
FÎ ZILÂLİ’L-KUR’AN’DA “SAVAŞIN!” EMRİNİN ANALİZİ
Yrd. Doç. Dr. Murat KAYACAN *
Özet
İslam’ın ilk
yıllarında sayıca az olan Müslümanlar, içinde yaşadıkları toplumda etkin
değillerdi. Bundan dolayı, zalimlerin zulümlerine karşı eşit düzeyde tepki
vermediler. Allah, onlara güçlerinin yetmeyeceği sorumluluğu yüklemedi.
Medine’ye hicretin ardından gerekli şartlar oluştu ve müminlere savaş izni
verildi. Bu yazıda Müslümanların bir kesim olarak başka bir kesimle savaşmaları
emrini içeren ayetlere dair, Ortadoğulu bir yazar olan Seyyid Kutub’un Fî Zılâli’l-Kur’an
adlı eserindeki yaklaşımlar ortaya konacak ve zaman zaman söz konusu tefsirdeki
doğru görülmeyen yorumlar tenkit edilecektir.
Anahtar
kelimeler:
Fî Zılâli’l-Kur’an, savaş, müminler, Ehl-i Kitap, müşrikler
Giriş
Ortadoğu’yu Yazmak konulu
bir etkinlikte tefsir ilmine dair bir konu ele alınacaksa, belki de en uygun
olan Ortadoğulu bir müfessirin Ortadoğu’nun gündeminden neredeyse hiç düşmeyen
savaş olgusuna, ayetler doğrultusundaki yaklaşımını ortaya koymaktır. Çünkü günümüz
dünya medyasında, Müslümanlarla şiddet özdeşleştirilmektedir. Bu bağlamda,
Kur’an’da savaşma emrini içeren ayetleri doğru anlayan Müslümanlar da yanlış
anlayanlar da bir kefeye konulmakta, bu ayetlerle içinde yaşadıkları zulümler
arasında irtibatı gereği gibi kuran Müslümanlarla kur(a)mayanlar topluca
ötekileştirilmektedir. Müslümanların kâfirlere karşı verdikleri sert tepkilerin
en azından bir kısmının aslında işgale, sömürüye ve emperyalizme karşı tepki
olduğu gerçeği gizlenmekte ve bu açıdan İslam tüm diğer dinlerden ayrı bir
zemine oturtulmaktadır. Bu bağlamda şiddete başvuran Müslümanların belki de en
önemli esin kaynağı olarak Seyyid Kutub (1906-1966) gündeme getirilmektedir
(Orbach, 2012: 962).
Fî Zılâli’l-Kur’an adlı tefsiri
kaleme alan Seyyid Kutub, Mısırlı, dindar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi.
İlköğretimini köyünde (Mûşâ) tamamladı. 1926’da öğretmen okulundan, 1933’te de
üniversiteden mezun oldu (Görgün, 2009, XXXVII: 64). Kahire Üniversitesi'nin
Daru’l-Ulum fakültesinde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1948-1950
yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde bulundu ve bu dönem boyunca
Amerikan hayat tarzını, toplumunu ve oradaki ırkçılığı tenkit etti. Kutub,
Mısır'a döndüğünde, Hasan el-Benna (1906-1949)’nın kurduğu Müslüman Kardeşler
Teşkilatı’na katıldı. Teşkilatın gazete ve dergilerinde düşüncelerini aktarma
imkânı buldu. 1954’te Mısır’ın ikinci cumhurbaşkanı Cemal Abdünnasır
(1918-1970)'a düzenlenen suikastle ilişkilendirildi (Orbach, 2012: 969) ve
yargılama sonucu on yıl hapis yattı. Serbest bırakıldıktan sonra, Yoldaki
İşaretler (2006) adlı eserinde savunduğu görüşleri ve bir grup Müslüman
Kardeşler Teşkilatı mensubuyla birlikte teşkilatı yeniden canlandırma
faaliyetlerine katılması yüzünden 9 Ağustos 1965'te tekrar tutuklandı. Uzun
süren yargılama sonunda idam cezasına çarptırıldı ve 29 Ağustos 1966'da cezası
infaz edildi; cesedi bilinmeyen bir yere gömüldü. İdamı bütün İslam dünyasında
tepkiyle karşılandı (Görgün, 2009, XXXVII: 65).
Kutub’un bu yazıda ele alacağımız
yorumlarını içeren Fî Zılâli’l-Kur’an adlı eserinin yazım süreci, 1952’de
el-Müslimun Dergisinde kaleme aldığı yazılarla başlamış (Khatab, 2006: 160,
161) ve bu tefsir büyük oranda hapishane şartlarında tamamlanmıştır. Kutub’un
yaşadığı bu zorlu sürecin, Kur’an ve toplum değerlendirmelerinde etkili olduğu
söylenmektedir. Ayrıca, klasik tefsir geleneğinin de göz önünde bulundurulduğu Fî
Zılâli’l-Kur’an’da, daha çok modern hermeneutik metodun kullanıldığı ve
doğrudan doğruya günlük hayatın problemleriyle yoğurulan yeni bir Kur’an
yorumunun sergilendiği görülür (Karlığa, 1996, XIII: 50).
Biz bu araştırmada, “qâtele fiilinden
türetilmiş olup, bir grup olarak müminlere yönelik ‘Savaşın!’ emrini içeren”
ayetlerin Fî Zılâli’l-Kur’an adlı eserde nasıl ele alındığını -ayetlerin
nüzul sırasını gözeterek- ortaya koyacağız. Söz konusu ayetlere dair ilk ve
klasik döneme ait tefsirlerdeki yorumlara da yer vereceğiz. Kutub’un
görüşlerine katılmadığımız yerlerde kendi yaklaşımımızı belirteceğiz. Başka bir
araştırmanın konusu olabilir diye düşündüğümüz diğer lafızlara (“Cihad et!
Cihad edin! Savaş! Öldürün!” türünden emirler ya da emir nitelikli
görülebilecek ihbarî ayetler) dair Kutub’un yaklaşımları bu tebliğde
değerlendirilmeyecektir.
A. Saldıranlara Karşı Savaşma Emri
Müşriklerle savaşa izin veren ilk
ayetlerde (Şafii, 2006, I: 300, 301; Kutub, h. 1412, I: 185) şöyle
denilmektedir: “Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın. Fakat
ölçüyü kaçırmayın. Çünkü Allah ölçüyü elden bırakan saldırganları sevmez. Fitne
ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile egemen oluncaya kadar onlarla
savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse zalimlerden başkasına asla
saldırılmaz (Bakara, 2: 190, 193). Ayetteki Fakat ölçüyü kaçırmayın ifadesinden
yola çıkarak, savaşa bilfiil katılmayanların (kadın, çocuk, yaşlı, hasta vs.) öldürülmesi
suretiyle haddin aşılmaması gerektiği sonucu çıkarılabilir (Rıza, 1990, II:
168). Benzer mazlum kategorileri belirten Kutub, her dinden kendini ibadete
adamış kimseler gibi savaşçı olmayan ve zararsız insanların, askerler
tarafından hedef alınmasının da İslâm tarafından belirlenmiş savaş kurallarını
çiğnemenin de ölçüyü kaçırmak olabileceğini belirtmektedir (h. 1412, I:
188). Barış çağrısında bulunanlara karşı da katı olunmamalı, gereksiz tahribatlardan
-ağaçları kesmek gibi- uzak durulmalıdır. Dilciler, menfi fiillerin umum ifade
ettiğini söylerler. Dolayısıyla bu ifade ile azgınlık ve taşkınlık
sayılabilecek her eylem yasaklanmış olmaktadır (Rıza, 1990, II: 168).
