Yusuf Işıcık ile Kuran'daki tevil ve müteşabih üzerine
1. Te'vil kelimesinin anlamı
nedir?
E-V-L kökünden gelen Arapça bu
kelime, bir şeyin varacağına varması, sonucunun ortaya çıkması, âkıbeti ve
sonucu gibi anlamlara gelir ki, bunların hepsi de aynı ma'naya gelir. Yalnız
bu, te'vil kelimesinin lûgat yani sözlük anlamıdır. Kelimenin Arap dilinde ilk
doğduğu, herhangi özel bir durum ve nesne için husûsileşmediği ve
teknik/ıstılahî bir anlam kazanmadığı dönemlerdeki manasıdır. Daha doğrusu,
te'vil denildiğinde, Arap dilinde kastedilen ve de anlaşılan niteliksiz ve
doğal anlamı budur.
Nitekim, Sahâbe'den Abdullah b.
Revaha, Hudeybiye anlaşmasıyla tehir edilen ömre haccının kazası vesilesiyle
bulunduğu Mekke'de, Allah'ın Rasûlü S. in devesinin yularından tutmuş
çekiyorken, etrafına toplanıp kendisine bakışan Mekke ahâlisi ve çocuklarına şu
şiiri okumuştu:
"Hallû beni'l-kuffâri an
sebîlihi
Hallû fe kullu'l-Hayri mea
Rasûlihi
Nahnu nukatilukum alâ te'vîlihî
Kemâ darabnâkum alâ tenzîlihi
Darben yuzîlu'l-hâme an makîlihî
Ve yuzhilu'l-Halîle an halîlihî:
Çekilin O'nun yolundan ey kâfir
oğulları! Çekilin, çünkü bütün hayırlar Allah'ın Eçisi'yle birliktedir. Daha
önce sizlerle, Kur'anın inişine karşı çıktığınız için savaşmıştıktık. Bugün
ise, O'nun te'vîli (içerdiği haberin ve fetih müjdesinin gerçekleşmesi) uğrunda
sizlerle savaşmak üzere buradayız!..."
Görüldüğü üzere, o günün sözlü ve
yazılı edebiyatında te'vil kelimesi: "Bir şeyin gerçekleşmesi, ortaya
çıkması, uygulamaya geçirilmesi yani akıbet ve sonuç" anlamında
kullanılmaktadır.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber S.,
Hicretin altıncı yılında, Ashabıyla birlikte umre yapmak üzere Mekke'ye doğru
yola çıkmıştı. Zira, rüyasında, emniyet ve âsâyiş içinde Mescid-i Haram'a
girdiğini, başını tıraş ettiğini, Ka'be'nin anahtarını alıp, huccac'la
birdlikte Arafat'a çıktığını görmüştü. Bu, Allah'ın va'di manâsını taşıyordu.
Çünkü peygamberlerin rüyaları kesin bilgi ifade ederler ve vahiy
değerindedirler. Bu rüyaya göre, Müslümanlar, yakın bir gelecekte Mescid-i
Haram'a gireceklerdi. İşte bu nedenle umre için yola çıkılmıştı. Ancak
müşrikler o sene buna razı olmamışlar, Hudeybiye anlaşmasıyla, umre gelecek
yıla bırakılmıştı. Bu durum, Fetih Sûresinin 27. âyetiyle de desteklenmiş, yani
Hz. Peygamber'in gördüğü rüyanın olduğu gibi çıkacağı müjdelenmişti. İşte,
Abdullah b. Revaha'nın irticalen okuduğu bu şiirinde ifade ettiği, Peygamber
S.in gördüğü rüyanın ve Fetih Sûresinde verilen müjdeli haberin gerçekleşeceği
ve bunun için orada bulundukları idi.
Diller, bilindiği üzere semantik
gereği, zamanla yeni anlamlar yüklenir ve kazanırlar; eski anlamlarından bir
kısmını veya çoğunu yitirirler yahut özel yeni oluşum ve nesnelere ad olurlar.
