Kâdî Abdülcebbâr ve bazı Kur’anî meseleler
Mu’tezilî alim Kadi Abdülcebbâr
(ö. 415/1024), Horasan bölgesinde doğdu. Ardından Basra'ya gitti ve oradaki
ilim meclislerine katıldı. Fakir bir aile ortamında yetişen Kâdî Abdülcebbâr,
Rey[1]
kenti kadılığı (yargıç) yaptı. Verdiği adil kararlar nedeniyle çok memnun olan es-Sahib
b. İsmail,[2]
onu "yeryüzünün en alim ve fazılı" olarak değerlendiriyordu. Kâdî Abdülcebbâr
bu görevine ek olarak ilmî çalışmalarını, vefat edene kadar sürdürdü.
Kâdî Abdülcebbâr;
itikatta Ehl-i Sünnet mezhebi olan Eş'ari,[3]
fıkıhta ise Şafii mezhebi[4]
üzerine eğitim aldı. Yaptığı ilmî tartışmaların sonucunda, itikatta Mu'tezile
mezhebini benimsedi ve döneminde bu mezhebin önemli bir figürü haline geldi. Amelde
Hanefi mezhebinde[5] eğitim alma
isteğine rağmen, hocası Ebu Abdillah el-Basrî,[6]
onu Şafii fıkhında kendisini yetiştirmeye teşvik etti. O da hocasının bu
arzusuna uygun hareket etti. Kâdî Abdülcebbâr "kelam" ve
"fıkıh" yanında ''tefsir", "hadis", "fıkıh
usulü" alanlarında da uzmanlaştı ve bu ilimlerde eserler kaleme aldı.
Eğitimini Eş'ari mezhebi üzerine almış olması, bu mezhebin zayıf noktalarını
görüp eleştirmesini sağladı. Onun eserleri, fıkıh alanın en önemli kaynakları
arasındadır. Üslup olarak Kâdî Abdülcebbâr, ele aldığı konuda, önce karşıtlarının
itirazlarını vermekte sonra da itirazların dayandırıldığı ayetlere dair
Mutezile mezhebinin yaklaşımını ortaya koymaktadır.
''Müteşabihü'l-Kur'an";
Kâdî Abdülcebbâr'ın en önemli eserlerinden olup Mu'tezile ekolünün
"müteşabih" ayetleri "te'vil" metotlarının işlendiği
kitapların başında gelir. Kâdî Abdülcebbâr bu eserinde, öncelikle
"müteşabih" ayetleri inceler. "Akıl delili" ve dilin bütün
imkânlarını kullanarak bu tür ayetleri ''te'vil" etme gayretine girer.
Onun bu konuda yapmak istediği şey ya bu ayetlerin göründüğünün aksine,
Mu'tezile'nin inanç ilkeleriyle zıtlık arz etmediğini ispatlamak ya da mümkünse
bu tür ayetleri Mu'tezile'nin inanç ilkelerini destekleyecek bir şekilde
yorumlamaktan ibarettir. Kâdî Abdülcebbâr, Mu'tezile ekolünün inanç esaslarına
yakın görünen ve kendilerinin "muhkem" dedikleri ayetlerle
düşüncesini desteklemeye ve delillendirmeye çalışır.[7]
Bu yazıda; yukarıda söz
ettiğimiz eserin bazı bölümlerinin çevirisini de içeren, “Kâdî Abdülcebbâr ve
Müteşabihü'l-Kur'an Adlı Eseri” adlı makale[8]
bağlamında, Mutezili Kâdî Abdülcebbâr’ın Kur’an ile ilgili bazı meselelere bakışına
yer verilecektir. Amacımız, kendisini Ehl-i Sünnet olarak tanımlayan bir
toplumda (Türkiye), bir kesim olarak temsilcisi günümüzde mevcut olmayan
Mu’tezile mezhebinin önemli kalemlerinden birinin bazı ayetlere dair
yaklaşımlarını ortaya koymaktır.
