Osmanlı’da tefsir ilmi
“Altı asırlık Osmanlı”
ifadesi askeri başarılar açısından kulağa hoş gelse de bu kadar uzun dönemde
tefsir alanında da bir başarı yakalanıp yakalanmadığı, tartışma konusu
olmuştur. Bu uzun zaman aralığını, tefsir açısından değerlendirenlerin bir
kısmı Osmanlı’da tefsirden ziyade şerh ve haşiyecilikten söz edildiğini ifade
ederlerken bir kısmı da bu döneme, “henüz açığa çıkarılamamış” bir hazine gibi
bakmaktadırlar. Bu yazıda tefsir ilmi açısından Osmanlı’da hangi eserlerin
başvuru kaynağı olarak görüldüğü, tefsir deyince kimlerin akla geldiği ve
Osmanlı medreselerinde tefsir dersinin yeri vb. konular büyük oranda Osmanlı
Tefsir Mirası[1]
adlı eser bağlamında ele alınacaktır.
Osmanlı’da Ön Plana Çıkan İki Tefsir ve Müfessirler
Osmanlı dönemi
müfessirlerinin okuduğu tefsirlerden birisi, Mutezili alim Zemahşeri’nin (ö.
538) Keşşaf adlı eseridir.[2]
Müfessir, özellikle kelama dair ayetlerin tefsirinde sem’î delillerin yanında
aklî delilleri de esas almakta, nazar ve istidlal (çıkarsama) yöntemlerini
sıkça kullanmaktadır. Bu özelliklerin Maturidi (ö. 333/944) kelam anlayışıyla
paralellik arz etmesi, Osmanlı müfessirlerinin Keşşaf tefsirine yönelmesinde
önemli rol oynamıştır.
Beyzavi (ö. 685/1286)
tefsiri, kelamdan felsefe ve mantığa, kıraatten fıkıh, hadis ve tasavvufa kadar
çok zengin bir içeriğe sahiptir. İşte bütün bu niteliklerinden dolayı Osmanlı
uleması en çok Beyzavi tefsirine rağbet etmiş ve kimi zaman kendi ilmi
otoritelerini bu tefsirin dil ve üslubuna vukufiyetle kanıtlama yoluna gitmiştir.
Osmanlı müfessirlerine
ait tefsirlerin büyük bir kısmı ya tamamen işari nitelikli ya da az çok işari
yorumlar içerir niteliktedir. Bu türden eser veren Osmanlı alimleri arasında
Bedreddin Simavi (ö. 823/1420), Molla Fenari (ö. 834/1431), Karabaş Veli (ö.
1097/1686), Nimetullah Nahcıvani (ö. 920/1514), İsmail Ankaravi (ö. 1042/1633),
Muhyiddin Niksari (ö. 901/1495), Aziz Mahmud Hüdayi (ö. 1038/1628), Abdullah
Bosnevi (ö. 1054/1644), Niyaz-i Mısri[3]
(ö. 1105/1694), İsmail Hakkı Bursevi (ö. 1137/1725) gibi birçok isim
sayılabilir.[4] Bu
alimlerden bazıları Kur’an’ın tamamını içeren eserler yazmış bazıları da sadece
belli surelere özel tefsirler kaleme almışlardır.
Osmanlı Medreseleri ve Müderrisleri
Medreseler Osmanlı’da ilk
defa 731/1330 senesinde[5]
Orhan Gazi (ö. 763/1362) tarafından İznik’te tesis edilmiş ve bu medresenin
başına da müderris olarak Davud-i Kayseri (ö. 751/1350) getirilmiştir.
Ekberiyye mektebinin önemli temsilcisi Davud-i Kayseri ile birlikte tasavvuf,
Osmanlı medrese kültürünün bünyesine girmiştir. Ayrıca ilk şeyhülislamlık
makamına da yine aynı mekteple ilişkisi bulunan Molla Fenari tayin edilmiştir.
Devletin bu tercihi, mutasavvıf-alim tipinin yaygınlaşıp itibar kazanmasını
sağlamıştır.