Bu, dünyadaki bütün diller için sözkonusu olan ortak bir vakıadır. Yani diller
de, kendi kanun ve kuralları içinde canlı varlıklardır. Doğarlar; gelişirler,
yükselirler; duraklar ve gerilerler. Burada önemli olan, dildeki bu semantik
gerçeği görmezlikten gelmeden, kelimelerdeki anlam seyrini izlemek ve hangi
dönemde yeni ne gibi manalar kazandıklarını kronolojik olarak tesbit etmek ve
hangi dönem metinleri içinde geçiyorlarsa, o dönemdeki anlamlarını tesbit etmek
ve kelimelere sağlıklı manalar verip, metinleri düzgün anlamaktır. Dolayısıyla,
bir metnin, okunmak ve anlaşılmak üzere ortaya çıktığı yüzyıl, mutlaka
bilinmeli ve metindeki problem kelimenin o dönemdeki anlamı dikkate alınarak
metin anlaşılmalı ve tefsir edilmelidir. Belli bir toplumda ve belli bir
yüzyılda ortaya çıkmış/söylenmiş yazılı yahut sözlü bir metindeki kelimeler,
daha sonraki yüzyıllarda kazandıkları manâlara göre anlaşılmaya
kalkışıldığında, büyük yorum aksaklıklarına yol açılır ve metinler tahrif
edilir.
Bazı kelimeler, dil tarihi
içerisinde dönem dönem çeşitli terminolojik manâlar kazanırlar ve bu manâlarla,
vaz'î olan aslî manâlar arasında çoğu kez önemli farklılıklar ortaya çıkar.
Dolayısıyla, yazılı veya sözlü herhangi bir kelamı sağlıklı bir şekilde
anlayabilmek, lâfızların luğavî ve ıstılâhî manâları arasındaki farkları
bilmeğe bağlıdır.
2. Te'vil kelimesinin Kur'andaki
bu anlamı ile, tefsirlerdeki anlamı arasında bir farklılaşma olmuş mudur?
Yukarıda da kısaca kısaca
değindiğimiz gibi, böyle bir farklılaşma olmuştur. Ancak bu farklılaşma, mutlak
ve bidüziye değildir; yani bütün tefsirlerde ve her müfessirirn eserinde kesin
ve aynı şekilde vukû bulmamıştır. Hatta, hiç farklılaşmaya uğramayan ve
kelimenin Kur'anda geçtiği orijinal manasını bütün asliyetiyle koruyan
-sayıları az da olsa- tefsirler ve müfessirler vardır. Esasen bu durum, biraz
da, ilk döneme yakınlık ve uzaklıkla yakından alâkalıdır. Yani, tefsir ilminin
henüz tedvin edilmediği, yani bir kitap haline getirilmediği ve şifahi olarak
hayatiyetini devam ettirdiği dönemlerdeki müfessirlerin kullanım ve
yorumlarında, hep bu kelimenin Kur'andaki anlamı hâkimdir ve bazı istisnalar
hariç, herhangi bir yabancılaşma ve problem mevcut değildir.
Bu safiyet ve Kur'an dili
üzerindeki bu titizliğe, tefsir ilminin tedvin edildiği ve muntazam bir ilim
dalı olarak kitaplaştığı erken dönem yazılı eserlerinde de rastlanır. Mesela,
erken dönemlerde kelami yorumları yazılı tefsir müdevvenatına katan ve bu
mecrada önemli problemlerin tescil ve kemikleşmesine sebep olan dilci
müfessirlerden, hicri 210 vefatlı Ebû Ubeyde Ma'mer b. El-Musennâ'nın "Mecazu'l-Kur'an"
adlı eserini istisna edersek, bu safiyet ve titizlik korunmuştur. Bu zat, çok
erken dönemlerde kaleme aldığı bu eserinde, Kur'andaki te'vil kelimesini tefsir
anlamında kullanarak, kendinden sonraki birçok bilgin ve araştırmacıyı yanıltmıştır.
Bu alandaki hatanın temel kaynağı Ebû Ubeyde'dir denilse mubâlâğa edilmiş olur
mu; bilmem!
Oysa ki, yine bir başka
"Meâni'l-Kur'an" yazarı ve hicri 207'de vefat etmiş olan Ebû İshak
ile, hadis ve rivayet ilimleriyle de ciddi manada meşgul olmuş ve bu alanda çok
mühim eserlere imza atmış bulunan ve aynı zamanda bir dilci de olan hicri 204
vefatlı Ebû Ubeyd el-Kasim b. Sellam ve diğer pek çok ilk dönem âlimi, bu
konuda örnek bir titizlik sergilemişlerdir.