A.
Hidayet nedir?
Bilginler hidayetin ne
olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir kısmına göre hidayetin
hakikati kurtuluştur. Faydalı bir yol gösterene "onu hidayete
erdirdi" denilmekte ama zararlı yolu gösterene ise böyle denilmemektedir.
Bazılarına göre hidayet hakikatte yol gösterme ve beyandır. Kur'an’da,
hidayetin delalet (yol gösterme) anlamına geldiğini gösteren birçok ayet bulunmaktadır.
Allah, Kur'an'ı
nitelendirirken, "insanlara yol gösterici olarak" (Bakara, 2:
2), "inanan bir kavim için yol gösterici ve rahmet olarak"
(Araf, 7: 203) buyurmaktadır. Bundan maksat, sadece Kur'an'ın yol gösterici ve
açıklayıcı olmasıdır. Yine Allah şöyle buyurmaktadır: "Semud kavmine
gelince Biz onlara yol gösterdik; fakat onlar, körlüğü doğru yolu bulmaya
yeğlediler." (Fussilet, 41: 17). Şayet bundan maksat Allah'ın onları
mümin kılması olsaydı O'nun "Onlar, körlüğü doğruyu bulmaya yeğlediler."
demesi doğru olmazdı.
"Onlar
Rabblerinden bir hidayet üzeredirler." (Bakara, 2: 5) ayeti de
Kur'an'ın beyan olduğunu göstermektedir. Çünkü bu anlamı göz ardı edip onu
yorumlamak mümkün değildir. Yine "Biz ona yolu gösterdik."
(İnsan, 76: 3) ve "Ona iki tepeyi (yani hayır ve şerri)
gösterdik." (Beled, 90: 10) ayetleri de bunun yol gösterme anlamında
kullanıldığını göstermektedir. Allah, Hz. Peygamber'in niteliği hakkında şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz sen, doğru yola götürüyorsun." (Şura,
42: 52). Bu ayet de bunun beyan etme ve yol gösterme anlamında olduğunu
göstermektedir. Yine Allah Hz. Peygamber hakkında şöyle buyurmaktadır: "Sen
ancak bir uyarıcısın, her toplumun bir yol göstericisi vardır." (Rad,
13: 7). Bu ayet de hidayetin açıklayıcı anlamında olduğunu ortaya koymaktadır. Allah,
peygamberleri hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onları, emrimizle doğru
yolu gösteren önderler yaptık." (Enbiya, 21: 73). Halbuki,
peygamberlerin inanma olayını gerçekleştirdikleri söylenemez. Onlar ancak yol
gösterirler ve açıklarlar. Kur'an'ın şu ayetleri, hidayetin yol gösterme ve
açıklama anlamında olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: "Musa kavmi
içinde doğrulukla hakka götüren ve hak ile adalet yapan bir topluluk da vardır."
(Araf, 7: 159); “Gerçekten bu Kur'an da en doğru yola iletir."
(İsra, 17: 9); "Biz, harikulade güzel bir Kur'an dinledik, doğru yola
iletiyor.” (Cin, 72: 1-2); "Kendine öncekini doğrulayan, gerçeğe ve
doğru yola götüren bir kitap dinledik." (Ahkaf, 46: 9) ve “(Başka)
işaretler de (yarattı). Yıldız(lar)la da onlar yol bulurlar.” (Nahl, 16:
16).
Allah hidayeti,
"hidayeti artırma" anlamında da kullanarak şöyle buyurmaktadır:
"Allah hidayete erenlerin hidayetlerini artırır." (Meryem, 19:
76), “Biz de hidayetlerini artırmıştık. Biz onların kalplerini sağlam
kılmıştık." (Kehf, 18: 13-14) ve "Allah kimi doğru yola
eriştirmek isterse onun gönlünü de İslam'a açar." (Enam, 6: 125).
