Türkiye’de büyük oranda siyasi rejimin yapısından kaynaklanan Kürt sorunu, ırkçılık, başörtüsü yasağı
gibi konularda yaşanan insan hakları ihlalleri önemli ölçüde azalsa da devam
etmektedir. Bu konulardaki ihlallere karşı mücadele veren İslam referanslı iki
büyük örgüt akla gelmektedir: Özgür-Der ve Mazlum-Der.
Bu tebliğde adlarını belirttiğimiz her iki insan
hakları derneğinin gerek kurumsal gerekse dolaylı olarak ilişki içinde olduğu
aktivistlerin söylem ve eylemlerinde vurgu yaptıkları Kur'anî referansları
ortaya koymaya çalışacağız. Amacımız Türkiye’deki Kur’an’ı referans alan iki
insan hakları örgütünün insan hakları mücadelesinin fikri temellerini
sergileyerek diğer ülkelerdeki benzer çabalarla mukayeseye mütevazı bir katkı
sunmaktır.
Anahtar
sözcükler
İnsan
hakları, özgürlükler, Kur'an, demokratik açılım, kimlik
Abstract
The problems such as the Kurdish Matter, racism and
head-covering ban in Turkey continue, although they weaken. There are two
Turkish country-wide human rights organizations that have the Quranic
references trying to give an affirmative contribution in solving these
problems: Özgür-Der and Mazlum-Der.
In this paper, we will try to examine the Quranic references
of the human rights organizations we have mentioned above by considering their
direct or indirect activists' expressions in their conferences, seminars,
articles, books, journals etc. Our aim is to make clear both organizations'
Quranic references in their human rights struggle and contribute comparative
studies in this field.
Keywords
Human rights, freedom, Quran, democratic initiation,
identity
İnsan hakları, tüm insanların hak ve saygınlık
açısından eşit ve özgür olarak doğduğu anlayışına dayanır ve her bireye
bağımsız seçim yapma ve yeteneklerini geliştirme özgürlüğü sağlar. Bu
özgürlükler başkalarının haklarına saygılı olmak ve bu hakları çiğnememe
zorunluluğu ile dengelenmektedir. Yani, “hak”kın “sorumluluk”tan ayrı
düşünülmesi söz konusu değildir.
Bu bağlamda Türkiye’de gerek Batılı anlamda gerekse
Kur'an’ı referans alan bir çerçeve içinde insan hakları mücadelesi verildiği
söylenebilir. Tebliğimizin konusu ikinci mücadele tarzıyla sınırlıdır. Bu
bağlamda iki örgüt ön plana çıkmaktadır: Özgür-Der (http://www.ozgurder.org/v2/index.php)
ve kuruluş döneminde Mazlum-Der (http://www.Mazlum-Der.org/ing/).
Bu tebliğde bu iki örgütün yönetiminde bulunmuş/bulunan ya da üyesi olmuş/olan
kişilerin/çevrelerin ifadelerindeki ve eserlerindeki Kur'anî referanslar şu
sorular bağlamında ele alınacaktır: Bu örgütler insan hakları mücadelesi
verirken içinde bulundukları ülkeyi ve rejimini nasıl bir konumda görmektedirler?
Kendi konumlarını belirlerken ve hak ihlallerine karşı tavır alırlarken hangi
ayetlere göndermede bulunmaktadırlar? Türkiye’nin yakıcı sorunu olan Kürt
Sorunu konusunda nasıl düşünmektedirler? Salt Müslümanların haklarını mı [1]savunmaktadırlar?
Onlara göre, Kur'an’ın öngördüğü üst kimlik nedir?
A.
İNSAN HAKLARI KAVRAMINA YAKLAŞIMLAR
“Kelime-i tevhid taahhüdümüzde ilk hitabımız ‘La’dır.
‘La’ vurgusu, her türlü cahiliyyeye, zulme, şirke, sömürüye ve tuğyana karşı
çıkma sorumluluğumuza ve haklar mücadelesinin başlangıcına işaret etmektedir.”
(Türkmen, 2006a: 8) diyen Hamza Türkmen’e göre, Türkiye’de –Müslüman
çevrelerde- insan haklarına bakışta dört yaklaşım söz konusudur:
1) “İnsan hakları Batı'ya ait seküler bir kavramdır,
kullanılamaz.” Batı karşıtlığını da içinde barındıran bu yaklaşıma göre
Batı'nın insan hakları mücadelesi genellikle "maval" (yalan) olarak
veya liberalizmin bir açılımı olarak değerlendirilmektedir (O’Sullivan, 2006:
202). Bu yaklaşımın teorik izahı -aralarında farklılıklar taşımakla birlikte-
genellikle Hizbu't Tahrir (http://english.hizbuttahrir.org/),
Selefi akımlar ve İktibas (http://www.iktibasdergisi.com/)
dergisi çevresi tarafından yapılmaktadır.
