Mu’tezilî alim Kadi Abdülcebbâr (ö. 415/1024), Horasan bölgesinde doğdu. Ardından Basra'ya gitti ve oradaki ilim meclislerine katıldı. Fakir bir aile ortamında yetişen Kâdî Abdülcebbâr, Rey[1] kenti kadılığı (yargıç) yaptı. Verdiği adil kararlar nedeniyle çok memnun olan es-Sahib b. İsmail,[2] onu "yeryüzünün en alim ve fazılı" olarak değerlendiriyordu. Kâdî Abdülcebbâr bu görevine ek olarak ilmî çalışmalarını, vefat edene kadar sürdürdü.
Kâdî Abdülcebbâr; itikatta Ehl-i Sünnet mezhebi olan Eş'ari,[3] fıkıhta ise Şafii mezhebi[4] üzerine eğitim aldı. Yaptığı ilmî tartışmaların sonucunda, itikatta Mu'tezile mezhebini benimsedi ve döneminde bu mezhebin önemli bir figürü haline geldi. Amelde Hanefi mezhebinde[5] eğitim alma isteğine rağmen, hocası Ebu Abdillah el-Basrî,[6] onu Şafii fıkhında kendisini yetiştirmeye teşvik etti. O da hocasının bu arzusuna uygun hareket etti. Kâdî Abdülcebbâr "kelam" ve "fıkıh" yanında ''tefsir", "hadis", "fıkıh usulü" alanlarında da uzmanlaştı ve bu ilimlerde eserler kaleme aldı. Eğitimini Eş'ari mezhebi üzerine almış olması, bu mezhebin zayıf noktalarını görüp eleştirmesini sağladı. Onun eserleri, fıkıh alanın en önemli kaynakları arasındadır. Üslup olarak Kâdî Abdülcebbâr, ele aldığı konuda, önce karşıtlarının itirazlarını vermekte sonra da itirazların dayandırıldığı ayetlere dair Mutezile mezhebinin yaklaşımını ortaya koymaktadır.
''Müteşabihü'l-Kur'an"; Kâdî Abdülcebbâr'ın en önemli eserlerinden olup Mu'tezile ekolünün "müteşabih" ayetleri "te'vil" metotlarının işlendiği kitapların başında gelir. Kâdî Abdülcebbâr bu eserinde, öncelikle "müteşabih" ayetleri inceler. "Akıl delili" ve dilin bütün imkânlarını kullanarak bu tür ayetleri ''te'vil" etme gayretine girer. Onun bu konuda yapmak istediği şey ya bu ayetlerin göründüğünün aksine, Mu'tezile'nin inanç ilkeleriyle zıtlık arz etmediğini ispatlamak ya da mümkünse bu tür ayetleri Mu'tezile'nin inanç ilkelerini destekleyecek bir şekilde yorumlamaktan ibarettir. Kâdî Abdülcebbâr, Mu'tezile ekolünün inanç esaslarına yakın görünen ve kendilerinin "muhkem" dedikleri ayetlerle düşüncesini desteklemeye ve delillendirmeye çalışır.[7]
Bu yazıda; yukarıda söz ettiğimiz eserin bazı bölümlerinin çevirisini de içeren, “Kâdî Abdülcebbâr ve Müteşabihü'l-Kur'an Adlı Eseri” adlı makale[8] bağlamında, Mutezili Kâdî Abdülcebbâr’ın Kur’an ile ilgili bazı meselelere bakışına yer verilecektir. Amacımız, kendisini Ehl-i Sünnet olarak tanımlayan bir toplumda (Türkiye), bir kesim olarak temsilcisi günümüzde mevcut olmayan Mu’tezile mezhebinin önemli kalemlerinden birinin bazı ayetlere dair yaklaşımlarını ortaya koymaktır.

