutasavvıflar, ilk yaratılan varlık hakkında kendi aralarında bir birlik içinde
değildirler. Kimisi ilk yaratılanın Peygamber’in nuru, kimisi aklı, kimisi de
onun ruhu olduğunu ifade etmiştir. Ne var ki yaratılan ilk varlığın ne olduğuna
ilişkin, Kur’an’da hiçbir açıklama mevcut değildir. Sözü geçen yaklaşımın izahı
yerine Kur’an’da, Muhammed’in de, insanlara doğru yolu gösteren diğer
peygamberler gibi bir beşer peygamber olduğu belirtilmektedir.[16]
Ayrıca Muhamed’in ne zaman, nerede ve hangi anne ve babadan dünyaya geldiği
tarihen bilinmektedir.
Muhyiddin İbn Arabi’ye
göre Hakikat-i Muhammediyye, nur olması bakımından alemin aslıdır ve varlık
şeklinde zahir olan ilahi tecellinin de ilk mertebesidir. O, Hakikat-i
Muhammediyye’yi vücud-u mutlak’ın yaratılış sahasındaki ilk ve en mükemmel
mazharı olarak görür. İbn Arabi’ye göre O’nun her isminin bir mazharı vardır. En
kapsamlı ilim olan ve bundan dolayı ism-i a’zam[17]
denilen Allah isminin mahzarı, Hakikat-i Muhammediyye’dir. Ona aynı zamanda
insan-ı kâmil de denir.[18]
Çünkü insan-ı kâmil, varlığın bütün hakikatlerini kendinde toplar.[19]
Gerçekten de İbn Arabi
tarafından ortaya konulduğu ve onun hararetli izleyicisi Abdulkerim el-Cîlî
tarafından insan-ı kâmil adında kitapta yazılıp açıklandığı şekliyle, kâmil
insan teorisi, Şia’nın imam prensibine[20]
oldukça benzemektedir. Esasen bu teoriler de kaynak bakımından, Şiilik ve
tasavvufta var olan şekliyle Hakikat-i Muhammediyye düşüncesine dayanmaktadır.
Nitekim biraz farklı da olsa Nur-u Muhammedi ve Velayet Silsilesi teorileri her
iki sistemde de bulunmaktadır. Şia, bir ilk nurun varlığına inanır.
Onlara göre ilahi bilgiyi elde etmek isteyen insanın, Peygamber’den sonra imam
vasıtasıyla bu nura bağlanması lazımdır. Tasavvufta ise insanın, Peygamber’e
kadar ulaşan velayet silsilesi ile bir kamil insana/şeyhe akan berekete bağlı
olması gerekmektedir.[21]
İbn Arabi, alemin
yaratılışının, dış hakikatlerde tecelli etmek için Allah’ın zatına olan sevgisi
nedeniyle gerçekleştiğini söylemiş ve bunu temellendirmek adına “Ben gizli bir
hazine idim. Bilinmeyi istedim. Bilinmek için mahlukatı yarattım.” şeklinde
söylenen ve mutasavvıflar arasında yaygın olan sözü refere etmiştir.
Peygamber’e aidiyetine dair keşfen sahih dediği bu hadise göre yaratılışın
sırrı, Allah’ın zatına olan bilinme ve tezahür etme aşkına bağlanmaktadır.