Burada, "Câmiu'l-Beyan an
Te'vili'l-Kur'an" adlı ölümsüz eserin yazarı İbn Cerir et-Taberî'yi
mutlaka anmak gerekir! Çünkü, sözkonusu ettiğimiz bu ulemadan yüzyıl kadar
sonra yaşamış olan (h. 310), aynı zamanda dilci, fakih ve tarihçi de olan
Müfessir Taberî, başta te'vil kelimesi olmak üzere Kur'an müfredatının asli
anlamlarını koruma konusunda hârika bir titizliğe imzasını atmıştır. İşin en
önemli yanı, O'nun, baştan sona bütün Kur'an âyetlerini içine alan böyle
muazzam bir tefsir de yazmış olmasıdır. Aslında Taberî'ye, Kur'an-ı Kerim'i
kendi özgün atmosferi ve dokusu içinde anlama şansını veren, O'nun dilciliği
yanında, rivayet ilimlerine olan vukûfiyetidir. Çünkü, rivayet ve hadis
ilimlerinde taklitçi değil de tahkikçi bir yol izleyen bir kısım ulema,
genellikle lûgat ilminde de semâî bir metod izlemişler ve sözkonusu bu
disiplinler sayesinde, Kur'an kelimelerini anlama ve anlamlandırmada titiz
davranmışlar, kendi görüş ve kanaatlerini, Kur'an kelimelerinin Allah'ın
Kitabı'nın indiği dönem arapçasıyla kayıtlı tutmaya özen göstermişler ve
nerelerde rasyonalite ile, nerelerde sem'iyyat ile hareket edeceklerine dikkat
etmeyi ihmal etmemişlerdir.
Te'vil kelimesinin Kur'anî
anlamının korunması konusunda Arapça Sözlükler'le ilgili olarak da önemli bir
husûsa işaret etmekte fayda vardır:
Bu konuda Arapça sözlükleri ikiye
ayırmak gerekir:
Bir kısım sözlükler vardır ki,
Kur'an kelimelerinin, ıstılahların hegemonyasına uğramadan önceki ümmî, saf ve
orijinal anlamlarını verirler. Bu sözlüklere, hicrî 395'te vefat eden bir dilci
olan İbn Fâris'in "Mu'cemu Mekayîsi'l-Lûğa" sı ile, Meşhur Türk
Bilgini ve târihte ilk uçuş denemesini gerçekleştirmiş olan, hicri 453 vefatlı
İsmâil el-Cevherî'nin "ES-SIHAH Tâcul-uğa ve Sıhâhul-ârabiyye" adlı
eserini örnek verebiliriz. Tabii ki, bu özelikte daha birçok eserler de vardır.
Bunlar, arapça kelimelerin, ıstılahların istilasına uğramadan önceki
anlamlarını koruyan lûgatlerdir ve bunların Kur'an'ı anlamada çok önemli
yerleri vardır.
Bir kısım sözlükler de vardır ki,
bunlar ansiklopedik evsafı haizdirler ve kelimelerin hem ilk çıktıkları günkü
vaz'î manâlarını, hem de târih içerisinde kazanmış oldukları tüm diğer
anlamlarını, herhangi bir ayırım gözetmeden ve çoğu kez tefrik de etmeden
verirler. İbn Manzur (h. 711)'un büyük eseri "Lisânu'l-Arab"ı ile,
Fîrûzâbâdî(817)'nin "el-Kaamûsu'l-Muhît"i bu türden eserlerdir.
Tabii, bu sözlüklerden sonra tâ günümüze kadar kaleme alınmış, akademik yahut
güncel nitelikli binlerce Arapça sözlükler vardır ki, târihî süreç içerisinde
her dilde olduğu gibi Arapça kelimeler de anlam değişmelerine uğradığı için ve
de bu eserler, Arapça kelimelerin başlangıçtan günümüze kadarki tüm anlamlarını
vüs'atleri nisbetinde verdikleri için, Kur'an üzerinde araştırma yapan
akademisyenlerin, bu tür eserlerden istifade etmeleri zordur. Onlar için, daha
çok, ilk dönemlerin seçme ürünleri olan nitelikli sözlükleri elverişli ve
yardımcıdır.