Kutub, hadisleri delil getirerek
savaşta ölçüyü kaçırma konusunda önemli uyarılarda bulunmaktadır. Onun
belirttiği hadisler doğrultusunda şunlar söylenebilir: Savaşta kadınların ve
çocukların öldürülmesi (Buhârî, h. 1422, IV: 61; Kutub, h. 1412, I: 188), yüzün
hedef alınması (Buhari, h. 1422, III: 151; Kutub, h. 1412, I: 188), Allah'a
mahsus bir azap aracı olan yakma eylemine başvurulması (Buhari, h. 1422, IV:
61; Kutub, h. 1412, I: 188) gibi eylemlerden uzak durulması gerekir. Ayrıca
bilinmelidir ki adam öldürmekten en çok sakınan insanlar, müminlerdir (Ebu
Davud, ts., III: 53; Kutub, h. 1412, I: 188). Peygamberimiz savaşta yağmacılığı,
işkence ederek adam öldürmeyi (Buhari, h. 1422, III: 135; Kutub, h. 1412, I:
188) ve düşman ölürken acı çeksin diye onu kılıcın tersi ile öldürmeyi
yasaklamıştır (Ebu Davud, ts., III: 60; Kutub, h. 1412, I: 188). Asıl olan
düşmanların öldürülüp mallarının ele geçirilmesi değil, mümin olarak cennete
gitmeleridir (Ebu Davud, ts., III: 60; Kutub, h. 1412, I: 188-189). Savaşta
gaddar olmak (Tirmizi, 1975, IV: 22; Kutub, h. 1412, I: 189), kendilerini
Allah'a adadıklarını sanan birtakım insanları, uğruna kendilerini adadıkları
meşguliyetle baş başa bırakmamak ve yaşlıları öldürmek kabul edilemez (Malik,
2004, III: 635; Kutub, h. 1412, I: 189). Dolayısıyla kâfirlere karşı sertlik
(Tevbe, 9: 123) hiçbir bağ ve kural tanımayan bir sertlik değildir (Kutub, h.
1412, III: 1739).
Yukarıda mealini verdiğimiz
ayetlerden (Bakara, 2: 190, 193) yola çıkan Kutub, Kur’an’daki inanç sisteminin,
ilk insandan günümüze kadar uzayan İslâm zincirinin son halkasını oluşturduğunu,
bu evrensel ilâhi sistemin çağrısının önüne hiçbir engelin, hiçbir otoritenin
dikilmemesinin insanlığın ortak hakkı olduğunu ifade etmektedir. Bu dinin
çağrısını benimsemek istemeyenlerin, bu çağrıyı engelleme hakları olmadığı gibi,
hiçbir engellemede bulunmayacaklarına dair söz vermeleri de gerekir.
Müslümanlar ne işkence ne ayartma ne de başka bir baskı yolu ile bu dini
bırakmaya zorlanabilir. Bunların yanı sıra İslâm'ı benimsemeyen bu kişilere,
diğer insanları Allah'ın hidayetinden ve bu dini kabul etmekten alıkoyacak
sosyal ortam hazırlayacak imkânlar da verilemez. Müslüman toplum, bu yolda
işkenceye ve baskıya uğrayan insanları kuvvet kullanarak savunmakla yükümlüdür (Kutub,
h. 1412, I: 186-187). Görüldüğü gibi Kutub, şiddete başvurmayı yok
saymamaktadır. Ancak güce başvurma hakkı İslam toplumunundur ve nedeni de
Müslümanların dinlerini terke zorlanmalarıdır.
İslam benimseme özgürlüğünü
tehdit ederek insanlara bu dini seçtiler diye baskı yapan her gücü ortadan kaldırmanın,
insanları zorla iman ettirme anlamına gelmediğini söyleyen Kutub, Allah'ın
nurundan, hidayetinden alıkoyarak O’nun yolundan saptıran hiçbir sosyal düzenin,
hiçbir fiili durumun yeryüzünde egemen olmaması gerektiğini ifade etmektedir (h.
1412, I: 187). Onun “Savaşın!” emrinden anladığı şey, gayr-i Müslimlerden
ziyade, onların kurduğu İslam’ı engellemeye kodlanmış rejimlerine karşı
savaştır.
Kutub’a göre, İslâm'da savaşın
amacı İslam’a karşı saldırı düzenlemeyi düşünenleri saldırıya geçmeden önce
caydırmaktır. Yukarıdaki ilk ayet kendilerine savaş açanlara savaşla karşılık
vermeyi fakat hiçbir zaman saldırgan taraf olmamayı emrederek söze girmektedir:
“Sizinle savaşanlar ile siz de Allah yolunda savaşın.” (Bakara, 2: 190).
Yani savaş; ne ganimet ve maddî kazanç elde etme, ne pazar ve hammadde ele
geçirme, ne sosyal bir sınıfı diğer bir sosyal sınıfın ya da bir toplumu diğer
bir toplumun boyunduruğu altına sokma uğruna değil, Allah için olacaktır (Kutub,
h. 1412, I: 187).
İslâm'da savaşın amacı,
insanların dinleri yüzünden baskı görmelerini önlemektir. Bu, Allah'ın dininin
üstünlüğünü sağlayarak, taraftarlarını güçlendirerek ve düşmanları yıldırarak
gerçekleştirilebilir. O zaman İslâm düşmanları Müslümanlara işkence etmeye,
dinleri yüzünden baskı yapmaya cesaret edemezler. Buna göre Müslüman toplum,
söz konusu saldırgan ve zalim güçleri ortadan kaldırıncaya, yüce Allah'ın dini
kesin bir galibiyet ve üstünlük elde edinceye kadar sürekli biçimde onlarla
savaşmakla yükümlüdür: “Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam anlamı ile
egemen oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer yaptıklarına son verirlerse
zalimlerden başkasına saldırılmaz.” (Bakara, 2: 193). Bu ayetin nüzul
sebebine bakılarak her ne kadar o dönemin Arap Yarımadası’nda egemen olan, sultası
altına aldığı insanları Müslüman olmaktan alıkoyarak Allah'ın dininin
yayılmasını engelleyen müşrik düzenin hedef alındığı sonucuna varılırsa da
ayetin kapsamı evrenseldir, direktifi süreklidir. Başka bir deyişle savaş
(cihad), Kıyamet gününe kadar devam edecektir (Kutub, h. 1412, I: 190).
Müslümanlara “dinleri İslam’dan
dolayı” eziyet edenlerle, insanlığı, iyiliğin en büyük unsurundan yoksun
bırakanlarla ve insanlıkla yüce Allah'ın sistemi arasına girenlerle Müslüman toplumun,
kesintisiz biçimde savaşmakla; “Fitne ortadan kalkıp Allah'ın dini tam
anlamı ile egemen oluncaya kadar” bunları öldürmekle yükümlü olduğunu
söyleyen Kutub sözlerini şöyle sürdürmektedir:
Günümüzde de müminler bazen bireysel bazen de
toplumsal olarak ve zaman zaman da tümü ile kavimler düzeyinde birtakım eziyetlerle
ve maddi-manevi baskılarla karşı karşıya kalmaktadır. Kim dini yüzünden
maddî-manevi baskıya, inancı sebebiyle eziyete uğrarsa, uğradığı baskının ve
eziyetin biçimi ve türü ne olursa olsun, dininin ve inancının düşmanları ile
savaşıp onları öldürmesi gerekir (h. 1412, I:
190-191).
Kutub’un bu sözleri, bünyesinde
bir aşırılık barındırmaktadır. Çünkü her baskı türünün karşılığı savaş
olmamalıdır. Sözgelimi psikolojik baskı ile karşı karşıya kalan Müslümanların
buna cevabı sabretmek ve umutsuzluğa kapılmamak olabilir.