2) “İnsan hakları kavramı, insanlığın evrensel
kazanımlarına işaret etmektedir. Ona bigâne kalınmamalıdır.” Bu yaklaşım
[sahipleri], kavramın Batı kökenli olduğunu kabul etmekle beraber, tabii hukuk
ile irtibatını kurmakta, kavramın işaret ettiği ilkelerin İslam kültüründeki
karşılıklarını ifade etmeye çalışmakta ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Evrensel Bildirisi'ni başvuru kaynağı olarak kullanmaktadır. İlk kurucu yönetim
kurulundan sonraki Mazlum-Der yönetimleri genellikle bu yaklaşımın taşıyıcısı
olmuş ve söylem olarak uluslararası standartlarla uyumlu bir insan hakları
vizyonunu benimsemiştir (Hicks, 2003: 108-109). Halbuki evrensel İslami
referansları göreceli bir insan hakları söylemine uydurmaya çalışmak
epistemolojik bir hata ve hatta mantıksızlıktır (Sabet, 2006: 100).
3) “İnsan hakları retoriği Batı için bir iddiadır. Bu
retoriğinin ilk kaynağı İslam'dır. Kavram ‘İslam'da İnsan Hakları’ şeklinde
kullanılmalıdır.” Bu söylem ilk önce Akabe Yayınları'nın edisyon olarak
yayınladığı İslam ve İnsan Hakları
kitabında yer alan 1960'lı 1970'li yıllardan tanıdığımız İslam dünyasındaki
bazı hareket ve ıslahat önderlerinin yazılarıyla gündeme taşındı ve Türkiye'de
de savunmacı bir yaklaşımla kullanıldı.
4) “İnsan hakları kavramı yetersizliklerle malul
olmakla birlikte, insan ve toplum fıtratını gündemleştirmede, evrensel doğruya
ve adalete yönelmede bir imkân olarak algılanmalıdır. Bu bağlamda alternatif
bir anlam, hak ve adalet arayışı olarak kullanılmalıdır.” Batı paradigması
içinde yer alan insan hakları kavramına vahyi ıstılahlar ve Kur'ani perspektif
bütünlüğü içinde bakmaya çalışan bazı kişiler ve Özgür-Der çizgisi de bu
alternatif yaklaşımın fıkhı içinde davranmaktadır (Türkmen, 2006a: 6-7) ve
uygun olan da insan hakları mücadelesini sistem içi araçları kullanma imkânı
olarak görmektir (Şekerci, 2004: 72).
Bu tasniflemeden ve tercihinden anlaşılmaktadır ki
Türkmen, bu kavramın Batı’ya ait olduğunu kabul etmekte ancak onu görmezden
gelmeksizin, bu kavramın muhtevasına Kur'an açısından bakılması gerektiğini
düşünmekte ve Özgür-Der’in de insan hakları kavramına böyle yaklaştığını
belirtmektedir.
B.
DEMOKRATİK AÇILIM POLİTİKALARI VE SİSTEMLE İLİŞKİLER
Türkiye'de insan hakları, demokrasi ve özgürlükler
konusunda bir gelişme kaydetmek amacıyla, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan
tarafından 2009 yılında “Demokratik Açılım Süreci” başlatılmıştır. Projenin bir
diğer adı da “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”dir. Demokratik açılım adıyla
da olsa hak ve adalet temeline uygun olan her türlü açılım fıtri olana yönelik
bir gelişmedir. “Devlet İslami olmasa da… Müslüman, halklar arasında eşitliği
savunmalıdır.” yaklaşımı doğrudur ve “Dinde
zorlama yoktur.” (Bakara 2/256) veya “Sizin
dininiz size benim dinim bana.” (Kafirun 109/6) ilkelerini güncelleştirmeye
çalışan bir tutumdur (Türkmen, 2009: 211). Bundan anlaşılmaktadır ki, dini
gayelerle yola çıkılmamış olsa da bir girişim doğru ise, dini gerekçeyle yola
çıkılmadı diye onunla araya bir mesafe koymak anlamlı değildir. Sözgelimi,
(dini gayelerle ortaya konmamış olan) "özgürlük " kavramı da
Kur'an'la iletilmemiştir, ama Kur'an bütünlüğünü gözeterek üretilmiş kavramlar
kapsamında değerlendirilebilir (Türkmen, 2007: 50).
Açılım politikaları ve Kemalist darbeci statüko
karşısında Müslümanlar arasında üç yaklaşım veya tutum söz konusudur:
1.
“Kemalist
statükoya karşı olanlar benim dostumdur.” deyip, o karşı olanlarla kimliksel
bütünleşme içine girenler, bağımsız ve istişari kimliklerinden uzaklaşanlar.
2.
“Kemalist
statükoya karşı olanlar dostumdur.” dolduruşuna gelmemek için zalim olanla
mücadeleyi geleceğe erteleyen ve her iki tarafa da fiili tavır almaya
çalışanlar.
3.
Kemalist
statükoya karşı tavır alan güç, İslamcı olmasa da vahye göre siyaset yapmasa da
(Türkiye’deki muhafazakâr demokratlar, liberaller, demokrasiyi önceleyen İkinci
Cumhuriyetçiler vd.) onların olumluluklarını destekleyip, yanlışlarını
eleştiren ama bağımsız ve istişari İslami kimliğini devam ettirenler (Türkmen,
2010: 40).