Binanaleyh, Kur'an-ı Kerim'de 15
kadar yerde geçen Te'vil kelimesi, geçtiği tüm yerlerde, âkıbet, sonuç, bir
şeyin ortaya çıkması, nicelik ve niteliği gibi, hepsi de yukarıda işâret
ettiğimiz üzere, aslında aynı noktada birleşen anlamlara gelir. Bu kelime,
kesinlikle doğrudan: "Bir sözün anlamı, açıklanması, tefsiri" gibi
bir manâya gelmez. Bu, tabii ki bu kelimenin Kur'andaki kullanımı için
sözkonusudur. Kur'andaki Te'vil kelimesinin, kelâm yani söz ile ilgisi,
yalnızca, bir sözde ileride olacağı haber verilen bir olayın, zamanı geldiğinde
ortaya çıkmasıdır. Yine, görülen bir rüyanın, zamanı geldiğinde fizik dünyada
ortaya çıkmasıdır. Mesela, Kur'anda, vuku bulacağı bildirilen ve anlatılan
kıyamet, cennet-cehennem gibi hakikatlerin ve olayların, zamanı geldiğinde vuku
bulmaları, bunlardan bahseden âyetlerin te'villeri yani akıbetleridir.
Kur'anda te'vil kelimesinin bu
anlamı, henüz Kur'an inmeden önceki Arap dilinde, önemli bir kullanıma sahip
idi. Buna göre, meselâ: "Talâat eş-Şemsu: Güneş Doğdu." sözünün
te'vili: Bu sözde bildirilen olayın vukuu, yani "Güneşin ufuktan sökün
edip doğması"dır. Görüldüğü gibi, bunun tefsir kelimesi ve kavramıyla, bu sözde
haber verilen bir gerçeğin vukû bulması dışında hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Bunun yanı sıra, te'vil kelimesi,
Allah Tealâ'nın müteşâbih sıfatlarının geçtiği Kur'an âyetleri için sözkonusu
edildiğinde: "Hakikat, mahiyet, nicelik-nitelik" gibi anlamlara
gelir. Hepsi de tek noktada birleşen bu manâlar aslında, te'vilin âkıbet
anlamıyla ikizdir. Binanaleyh te'vil kelimesinin anlamını, Allah'ın sıfatları
da dahil tüm müteşâbihler ve haber içeren Kur'an-ı Kerim âyetleri ve hadis-i
şerifler için şu iki kelimede toplayabiliriz: Âkıbet ve Hakîkat.
Kur'anda te'vil kelimesinin yer
aldığı âyetlerden kimilerinde bu kelimenin bu anlamı son derece açık iken,
kimilerinde, kültürel şartlanmaların da tesiriyle, sıradan okuyucular bir
tarafa, nitelikli okurlar, âlimler ve araştırmacılar için bile kapalı
gelebilmektedir. Ancak bu kapalılık, Kur'anın, konuyu kapalı ele almasından
veya muğlâk hale getirmesinden değil, kültürel altyapı eksikliğinden veya
kültürel şartlanmışlıktandır.
3. Kur'anda Te'vil kelimesine
doğru anlam verememenin, Kur'anı anlamada yanlışlara ve sorunlara yol açtığını
düşünüyor musunuz?
Elbette! Hem de çok büyük
sorunlara yol açıyor; can alıcı kavramlar bu nedenle çarpıtılıyor ve yara
alıyor! Şöyle ki, Âlü Îmran Sûresi'nin yedinci âyeti, orada geçen te'vil kelimesine
tefsir anlamı verildiği için, "Kur'an-ı Kerim'de, anlaşılmayan ve manâsını
Allahtan başka kimsenin bimediği âyetlerin var olduğu" gibi abes ve bir
okadar da tehlikeli bir sonuç ortaya çıkarıyor; hem de bu sonuç açıkça çıkıyor!
Oysa ki, bilindiği üzere Kur'anın bizzat kendisi, baştan sona, anlaşılmak ve
anlatılmak için indirildiğini söyleyen, insanları kendisi üzerinde düşünmeye ve
anlamaya çağıran âyetlerle doludur. Kur'anın anlaşılması konusunda böylesine
sakıncalı bir metodoloji sorununu ortaya çıkaran bu dikkatsizlik, ayrıca, bu
kelimenin geçtiği diğer birçok âyette anlam tıkanmalarına da sebep oluyor.