A.     Hidayet nedir?

Bilginler hidayetin ne olduğu konusunda ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir kısmına göre hidayetin hakikati kurtuluştur. Faydalı bir yol gösterene "onu hidayete erdirdi" denilmekte ama zararlı yolu gösterene ise böyle denilmemektedir. Bazılarına göre hidayet hakikatte yol gösterme ve beyandır. Kur'an’da, hidayetin delalet (yol gösterme) anlamına geldiğini gösteren birçok ayet bulunmaktadır.
Allah, Kur'an'ı nitelendirirken, "insanlara yol gösterici olarak" (Bakara, 2: 2), "inanan bir kavim için yol gösterici ve rahmet olarak" (Araf, 7: 203) buyurmaktadır. Bundan maksat, sadece Kur'an'ın yol gösterici ve açıklayıcı olmasıdır. Yine Allah şöyle buyurmaktadır: "Semud kavmine gelince Biz onlara yol gösterdik; fakat onlar, körlüğü doğru yolu bulmaya yeğlediler." (Fussilet, 41: 17). Şayet bundan maksat Allah'ın onları mümin kılması olsaydı O'nun "Onlar, körlüğü doğruyu bulmaya yeğlediler." demesi doğru olmazdı.
"Onlar Rabblerinden bir hidayet üzeredirler." (Bakara, 2: 5) ayeti de Kur'an'ın beyan olduğunu göstermektedir. Çünkü bu anlamı göz ardı edip onu yorumlamak mümkün değildir. Yine "Biz ona yolu gösterdik." (İnsan, 76: 3) ve "Ona iki tepeyi (yani hayır ve şerri) gösterdik." (Beled, 90: 10) ayetleri de bunun yol gösterme anlamında kullanıldığını göstermektedir. Allah, Hz. Peygamber'in niteliği hakkında şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz sen, doğru yola götürüyorsun." (Şura, 42: 52). Bu ayet de bunun beyan etme ve yol gösterme anlamında olduğunu göstermektedir. Yine Allah Hz. Peygamber hakkında şöyle buyurmaktadır: "Sen ancak bir uyarıcısın, her toplumun bir yol göstericisi vardır." (Rad, 13: 7). Bu ayet de hidayetin açıklayıcı anlamında olduğunu ortaya koymaktadır. Allah, peygamberleri hakkında şöyle buyurmaktadır: "Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık." (Enbiya, 21: 73). Halbuki, peygamberlerin inanma olayını gerçekleştirdikleri söylenemez. Onlar ancak yol gösterirler ve açıklarlar. Kur'an'ın şu ayetleri, hidayetin yol gösterme ve açıklama anlamında olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: "Musa kavmi içinde doğrulukla hakka götüren ve hak ile adalet yapan bir topluluk da vardır." (Araf, 7: 159); “Gerçekten bu Kur'an da en doğru yola iletir." (İsra, 17: 9); "Biz, harikulade güzel bir Kur'an dinledik, doğru yola iletiyor.” (Cin, 72: 1-2); "Kendine öncekini doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola götüren bir kitap dinledik." (Ahkaf, 46: 9) ve “(Başka) işaretler de (yarattı). Yıldız(lar)la da onlar yol bulurlar.” (Nahl, 16: 16).
Allah hidayeti, "hidayeti artırma" anlamında da kullanarak şöyle buyurmaktadır: "Allah hidayete erenlerin hidayetlerini artırır." (Meryem, 19: 76), “Biz de hidayetlerini artırmıştık. Biz onların kalplerini sağlam kılmıştık." (Kehf, 18: 13-14) ve "Allah kimi doğru yola eriştirmek isterse onun gönlünü de İslam'a açar." (Enam, 6: 125). Bütün bu ayetlerden maksat; Allah'ın yaptığı lütuflar, teyid ve hatırlatmalardır. Bütün bunların hidayet olarak nitelendirilmesi itaat için delil teşkil etmeleri yönüyledir.
Hidayet bazen sevap anlamında kullanılmaktadır. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah yolunda öldürülenlerin ise kesin olarak (Allah) amellerini giderip boşa çıkarmaz. Onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir." (Muhammed, 47: 4-5). Burada hidayetten kastedilen şey, sevaptır. Çünkü savaştan sonra hidayetten, imanın ve delillerin getirilmesinin kastedilmesi mümkün değildir. Yine Allah şöyle buyurmaktadır: "İman edip salih ameller işleyenleri ise Rableri, imanları dolayısıyla doğru yola iletir. Naim cennetlerinde onların altlarından ırmaklar akar." (Yunus, 10: 9). Allah burada hidayetten maksadın sevap olduğunu açıkça belirtmektedir.
Bazen de hidayetten, cennet ve faydalı yol kastedilmektedir. ''Bizi doğru yola ilet." (Fatiha, 1: 6) ayetinden kastedilen iki tevilden birisi de budur. Çünkü bu ayetten maksat, "Bizi cennet yoluna ilet." demektir. Allah cehennem yolu için de yine bunu kullanmaktadır. "Allah'tan başka (taptıklarını). Onları cehennemin yoluna yöneltin!" (Saffat, 37: 23). Allah kâfirlerin niteliği hakkında şöyle buyurmaktadır: "İnkâr edip zulmedenleri Allah affedecek değil. Onları cehennem yolundan başka bir yola çıkaracak da değil. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır. Bu da Allah'a göre çok kolaydır." (Nisa, 4: 168-169). Buradaki hidayetten kastedilen şey, onların birisini bırakıp diğer yola bağlanmalarıdır. Dolayısıyla Allah, zulmettikleri ve inanmadıkları halde onları cennet yoluna ulaştırmayacağını bildirmektedir. Aksine bu halleriyle onları cehennem yoluna götüreceğini bildirmektedir.
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere Allah'ın hidayet etmesi, doğru yolu gösterme ve açıklama anlamındadır. Bazen buna hidayetin artırılması da eklenmektedir. Bu tarz hidayeti Allah, sadece hidayete ulaşanlara verdiğinden dolayı iman edene tahsis etmektedir. Dolayısıyla bu da "lütuf” ve "sevap" gibi olmaktadır. Onun için Allah, bununla kâfiri değil mümini tahsis etmektedir. Buna göre kâfirin göğsünün imansızlık ile daralması, onu küfründen vazgeçirebileceği için bu da Allah’ın bir tür lütuftur.
Kâdî Abdülcebbâr’a göre hidayet kavramına imanı ve itaati yaratma anlamının verilmesi ne dilde ne de kitapta mevcuttur. Sadece mümin hidayeti elde etmekle Allah Teala da hidayet yolunu göstermekle nitelendirilmektedir.