Hayata müdahale eden Kur'an talebeleri, takipçileri
için doğru olan üçüncü tutum olmalıdır. Türkiye’deki tevhidi uyanış sürecini
ayakta tutan bu öbekler, kimliklerini gizlemeden ve ayetlerin üzerini örtmeden
safha safha geliştirdikleri ve parça parça ilerledikleri sisteme yönelik
mücadelelerini de gasp edilmiş haklarını geri almak olarak görmektedirler.
Kendilerine din üzerinden savaş açmayan, yurtlarından sürmeyen ve sürenlere
yardımcı olmayan, yasaklar koymayanlara karşı da adaletle davranmak
taraftarıdırlar (Türkmen, 2010: 40). Ayrıca “Sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirun 109/6) ilkesi
doğrultusunda, Kur'an’ın herkese kendi kimliği ile tanımlanma hakkını verdiğini
söylemek mümkündür. Böyle olunca da Müslümanlar da kendi kimlikleriyle
kendilerini ifade edebilme haklarını isterler (Türkmen, 2009: 83). Çağın
sorunlarını tanımlarken feminizm, sosyalizm vb. düşünce akımları ile zaman
zaman ortak paydada buluşmak da mümkündür. Hatta bazı durumlarda çözüm
önerilerinde bile benzeri görüşü savunulabilir. Bu durum İslami kimliğe halel
getirmez. Farklı ideolojilerle bazı konularda ortaklaşmak; ilkelerine ve
perspektifine güvenen hiçbir yapılanma için sorun teşkil etmez (Şekerci, 2011:
189). İnsan hakları objektif ise, yani insan hakları bir hukuki mücadele olarak
görülür ve gerçekleştirilirse, bugüne kadar kimliğine bakılmaksızın desteklenen,
ve teşvik edilen diğer örgütlere yardım edilmeye devam edilecektir (Y.
Ensaroğlu’ndan aktaran, Hicks, 2003: 109).
Görüldüğü gibi Özgür-Der ve Mazlum-Der hak ihlallerine
karşı mücadele ederken, Müslümanlara ya da başka kesimlere yönelik adil
tutumları görmezden gelmemekte, hatta desteklemektedir. Bir farkla ki, ilki ve
bağımsız kimliğini korumaya özen göstermektedir. Zaten Kur'an tevhid ve şirk
ifadelerini kullanırken, bu iki kavrama karşı tavır alışları kategorilere
ayırmaktadır. Örneğin, şirkin etrafında dönen birçok sosyal grup için Kur'an,
kâfirliği, münafıklığı, müşrikliği ve Ehl-i Kitap olmayı kimlik ifadesi olarak
saymaktadır. Hatta bu grupları da kendi aralarında ayırmaktadır. Kur'an’ın
Yahudilere kıyasla Hıristiyanları Müslümanlara “daha yakın” olarak zikretmesi
(Maide 5/82) bu cümledendir (Toplu Çalışma, 1996: 115). Kur'an’ın insanları
gruplandırma yönünde ortaya çıkan tavrı, insan ve toplum gerçeği ile ilgilidir.
İnsanların ve onların oluşturduğu toplumların farklılıklar arz etmesi toplum
değerlendirmesinde genellemeci ve standart bir yaklaşım içinde olmayı imkânsız
kılar. Yine Kur'an’da Müslümanlığın dahi değişik kademelerinin olduğunu görürüz
(Vakıa 56/8, 10).
Özgür-Der, hükümetin yürüttüğü insan hakları konusunda
mesafe alma amaçlı açılım politikalarına kayıtsız kalmamaktadır. Hatta kayıtsız
kalmamak vahyin yüklediği bir görevdir. Mümtehine suresindeki, “Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan
ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli
davranmaktan men etmez. Çünkü Allah adaletli davrananları sever.”
(Mümtehine 60/8) hitabındaki Allahu Teala’nın buyrukları, bu tartışma
gündeminde müminleri ölçülü ve sorumlu davranmaya sevk eden onların temel
kriterlerindendir (Türkmen, 2010: 39-40). Kur'an peygamberlerin mücadele
bağlamında hedef olarak müstekbirlere yöneldiklerini (Araf 7/60, 66, 75, 90),
onların ve müminlerin insanları ve toplumu kazanmaya yönelik bir üslup ve duygu
içinde olduklarını göstermektedir. Öyle ki, bu konuda Hz. Muhammed (s)’in
kendini helak edecek boyutta üzüntüye kapıldığından söz etmektedir (Şuara
26/3). Yine Allah Firavun’a bile yumuşak söz söyleyerek tebliğ yapılmasını
emretmektedir (Taha 20/44). Kur'an’da bütün peygamberlerin toplumlarına “Ey
kavmim!” (Maide 5/20, 21; Enam 6/78) diye müşfik bir tonla hitap ettikleri
ve onların Allah’ın azabına uğramamaları için doğru yola gelmelerini büyük bir
şevkle istedikleri görülmektedir (Toplu Çalışma, 1996: 121-122; Meryem
19/41-46; Araf 7/59, 65, 73, 85). Toplumsal ilişkilerde, hassas ve dikkatli
olmak zorunluluğu Kur'ani bir emirdir. “Düşman
kavme bile adil davranmak” (Maide 5/8) Müslüman tavrı olarak toplum
ilişkilerinde müminlerin yolunu aydınlatmaktadır (Toplu Çalışma, 1996: 122).