B. Allah Yolunda ve Fitne Kalkıncaya Kadar Savaşma Emri
Kur’an; şeytana, din düşmanlarına,
Allah’ın yolundan alıkoyanlara itaat için değil, Allah’ın inananları
yönlendirdiği din için savaşmayı emretmektedir (Taberi, 2000, V: 280). Savaşmaya
teşvik edilenler (Hâzin, h. 1415, I: 177), Hz. Muhammed’in ümmetidir (Kurtubi,
1964, III: 236): “Allah yolunda savaşınız ve Allah'ın her şeyi işittiğini ve
bildiğini biliniz.” (Bakara, 2: 244). Bu ayet ile ilgili olarak Kutub, ölümün
de hayatın da Allah'ın elinde olduğunu, Müslümanların başka bir bayrak altında
ve başka bir amaç uğruna değil, Allah yolunda savaşabileceklerini
belirtmektedir. Zira Allah yolunda yapılan hiçbir amel, hayatı alan ve veren
Allah katında kayba uğramaz (Kutub, h. 1412, I: 264-265). Kutub’un
yorumu; tarihin, toplumun ve kültürün yüklediği kirlerden kendisini uzak tutabildiğini,
dini yalnızca Allah’a has kıldığını ve O’nın rızasını her şeyin üstünde
tuttuğunu göstermektedir.
“Savaşın!” emri, Katade’nin ifadesiyle
şirkin ortadan kalkması ve “Allah’tan başka ilah yoktur.” denilmesinde bir engel
olmaması (Taberi, 2000, III: 567) ve müminlerin dinleri konusunda işkenceye
uğramamaları içindir (İbn Kesir, 1981, II: 105): “Siz de ortalıkta bir fitne
kalmayıp din, tamamen Allahın oluncaya kadar onlarla savaşın, eğer vazgeçerlerse
şüphesiz ki Allah yaptıklarını görür.” (Enfal, 8: 39). Bu ayet insanlığın
kula kulluktan -aynı şekilde kendi arzusuna kul olmaktan, çünkü bu da kula
kulluğun bir türüdür- kurtuluşunun evrensel bildirisidir. Bunu da yüce Allah'ın
tek ve ortaksız ilahlığını, alemler üzerindeki Rabliğini ilan etmekle
gerçekleştirmiştir. Bu ilan, yeryüzünün her köşesinde, her ne şekilde olursa
olsun hakimiyetin insanlara ait olduğu rejimlere karşı tam bir başkaldırı
anlamına gelmektedir. Bu başkaldırı, tağutlarla cihad eden mümin bir önderliğin
yönetiminde hareket eden, organik bir yapıya sahip mümin bir kitlenin
varlığıyla mümkün olur (Kutub, h. 1412, III: 1508).
İster Ehl-i Kitap isterse Mecusi
olsun (Firuzabâdi, ts.: 36) zorla Müslümanlaştırmayı yasaklayan (Merâğî, 1946,
III: 15), “Dinde zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıklık birbirinden
kesinlikle ayrılmıştır.” (Bakara, 2: 256) ayeti ile yukarıdaki ayet nasıl
birlikte düşünülebilir? Mısır Hristiyanlarından on bin kişinin sırf Roma
kilisesi ile inanca ilişkin bazı konularda ayrılığa düştükleri için diri diri
yakılmaları türünden bir uygulama ile İslâm’ın hiç kimseyi inancını
değiştirmeye zorlamadığını söyleyen Kutub’a göre (h. 1412, III: 1738), “Allah'ın
dini kesinlikle egemen oluncaya kadar” (Enfal, 8: 39) ifadesinde,
tağutların egemenliğinde ve bireyleri baskı altında tutan rejimlerin varlığında
somutlaşan maddi engelleri ortadan kaldırma hedefi gösterilmektedir. Bu maddi
engeller ortadan kaldırıldıktan sonra, insanlar diledikleri inancı her türlü
baskıdan uzak bir şekilde seçmek üzere serbest bırakılırlar. Ne var ki İslam
karşıtı olan bu inanç, başkasına baskı aracına dönüşebilecek, doğru yolu bulmak
isteyenleri bundan alıkoyacak, Allah'ın otoritesinden başka her türlü
otoriteden pratik olarak kurtulan kişilere işkence edecek bir güce sahip
organik bir topluluk tarafından temsil edilemez. İnsanlar diledikleri inancı
seçme bakımından özgürdürler (Kutub, h. 1412, III: 1509). Kutub
bunları söyledikten sonra gayr-i Müslimlere şöyle bir sınırlama getirmektedir:
Ancak bu inanca bireysel olarak bağlanmalıdırlar. Bu inanç, kulların kendisine boyun eğdiği, yani dinini din edindiği zorlayıcı bir otoriteye dönüşemez. Çünkü kullar, Allah’tan başkasının otoritesine boyun eğemezler. Kim Allah'ın otoritesine karşı koymada ısrar ederse, Müslümanlar Allah'ın yardımına güvenerek onunla savaşırlar (h. 1412, III: 150
Kutub’un İslam dışı inançlara
bağlı olanların bağlılığını bireysel bir çerçeve ile sınırlaması doğru
değildir. Farklı dinlerin mensuplarının, İslam toplumunda inançlarının gereğini
bireysel olduğu gibi cemaat halinde de yerine getirmelerinde bir sakınca olmasa
gerektir.
C. Ahireti Tercih Edenlere Allah Yolunda Savaşma Emri
Allah yolunda savaşma emrini
yerine getirenleri, ödül olarak cennetle müjdeleyen bir ayette (Seâlebî, h.
1418, I: 5) şöyle denilmektedir: “Öyleyse dünya hayatını ahiret karşılığında
satanlar Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda öldürülür veya galip
gelirse biz ona ilerde büyük bir ödül vereceğiz.” (Nisa, 4: 74). Bu ayetteki dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar müminlerdir. Dinde sabit ve ihlaslı olanlar Allah yolunda
savaşmalıdırlar. O kimselere, Allah’ın dinini ve zayıf düşürülen toplum
kesimlerini güçlü kılma çabalarından dolayı Allah yolunda zafer ve büyük bir
ödül sözü verilmiştir. (Zemahşeri, h. 1407, I: 534).
Yukarıdaki ayet bağlamında Kutub,
İslâm’ın ganimet elde etmek, egemenlik, kişisel ya da ulusal üstünlük kurmak,
toprak işgalinde bulunmak, ahaliyi baskı altında tutmak, sanayi hammaddesi
bulmak, ürünler için pazarlar elde etmek, sömürgelerde kapital elde etmek ve herhangi
bir kişinin, ailenin, sınıfın, devletin, toplumun veya ırkın üstünlüğünü tahkim
etmek amacıyla savaşmayı kabul etmediğini; savaşın sadece Allah yolunda, O'nun sistemini
hayata yerleştirmek ve bu kapsamlı sistemin gölgesinde her kişiyi dilediği
inancı seçmede özgür bırakmak için yapıldığını belirtmektedir (h. 1412, II:
707).
Kutub’un yukarıda vurguladığı
gibi, müminlerin savaşırken de düşüncelerinin merkezine ahireti yerleştirmeleri
gerekir. Savaşın amacı çıkar temini değil, Allah rızasını elde etmek ve
ahirette kazananlardan olmaktır. Müminler yaptıkları her savaştan dünyevi
anlamda kârlı çıkmayabilirler. Ancak ölseler de, öldürülseler de savaşta
amaçları Allah rızası ve adaletin temini ise onlar dünyada da ahirette de
gerçekte zarara uğramamış sayılırlar.