Ancak hadis usulü açısından, keşif yoluyla hadis doğrulamak mümkün değildir.[22]
Nur-u Muhammedi mefhumunu
ileri derecede sahiplenip savunan Aziz Mahmud Hüdayi (1541-1628), Muhammedi ruh
ile nurun, bütün insanlardan, peygamber ve meleklerden önce var olduğunu beyan
etmekte, ruhani ve cismani alemin mertebelerinin, Rasulullah’ın şerefli
vücudunun ortaya çıkışına kadar devam ettiğini söylemektedir. Ona göre Allah,
Rasulullah’ın zuhuruyla alemleri tamamlamış ve böylece alemlerin
yaratılmasındaki gaye de ortaya çıkmıştır. İşte tam da bu nedenden ötürü
vücudu, diğer peygamberlerin sonuna bırakılmıştır.[23]
Sonuç
Hadis alimleri ve Hanbeliler,
Hakikat-i Muhammediyye düşüncesi doğrultusundaki bir Peygamber anlayışının, onu
ilahlaştırmak anlamına geleceğini
söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar daha önceki ümmetlerin de
peygamberleri konusundaki böylesi aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini
ifade etmişlerdir.[24]
Ne yazık ki Müslümanlar
Hristiyanlarla bir yarış içine girercesine bir beşer olan Peygamber’i neredeyse
her şeyin aslı durumuna getirmişlerdir. İncil’de bulunan Hz. İsa’ya dair şu ifadeler
belki de bu yarışın en açık göstergesidir: “Görünmez Tanrı'nın görüntüsü, bütün
yaratılışın ilk doğanı odur/Hz. İsa’dır. Nitekim gökte ve yeryüzünde, görünen
ve görünmeyen şeyler, tahtlar, egemenlikler, yönetimler ve hükümranlıklar, her
şey onda yaratıldı. Her şey onun aracılığıyla ve onun için yaratılmıştır. Her
şeyden önce var olan odur ve her şey varlığını onda sürdürmektedir. Bedenin,
yani inanlılar topluluğunun başı odur. Her şeyde ilk yeri alsın diye başlangıç
olan ve ölüler arasından ilk doğan odur. Çünkü Tanrı, tüm doluluğunun onda
bulunmasını uygun gördü.” (İncil, Koloseliler, I: 15-19). Her ne kadar Kur’an
müminlerin peygamberler arasında ayrım gözetmemelerini istese de (Bakara, 2:
136) Hristiyanların düştüğü yanlışa Müslümanların bir kısmı da düşmüştür.
Peygamberimiz’in aşırı
yüceltilmesi konusunda, İbn Teymiye’nin (1263-1328) eleştirileri gayet
yerindedir: “Bazıları yerlerin, göklerin, ayın ve güneşin kısaca her şeyin
Peygamberimiz için yaratıldığını iddia etmektedir. Hâlbuki böyle bir şey ne
sahih ne de zayıf, hiçbir şekilde Hz. Peygamber’den rivayet edilmemiştir. Bütün
ilim ehli bunu böyle kabul etmiştir. Sahabeden de böyle bir söz
nakledilmemiştir.”[25]
Aksine Allah, göklerde ve yerde olanları “insanlara hizmet etsin diye”
yaratmıştır: “Allah'ın göklerde ve yerde olanları sizin hizmetinize
verdiğini nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca verdiğini görmediniz mi?”
(Lokman, 31: 20).
Kaynakça
Akman,
Mustafa, “Hakikat-i Muhammediyye Düşüncesi ve Bu Düşüncenin Referanslarını
Aktaran İki Kaynak ve Müellifleri”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2, 2011
(Nisan-Eylül). (107-131)
Demirci,
Mehmet, “Hakikat-i Muhammediyye”, DİA, İst., XV, 179. (179-180)
İbnu Teymiyye, Takıyuddin
Ebu’l-Abbas (ö. h. 728), Mecmû’l-Fetâvâ, 35 c., Mecmau’l-Melik Fahd li
Tabaâti’l-Mushafi’ş-Şerif, Medine, 1995.
Kaya,
Mahmut, “Sudûr”, DİA, İst., c. XXXVII, 2009.
Kayacan,
Murat, “Hallâc-ı Mansûr ve Hulûl Felsefesi”, Haksöz Derg., S. 175, İst., 2005.
-------,
İbn Teymiye’nin Vahdet-i Vücut Eleştirisi”, Haksöz Derg., S. 178, İst., 2006.