Bütün bu ayetlerden maksat; Allah'ın yaptığı lütuflar, teyid ve hatırlatmalardır.
Bütün bunların hidayet olarak nitelendirilmesi itaat için delil teşkil etmeleri
yönüyledir.
Hidayet bazen sevap
anlamında kullanılmaktadır. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah
yolunda öldürülenlerin ise kesin olarak (Allah) amellerini giderip boşa
çıkarmaz. Onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir."
(Muhammed, 47: 4-5). Burada hidayetten kastedilen şey, sevaptır. Çünkü savaştan
sonra hidayetten, imanın ve delillerin getirilmesinin kastedilmesi mümkün
değildir. Yine Allah şöyle buyurmaktadır: "İman edip salih ameller
işleyenleri ise Rableri, imanları dolayısıyla doğru yola iletir. Naim
cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar." (Yunus, 10: 9).
Allah burada hidayetten maksadın sevap olduğunu açıkça belirtmektedir.
Bazen de hidayetten,
cennet ve faydalı yol kastedilmektedir. ''Bizi doğru yola ilet."
(Fatiha, 1: 6) ayetinden kastedilen iki tevilden birisi de budur. Çünkü bu
ayetten maksat, "Bizi cennet yoluna ilet." demektir. Allah cehennem
yolu için de yine bunu kullanmaktadır. "Allah'tan başka (taptıklarını).
Onları cehennemin yoluna yöneltin!" (Saffat, 37: 23). Allah kâfirlerin
niteliği hakkında şöyle buyurmaktadır: "İnkâr edip zulmedenleri Allah
affedecek değil. Onları cehennem yolundan başka bir yola çıkaracak da değil.
Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır. Bu da Allah'a göre çok kolaydır." (Nisa,
4: 168-169). Buradaki hidayetten kastedilen şey, onların birisini bırakıp diğer
yola bağlanmalarıdır. Dolayısıyla Allah, zulmettikleri ve inanmadıkları halde
onları cennet yoluna ulaştırmayacağını bildirmektedir. Aksine bu halleriyle
onları cehennem yoluna götüreceğini bildirmektedir.
Bütün bunlardan
anlaşıldığı üzere Allah'ın hidayet etmesi, doğru yolu gösterme ve açıklama
anlamındadır. Bazen buna hidayetin artırılması da eklenmektedir. Bu tarz
hidayeti Allah, sadece hidayete ulaşanlara verdiğinden dolayı iman edene tahsis
etmektedir. Dolayısıyla bu da "lütuf” ve "sevap" gibi
olmaktadır. Onun için Allah, bununla kâfiri değil mümini tahsis etmektedir. Buna
göre kâfirin göğsünün imansızlık ile daralması, onu küfründen vazgeçirebileceği
için bu da Allah’ın bir tür lütuftur.
Kâdî Abdülcebbâr’a göre hidayet
kavramına imanı ve itaati yaratma anlamının verilmesi ne dilde ne de kitapta
mevcuttur. Sadece mümin hidayeti elde etmekle Allah Teala da hidayet yolunu
göstermekle nitelendirilmektedir.
B.
Dalalet (sapkınlık)
nedir?
Dalalet, helak olup
buraya götüren yol anlamında
kullanılmaktadır. Dalaletin, Allah'a nispet edilmesi caizdir. Fakat
Allah'ın bizzat küfrü insanlarda yaratması, küfre çağırması ya da delilleri
seçtirmemesi anlamındaki dalaleti, O'na nispet etmek caiz değildir. Zira Allah,
bununla şeytanı nitelendirmiş ve bundan dolayı da onu yermiştir. Allah şöyle
buyurmaktadır: ''O (şeytan), sizden birçok kuşağı saptırmıştır."
(Yasin, 36: 62), "Firavun toplumunu saptırdı, doğru yola iletmedi."
(Taha, 20: 79), "Onlardan bir grup seni saptırmaya yeltenmişti."