D. Şeytanın Dostlarıyla Savaşma Emri
Kâfirler kastedilerek onlarla
savaşılmasının emredildiği (Kınnevci, 1992, III: 179), şeytanın yardımının
Allah’ın yardımının karşısındaki zayıflığına dikkat çekildiği (Râzî, h. 1420,
X: 142) bir ayette şöyle denilmektedir: “Müminler Allah yolunda, kâfirlerse tağut
(şeytan) uğrunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşınız. Çünkü
şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa, 4: 76). Müminler Allah yolunda, O'nun
şeriatını yerleştirmek ve Allah adına “insanlar arasında” adaleti uygulamak
için savaşırlar. Yüce Allah'ın tek başına ilah olduğunu ve bu yüzden tek başına
O’nun hükmünün geçerli olması gerektiğini kabul ederek savaşırlar. Kâfirlerse tağut
uğrunda Allah'ın izin vermediği değişik şeriatları, değerleri yerleştirmek ve
Allah'ın mizanı dışında değişik ölçüler ikame etmek için savaşırlar (Kutub, h. 1412, II: 709).
Şeytanın dostlarıyla savaşması
istenen Müslümanların bu savaşta herhangi bir çıkarı söz konusu değildir. Kendilerine
bir pay ayırmazlar. Ulusları, ırkları, akraba ve aşiretleri için hiçbir hedef
gütmezler. Bu savaş tek başına Allah içindir. O'nun müminler için uygun gördüğü
hayat tarzı ve şeriatı uğrunadır. Onlar, bâtılı hakka galip getirmek için
savaşan bâtıl ehli bir kavimle karşılaşıyorlar. Çünkü bâtıl ehli, beşerin
uydurduğu cahiliye sistemlerinin Allah'ın sistemine üstün gelmesi, insanların
koyduğu cahiliye kanunlarının hükümran olması ve kendi uydurdukları hükümlerin geçerli
olması için savaşırlar. Müminler ise insanlar arasında uygulamakla yükümlü
oldukları Allah'ın adaletinin galip gelmesi için savaşırlar (Kutub, h. 1412,
II: 709).
E. Haksızca Saldıran Müslümanlarla Savaşma Emri
Müslümanlara gerektiğinde
mazlumların yanında savaşmalarının emredildiği (İbn Vehb, 2003, I: 60) bir
ayette şöyle denilmektedir: “Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle
savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğerine saldırırsa, saldıranlarla
Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını
adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.”
(Hucurat, 49: 9). Kur’an, arzu ve heyecanların etkisi ile müminler topluluğunu
düşmanlıklardan, dağılmaktan koruyan hukuki ve uygulamaya dönük bir kural
koyar. Fasık kimsenin haberini araştırmak, acele etmemek ve bir şeyin aslını
araştırmadan ve emin olmadan heyecana ve taassuba kapılarak ileri atılmamak
gerekir. Ayette söz konusu edilen iki topluluk birbiriyle çatışsa da, Kur'an-ı
Kerim onlarda “iman” niteliğini bırakmaktadır (Kutub, h. 1412, VI: 3343). Yani
müminlerin birbiriyle savaşmaları asla olmaması gereken bir şeydir ancak böyle
bir şey olduğunda bu iki kesimden birisinin dinden çıktığı değil, yanlış
yaptığı söylenebilir.
Kur'an-ı Kerim, müminleri çatışan
iki Müslüman kesimin arasını bulup düzeltmekle görevlendiriyor. Bu iki zümrenin
birisi işi azıtır ve Hakk'a dönmeyi kabul etmez ise o zaman müminlere düşen
sorumluluk, azgın tarafla savaşmak ve onlar Allah'ın emrine dönünceye kadar onlara
karşı savaşa devam etmektir. Allah'ın bu konudaki emri ise müminler arasında
çatışmaya son vermek ve anlaşmazlığa düşüp de bu anlaşmazlığın düşmanlığa ve
savaşa dönüştüğü konuda yüce Allah'ın hükmünü kabul etmektir. Azgın taraf O’nun
hükmünü kabul edince, müminler yüce Allah'a itaat ve O'nun hoşnutluğunu arzu
ettiklerinden, adalete dayanan arabulma ve düzeltme görevlerini yerine
getirirler. Şüphesiz Allah adil davrananları sever (Kutub, h. 1412, VI: 3343).
F. Küfrün Önde Gelenleriyle Savaşma Emri
Yüce Allah anlaşmaya riayet
etmeyen ve İslam’a hakaret eden kâfirlerin elebaşları ile savaşmayı emretmektedir.
Onlar öldürülürse, kâfirler küfürde öncülerini yitireceklerdir (Mâturîdî, 2005,
V: 308). Müslümanlar fırsat kollayan düşmanlarla karşı karşıyadırlar. Bu
düşmanlar beklenmedik darbeler indirmekten geri durmazlar. Böyle yaparken
acımasız ve insafsızdırlar. Onları durduracak tek şey güçsüzlükleridir. Ne
yapılmış antlaşmalar ne gözetilmesi gerekli sorumluluklar onları frenleyebilir.
Ne kınamalardan çekinirler ne de ilişkileri sürdürme endişesi taşırlar (Kutub,
h. 1412, III: 1606). Müminlere
anlaşmayı bozan ve anlaşma şartlarını yerine getirmeyenlerle savaş
emredilmiştir: “Eğer onlarla antlaşma yaptıktan sonra antlarını bozarlar da
dininize dil uzatırlarsa kâfirlerin elebaşları ile savaşınız. Çünkü onlar için
yeminin bir anlamı yoktur. Belki can korkusu ile saldırılarına son verirler.”
(Tevbe, 9: 12). Müşriklerin önünde iki seçenek vardır:
1- Müslümanların
benimsedikleri sistemi benimserler, şirklerinden ve taşkınlıklarından tevbe
ederek vazgeçerler. O zaman Müslümanlar bu saldırgan müşriklerden daha önce gördükleri
bütün taşkınlıklara göz yumarlar (Kutub, h. 1412, III: 1607).
2- Bu müşrikler verdikleri
sözlerden dönerek, yeminlerini bozarak Müslümanların dinine dil uzatırlar. O zaman
onlarla vuruşmak, savaşmak gerekir. Belki böylelikle doğru yola dönerler
(Kutub, h. 1412, III: 1607).
Müslümanların
gücü ve savaş alanında üstünlük sağlaması birçok kalbi doğru yola iletebilir,
onlara galip gelen gerçeği gösterip onu tanımalarını sağlayabilir. Bu durumda inkârcılar
anlarlar ki o gerçek olduğu için galip gelmiştir. Bu bilinç ve bu anlayış
onları baskıdan uzak şekilde tevbe etmeye ve doğru yola iletir. Bunun birçok
örneği, hem geçmişte hem de günümüzde sık sık görülmüştür (Kutub, h. 1412, III:
1607).