Özgür-Der kimliğini koruyarak küresel ölçekte bir
adalet gerçekleştirme amacındadır. Bu bağlamda vahyi ölçüleri dikkate
almayanların ortaya koydukları iyi pratikler sevindirici olsa da bu onlarla
“bütünleşmeyi” getirecek bir durum değildir. Hakkın şahitliğini yapacak bir
ümmet olma bilinci muhafaza edilecektir. Sözgelimi, Kur'an-ı Kerim, “Rumlar yenildi. (Arapların bulunduğu
bölgeye) en yakın bir yerde onlar, bu
yenilgilerinin ardından mutlaka galib geleceklerdir. (Bu da) birkaç yıl içinde (olacaktır). Onların bu yenilgilerinden önce de sonra da
emir Allah'ındır ve o gün müminler, sevineceklerdir.” (Rum 30/2-3)
demektedir. Müminler tarafından Sasanilere karşı Rum’un galibiyeti gözetilse de
asıl görev Rum’un galibiyetine sevinebilmek için gidip Rum Ordusu’na asker
olmak değil, (günümüzde) liberal veya faşist kuşatmalar altında şüheda toplumu
oluşturmaktır. Bunun için de tevhidi kimliği küresel kapitalizme karşı inşa
etmeye, Müslümanları eritmeye çalışan “muasır medeniyet seviyesine” ulaşma
hedefine yani büyük fırtınalara karşı Nuh gibi vahyin gemisini yeniden inşa
etmeye çalışmak gerekir (Türkmen, 2010: 52). Yukarıdaki ayetlerde olduğu gibi
daha nüve halinde iken bile çevrelerindeki gelişmeleri ilgi alanına dahil eden
risalet örnekliği, değişik coğrafyalardaki Müslümanların birbirlerinin
sorunlarını ve imkânlarını takip edip dayanışmalarını geliştirmeleri konusunda
onların ufkunu genişletmelidir. Birçok ortak doğruyu paylaşan İslami
hareketler, tevhidi bilinçlenmenin tel örgülerle sınırlandırılamayacağını
ispatlamışlardır. Sıra diğer yapay ve dayatmacı engellerin aşılmasındadır (Toplu
Çalışma, 1996: 85).
Kimliği muhafaza etme bağlamında Özgür-Der, Türkiye’de
kendisini İslami olarak tanımlamayan sistemle ilişkilerini akidevi bir konu
olarak görmemektedir. Üstteki paragrafta ülke sınırları ve küresel ölçekteki
hak elde etme mücadelesi bağlamında belirtilen ayet sistemle ilişki açısından
da devreye girmektedir. Cahili sistem içinde oy verme olayını hayatla ilgili
temel akidevi bir tercih ve kimliksel aidiyet olarak görmeyen Kur'an
talebeleri, bu konuyu Rum suresi ile de değerlendirmektedirler. Cahili bir
yapıya sahip olan Rum ordusu yenildiğinde, Mekke’de her türlü zulmü ve şirki
reddederek var oluş direnişi gösteren inşa sürecindeki bir avuç Müslüman niçin
sevinmemiştir de Rumlar yeneceği zaman sevinecektir? Rum suresinin ilk ayetleri
daha zalim olan öteki ordudan (Sasanilerden) bir kaçışı mı, yoksa Ehl-i Kitap
olarak değerlendirilen Rum’a bir yönelişi mi ifade etmektedir? Söz konusu olan
tabii ki daha büyük zulümattan kaçıştır. Vahyin yönlendirdiği Mekke’deki Kur’an
nüvesinin, dış şartları gözetirken ehven olandan yana olduğunu Rum suresinden
öğreniyoruz. Ehven(-i şer) olanı tercih etmek, ancak yöneliş anlamında değil
kaçış anlamında değerlendirilebilir. Örneğin Türkiye’de kimlikleri nedeniyle
hapis cezalarına çarptırılanlar, Müslümanların tebası olduğu krallık veya
cumhuriyet adlı despotik rejimlere değil, Avrupa’daki demokratik rejimlere
iltica etmişlerdir. Ama Mekke dönemi siretine baktığımızda öğrendiğimiz bir
gerçek daha vardır. Rumların galibiyetine sevineceğiz diye hiçbir öncü sahabe
Mekke’de ateşle imtihan oldukları mücadele ortamını bırakıp, Rum ordusuna asker
olmaya yeltenmemiştir (Türkmen, 2010: 158).
Sistem içi araçlara yaklaşımda veya oy verip vermeme
konusu etrafında yapılan tartışmalarda sahih bir İslami mücadeleyi tanıklaştırmak
için, İslam inancının gösterdiği en temel ilkeler konusunda öncelikle mutabakat
içinde olmak gerekir. Akide temelli metot ve ilkeler çerçevesinde belirginleşen
en önemli yükümlülükler şunlar olmalıdır: Allah’ın ayetlerinin üzerini
örtmemek, vahyin şahitliği görevini ertelememek. Ayrıca reel zorunluluklar
konusunda Kur’an’daki, “Firavun’un
sarayında imanını gizleyen adam” (Mümin 40/28) meselini kendi özel bağlamı
dışına kaydırıp genelleştirmemek gerekir (Türkmen, 2010: 158). Vahiy temelli
bir siyaset için vahiy karşıtı kuralları ve ilkeleri benimseyerek yapılan
mücadeleye İslami metot açısından tedric veya merhale mantığı ile bakılamaz. Bu
kirliliğe katlanmayı takiyye anlayışı içinde değerlendirmek ise söz konusu olamaz.