Davud-i Kayseri ve
Kemalpaşazade gibi alimlerin, zahir ilimleriyle birlikte batın ilimlerine[6]
vakıf ilim ehlinin diğer alimlerden daha üstün olduğunu vurgulaması, Osmanlı
ilim zihniyetinde ideal alim ve dolayısıyla ideal müfessir tipini de büyük
ölçüde belirlemiştir. Diğer taraftan tasavvuf ilminin yanı sıra çoğunlukla
zahir ilimlerini de tahsil eden şeyhlerin, şeriat-tarikat birlikteliğinden söz
etmeleri ve şer’î kurallara vurgu yapmaları, medrese çevreleriyle
yakınlaşmalarını daha da hızlandırmış, medrese tahsili gören birçok alim ise
bir tekke şeyhinden el almış, ayrıca çoğu tekkenin meşihatını (mürşidliğini),
medrese kökenli alim-şeyhler üstlenmiştir. Zahir ve batın ilimlerini tahsil
ederek yetişen bu şeyhler, tasavvufla birlikte tefsir, hadis, fıkıh, akaid gibi
alanlarda telif, tercüme ve şerh türü eserler vermişlerdir.[7]
İlk Osmanlı müderrisi
Davud-i Kayseri, vahdet-i vücud[8]
fikrini benimseyen bir kişi olup başta hocası Abdürrezzak el-Kâşânî olmak üzere
Sadreddin Konevi ve İbnu’l-Arabi’den etkilenmiş, kendisi de özellikle Muhyiddin
İbnu’l-Arabi’nin (ö. 638/1240) Fusûsu’l-Hikem’in yazdığı Matla’u
Husûsi’l-Kilem fi Meani Fusûsi’l-Hikem adlı şerhle Molla Fenari, Kutbuddin
İznikî (ö. 885/1480), Sofyalı Bâlî Efendi (ö. 960/1553), Abdullah Bosnevî ve
İsmail Hakkı Bursevi gibi birçok sufi müfessiri de etkilemiştir. Benzer şekilde
ilk Osmanlı şeyhülislamı olarak kabul edilen Molla Fenari de Aynu’l-Âyân
adlı tefsirinin özellikle hakaik (hakikatler) ve maarif (bilgi) başlıkları
altında belirttiği görüş ve açıklamalarda büyük ölçüde İbnu’l-Arabi ve
Sadreddin Konevi’den faydalanmış, bu arada irfani/tasavvufi içeriği; Arap dili,
fıkıh, kelamla ilgili birçok eserden naklettiği görüşlerle meczcetmiştir.
Gerek Molla Fenari’de
gerekse diğer birçok Osmanlı müfessirinde hurufi-batıni anlayışa yönelik bir
ilgiden söz etmek mümkündür. Esasen, Hermetizmin bazı unsurlarıyla Pisagorcu
bakış açısını bir araya getirmek suretiyle oluşturulan ebced ve cefr/cifr
sistemi, tasavvufun özellikle İbnu’l-Arabi çizgisinde felsefi bir boyut
kazanmasının ardından, birçok mutasavvıf tarafından da beninsenmiş ve harflerle
unsurlar arasında kurulan ilişkiye benzer şekilde harflerle ilahi isim ve
sıfatlar arasında da irtibat kurulmuş ve bu anlayış ilgili nassların yorumuna
yansıtılmıştır. Diğer taraftan Hurufilik[9]
XV. yüzyılın başlarından itibaren Tebriz ve Halep yoluyla Anadolu’ya girmiş, bu
akımın mensupları gerçek inançlarını gizleyerek Anadolu ve Balkanlarda hem halk
hem de yöneticiler nezdinde çevre ednimiş ve özellikle Kalenderiler ve
Bektaşiler arasına sızmıştır. Nitekim Çelebi Sultan Mehmed (ö. 824/1421) ve oğlu
Sultan Murad (ö. 855/1451) zamanında faaliyette ulunan Hurufilerin, Fatih
döneminde saraya kadar nüfuz ettikleri ve bu nedenle Edirne’de topluca
öldürüldükleri, Kanuni devrinde ise Osmanlı topraklarından sürüldükleri
bilinmektedir.[10]
Osmanlı Eğitim Kurumlarında Kur’an ve Tefsir
Osmanlı toplumundaki
hakim din anlayışının, Kur’an ve tefsir kitaplarından ziyade sıradan insanların
bilgi seviyesine göre telif edilen mev’iza (öğüt) ve ilmihal türündeki popüler
dini edebiyattan beslendiği belirtilmelidir.
Osmanlılar dönemindeki
müfessirlerin büyük çoğunluğunun, bir tarikata mensup veya en azından sufi
meşrepli olduğu dikkate alındığında, tekke ve zaviyelerdeki sohbetlerde de
tefsir derslerinin yapıldığı söylenebilir. Nitekim Mecâlis türü
eserlerin aynı zamanda birer işari tefsir niteliğinde olması, bunun bir
göstergesidir.
Osmnalı medreselerinde
dersler, ağırlıklı olarak Arapça işlenmiştir. Çünkü Mısır, Suriye, Irak, İran
ve Orta Asya’da eğitim gören alimlerle bu bölgelerden müderrislik yalmak üzere
İstanbul, Bursa ve Edirne gibi merkezlere davet edilen kimseler, genellikle
Arapça okumuş, yazmış ve konuşmuşlardır. Bu yüzden Osmanlı medreselerinde
dersler geleneğe bağlı olarak Arap diliyle işlenmiş, eserler de çoğunlukla Arapça
olarak kaleme alınmıştır.