Arap Yarımadası’nda anlaşmaya
sadık kalmayan müşrik liderlere dair yukarıdaki Kur’anî direktif dönemsel
midir? Kutub bu sorunun yanıtı niteliğinde uzak ve yakın tarihten örnekler
vermektedir:
Müşrikler Hz. Nuh'a, Hz. Hud'a,
Hz. Salih'e, Hz. İbrahim'e, Hz. Şuayb'a, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya ve bu peygamberlerin
dönemlerindeki müminlere
karşı üstünlük kazandıklarında ne bir ant ne de
bir vicdani yükümlülük gözetmişlerdi. Moğollar eli ile gerçekleşen “ikinci
dönem” şirk saldırısında da durum değişmemişti. el-Bidaye ve’n-Nihaye adlı eserden
nakille Kutub, İslam dünyasındaki Moğol zulmünden şöyle söz etmektedir: Abbasilerden
göze kestirilen bir kişi halifelik sarayından salınan bir haberle çağrılıyor, sonra
adam çocukları ve eşleri ile birlikte evinden alınarak “Hilâl” mezarlığına
götürülüyor ve burada herkesin gözleri önünde koyun boğazlar gibi boğazlanıyor,
Moğollar tarafından Müslüman kızlar ve cariyeler esir alınıyordu. Bu arada
Halife'nin hocası Sadruddin Ali b. Neyyar da dahil birçok katip, imam ve hafız
da öldürüldü. Bunun sonucunda Bağdat'da çok sayıda mescid kapandı, vakit ve
cuma namazları aylarca kılınamadı (İbn Kesir, 1988, XIII: 236; Kutub, h. 1412,
III: 1608-1609).
Kutub, yakın tarihten örnekler
vererek, Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılışı sırasında putperest Hinduların
Müslümanlara karşı işlemiş oldukları cinayetlerin, Moğolların Bağdat
Müslümanlarına reva gördükleri cinayetlerden hiç de daha az iğrenç, daha az
tüyler ürpertici olmadığını ifade etmektedir. Bu zulümden kaçan yaklaşık sekiz
milyon zavallıdan Pakistan sınırına ulaşabilenler sadece üç milyon kişidir. Birtakım
Hintli putperest ölüm mangaları Müslüman göçmenlerin yolunu keserek onları yol
boyunca ekin biçer gibi biçivermiş, arkasından Moğolların Bağdat Müslümanlarına
karşı takındıkları vahşeti hiç de aratmayacak bir canavarlıkla ölü vücutları
kesip doğradıktan sonra kuşlara ve vahşi hayvanlara yem olarak bırakmışlardır! Bunun
dışında Hindistan ve Pakistan arasındaki bir antlaşmaya göre, isteyen Müslüman
devlet memurlarının Pakistan'a gidip orada çalışabilecekleri
kararlaştırılmıştır. İşte bu antlaşmadan yararlanmak isteyen elli bin memur,
bindikleri trenin girdiği tünelin öbür ucundan sadece doğranıp öteye-beriye
saçılmış cesetleri ile çıkabilmiştir! Müslümanlara yönelik böyle toplu-kırımlar
değişik biçimde sürekli tekrarlanmaktadır (Kutub, h. 1412, III: 160
9).
Moğolların, Komünist Çin'de ve
Komünist Rusya'daki izdaşlarının (halifeleri), iktidara gelmelerinden itibaren çeyrek
yüzyıl içinde yirmi altı milyon Müslümanı yok ettiklerini belirten Kutub;
Çin-Türkistan'ında, Komünist Çin'in bu Müslüman eyaletinde Moğolların tarihteki
cinayetlerini bile gölgede bırakan şöyle bir facia meydana geldiğini
belirtmektedir:
Müslüman bir lider yakalanıp getirildi,
kendisi için cadde ortasında kazılan bir kuyuya konuldu. Arkasından yörenin
Müslümanları çeşitli işkence ve baskılar altında dışkılarını kaplara doldurup
oraya getirmeye zorlandı. Sonra da toplanan bu pislikler kuyunun dibindeki
Müslüman liderin üzerine boşaltılıyordu. Bu işkence üç gün devam etti. Zavallı
adam pislik birikintisi içinde can çekişe çekişe son nefesini vermek zorunda
bırakıldı (Kutub, h. 1412, III: 1609-1610)!
İkinci Dünya Savaşından itibaren
bir milyon Müslüman öldüren Yugoslavya'da erkek ve kadın Müslümanların pastırma
sucuk üreten kıyma makinelerine atıldığını ve makinenin öbür tarafından et ve
kan hamuru olarak çıktıklarını belirten Kutub, Yugoslavya'da olup biten bu
cinayetlerin benzerlerinin bütün komünist ve putperest ülkelerde de aynen gerçekleştiğini
belirtmektedir (Kutub, h. 1412, III: 1610).
Kâfirlerin Müslümanlara karşı
yemin ve anlaşma tanımaz tutumu, sadece Arap Yarımadası'nda görülen gelip geçici
bir uygulama olmadığı gibi, sadece Bağdat istilâsı sırasında görülen, Moğollara
özgü bir uygulama da değildir. Tersine bu sürekli, normal ve kaçınılmaz bir
tutumdur. Söz konusu tutum, nerede tek Allah'a kul olma ilkesine inanan
müminler ile Allah'tan başkasının ilâhlığına inanan müşrikler ya da Allah
tanımazlar (ateistler) varsa -her zaman ve her yerde- karşımıza çıkar (Kutub,
h. 1412, III: 1610). Dolayısıyla yaptıkları anlaşmaya uygun hareket etmeyen müşrik
liderlere dair yukarıdaki Kur’anî emir (Tevbe, 9: 12) sadece Hz. Muhammed
dönemi müşrik liderleriyle ilgili değildir. Çünkü çağımızdaki müşrik liderler,
o dönemdekilerden daha faziletli değildir.
G. Ehl-i Kitap ile Savaşma Emri
Allah’ın birliğine ve içinde “dünyada
yapılanların değerlendirildiği” dirilmeye inanmayan, içki, domuz eti vs. gibi Allah’ın
ve Rasulü’nün haram kıldıklarını haram kılmayanlara karşı (Mukatil, h. 1423, II:
176), Rasulullah’a ve ashabına Tebük gazvesinin emredildiği bir ayette
(Mücâhid, 1989: 367) şöyle buyrulmaktadır: “Allah'a ve Ahiret gününe
inanmayan, Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve
gerçek dinî benimsemeyen Yahudi ve Hristiyanlar ile bunlar size boyun eğip
kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız.” (Tevbe, 9: 29). Ayette kendileriyle
savaşılacak Ehl-i Kitab’ın sıfatları şöyle belirleniyor (Kutub, h.
1412, III: 1632):
1-
Allah'a ve Ahiret gününe inanmazlar.
2-
Allah'ın ve Peygamber'in haram kıldığı şeyleri haram saymazlar.
3- Gerçek dinî benimsemezler
(Kutub, h. 1412, III: 1632).
Ehl-i Kitab’ın inanç ve
uygulamalarından örnekler veren Kutub şu sonuca varmaktadır: O günün Ehl-i
Kitab’ı nasıl ki bu niteliklerin tümünü taşıyor idi ise bugünün Ehl-i Kitab’ı
da bu nitelikleri tümüyle taşımaktadır (h. 1412, III: 1633). Yukarıdaki ayet
bağlamında Seyyid Kutub’un yaptığı yorum onun tarihselci bir eğilim taşımadığını
açıkça göstermektedir. Bununla birlikte, Kutub’un Ehl-i Kitap ile savaş
bağlamında ortaya koyduğu üç gerekçenin yanında, yukarıdaki ayetten sonra gelen
ayetlerde onların Allah’tan başka rabler edindiklerinden söz edilmekte ve
ardından da şöyle denilmektedir: “Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek
istiyorlar. Ama kâfirler istemese de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır.”
(Tevbe, 9: 32). Dolayısıyla savaşılması emredilen kimseler, İslam’a her
fırsatta saldıran ve saldırmak için fırsat kollayanlardır. İslam’ın hakimiyetini
kabul edip fidye verinceye kadar onlarla savaşılması gerekir (Ateş, 1988, IV: 58).
Ehl-i Kitap ile savaşmaya son
vermek için ayetin koştuğu şart bu kimselerin Müslüman olmaları değildir. Çünkü
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2: 256). Onlarla savaşmaktan el
çekmenin şartı “Müslümanlara boyun eğerek kendi elleri ile cizye vermeleri”dir.