Sarmış,
İbrahim, Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm, 4. bs., Ekin Yay.,
İst., 2005.
Yazının
künyesi:
Kayacan, Murat, “Hakikat-i Muhammediyye”, Haksöz Derg., S. 309, İst., Aralık,
2016. (67-70).
[1] Akman, Mustafa, “Hakikat-i
Muhammediye Düşüncesi ve Bu Düşüncenin Referanslarını Aktaran İki Kaynak ve
Müellifleri”, Yalova Sosyal Bilimler Dergisi, S. 2, 2011, s. 110.
[2] Antik Çağ Yunan Felsefesinde
Aristoteles'ten (MÖ 384 –MÖ 322) itibaren Yeni Platonculuk'un ortaya çıkmasına
kadar geçen dönem.
[3] Varlığın mutlak birden çıkıp bir
sıra düzeni içinde evreni oluşturması anlamında felsefe terimi bkz. Kaya,
Mahmut, “Sudûr”, DİA, İst., 2009, XXXVII, 467.
[4] Vahdet-i vücut akidesine yönelik
tenkitler için bkz. Kayacan, Murat, İbn Teymiye’nin Vahdet-i Vücut Eleştirisi”,
Haksöz Derg., S. 178, İst., 2006.
[5] Akman, 111-112.
[6] Akman, 112-113.
[7] Hallac-ı Mansur’un din algısı
konusunda bkz. Kayacan, Murat, “Hallâc-ı Mansûr ve Hulûl Felsefesi”, Haksöz
Derg., S. 175, İst., 2005.
[8] Hemedani (1098–1131), Fars kökenli
bir mutasavvıf, filozof ve şairdir. Otuz üç yaşındayken idam edilmiştir. Temhidât
adlı eseri, tasavvuf literatüründe önemli ve felsefi yönü de olan bir
eserdir.
[9] İranlı şair ve sufi.
[10] Bu eser, Sufilerin İslam açısından
“kabul edilemez” sözlerini savunma amaçlı kaleme alınmıştır.
[11] Demirci, Mehmet, “Hakikat-i
Muhammediyye”, DİA, XV, 179. (179-180)
[12] Arapça aslı لو لاك ما خلقت الأفلاك şeklinde olan hadis uydurmadır.
[13] Bu eserde Sahîhayn’da (Buhari ve
Müslim) yer almamakla birlikte ikisinin ya da ikisinden birinin şartlarına uyan
hadisler yer almaktadır.
[14] Acluni, bu eserinde halk arasında
yaygınlık kazanmış bazı rivayetleri inceleyerek içinde yaşadığı döneme kadar
gelmiş olan bazı uydurma hadisleri, vecizeleri, atasözlerini ve hikmetli
sözleri inceleyerek asıllarını ortaya koyar.a
[15] Akman, 108.
[16] Akman, 109.
[17] Allah’ın en büyük ismi anlamında bir ifade.
[18] Abdülkerim Cili’nin şöyle dediği
aktarılır: “Kitaplarımda nerede insan-ı kâmil sözü geçerse ondan kastettiğim
Muhammed’dir.” bkz. Sarmış, İbrahim, Tasavvuf ve İslâm, 4. bs., Ekin
Yay., İst., 2005, s. 237.
[19] Akman, 110.
[20] Ali b. Ebî Talib’in Hz.
Muhammed’den hemen sonra nass ve tayinle halife olduğu, imametin insanlığın
sonuna kadar Hz. Ali’nin soyunda devam edeceği ve bu imamların masum oldukları
şeklindeki inanç.
[21] Akman, 112.
[22] Akman, 115.
[23] Akman, 114.
[24] Akman, 111-112.
[25] İbnu Teymiyye,Takıyuddin Ebu’l-Abbas (ö. h. 728), Mecmû’l-Fetâvâ, 35 c.,Mecmau’l-Melik Fahd li Tabaâti’l-Mushafi’ş-Şerif, Medine, 1995, XI, 96.