(Nisa, 4: 113) Bu anlama yakın olmak üzere Allah yine şöyle buyurmaktadır:
"O halde insanlar arasında hak ile hükmet ve keyfe uyma. Yoksa seni
Allah'ın yolundan saptırır." (Sad, 38: 26), "Hayır onlar
hayvanlar gibidir, hatta onlar daha da sapıktır." (Furkan, 25: 44),
"Azabı gördükleri zaman kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir."
(Furkan, 25: 42), "Kim Allah'a ve rasulüne karşı gelirse apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab, 33: 36) ve "Allah yanlış yola
sapmamanız için size açıklıyor." (Nisa, 4: 176). Allah küfrü
yaratsaydı veya küfre davet etseydi bunu başkasına nispet etmez, bundan dolayı
başkasını yermez ve saptıran da mazur olurdu. Çünkü (muhaliflerdeki) bu düşünceye
göre kişiyi buna zorlayan ve bu fiili yaratan bizzat Allah'tır. Muhalifler,
Allah'ın "Onunla birçoğunu saptırır" (Bakara, 2: 26) sözünden
maksatın ödül ve ceza olmasına itiraz etseler onlara şöyle cevap verilir:
Dalaletten maksadın ceza olduğu
sabit olunca metinde bir hazfın olduğuna hükmedilerek şöyle takdir edilir:
Allah, küfürle "ahirette birçok kimseyi saptırır" çünkü buna
inanmayanı cezalandırma veya cennet yolundan alıp cehennem yoluna götürme
anlamında, Allah onu ahirette saptırır.
Allah, "Onunla
çoğunu hidayete erdirir." (Bakara, 2: 26) sözüyle de iki şeyden
birisini kastetmiştir: Ya delalet ve açıklamayı kastederek bununla birçok
kimseyi tahsis etmiştir. Çünkü hidayeti bulanlar, Allah'ın tahsis ettiği bu kimselerdir.
Nitekim ayetin başında da ifade ettiğimiz gibi Allah, mutttakileri de bununla tahsis
etmiştir. Ya da "Onunla ahirette birçok kimseyi cennet yoluna iletir."
anlamını kastetmiştir. Bütün bunlar, muhaliflerin söylediklerine bu ayetin işaret
etmediğini göstermektedir.
Ayrıca şöyle denilmiştir:
Onlar, Allah'ın getirdiği darb-ı meselden ibret almadıklarında Allah mecaz
olarak dalalet kelimesini kendisine nispet etti. Nitekim Allah'ın "Samiri
onlan saptırdı." (Taha, 20: 85) ve "Rabbim onlar, insanlardan
birçoğunu şaşırttılar" (İbrahim, 14: 36) ayetleri de bu anlamdadır.
Çünkü onlar, Samiri’nin çağrısına uyarak ve putlar nedeniyle yoldan
sapmışlardı. Nitekim Araplar da birisinin çalışmasının başkasında yorgunluk,
cimrilik ve korku meydana getirmesini ifade etmek üzere, “Onu yordu ve cimri yaptı.”
demektedirler. Dilde bunun örnekleri çoktur.
Sonra muhaliflere şöyle
denilir: Şayet söylediğimiz gibi dalaletten maksat ukubet (ceza) olmasaydı
Allah'ın bununla yergide bulunarak şöyle demesi de mümkün olmazdı: "Allah'ın
onunla sapıklığa düşürdükleri, fasıklardan başkaları değildir. Bunlar,
Allah'a vermiş oldukları sözü kesinlik kazandırdıktan sonra bozarlar."
(Bakara, 2: 26-27) Allah bu ayette, onların niçin azabı hak ettiklerini belirtmektedir.