Herkese inancını seçme özgürlüğü tanınmalıdır. Hak dini seçme ortamı
sağlanırsa, aklı yatan her kişi hak dini seçer, aklı yatmayan da eski dinine
bağlı kalmaya devam ederek cizye verir. Ondan bu cizye vergisini almanın birkaç
amacı vardır (Kutub, h. 1412, III: 1633). Cizye verenler:
1- İslami otoriteye teslim olduğunu, yüce Allah'ın gerçek dinine
yönelik çağrıya maddi güç kullanarak karşı koymayacağını ilân etmiş olur (Kutub,
h. 1412, III: 1633).
2- Canlarının,
mallarının, ırzlarının ve diğer dokunulmaz temel insan haklarının savunulması
için yapılacak harcamalara katkıda bulunmuş olur. İslâm, cizye veren gayr-i
Müslim vatandaşlarının haklarını ve dokunulmazlıklarını korumayı üzerine alır.
Gerek dışarıdan ve gerekse içeriden gelebilecek saldırılara karşı Müslüman
mücahidler eliyle bu hakları ve dokunulmazlıkları savunur (Kutub, h. 1412, III:
1633).
3-
Çalışamayacak durumdaki vatandaşların geçimini ve bakımını güvenceye bağlayan İslami
devlet hazinesinin gelir fonlarına katkıda bulunmuş olur. Çünkü devlet
hazinesinin bu sosyal yardım görevi, gayr-i Müslim vatandaşları da kapsamına
alır, onlar ile zekât vermekle görevli Müslümanlar arasında ayrım yapmaz
(Kutub, h. 1412, III: 1633).
Cizye meselesinin günümüzde
pratik ve gündelik bir mesele değil “tarihi” bir mesele olduğunu söyleyen Kutub,
bunun gerekçesini şöyle ortaya koymaktadır:
Çünkü günümüzde Müslümanlar “cihad” etmiyorlar. Halbuki İslam sistemi gerçekçi ve ciddi bir sistemdir. Boşlukta asılı duran meseleleri tartışmaktan hoşlanmaz, pratik dünyada uygulanmayan fıkhi tartışmalara dönüştürülmeyi reddeder. Çünkü dünyada yüce Allah'ın şeriatına göre yönetilen, gündelik hayatını İslam fıkhına göre yönlendiren bir Müslüman toplum yoktur. Bu sistem gerek kendilerini ve gerekse insanları fiilen var olmayan bu tür meselelerin tartışmaları ile oyalananları küçümser. Onları “Eğer şöyle şöyle olsa acaba hükmü ne olur?” diyen konuşan “acabacılar” olarak adlandırır (Kutub, h. 1412, III: 163
Günümüzde işe başlama noktası,
insanların İslam mesajı ile karşılaştıkları ilk günkü başlama noktasıdır. Her
şeyden önce yeryüzünün herhangi bir yöresinde bu gerçek dini benimseyen,
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in “O'nun peygamberi olduğuna”
tanıklık eden bir grup insan olacak, sonra bu insanlar sırf o Allah'a
bağlanacaklar; O'nun egemenliğini, otoritesini ve yasa koyma yetkisini ortaksız
olarak kabul edecekler; bu kabullerini pratik hayatta uygulayacaklar.
Arkasından bu evrensel çağrının sancağını ellerine alarak tüm insanlığı
kurtarmak amacı ile yeryüzünde harekete geçecekler. İşte o zaman İslam toplumu
ile diğer toplumlar arasındaki ilişkilere dair Kur’an ayetleri ve İslam
hükümleri uygulama alanına kavuşacaklardır. İşte o zaman bu tür meselelerin
tartışmalarına dalmak, bu konuları hükümlere bağlamaya çalışmak, İslam’ın
fiilen karşılaştığı pratik durumlar için kanunlar koymak yerinde olur. Yoksa
teorik bir dünyada boşuna nefes tüketmiş oluruz (Kutub, h.
1412, III: 1633).
H. Müşriklerle Savaşma Emri
Müminlerin kendilerini öldürmeye
çalışan müşriklere karşı yardımlaşmalarının, ayrılığa düşmemelerinin istendiği,
düşmanlarla savaş konusunda tek vücut olmaları gerektiğinin ifade edildiği,
böyle yaptıklarında Allah’ın onlara savaş müjdesi vereceğinden söz edildiği bir
ayette şöyle denilmektedir (Abdülkadir, 1965 VI: 432): “Allah'ın gökleri ve
yeri yarattığı günden beri geçerli olan evrensel yasasına göre O'nun katında
ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. Bu dosdoğru dindir.
Sakın bu aylarda konmuş yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyiniz. Allah'a
ortak koşanlar nasıl size karşı topyekün savaşıyorlarsa, siz de onlarla
topyekün savaşınız ve biliniz ki Allah kötülüklerden sakınanlarla beraberdir.”
(Tevbe, 9: 36). Kur’an tabiat yasaları ile dinin temel ilkeleri arasında sıkı
bir ilişki kurmaktadır. Amaç, dinin köklerinin derinliğini, ilkelerinin
kalıcılığını ve temellerinin “öncesizliğin enginliği” ile kenetlenmişliğini
vurgulamaktır. Yani, “Allah evrenin yasa koyucusu olduğu gibi, insanlar için de
tek yetkili yasa koyucudur. O halde bu aylara ilişkin yasağı çiğneyerek sakın
kendinize zulmetmeyiniz. Aksi takdirde yılın tüm ayları ateşkessiz ve barışsız
bir savaş cehennemine dönüşür.” (Kutub, h.
1412, III: 1652). Haram aylarda
müşrikler tarafından müminlere bir saldırı başlatılırsa o saldırıya hemen karşı
koymak gerektiğini söyleyen Kutub sözlerini şöyle sürdürmektedir:
O zaman bu ayların yasaklığı artık çiğnenmez,
ihanete uğramaz. Onların tümüne karşı savaşmak gerekir. Onlardan hiçbir fert ve
grup savaş-dışı tutulmamalıdır. Çünkü onlar Müslümanlara karşı topyekün bir
savaş yürütmektedirler (h. 1412, III: 1652).
Kutub’un kastettiği şey, onlardan
“savaşçı nitelikli olanların hiçbirini” hedef dışı saymamak olsa gerektir. Aksi
takdirde, Kutub’un bu yorumunun ölçüyü aştığı söylenebilir. Müslümanlar -yukarıda
Kutub’un belirttiği hadislerdeki gibi- savaşırken kadın, çocuk ve yaşlılara (kâfirlerin
yaptığından farklı olarak) savaşçı muamelesi yapmazlar.
Müminlere karşı topyekün savaşanlara
karşı yapılan savaşta arabuluculuklar bir işe yaramaz, ittifaklar ve siyasi
manevralar ona çözüm getirmez. Bu savaşın tek çözüm yolu cihaddır, savaşmaktır.
Bu, yüce Allah'ın şaşmaz kanunudur (Kutub, h. 1412, III: 1652-1653).