Kur'an’da bir ruhsat olarak belirtilen kimliksel takiyye, İslami metoda bağlı
bir hareketin geneli için değil, “baskı/işkence
altında olan kimse müstesna” (Nahl 16/106) hükmünün muhatabı gibi bazı
kişilerin özel durumlarıyla ilgilidir (Türkmen, 2010: 160).
İslami oluşumun başlangıcındaki Müslümanların
niceliksel zayıflığı (Enfal 8/26) egemen güçlerin onları kolayca hırpalamasına
ve kitlelerin onlara ve mesajlarına karşı soğuk davranmasına neden olabilir.
İslami mücadele süreci zorluklar ve imtihanlarla doludur. Ancak her türlü
zorluk ve baskı karşısında direnmeli ve mücadeleyi yine kulluk bilinciyle
yükseltecekleri mücadele içinde kazanmalıdırlar (Muhammed 47/31). İslami
mücadele fikir kulüplerinde, soyut düşünce üreten zeminlerde ve pratik kaygılar
taşımayan çevrelerde değil, mücadele alanında kazanılır. Müslümanlar halis bir
niyetle ve gereğince aklederek Allah’a ve O’nun Kitabı’na sarıldıkları sürece
Rableri onların yolunu aydınlatacaktır (Toplu Çalışma, 1996: 94-95; Nisa
4/175).
İnkarcıların sapkınlıklarından birisi olan seküler
ulusçuluk anlayışının doğurduğu düşünülen (Beyazyüz, 2006: 303) ve tarihsel,
siyasal ve sosyal boyutları olan Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunudur. Bu
sorunun çözülmeyişinden ötürü sürdürülmekte olan savaş, ülke kaynaklarını
tüketmekte olduğu gibi, ülkenin ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel
gelişimini de ipotek altına almaktadır. Bu sorun Osmanlı İmparatorluğundan
Türkiye Cumhuriyeti‘ne devredilen bir sorundur. Kur'an’da geçen “millet-i
İbrahim” terkibinde olduğu gibi hep “din” anlamında kullanılan “millet”
kavramı, maalesef ki 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlayan Osmanlıcılık ve sonra
da Türk uluslaşması sürecinde saptırılarak, ulus/nation anlamında kullanıldı ve
kavramsal inhiraflar ve kırılmalar yüzünden Müslümanlar birbirlerini anlayamaz
hale geldi (Türkmen, 2006b: 268-269). Yani Türkiye’de Türklerle Kürtler
arasındaki iletişimsizlikte Kur'ani bir kavramın tahrifinin rolü olmuş, bu
tahrifle Müslüman zihni dumura uğramış ve bölünmüştür.
Tabii ki içinde yaşadığımız ülkenin “Kürt Açılımı”nda
olduğu gibi, sistemini insanileştirmeye çalışması arzu edilen bir şeydir. Ama
Müslümanlar Kur'an toplumu ve Kur'an devleti olmayan bir sistemde mesailerinin
önemli bir kısmını cahili sistem yapısı içinde bu tür iyileştirmeler için değil,
toplumu da zalimleri de uyarmak ve kendilerini vahiy ekseninde yeniden inşa
etmek için harcamalıdırlar. Müminlerin uyarıları karşısında sistem tuğyanından
geri adım atarsa onlar bundan, emanetlere hıyanet etmeyen Ehl-i Kitap’tan
memnun oldukları gibi (Al-i İmran 3/75) memnun olurlar. Ve cahili sistem içinde
hak ve adalet temelli tüm gelişmeleri de bir kazanım olarak görürler (Türkmen,
2009: 71) Kürtlerin haklarını almaları gündeme geldiğinde Müslümanların “Ümmet
bölünmesin.” diyerek Türk ulus sistemi ile hesaplaşmadan Kürt ulusçuluğu ile
hesaplaşma bağlamında ümmet vurgusunda bulunmaları ahlaki temelini
yitirmektedir. Çoğu zaman ulusal sınırlarla birbirine karıştırıldığı sezilen
ümmetin ne olduğu ne işe yaradığı, kısa, orta ve uzun vadede ne gibi bir işlev
göreceği net olarak açıklanmalıdır (Yılmaz, 2006: 107).