B.     Dalalet (sapkınlık) nedir?

Dalalet, helak olup buraya götüren yol anlamında  kullanılmaktadır. Dalaletin, Allah'a nispet edilmesi caizdir. Fakat Allah'ın bizzat küfrü insanlarda yaratması, küfre çağırması ya da delilleri seçtirmemesi anlamındaki dalaleti, O'na nispet etmek caiz değildir. Zira Allah, bununla şeytanı nitelendirmiş ve bundan dolayı da onu yermiştir. Allah şöyle buyurmaktadır: ''O (şeytan), sizden birçok kuşağı saptırmıştır." (Yasin, 36: 62), "Firavun toplumunu saptırdı, doğru yola iletmedi." (Taha, 20: 79), "Onlardan bir grup seni saptırmaya yeltenmişti." (Nisa, 4: 113) Bu anlama yakın olmak üzere Allah yine şöyle buyurmaktadır: "O halde insanlar arasında hak ile hükmet ve keyfe uyma. Yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır." (Sad, 38: 26), "Hayır onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha da sapıktır." (Furkan, 25: 44), "Azabı gördükleri zaman kimin yolunun sapık olduğunu bileceklerdir." (Furkan, 25: 42), "Kim Allah'a ve rasulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab, 33: 36) ve "Allah yanlış yola sapmamanız için size açıklıyor." (Nisa, 4: 176). Allah küfrü yaratsaydı veya küfre davet etseydi bunu başkasına nispet etmez, bundan dolayı başkasını yermez ve saptıran da mazur olurdu. Çünkü (muhaliflerdeki) bu düşünceye göre kişiyi buna zorlayan ve bu fiili yaratan bizzat Allah'tır. Muhalifler, Allah'ın "Onunla birçoğunu saptırır" (Bakara, 2: 26) sözünden maksatın ödül ve ceza olmasına itiraz etseler onlara şöyle cevap verilir:
Dalaletten maksadın ceza olduğu sabit olunca metinde bir hazfın olduğuna hükmedilerek şöyle takdir edilir: Allah, küfürle "ahirette birçok kimseyi saptırır" çünkü buna inanmayanı cezalandırma veya cennet yolundan alıp cehennem yoluna götürme anlamında, Allah onu ahirette saptırır.
Allah, "Onunla çoğunu hidayete erdirir." (Bakara, 2: 26) sözüyle de iki şeyden birisini kastetmiştir: Ya delalet ve açıklamayı kastederek bununla birçok kimseyi tahsis etmiştir. Çünkü hidayeti bulanlar, Allah'ın tahsis ettiği bu kimselerdir. Nitekim ayetin başında da ifade ettiğimiz gibi Allah, mutttakileri de bununla tahsis etmiştir. Ya da "Onunla ahirette birçok kimseyi cennet yoluna iletir." anlamını kastetmiştir. Bütün bunlar, muhaliflerin söylediklerine bu ayetin işaret etmediğini göstermektedir.
Ayrıca şöyle denilmiştir: Onlar, Allah'ın getirdiği darb-ı meselden ibret almadıklarında Allah mecaz olarak dalalet kelimesini kendisine nispet etti. Nitekim Allah'ın "Samiri onlan saptırdı." (Taha, 20: 85) ve "Rabbim onlar, insanlardan birçoğunu şaşırttılar" (İbrahim, 14: 36) ayetleri de bu anlamdadır. Çünkü onlar, Samiri’nin çağrısına uyarak ve putlar nedeniyle yoldan sapmışlardı. Nitekim Araplar da birisinin çalışmasının başkasında yorgunluk, cimrilik ve korku meydana getirmesini ifade etmek üzere, “Onu yordu ve cimri yaptı.” demektedirler. Dilde bunun örnekleri çoktur.