Aynı zamanda Allah, bu durumda onlara fıskı ve sözün bozulmasını da izafe
edemezdi. Aynı şekilde onları zarar edenler olarak da nitelendiremezdi. Çünkü
dilde zarar eden, sonuçta kendisine zarar veren bir iş yapandır. Eğer onlar
böyle bir fıil işlemeselerdi Allah da onları bu şekilde nitelendirmezdi. Bizim
bu söylediklerimiz doğru olmasaydı bu ayetin hemen ardından Allah'ın, "Allah'ı
nasıl inkâr edersiniz ki siz ölü idiniz. Allah sizi diriltti."
(Bakara, 2: 28) ayetini zikretmesi de mümkün olmazdı. Halbuki Allah bu ayette
onları eleştirmekte ve kınamaktadır. Bu söylediğimizi Allah'ın nimetlerinin
zikredilmesi de desteklemektedir. Bütün bunlara rağmen onlar hiç bir fıil
işlememeleri mümkün olabilir mi?
C.
Allah kullarını
güçlerinin yetmeyeceği şeyle sorumlu tutar mı?
Muhaliflerimiz şu ayetle Allah'ın
güç yetirilemeyen ile kullarını sorumlu tutabileceğini kanıtlamak istemektedir:
"Adem'e bütün adları öğretti. Sonra onları meleklere arzederek 'Eğer
doğru sözlü iseniz şunların adlarını bana bildirin.' dedi." (Bakara,
2: 31). Halbuki Allah bu isimleri, kendisine haber verme imkânını onlara
vermemişti. Çünkü onlar bu isimleri bilmiyorlardı. Görüldüğü üzere bu ayet,
bizlerin "istitaat" ve "mahluk" hakkındaki görüşüne delalet
etmektedir.
Buna şöyle cevap verilir:
Bu durum, sorumluluk yüklemede şart kılındığına göre mükellefin bunu bilmesi zorunludur.
Böylece sorumlu olduğu şeyi, şartları meydana gelince eda ettiğini bilebilsin
ve şartları meydana gelmeyince de aksini bilsin. Bu gerekli olduğuna ve onlar
da bunu bilmediklerine göre sorumluluk kalkmıştır. Bundan Allah'ın onları her
halükârda sorumlu kıldığı sonucu çıkmamaktadır ki bunda muhalifler için bir
delil olsun. Bu, aynen Allah'ın namaz kılana suyu bulması halinde temizlenmeyi
emretmesi gibidir. Halbuki suyu bulamasa temizlenmekle emredilmiş olması gerekmemektedir.
Sonuçta muhaliflerin, “Allah'ın güç yetirilemeyenle sorumlu tuttuğu” şeklindeki
görüşlerini, bu ayete dayandırmaları mümkün değildir. Ayrıca biz biliyoruz ki
bu ayet, ne teklif ve ne de emirdir. Aksine bu, takrir ve azarlamadır.
Bazen emir kalıbı, emir
anlamında değildir. Aksine tehdit, takrir, azarlama ve ibahe için
olabilmektedir. Bunu da sözün bağlamından tespit edebiliyoruz. Belirttiğimiz
gibi kelamın (sözün) başı bunun emir değil, azarlama olduğuna delalet
etmektedir. Allah'ın daha sonraki şu ifadesi de birincisinden maksadın azarlama
olduğunu göstermektedir: "Allah ‘Ey Adem! Şunların adlarını onlara
bildir.’ dedi. Adem kendilerine, o varlıkların adlarını bildirince Allah
meleklere, ‘Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Sizin açığa
vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim!’ dedi."
(Bakara, 2: 33). Şayet teklif olsaydı bu durumda Adem'in isimleri onlara haber
vermesiyle durumunun değişmemesi gerekiyordu. Aynı zamanda Allah'ın "
Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim." sözünün de bir anlamı
kalmazdı. Bu ayetler takrir anlamı verilince ayetler arasındaki ahenk de
güzelce sağlanmış olur. Çünkü Allah Adem'e haber verdikten sonra onlara Adem'i ayrıntılı
bir şekilde isimlerle tahsis ettiğini ve gaybı bildiğini açıklamaktadır. Bunun
için Allah'ın Adem'e gelecekteki işleri bildirmesi ve onu bununla tahsis etmesi
mümkündür.