Evrensel düşünme, uzun vadeli bir stratejiye sahip
olmayı gerekli kılar. Müslümanlar ümmetin ayrıştırılan parçalarını içinde
yaşanılan toplumları, köklü bir değişime uğratmadan ve tebası konumuna düşürüldükleri
işbirlikçi düzenleri sarsmadan, Batı emperyalizminin oluşturduğu engelleri
aşamazlar. O halde evrensel İslami mücadelenin kazanımlarını gözetmekle
beraber, güçlerini yakın çevre üzerine teksif etmelidirler. Uyarma görevine
yakın çevreden başlamalı (Şuara 26/214), mücadele hedefi olarak da öncelikle
ulaşılması zor olan muhataplara değil yakın olanlara karşı şahitliklerini
gösterme cehdi içinde olmalıdırlar. Zaten yakın olanı kazanmaları, pratik bir
zorunluluktur (Toplu Çalışma, 1996: 85-86).
C.
KUR’AN’IN ÖNGÖRDÜĞÜ ÜST KİMLİK
Kürt halkı kavramı veya Kürt kimliği terkibi, ırk veya
ulus bağlamında değil, kavim ve kabile bağlamında kullanılmalıdır. Zaten
Müslümanlar olarak “halk” kavramını, Rablerinin yaratma hikmetine bağlı olarak,
dil ve renklerine işaret ederek vahiyle bildirdiği kavim, kabileler ve şuub
(Hucurat 49/13) gibi tasnif edici bir sosyal ayet olarak algılamak gerekir
(Türkmen, 2006b: 269). Bu kategorilere mensubiyet Müslümanların nihai toplumsal
aidiyetini belirlemez. Kur'an bu bağların üzerinde daha değerli ve üstün bir
bağlılık olarak Allah’ı peygamberini, Allah yolunda cihadı seçmeyi tavsiye
etmektedir (Tevbe 9/24). Kabile, şu’be, renk ve dil farklılıkları Allah’ın
birer ayeti olarak insanların birbirini tanıyabilmeleri için yaratılmıştır
yoksa çatışmaları ya da birbiri üzerine hakimiyet kurmaları için değil. Tıpkı
parmak izlerimizin ve yüzlerimizin, diğer yaratılış özelliklerimizin farklı
kılınması gibi. Bütün bunlar kimlik özelliklerinden ibarettir. Üst kimlik ise
insanın kendisini nihai toplumsal aidiyeti ile tanımlamasıdır. Hatta
Müslümanlar için üst kimlik, onların dünyevi ve uhrevi aidiyetidir (Kavuncu,
2006: 169).
Türkiye Cumhuriyeti kurgulanırken inşaı hedeflenen
devlet; tek kültürlü, tek dilli, tek halklı ve üniter bir devletti. Zorla ve
dayatmayla toplumu tek renge büründürme çabaları/projeleri ise doğal olarak din
sorunuyla beraber bir etnik/kavmi soruna da yol açtı (Sevim, 2006: 113).
Halbuki Kur'an, kavimlerin varlığını birbirleriyle tanışıklıklarını artırmaya
bağlamış (Hucurat 49/13), kavimlerin dillerini ise anlaşma ve tebliğ aracı
olarak takdim etmiştir (İbrahim 14/4; Rum 30/22). Önemli olan, fıtri
farklılıklar değildir. Bu farklılıklarla birlikte hayatın amacını
kavrayabilmektir. Kavimler topluca Allah’ın ipine sarılıp (Al-i İmran 3/103)
Allah’ın razı olacağı bir yaşam modelini oluşturmalıdırlar. Ve üstünlük de
takvada olmalıdır. Kavimler arası ilişkilerde nirengi noktası budur. Dili,
rengi veya kavmi dolayısıyla bir kişinin veya toplumun kendini diğer kişi ve
toplumlardan üstün görmesi, Rablerinin hudutlarını çiğnemesi demektir (Türkmen,
2009: 124). İnsanların farklı toplumsal özellikler taşımaları, Allah’ın uygun
gördüğü bir çeşitlilik olarak algılanmalıdır (Rum 30/22) Fıtrat olarak bütün
insanların aynı özellikler taşımaları (Rum 30/30), vahiylerin özde aynı oluşu
(Şura 42/13) ile paralellik arz ederken, bir tür kültür farklılığı olarak
niteleyebileceğimiz toplumsal özellikler de vahyin insanlara götürülme
keyfiyetindeki çeşitliliği yansıtır (Toplu Çalışma, 1996: 113-114; Maide 5/48).
Kavimlerin varlığını bir
vakıa olarak kabul eden ayetteki (Hucurat
49/13) li tearafu ifadesi
tanışma anlamındadır. Bu bağlamda Kur’an, farklılıkları, bir kesimin diğerine
hakimiyet kurmanın aracı olarak tanımlamaz (Şekerci, 2011: 192). Söz konusu
ifade, haklara karşılıklı saygı göstermeyi de içermektedir. İşte bu içerikle,
kavimler adaletle muamele görmeli, eşit haklara sahip halkların gönüllü
katılımına açık, şura prensibine (Şura 42/38) işlerlik kazandıran ve emaneti
ehline veren, adaletle hükmeden bir İslami sistem teşkil edilmelidir. Böyle bir
adalet sisteminde; yönetimde mahalli inisiyatiflere imkân verilince hiçbir ırka
üstünlük tanınmayarak, hiçbir kavmi kimlik üst kimlik haline getirilmeyerek,
üst kimlik olarak bütün halkların ortak ve şerefli kimliği olan İslami kimlik
esas alınınca, bütün etnik sorun ve çatışmalar Allah’ın izniyle ve köklü bir
çözümle ortadan kalkacaktır (Pamak, 2006: 64). Zaten insanı bir diğerinden
ayıran ve üstün kılan tek ölçü inançtır: “Gevşemeyin,
üzülmeyin; eğer iman etmiş iseniz en üstün sizsiniz.” (Al-i İmran 3/139).