Sonra muhaliflere şöyle denilir: Şayet söylediğimiz gibi dalaletten maksat ukubet (ceza) olmasaydı Allah'ın bununla yergide bulunarak şöyle demesi de mümkün olmazdı: "Allah'ın onunla sapıklığa düşürdükleri, fasıklardan başkaları değildir. Bunlar, Allah'a vermiş oldukları sözü kesinlik kazandırdıktan sonra bozarlar." (Bakara, 2: 26-27) Allah bu ayette, onların niçin azabı hak ettiklerini belirtmektedir. Aynı zamanda Allah, bu durumda onlara fıskı ve sözün bozulmasını da izafe edemezdi. Aynı şekilde onları zarar edenler olarak da nitelendiremezdi. Çünkü dilde zarar eden, sonuçta kendisine zarar veren bir iş yapandır. Eğer onlar böyle bir fıil işlemeselerdi Allah da onları bu şekilde nitelendirmezdi. Bizim bu söylediklerimiz doğru olmasaydı bu ayetin hemen ardından Allah'ın, "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki siz ölü idiniz. Allah sizi diriltti." (Bakara, 2: 28) ayetini zikretmesi de mümkün olmazdı. Halbuki Allah bu ayette onları eleştirmekte ve kınamaktadır. Bu söylediğimizi Allah'ın nimetlerinin zikredilmesi de desteklemektedir. Bütün bunlara rağmen onlar hiç bir fıil işlememeleri mümkün olabilir mi?

C.     Allah kullarını güçlerinin yetmeyeceği şeyle sorumlu tutar mı?

Muhaliflerimiz şu ayetle Allah'ın güç yetirilemeyen ile kullarını sorumlu tutabileceğini kanıtlamak istemektedir: "Adem'e bütün adları öğretti. Sonra onları meleklere arzederek 'Eğer doğru sözlü iseniz şunların adlarını bana bildirin.' dedi." (Bakara, 2: 31). Halbuki Allah bu isimleri, kendisine haber verme imkânını onlara vermemişti. Çünkü onlar bu isimleri bilmiyorlardı. Görüldüğü üzere bu ayet, bizlerin "istitaat" ve "mahluk" hakkındaki görüşüne delalet etmektedir.
Buna şöyle cevap verilir: Bu durum, sorumluluk yüklemede şart kılındığına göre mükellefin bunu bilmesi zorunludur. Böylece sorumlu olduğu şeyi, şartları meydana gelince eda ettiğini bilebilsin ve şartları meydana gelmeyince de aksini bilsin. Bu gerekli olduğuna ve onlar da bunu bilmediklerine göre sorumluluk kalkmıştır. Bundan Allah'ın onları her halükârda sorumlu kıldığı sonucu çıkmamaktadır ki bunda muhalifler için bir delil olsun. Bu, aynen Allah'ın namaz kılana suyu bulması halinde temizlenmeyi emretmesi gibidir. Halbuki suyu bulamasa temizlenmekle emredilmiş olması gerekmemektedir. Sonuçta muhaliflerin, “Allah'ın güç yetirilemeyenle sorumlu tuttuğu” şeklindeki görüşlerini, bu ayete dayandırmaları mümkün değildir. Ayrıca biz biliyoruz ki bu ayet, ne teklif ve ne de emirdir. Aksine bu, takrir ve azarlamadır.
Bazen emir kalıbı, emir anlamında değildir. Aksine tehdit, takrir, azarlama ve ibahe için olabilmektedir. Bunu da sözün bağlamından tespit edebiliyoruz. Belirttiğimiz gibi kelamın (sözün) başı bunun emir değil, azarlama olduğuna delalet etmektedir. Allah'ın daha sonraki şu ifadesi de birincisinden maksadın azarlama olduğunu göstermektedir: "Allah ‘Ey Adem! Şunların adlarını onlara bildir.’ dedi. Adem kendilerine, o varlıkların adlarını bildirince Allah meleklere, ‘Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim. Sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz her şeyi de bilirim, dememiş miydim!’ dedi." (Bakara, 2: 33). Şayet teklif olsaydı bu durumda Adem'in isimleri onlara haber vermesiyle durumunun değişmemesi gerekiyordu. Aynı zamanda Allah'ın " Ben göklerin ve yerin gizliliklerini bilirim." sözünün de bir anlamı kalmazdı. Bu ayetler takrir anlamı verilince ayetler arasındaki ahenk de güzelce sağlanmış olur. Çünkü Allah Adem'e haber verdikten sonra onlara Adem'i ayrıntılı bir şekilde isimlerle tahsis ettiğini ve gaybı bildiğini açıklamaktadır. Bunun için Allah'ın Adem'e gelecekteki işleri bildirmesi ve onu bununla tahsis etmesi mümkündür.