Osmanlı medreselerinde
tefsir eğitimin son aşamasında okutuluyordu. Talebeler medrese eğitiminde,
ilkin Arap dili ağırlıklı alet ilimlerini öğrenmiş ve bu aşamadan itibaren
mantık, adab, meani, nazarî hikmet, kelam, fıkıh, fıkıh üsulü, hadis ve hadis
usulü gibi ilimleri tahsil ederdi. Son aşamada ise tefsir ilminin tahsiline
başlanırdı. Okutulan eserlerin büyük çoğunluğu İslam dünyasında meşhur olan
hakkında pek çok şerh ve haşiye yazılan eserlerdir. Hemen tamamı Osmanlılardan
önceki dönemlerde telif edilen bu eserlerden tefsir sahasında Beyzavi’nin Envaru’t-Tenzil’i
Osmanlı uleması için apayrı bir yere sahiptir. Zira gerek medreselerde gerek
camilerde gerekse Huzur Derslerinde ağırlıklı olarak bu eser takip edilmiştir.
Beyzavi’nin tefsiri kadar yaygın olmamakla birlikte Zemahşeri’nin el-Keşşaf’ı
da Osmanlı alimleri için tefsirde vazgeçilmez bir kaynak ve ders kitabı
olmuştur. Bu iki temel eserin yanında Molla Gürani’nin Ğayetu’l-Emânî
adlı eseriyle Ebussuud’un İrşadu’l-Akli’s-Selim’i de kimi zaman ders
kitabı olarak okutulmuştur. Ayrıca Zemahşeri ve Beyzavi’nin tefsirleri üzerine
yazılan bazı haşiyeler yardımcı ders kitabı olarak takip edilmiştir. Bu noktada
Osmanlı medreselerinde niçin ağırlıklı olarak Beyzavi ve Zemahşeri’ye ait
tefsirlerin okutulduğu sorulabilir.
Osmanlı’da tefsir, en
şerefli ilim kabul edilmiş ve medreselerdeki ilimler hiyerarşisi içinde tefsire
müstesna bir konum atfedilmiştir. Buna paralel olarak tefsir, Kur’an’ın
Müslüman toplumun değer ve anlam dünyasındaki müsetsna yerine uygun biçimde
nihai hedef olarak görülmüş ve en son ilim olarak okutulmuştur.[11]
Özellikle erken dönem İslami gelenekte ilimler ilgili tanım ve tasavvurun “değer
içerikli” olduğu göz önüne alındğında, Müslümanların dini-ahlaki değer dünyasını
belirleyen en temel metnin Kur’an olması nedeniyle bu metni anlayıp
yorumlamanın nihai hedef olarak seçilmesinin aksiyolojik bir boyut taşıdığı
anlaşılır.[12]
Tefsirin İslami ilimler
hiyerarşisinin zirvesinde yer alması, bu alanda söz sahibi olmanın belli başlı
ilimleri, özellikle dil/lisan ilimlerini bilmeye bağlı bulunmasıyla ilgilidir.
Kelamullah hakkında, o kelamı anlayıp yorumlamayı mümkün kılacak bilgilerle
donanmadan söz söylemek, Osmanlılarda ne makul ne de makbul bir şeydi. Çünkü talebeler,
esasında Kur’an’la değil, Kur’an’ın tefsiriyle muhatap oluyorlar ve bu
tefsirleri anlamak da söz edilen ilimler bilinmedikçe mümkün olamıyordu.[13]
Sonuç
Osmanlı’da tefsir deyince
akla gelen Zemahşeri ve Beyzavi’nin tefsirleridir. Temelde Osmanlı müfessirleri
bu iki tefsirin açıklamalarını yapmayı hedeflemişler ancak yeni tefsirler
kaleme almak altı asır içinde pek az gündeme gelmiştir. Osmanlı müfessirleri
genel itibarıyla tarikatların etkisi altında olmuşlardır. Bu nedenle işarî
tefsir, bu uzun döneme rengini vermiştir. Kur’an’a ve onun tefsirine olan saygı
anlayışı iyi niyete dayanmış olsa da her ikisini de hayattan uzaklaştırmış ve
kısmen de olsa boşluğu vahye uzak kişi ve anlayışlar doldurmuştur.
Kaynakça
Aksu,
Hüsamettin, “Fadlullah-ı Hurufî”, İslâm Ansiklopedisi, TDV, Yay., İst., 1995,
XII, (277-279).
_______,
“Hurufilik”, DİA, İst., 1998, XVIII, (408-412).
Ateş,
Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Ankara İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara,
1974.
Güney,
Ahmet Faruk, “Gaza Devrinde Kur’ân’ı Yorumlamak: Fetih Öncesi Osmanlı
Müfessirleri ve Tefsir Eserleri”, Divan Araştırmaları, S. 18, 2005/1,
(193-244).