İ. Yakındaki Kâfirlerle Savaşma Emri
Yakınınızdaki kâfirler diye, Beni Kurayza, Beni
Nadîr, Fedek ve Hayber’deki düşmanların (Semerkandî, ts., II: 98), Şam’da
meskun Rumların (Taberi, 2000, XIV: 524) ya da İran’ın kastedildiği söylenen
bir ayette şöyle denilmektedir: “Ey müminler en yakınınızdaki kâfirler ile
savaşınız, bunlar sizde sertlik bulsunlar ve biliniz ki Allah kendisinden
korkanlar ile beraberdir.” (Tevbe, 9: 123). Kutub, bu ayette en yakın olan
kâfirlerle savaşma emri verildiğini ancak bu kâfirlerin Müslümanlara ya da İslam
yurduna saldırmaları şartının söz konusu edilmediğini söylemektedir. O zaman
burada başka bir durum söz konusudur. Medine'de İslam devletinin kurulduğu ilk
dönemlerde başvurulan aşamalı hükümlerde olduğu gibi, sırf “savunma” durumu da söz
konusu değildir (Kutub, h. 1412, III: 1736-1737). Anlaşıldığı kadarıyla
Kutub’un kastettiği şey, komşu ülkelerin yönetimlerinin din ve vicdan
özgürlüğünü tanımaması ve halkına zulmetmesi durumunda, onlar Müslümanlara
saldırmasa bile, zulmü ortadan kaldırmak için onlara savaş ilan edilebileceği
yönündedir.
İslam’da uluslararası
ilişkilere ve cihad hükümlerine ilişkin araştırmalar yapan bazı araştırmacıların,
yukarıdaki ayette bulunan son hükmü, önceki aşamalara ilişkin hükümlerle
sınırlamak ve bu hükmün uygulanışını kâfirlerden gelen saldırı ya da saldırı
endişesine bağlamak istediklerini söyleyen Kutub, bu ayetin bu konuda geçerli
olan son hüküm olduğunu söylemektedir. İslam’da cihad, bir ideolojiyi ya da
ulusu değil Allah'ın egemenliğini kulların egemenliğinin üstüne çıkarma
amacıyla yapılır. Bu açıdan, İslam yurdunun sınırlarının içi ile dışı fark etmez.
Her taraf “yeryüzüdür”, her tarafta insanlar yaşıyor ve her tarafta kula kulluk
vardır, tağutlar vardır (Kutub, h. 1412, III: 1737).
İlahi düzen, insan yapısı rejimleri
kökten yok etmeyi hedefler[1]
ve bu düzenleri ortadan kaldırdıktan sonra, insanları diledikleri inancı
benimseme hakkına sahip özgür kimseler olarak serbest bırakır. Bu insanlar
isterlerse İslam’a girebilirler. İsterlerse eski inançlarını korur, İslam çağrısı
önünde bir engel oluşturmayacaklarını ifade ederler. Yine onlar, İslam’ın
egemenliğine girmemiş güçlerin saldırısından onları koruyan Müslüman devlete
maddi katkıda bulunmak ve kendilerinden olan kimsesizlerin, düşkünlerin ve
hastaların bakımını garantiye almak için cizye öderler (Kutub, h. 1412, III:
1738).
Kutub, yakınınızdaki kâfirler
ile savaşınız emri hakkında önemli bir ayrıntıya dikkat çekmekte ve bir
bakıma bireylerin ya da küçük grupların savaş kararı alamayacaklarını[2] ima etmektedir:
(Yakınınızdaki kâfirler ile savaşınız
emri) Allah'ın hükmü ile hükmeden bir İslam devleti kurulduktan, tüm Arap Yarımadası
bu devletin egemenliğini kabul edip Allah'ın dinine girdikten ve hayatını bu
dine göre düzenledikten sonra verilmişti (h. 1412, III: 1739).
Savaşmadan önce karşı tarafı;
Müslüman olmak, cizye vermek veya savaşmaktan birini tercih etmeye çağırmak
fiili savaştan önce gerekli bir husustur. Ayrıca savaş ilanı için anlaşmanın
bozulması, şayet bir anlaşma varsa, anlaşmaya ihanet edileceğinden korkulması
da gereklidir. Aşağıdakiler Peygamberimiz (s)’in bütün savaşlarda uyulmasını
istediği kurallardır (Kutub, h. 1412, III: 1740):
Büreyde şöyle der: Peygamberimiz (s)
orduya veya bir müfrezeye birini komuta etmek üzere görevlendirdiğinde, Allah'tan
korkmasını, beraberindeki Müslümanlara da iyilikle muamele etmesini tavsiye
eder, sonra şöyle derdi: “Allah'ın adı ile Allah yolunda savaşa çıkın. Allah'a
inanmayan kâfirlerle savaşın ama aşırı gitmeyin, yakıp yıkmayın, ölülerin
uzuvlarını kesmeyin, çocukları öldürmeyin. Müşrik düşmanlarla karşılaştığın
zaman onları şu üç şıktan birini kabul etmeye çağır, kabul ederlerse, sen de
kabul et ve onlardan vazgeç (Kutub, h. 1412, III: 1740):
1- Onları
yurtlarını bırakıp Muhacirlerin yurduna (Medine) taşınmaya çağır. Bunu yapacak
olurlarsa, Muhacirlerin sahip oldukları haklara onların da sahip olacaklarını,
Muhacirlerin yükümlü oldukları şeylerden onların da sorumlu olacaklarını
bildir.
2- Yurtlarından
taşınmayı kabul etmeyecek olurlarsa, Müslüman olmuş bedevi Araplar gibi olacaklarını,
müminlere uygulanan Allah'ın hükümlerinin onlara da uygulanacağını ve
Müslümanlarla birlikte savaşa çıkmadıkları sürece ganimetten bir pay
alamayacaklarını bildir.
3- Bunu
kabul etmezlerse, onlardan cizye iste. Kabul ederlerse, sen de kabul et ve onlardan
vazgeç. Yüz çevirirlerse, Allah’tan yardım iste ve onlarla savaş.” (Kutub, h.
1412, III: 1740).
Sonuç
Fî Zılâli’l-Kur’an adlı
eserinde, Kur’an’ın “Savaşın!” emrinin “kula kulluktan kurtulup tek ve ortaksız
Allah'a kul olmak isteyen insanlara” engel olan maddi güçlere yönelik olduğu ifade
edilmektedir. Savaş olgusu, barıştan farklı olarak düşmana sert davranmayı
gerektirir. Ancak Müslümanlara düşmanlık yapan kesimin çocukları, yaşlıları,
düşkünleri vs. eli silah tutanları gibi değerlendirilemez. Yine düşman askerler
ele geçirildiğinde onlara işkence etmek de kabul edilemez.
Kutub’un söylemlerinde cahiliye
unsurlarından arınmışlık net bir şekilde görünmektedir. O, hayatın her alanında
tevhidin önemine vurgu yapmaktadır. Ancak onun yaklaşımları pratiğe dökülmek
istendiğinde şöyle sorunlar ortaya çıkacaktır: Allah’ın iradesini hangi
Müslümanlar temsil edecektir? Kula kulluğu engelleyen ve Müslümanlara ait olan
hangi rejim meşru kabul edilecektir? Meşru otoriteyi kim tayin edecektir?
Yukarıdaki soruların cevapları
gördüğümüz kadarıyla Kutub’un Fî Zılâli’l-Kur’an adlı eserinde
netleştirilmemektedir. Yazarın Kur’an’ı merkeze alan bir söylemi tercih etmesi
önemli olmakla birlikte, Kur’an’a uygun bir devlet düzeninin var olması ve onun
gerektiğinde “Savaşın!” emrini uygulamaya koyması, kendisine asla “tartışmasız
bir alan” sağlamayacaktır. Kutub’un Kur’an’da net olarak mevcut “Savaşın!”
emrinin uygulanması gerektiği konusunda gayr-i Müslimlere karşı apolojetik bir
tavır içine girmemesi ondaki özgüvenin bir işaretidir.