Bir tarağın dişleri gibi eşit olan müminler arasındaki üstünlük ölçüsü ise yüce
yaratıcının dışında kimse tarafında takdir edilemeyecek olan takvadır (Hucurat
49/13). Zaten insan, renk, dil gibi verili özelliklerinden dolayı değil de,
iradi tercih ve davranışlarından ötürü sorumlu tutulur (Eğilli, 2006: 235-236).
Aile, aşiret, kabile, kavim, şu’be gibi toplumsal
kategorilere bir arada veya ayrı ayrı mensup olmak müminlerin nihai aidiyetini
tanımlayan üst kimlikleri olamaz. Bu mensubiyetlerin birbirine karşı toplumsal
kimlik edinilerek rekabet, çatışma veya üstünlük vesilesi kılınmasına İslam
kültüründe “asabiye” denilmiştir. Asabiye, bireysel olmayan egoizmdir. Mensup
olunan herhangi bir toplumsal kategorinin çıkarlarının diğer kategoriler
karşısında üstün tutulmasıdır. Halbuki hiçbir grubun diğerine üstünlüğü yoktur
(Hucurat 49/13). Bugünkü modern milliyetçiliğin temeli İslam’ın haram kıldığı
asabiyedir. Cahili toplumlar çeşitli kavmi-kabilevi asabiyelerden heyecan, hız
ve güç alır. Kur'an bu durumu “hamiyetu’l-cahiliye” (cahiliyenin öfkeli soy
koruyuculuğu) olarak tanımlamıştır: “O zaman inkâr edenler, kalplerine
taassubu, câhiliyet taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve
müminlere sükûnet ve güvenini indirdi. Onları takva sözü üzerinde durdurdu.
Zaten onlar buna pek layık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.”
(Fetih 48/26). Çeşitli toplumsal birimlere mensup olmamız tabii ve meşru,
bunlar arasında çatışma ve üstünlük mücadelesinin esas alınması, yani bunların
toplumsal/evrensel/uhrevi kimlik edinilmesi haramdır (Kavuncu, 2006: 169-170).
Dünya hayatında Allah’ı, rasulünü ve Allah yolunda
cihadı seçen müminlerin bir ümmet oluşturdukları bildirilmiş ve bazı ayetlerde
onlar için Hizbullah denilmiştir (Maide 5/56; Mücadele 22). Yüce Allah doğrudan
doğruya “Size Müslüman adını veren O'dur.” buyurmaktadır: “Ey iman edenler!
rükû edin, secdeye varın, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki
kurtulabilesiniz. Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş,
babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce
ve Kur'ân'da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız
için, size Müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın.
O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac
22/77-78). O halde Müslümanlar için geçerli, meşru ve tek üst kimlik Müslüman
ismidir (Kavuncu, 2006: 170).
Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla ve kulluk
bilinciyle yapılacak samimi ve fedakârca bir mücadeleyle, insanların
özgürleşmesi ve tevhidi davetle muhatap olmaları temin edilebilirse, yani
müminler bu görevlerini Allah rızası için yerine getirebilirlerse ve Kürtler,
Türkler, Araplar ve diğer kavimlerden oluşan toplum da bu davete icabet ederek,
özündeki bâtıl kavram, ölçü, değer ve ahlaki normları temizleyip, tevhidi
olanları onların yerine ikame edebilirse yani özündekini Hak istikamette Nur’a
doğru değiştirme iradesini gösterebilirse, işte o zaman Allah da vadini yerine getirerek
İslami adalet sistemini inşallah takdir edecektir. Allahu Teala Kur'an’da
özetle müminler eğer iman edip, salih ameller işlerlerse, Allah’ın zikrini
(Kur'an’ı) okuma, anlama, yaşama ve yayma noktasında çokça çabalar sarf etmek
suretiyle kulluk görevlerini yerine getirirlerse, bu yöndeki mücadelede
zalimlere karşı yardımlaşarak, dayanışma ve güç birliği içinde mücadele ederek
hak ve özgürlüklerini elde etmek için üzerlerine düşeni yaparlarsa, “İşte o
zaman zalimler nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini göreceklerdir.”
(Şuara 26/227) hükmünü koyarak şirk ve zulüm sistemine karşı gerçekleşecek olan
tevhid ve adalet inkılabının müjdesini vermektedir (Pamak, 2006: 65-66). Yani
zalimlere karşı başarıya ulaşmanın yolu hangi etnik kökene sahip olursa olsun,
insanların tevhid ve adalet mücadelesi vermeleridir. İnsan haklarını ihlal
edenlerin sultası Allah’ın da yardımıyla sona erecektir.