Kayacan,
Murat, "Risale-i Nur'da Hurufilik,", Haksöz Derg., S. 164, İst.,
2004.
_______,
“İbn Teymiye’nin Vahdet-i Vücud Eleştirisi”, Haksöz Derg., S. 178, İst., 2006.
Öngören, Reşad,
“Osmanlılar [Tasavvuf ve Tarikatlar]”, DİA, İst., 2007, XXXIII, (541-542).
Öztürk,
Mustafa, Osmanlı Tefsir Mirası, Ankara Okulu Yay., Ank., 2012.
Yazının
künyesi:
Kayacan, Murat, “Osmanlı’da Tefsir İlmi”, Haksöz Derg., S. 306, İst., Eylül,
2016. (64-68).
[1] Öztürk, Mustafa, Osmanlı Tefsir
Mirası, Ankara Okulu Yay., Ank., 2012.
[2] Bu eserin ilk cildi, Türkçe’ye
çevirilerek Ekin Yayınları tarafından yayımlanmıştır.
[3] Niyazi Mısri, müfessirler arasında
sayılmalı hak etmeyecek kadar yoldan çıkmış birisidir. Onun, cifr hesabıyla
peygamberliğini iddia ettiği, Hasan ve Hüseyin’i nebi gördüğü, Limni’ye sürgün
edilmesinden sonra Allah’a “Ey bana zalim olan … Allah!” dediği ve
muhaliflerine ağıza alınmayacak şekilde küfürler ettiği nakledilir bkz. Öztürk,
s. 28, 29.
[4] İsimlerini verdiklerimizin yanında
diğer Osmanlı devri mutasavvıf müfessirleri için bkz. Ateş, Süleyman, İşârî
Tefsir Okulu, Ankara İlahiyat Fakültesi Yay., Ankara, 1974, s. 215-257.
[5] Öztürk’ün eserinin 35. sayfasında,
İznik’teki bu medresenin kuruluş tarihi 1330 iken başka bir sayfada –muhtemelen
sehven- 1331 olduğu ifade edilmektedir bkz. s. 23.
[6] Batın ilimleri denilen şey, vahyin
ifadelerinden, bir başka ayet ya da ayet grubuna, sahih bir hadise
dayandırılmaksızın elde edilen bilgi ise böyle bir bilgi türünün tefsir ilminde
sağlam temelleri yoktur.
[7] Öngören, Reşad, “Osmanlılar
[Tasavvuf ve Tarikatlar]”, DİA, İst., 2007, XXXIII, 541-542.
[8] Bu bâtıl görüşün eleştirisi için
bkz. Kayacan, Murat, “İbn Teymiye’nin Vahdet-i Vücud Eleştirisi”, Haksöz
Derg.,S. 178, İst., 2006.
[9] Fadlullah-ı Hurufî (ö. 796/1314),
hurufilik akımının kurucusu kabul edilir. Fadlullah, Kur'an’ın gerçek anlamının
kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için kendisinden “Kitaptan bir ilmi
olan kimse” (Neml, 27: 40) olarak bahsetmiştir. Fadlullah, “Bu, Allah’ın
fadlıdır.” (Maide 5/54), “Bu, Rabbimin fadlındandır.” (Neml, 27: 40)
mealindeki ayetlerde olduğu gibi Kur'an’da geçen bütün “fadl” kelimelerinden
kendisinin kastedildiğini, insan yüzünde de (ﻔﻀﻝ) “fadl” isminin okunduğunu ileri sürmüştür
bkz. Aksu, Hüsamettin, “Fadlullah-ı Hurufî”, İslâm Ansiklopedisi, TDV, Yay.,
İst., 1995: XII, 277-279; Kayacan, Murat, "Risale-i Nur'da
Hurufilik,", Haksöz Derg., S. 164, İst., 2004.
[10] Aksu, Hüsamettin, “Hurufilik”,
DİA, İst., 1998, XVIII, 411 (408-412).
[11] Güney, Ahmet Faruk, “Gaza Devrinde
Kur’ân’ı Yorumlamak: Fetih Öncesi Osmanlı Müfessirleri ve Tefsir Eserleri”, Divan
Araştırmaları, S. 18, 2005/1, s. 198, (193-244).
[12] Nasıl “Kur’an çok değerli, onu
yüksek bir yere asalım.” deyip saygı adına onu hayattan uzaklaştırmak yanlışsa
onu anlama aracı olan tefsirin de “en değerli ilim” olduğunu söyleyip öğrenilen
ilimler sıralamasında, sona bırakılması doğru değildir.
[13] Bu da tefsirlerin bir kısmındaki
önemli problemlerden birisidir. Apaçık kitap olan Kur’an’ı anlamayı
kolaylaştırması için yazılan eserlerin anlaşılması Kur’an’ın anlaşılmasından
daha zordur.