D.
Kulların doğru
yolu bulmaları Allah’ın dilemesinin mi sonucudur?
Muhaliflerimize göre
Allah, kulların işlediklerini irade ettiğini zikrederek şöyle buyurmaktadır:
"Bunun üzerine 'Rabbine dua et de, onun nasıl bir şey olduğunu iyice
açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar hep birbirlerine benziyor. Allah dilerse
biz doğru olanı buluruz.' dediler." (Bakara, 2: 70). Görüldüğü üzere
Allah, onların yol bulmalarının kendi meşieti (irade) ile meydana geleceğini
beyan etmektedir.
Buna şöyle cevap verilir:
Bu ayetin zahiri (açık anlamı), sadece Allah'ın istemesi halinde onların
hidayeti bulabileceğine delalet etmekte, bunun dışında herhangi bir şeye işaret
etmemektedir. Mu'tezile bilginleri olarak bizler de bunu savunuyoruz. Çünkü
Allah kulunu ihtida (doğru yolu bulma) ile sorumlu tutmasaydı kulun onu
işlemesi mümkün olmazdı. Kulun onu yapması, Allah'ın ihtidayı onun için mümkün
kılması ve ondan dilemesi ile mümkün olabilmektedir. Bizim bütün ibadetlerdeki
düşüncemiz bundan ibarettir.
Sonuç
Görüldüğü gibi Mu’tezile,
İslam kültüründe düşünsel bir hareketliliğe imza atmıştır. Mutezile’nin Kur’an
ayetlerinin dil merkezli yorumları yok sayılmamalı, Kur’an algımızı gözden
geçirme olanağı olarak görülmelidir. Bu yazıda, Müteşabihu’l-Kur’an adlı
eserindeki bazı ayet yorumlarına yer verdiğimiz Mutezili alim Kâdî Abdülcebbâr,
mezhebî yaklaşımına karşıt gördüğü yaklaşımları ve o yaklaşımlara kanıt olduğu
söylenen ayetleri ele almakta; akli deliller ile Arap dilinin özelliklerini
temel alarak itirazlarını ortaya koymaktadır.
Kaynakça
Abdülhamid, İrfan,
“Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 1995, (444-447).
Aybakan,
Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2010, (233-247).
Bardakoğlu, Ali, “Hanefî
Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ank., 1997, (1-21).
Çelebi, İlyas, “Sâhib b.
Abbâd”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2008, (512-515).
Gölcük, Şerafettin, “Ebû
Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, (84-85).
Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbâr
ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî
Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009. (61-141)
Yazının künyesi: Kayacan,
Murat, “Kâdî Abdülcebbâr ve Bazı Kur’anî Meseleler”, Umran Derg., S. 265, İst.,
Eylül, 2016 (76-80).
[1] Selçuklu Devleti’nin başkenti olmasıyla
ünlüdür. 1194 yılında Harzemşahlar ile Irak Selçukluları arasında yapılan büyük
savaş da burada gerçekleşmiştir. Savaştan sonra Harzemşahların idaresine geçen
şehir, sırayla İran ve Osmanlı Devleti arasında el değiştirdi. İran-Irak Savaşı
sırasında yerle bir edilen şehir, günümüzde İran sınırları içindedir.
[2] Büveyhî veziri, âlim, edip ve
şairi. Tam adı, Ebü’l-Kāsım İsmâîl b. Abbâd b. el-Abbâs et-Tâlekānî’dir (ö.
385/995). Kādılkudât makamına getirdiği Kādî Abdülcebbâr ile aralarında dostluk
bulunmasına rağmen Abdülcebbâr onun işlediği günahlardan dolayı tövbe etmeden
öldüğünü iddia ederek cenaze namazını kıldırmadı. Bunun üzerine 983-997 yılları arasındaki Büveyhi
hükümdarı Fahrüddevle (ö. 387/997) onu görevden alıp yerine Kâdî Ebü’l-Hasan
el-Cürcânî’yi getirdi (Yâkūt, VI, 299) bkz. Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”,
TDV İslam Ansikl., c. XXXV, Ankara, 2008, s. 512.