D.    Kulların doğru yolu bulmaları Allah’ın dilemesinin mi sonucudur?

Muhaliflerimize göre Allah, kulların işlediklerini irade ettiğini zikrederek şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine 'Rabbine dua et de, onun nasıl bir şey olduğunu iyice açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar hep birbirlerine benziyor. Allah dilerse biz doğru olanı buluruz.' dediler." (Bakara, 2: 70). Görüldüğü üzere Allah, onların yol bulmalarının kendi meşieti (irade) ile meydana geleceğini beyan etmektedir.
Buna şöyle cevap verilir: Bu ayetin zahiri (açık anlamı), sadece Allah'ın istemesi halinde onların hidayeti bulabileceğine delalet etmekte, bunun dışında herhangi bir şeye işaret etmemektedir. Mu'tezile bilginleri olarak bizler de bunu savunuyoruz. Çünkü Allah kulunu ihtida (doğru yolu bulma) ile sorumlu tutmasaydı kulun onu işlemesi mümkün olmazdı. Kulun onu yapması, Allah'ın ihtidayı onun için mümkün kılması ve ondan dilemesi ile mümkün olabilmektedir. Bizim bütün ibadetlerdeki düşüncemiz bundan ibarettir.
Sonuç
Görüldüğü gibi Mu’tezile, İslam kültüründe düşünsel bir hareketliliğe imza atmıştır. Mutezile’nin Kur’an ayetlerinin dil merkezli yorumları yok sayılmamalı, Kur’an algımızı gözden geçirme olanağı olarak görülmelidir. Bu yazıda, Müteşabihu’l-Kur’an adlı eserindeki bazı ayet yorumlarına yer verdiğimiz Mutezili alim Kâdî Abdülcebbâr, mezhebî yaklaşımına karşıt gördüğü yaklaşımları ve o yaklaşımlara kanıt olduğu söylenen ayetleri ele almakta; akli deliller ile Arap dilinin özelliklerini temel alarak itirazlarını ortaya koymaktadır.

Kaynakça
Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 1995, (444-447).
Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2010, (233-247).
Bardakoğlu, Ali, “Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ank., 1997, (1-21).
Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2008, (512-515).
Gölcük, Şerafettin, “Ebû Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, (84-85).
Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbâr ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009. (61-141)

Yazının künyesi: Kayacan, Murat, “Kâdî Abdülcebbâr ve Bazı Kur’anî Meseleler”, Umran Derg., S. 265, İst., Eylül, 2016 (76-80).