Kutub, yakınınızdaki kâfirler
ile savaşınız (Tevbe, 9: 123) emrinin uygulanmasının, Allah'ın hükmü ile
hükmeden bir İslam devleti kurulduktan, tüm Arap Yarımadası bu devletin
egemenliğini kabul edip Allah'ın dinine girdikten ve hayatını bu dine göre
düzenledikten sonra söz konusu olduğu kanaatindedir. Dolayısıyla savaş kararı, bireylerin
ya da küçük grupların diğer Müslümanları dikkate almadan yürürlüğe koyacakları
bir karar değildir. Bu açıdan, günümüz İslam dünyasında iç ve dış sorunlara
bazı grupların verdikleri aşırı tepkilerin tümünü Seyyid Kutub etkisine
bağlamak adil olmayacaktır.
Kutub’a göre “Savaşın!” emri,
insanları zorla Müslümanlaştırmak amacına yönelik değildir. Müslümanlar
İslam’ın özgürce tebliğ edildiği bir ortamı tüm dünyada sağlamaya çalışırlar.
Onların sorunu müşrikler ya da Ehl-i Kitap’tan ziyade onların, İslam’ı
ötekileştirici, yok sayıcı rejimleridir. Gayr-i Müslimlere ait rejimler, zulmetmedikçe
ve İslam’ın tebliğini engellemedikçe, Müslümanlar açısından bir sorun teşkil
etmezler.
Kaynakça
Abdülkadir, Molla Huveyş Âl-i Gazi (ö. h. 1398), Beyânu’l-Meâni,
Matbatu’t-Terakki, Dımeşk, 1965.
Ateş, Süleyman, Yüce
Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, 12 c., Yeni Ufuklar Neşr., İstanbul, 1988.
Buhârî, Muhammed b. İsmail Ebu Abdullah, Sahihu’l-Buhârî,
9 c., Daru Tavki’n-Necât, Beyrut, h. 1422.
Ebu
Davud,
Süleyman bin Eş'âs (h. 275), Sünenu Ebu Davud, 4 c.,
el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, ts.
Firuzabâdi, Mecdü’d-Din Ebu Tahir
Muhammed b. Yakub (h. 817), Tenviru’l-Mukabbâs min Tefsiri İbn Abbas,
Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Lübnan ts.
Görgün, Hilal, “Seyyid Kutub”,
İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İst., 2009, (64-68).
Hâzin, Alâü’d-Din Ali b.
Muhammed b. İbrahim b. Ömer (h. 741), Lübabü’t-Te’vil fî Maâni’t-Tenzil,
4 c., Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, h. 1415.
İbn
Kesîr, Ebu’l-Fida
İsmail (ö. 1373) (Haz. Muhammed Ali es-Sâbûnî), Muhtasar Tefsiru İbn Kesir,
3 c., Daru’l-Kur'ani’l-Kerim, Beyrut, 1981.
İbn
Malik,
Malik b. Enes, Muvatta, 8 c., Muessesetu Zayid b. Sultan, Ebu Zabi,
2004.
İbn
Vehb, Ebu
Muhammed Abdullah b. Vehb b. Müslim (h. 197), 3 c., Tefsiru’l-Kur’an min
el-Camii Li’bni Vehb, Daru’l-Garbi’l-İslami, Beyrut, 2003.
Karlığa, H. Bekir, “Fî Zılâli’l-Kur’an”,
İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İst., 1996, (50-51).
Kayacan, Murat, “Seyyid Kutub’un
Batı’yı Okuma Biçimi”. Marife Derg., c. IV, S. 3 (Kış dönemi) Konya, 2006,
(217-246).
Khatab, Sayed, The Political
Thought of Sayyid Qutb The Theory of Jahiliyyah, Routledge, New York, 2006.
Kınnevci, el-Hüseyni el-Buhari (ö. h. 1307), Fethu'l-Beyan
fî Makâsidi'l-Kur'an, 15 c., el-Mektebetu'l-Asriyye li't-Tabâati ve'n-Neşr,
Beyrut, 1992.
Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b.
Ahmsed el-Ensârî (ö. h. 671 h), el-Câmi’ li Ahkâmi'l-Kur'an, 10 c. (20
cüz), 2. bs., Daru’l-Kütübi’l-Mısriyye, Kahire, 1964
Kutub, Seyyid (ö. 1966), Fî
Zilâli’l-Kur'an, 6 c., 17. bs., Daru'ş-Şuruk, Beyrut, h. 1412.
________, Milestones, Maktabah Booksellers and Publishers,
the UK, 2006.
Mâturîdî, Ebu Mansur (ö. h. 333), Tefsiru'l-Mâturîdî, 10 c., Daru'l-Kütübi'l-İlmiye,
Beyrut, 2005.
Merâğî,
Ahmed
Mustafa (ö. h. 1371), Tefsiru’l-Merâğî, 30 c., Mısır, 1946.
Mukatil b. Süleyman Ebu’l-Hasan
(ö. h. 150), Tefsiru Mukatil b. Süleyman, Daru İhyai’t-Turas, Beyrut, h.
1423.
Mücâhid, Ebu’l-Haccâc, (ö. h. 104),
Tefsiru’l-Mücâhid, Daru’l-Fikri’l-İslamî el-Hadîse, Mısır, 1989.
Orbach, Danny, “Tyrannicide in
Radical Islam: The Case of Sayyid Qutb and Abd al-Salam Faraj”, Middle Eastern
Studies, 48:6, (961-972).
Râzî, Fahruddin (ö. h.
606/1209), et-Mefâtihu'l-Gayb, 32 c., 3. bs., Daru İhyai
Turasi'l-Arab, Beyrut, h. 1420.
Rıza, Muhammed Reşid (ö. h.
1354), Muhammed Abduh (1849-1905), Tefsiru’l-Menar,
12 c., el-Hey’etu’l-Mısriyyetu’l-Âmmetu li’l-Kitab, Mısır, 1990.
Seâlebî, Abdurrahman b. Muhammed
b. Mahlûf Ebî Zeyd (h. 875), el-Cevahiru’l-Hisân fî Tefsiri’l-Kur’an, 5 c.,
Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut, h. 1418.
Semerkandî, Ebu’l-Leys Nasr b.
Muhammed b. İbrahim (h. 373), Bahru’l-Ulûm, 3 c., Daru’l-Fikr, Beyrut,
ts.
Şafii, Muhammed
b. İdris (ö. h. 204), Tefsiru'l-İmami'ş-Şafii, 3 c., Daru’t-Tedmuriye,
S. Arabistan, 2006.
Taberî, Muhammed bin Cerir (ö.
h. 310), Câmiu'l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur'an, 24 c.,
Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000.
Zemahşerî, Mahmud b. Ömer (ö. h.
538), el-Keşşâf an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fî
Vucûhi’t-Te’vil, 4 c., 3. bs. Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, h. 1407.
*
Muş Alparslan Üniversitesi İslami
İlimler Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
[1]
Kutub’un seküler rejimlere yönelik eleştirilerinde çok sert bir üslûp
kullanmasında kendisinin ve diğer Müslüman Kardeşler Teşkilatı üyelerinin
hapishanelerde işkence görmesinin etkisi olduğu ileri sürülmektedir (Görgün,
2009, XVII: 65). Ancak bu tür değerlendirmeler bir ölçüye kadar dikkate
alınmalıdır. Çünkü yaşadığı dönemin sorunlarını dikkate almadan kaleme alınan
bir tefsirin, o dönemin Müslümanlarına faydası olmadığı gibi, steril bir
ortamda bulunup, tüm zamanları kuşatacak bir tefsir yazmak da mümkün değildir.
[2]
Mevcut otoritenin iyice sarsıldığı, emniyetin sağlanamadığı ortamları bundan
hariç tutmak gerekir.
0 yorum:
Yorum Gönder
Kayıt olmadan yorum yapmak için anonim, isim girmek için Adı/Url seçerek yorum yapabilirsniz.