Sonuç
Türkiye’de insan hakları mücadelesi verirken Kur’an’ı
referans alan örgütler, bu mücadeleyi İslam’ın emirlerinden birisi olarak
telakki etmektedirler. Bu kavramın Batılı çerçevesini kabul etmekle birlikte,
çekincelerini de ortaya koymaktadırlar. Sisteme mesafeli durmalarına rağmen
iktidarın “zulmü defetme” bağlamında gördükleri çabalarına ise destek
vermektedirler. Konumlarını belirlerken de, etnik problemlere çözüm
önerirlerken de değişik oranlarla da olsa ölçü olarak vahyi ön plana
çıkarmaktadırlar. Bu mücadeleleri sırasında kendilerinden görmedikleri
kesimlerin hepsini bir kefeye koymamakta, kendi ölçülerine göre adalet
mücadelesi veren ancak Kur’an’ı referans almayan insan hakları aktivistleriyle
de işbirliğine kapılarını açık tutmaktadırlar. Örnek olarak ele aldığımız iki
örgüt laik insan hakları örgütleriyle toplumda insan haklarının gelişmesine
katkıda bulunmanın tevşik edici örnekleridir. Türkiye’deki inanç özgürlükleri
ve özellikle de başörtüsü konusunda yaşanan ihlallerle ilgili de kayda değer
bir mücadele veren bu iki örgütün yaklaşımlarının ve pratiklerinin de
incelenmesi, Türkiye’de yaşanan değişimi anlamaya katkı suncak niteliktedir.
Kaynakça
Beyazyüz,
Abdulhakim. (2006). Kürt Sorununda İslam Ümmetinin Sorumlulukları. Özgür-Der
Kürt Sorunu ve Müslümanlar Forumu. İstanbul: Özgür-Der.
Eğilli,
Mustafa. (2006). Kürt Yönetiminin Doğurduğu Etkiler ve Etnik Sorunlara İslami
Bakış. Özgür-Der Kürt Sorunu ve Müslümanlar Forumu. İstanbul: Özgür-Der.
Hicks, Neil.
(2003). İslamcı İnsan Hakları Aktivizmi Ordadoğu’da İnsan Hakları Uygulaması
Krizine Çözüm Sunuyor mu? İnsan Hakları Araştırmaları Derg., S. 1, İstanbul.
Kavuncu,
Burhan. (2006). Çözüm Müslüman Kavimler Arasında Tam Eşitliktedir. Özgür-Der
Kürt Sorunu ve Müslümanlar Forumu. İstanbul: Özgür-Der.
O’Sullivan,
Declan. (2006). Muhatabına Göre Evrensel İnsan Haklarını Tanımlamak: İslam,
Batı ve Kültürel Görecelilik. (Çev: Murat Yıldırım), İnsan Hakları
Araştırmaları Derg., S. 7, İstanbul.
Pamak,
Mehmet. (2006). Kürt Sorununun İslami Bakış açısıyla Tahlili. Özgür-Der Kürt
Sorunu ve Müslümanlar Forumu. İstanbul: Özgür-Der.
Sabet, Amr
G.E. (2006). İnsan Hakları: İkili Bir Güç Söylemi. İnsan Hakları
Araştırmaları Derg., S. 7, İstanbul.
Sevim,
Şefik. (2006). Kürt Sorununda Çözüm Önerileri: İslam Toplumu ya da Ulus
Toplumu. Özgür-Der Kürt Sorunu ve Müslümanlar Forumu. İstanbul:
Özgür-Der.
Şekerci, Hülya. (2004). İnsan Hakları Algısında Nesnellik. Küresel
Sistem ve Kavramları (Sempozyum). İstanbul: Özgür-Der.
Toplu Çalışma. (1996). İslami Kimlik İlkeler ve Hareket.
İstanbul: Ekin.
____________. (2009). Ulusçuluk Çıkmazı
Kürtler ve Çözüm Arayışı. İstanbul: Ekin.
____________. (2007). İnsanın
Adalet ve Özgürlük arayışı. Haksöz Derg., S. 197. İstanbul.
____________. (2006b). Kürt
Halkının Geleceği. Özgür-Der Kürt Sorunu ve Müslümanlar Forumu.
İstanbul: Özgür-Der.
____________. (2006a). İnsan
Hakları Kavramı Alternatif Yaklaşımlar ve NGO’lar. Haksöz Derg.,
S. 178, İstanbul.
Yılmaz, S.
Bülent. (2006). Kürt Sorunu Vahyin Şahitliği Temelinde Tartışılmalıdır. Özgür-Der
Kürt Sorunu ve Müslümanlar Forumu. İstanbul: Özgür-Der.
Internet kaynakları
Çevirinin künyesi: Kayacan, Murat, “Quranic References of the Human Rights Organizations in Turkey”, (çev: Murat
Kayacan) Anemon, 2(2), Muş, 2014.
(63-73).
Çevirinin Künyesi!Kayacan, Murat, “Quranic References of the Human Rights Organizations in Turkey”, (çev: Murat
Kayacan) Anemon, 2(2), Muş, 2014.
(63-73).
0 yorum:
Yorum Gönder
Kayıt olmadan yorum yapmak için anonim, isim girmek için Adı/Url seçerek yorum yapabilirsniz.