[1] Selçuklu Devleti’nin başkenti olmasıyla ünlüdür. 1194 yılında Harzemşahlar ile Irak Selçukluları arasında yapılan büyük savaş da burada gerçekleşmiştir. Savaştan sonra Harzemşahların idaresine geçen şehir, sırayla İran ve Osmanlı Devleti arasında el değiştirdi. İran-Irak Savaşı sırasında yerle bir edilen şehir, günümüzde İran sınırları içindedir.
[2] Büveyhî veziri, âlim, edip ve şairi. Tam adı, Ebü’l-Kāsım İsmâîl b. Abbâd b. el-Abbâs et-Tâlekānî’dir (ö. 385/995). Kādılkudât makamına getirdiği Kādî Abdülcebbâr ile aralarında dostluk bulunmasına rağmen Abdülcebbâr onun işlediği günahlardan dolayı tövbe etmeden öldüğünü iddia ederek cenaze namazını kıldırmadı. Bunun üzerine 983-997 yılları arasındaki Büveyhi hükümdarı Fahrüddevle (ö. 387/997) onu görevden alıp yerine Kâdî Ebü’l-Hasan el-Cürcânî’yi getirdi (Yâkūt, VI, 299) bkz. Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”, TDV İslam Ansikl., c. XXXV, Ankara, 2008, s. 512.
[3] Tam adı Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim el-Eş‘arî el-Basrî’dir (ö. 324/935-36). Eş‘ariyye mezhebinin kurucusudur. Yemen’deki Eş‘ar kabilesine mensup olan sahâbî Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin soyundan geldiği için Eş‘arî nisbesiyle tanınmıştır. Ehl-i sünnet akîdesinin gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin” lakabıyla da anılır bkz. Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., c. XI, Ankara, 1995, s. 444.
[4] Hicrî ilk iki yüzyılda (VII-VIII. yüzyıllar) ortaya çıkan Medine merkezli Hicaz fıkhı ile Kûfe merkezli Irak fıkhını yakından tanıma ve eleştirme imkânı bulup bu iki eğilim arasında özgün bir sentez gerçekleştiren İmam Şâfiî’ye (ö. 204/820) nisbet edilen fıkıh doktrini ve bu çizgide üretilen fıkıh birikimi Şâfiî mezhebi (Şâfiiyye) diye adlandırılmış, bu mezhebe mensup fakihlere ve mezhebin görüşüyle amel eden kişilere Şâfiî denmiştir bkz. Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XXXVIII, Ankara, 2010, s. 233.
[5] Bu mezhep; fıkhî ve itikadî mezheplerin çoğunluğu kurucusu sayılan kişilerin isimlerine nisbetle adlandırıldığı ve öylece meşhur olduğu gibi, hicrî ilk iki yüzyılda Kûfe merkezli olarak Irak bölgesinde başlayan ve daha sonraki yüzyıllarda giderek gelişip yaygınlaşan Irak fıkhı, bu fıkhın metodoloji, doktrin ve sistematiğinin oluşmasında en büyük paya sahip bulunan Ebû Hanîfe’ye nisbetle Hanefî mezhebi (Hanefiyye) olarak adlandırılmış, bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhep görüşüyle amel eden kişilere de Hanefî denilmiştir bkz. Bardakoğlu, Ali, “Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XVI, Ank., 1997, s. 1.
[6] Tam adı Ebû Abdillâh el-Hüseyn b. Alî b. İbrâhîm el-Basrî el-Kâğadî’dir (ö. 369/979-80). Mu‘tezile’nin önde gelen kelâm âlimlerinden ve Hanefî hukukçusudur. Büyük ihtimalle, 311 (923) yılından itibaren devamlı bir tehlike teşkil eden Karmatîler’in şerrinden kurtulmak için genç yaşta Basra’dan ayrıldı. O dönemde Askerimükrem’de bulunan ve Mu‘tezile’nin Basra ekolünün temsilcileri sayılan Ebû Hâşim el-Cübbâî ile öğrencisi Ebû Ali İbn Hallâd el-Basrî’den istifade etti. Gayreti ve çalışkanlığı sayesinde onların seviyesini aştı. Ömrünün büyük bir kısmını Bağdat’ta geçirdi. Uzun süre Hanefî fakihi Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin derslerine devam ederek Hanefî fıkhını öğrendi. Zühd ve ibadet yanında öğretim faaliyetlerine ağırlık verdi. Gündüzleri ikindiye kadar istirahat eder, gece boyunca da ders okutur ve telifle meşgul olurdu bkz. Gölcük, Şerafettin, “Ebû Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, c. X, s. 84.
[7] Pakiş, Ömer, “Kadi Abdülcebbar ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009, s. 62.
[8] A.g.m.