[3] Tam adı Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl
b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim el-Eş‘arî el-Basrî’dir (ö. 324/935-36). Eş‘ariyye
mezhebinin kurucusudur. Yemen’deki Eş‘ar kabilesine mensup olan sahâbî Ebû Mûsâ
el-Eş‘arî’nin soyundan geldiği için Eş‘arî nisbesiyle tanınmıştır. Ehl-i sünnet
akîdesinin gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin”
lakabıyla da anılır bkz. Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam
Ansikl., c. XI, Ankara, 1995, s. 444.
[4] Hicrî ilk iki yüzyılda (VII-VIII.
yüzyıllar) ortaya çıkan Medine merkezli Hicaz fıkhı ile Kûfe merkezli Irak
fıkhını yakından tanıma ve eleştirme imkânı bulup bu iki eğilim arasında özgün
bir sentez gerçekleştiren İmam Şâfiî’ye (ö. 204/820) nisbet edilen fıkıh
doktrini ve bu çizgide üretilen fıkıh birikimi Şâfiî mezhebi (Şâfiiyye) diye
adlandırılmış, bu mezhebe mensup fakihlere ve mezhebin görüşüyle amel eden
kişilere Şâfiî denmiştir bkz. Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam
Ansikl., c. XXXVIII, Ankara, 2010, s. 233.
[5] Bu mezhep; fıkhî ve itikadî
mezheplerin çoğunluğu kurucusu sayılan kişilerin isimlerine nisbetle
adlandırıldığı ve öylece meşhur olduğu gibi, hicrî ilk iki yüzyılda Kûfe
merkezli olarak Irak bölgesinde başlayan ve daha sonraki yüzyıllarda giderek
gelişip yaygınlaşan Irak fıkhı, bu fıkhın metodoloji, doktrin ve sistematiğinin
oluşmasında en büyük paya sahip bulunan Ebû Hanîfe’ye nisbetle Hanefî mezhebi
(Hanefiyye) olarak adlandırılmış, bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhep
görüşüyle amel eden kişilere de Hanefî denilmiştir bkz. Bardakoğlu, Ali,
“Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XVI, Ank., 1997, s. 1.
[6] Tam adı Ebû Abdillâh el-Hüseyn b.
Alî b. İbrâhîm el-Basrî el-Kâğadî’dir (ö. 369/979-80). Mu‘tezile’nin önde gelen
kelâm âlimlerinden ve Hanefî hukukçusudur. Büyük ihtimalle, 311 (923) yılından
itibaren devamlı bir tehlike teşkil eden Karmatîler’in şerrinden kurtulmak için
genç yaşta Basra’dan ayrıldı. O dönemde Askerimükrem’de bulunan ve
Mu‘tezile’nin Basra ekolünün temsilcileri sayılan Ebû Hâşim el-Cübbâî ile
öğrencisi Ebû Ali İbn Hallâd el-Basrî’den istifade etti. Gayreti ve
çalışkanlığı sayesinde onların seviyesini aştı. Ömrünün büyük bir kısmını
Bağdat’ta geçirdi. Uzun süre Hanefî fakihi Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin derslerine
devam ederek Hanefî fıkhını öğrendi. Zühd ve ibadet yanında öğretim
faaliyetlerine ağırlık verdi. Gündüzleri ikindiye kadar istirahat eder, gece
boyunca da ders okutur ve telifle meşgul olurdu bkz. Gölcük, Şerafettin, “Ebû
Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, c. X, s. 84.
[7]
Pakiş, Ömer, “Kadi
Abdülcebbar ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler
Ensitütüsü İlmî Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009, s. 62.
[8] A.g.m.