Meselâ şu âyet-i kerimeyi ele alalım:
"Hel yenzurûne illâ
te'vîlehû? Yevme ye'tî te'vîluhû yekûlu'llezîne nesûhu min kablu: "Kad
câet rusulü Rabbinâ bi'l-hakkı fe hel lenâ min şufeâe fe yeşfeû lenâ ev nuraddu
fe na'mele ğayrallezîkunnâ na'melu..."(A'raf 53)
Burada, Kur'an-ı Kerim'in, âhiret
ve âhiret ahvâliyle ilgili gelecekte vukû bulacağını bildirdiği gerçeklere
inanmayan inkârcıların aptalca tutumlarından ve sözkonusu hakikatlerin vukû
bulacağı günde onların pişmanlıklarından bahsedilerek şöyle deniliyor:
"Onlar, onun te'vilini
(Kur'anın haber verdiği şeylerin ortaya çıkmasını) mı bekliyorlar?! O'nun
ortaya çıkacağı gün geldiğinde, daha önce onu umursamayanlar diyeceklerdir ki:
"Meğer Rabbimizin elçileri (dünyada iken) gerçeği getirmişler! Şimdi
nerede bizim şefaatçiler? Gelseler de bizi kurtarsalar! Yahut (dünyaya) geri
döndürülsek de, yaptıklarımızdan başkasını yapsak!" (7 A 'râf 53)
Burada, ortaya çıkma (veya vukû
bulma) diye terceme ettiğimiz kelime, görüldüğü üzere âyetteki te'vil
kelimesidir. Şayet bunu tefsir olarak çevirirsek, müşriklerin ve bilumum
inkârcıların, bir tefsir ve açıklama bekledikleri sözkonusu edilmiş olur ki, bu
hem anlamsız ve mantıksız, hem de abestir. Çünkü, inkârcılara konuyla ilgili
herhangi bir açıklamanın yapılmamış olması mümkün değildir ve gerekli bütün
tefsir ve açıklamalar Kur'an tarafından yapılmıştır. Bu durumda, müşriklerin
onun açıklamasının gelmesini bekliyor olmaları komik olur.
Fakat ne kadar hayreti mûciptir
ki, yukarıda niteliklerinden sitayişle bahsettiğimiz ilk dönem tefsirleri
dışında, birçok eski ve yeni tefsir ve mealler'de, âyette geçen te'vil
kelimesine tefsir ve açıklama anlamı verilmiştir. Hattâ, emsalleri içinde her
yönden üstün niteliklere sahip olan bazı meal ve tefsirlerde bile, bu hata ve
zühûle rastlanmaktadır. Mesela Merhum Üstad Muhammed Esed, âyeti şöyle
çevirmiştir:
"(İmdi, inanmayanlar) o
(Hesap Günü'nün) nihâî anlamının açıklanmasından başka bir şey mi bekliyorlar?
(Ne var ki), onun kesin anlamının açıklandığı Gün, onu vaktiyle umursamayan
kimseler: 'İşin doğrusu, Rabbimizin elçileri bize gerçeği söylemişlerdi! ...'
diyeceklerdir." (A'raf 53)
İlginçtir, Muhammed Esed, yaptığı
bu çeviriden mutmain olmamış olacak ki, dipnotta, te'vil kelimesini, evire
çevire, ortaya çıkma ve âkıbet anlamında izah etmeye çalışmıştır. Esed gibi,
Arap Dili'nde hatırı sayılır bir ilmî seviyeye ve şahsiyet olarak radyum bir
zekâya sahip olan bir kabiliyeti bile, görüldüğü gibi, muahhar dönemlerin
ürünleri olan tefsirler, yanıltmıştır. Gerçi sonuçta Esed Merhum, buradaki
engeli, üstün kültürel seviyesi ve hârika akliyye (rasyonalite) si ile,
dipnotta olsun aşmaya çalışmıştır! Çünkü, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere,
te'vil kelimesi bu âyette, tefsir anlamını, kendi potansiyeliyle bir türlü
kabullenememektedir! Biraz da bundan dolayı Merhum Üstad, engeli şöyle-böyle
aşmaya çalışmıştır. Fakat, aşamayıp, kendisinin de aşırı bir tehalükle
eleştiriler yönelttiği, muahhar dönemlerin ürünü olan geleneksellik engeli'ne,
Kur'andaki te'vil kelimesinin geçtiği diğer birçok âyette yenik düşmüştür!
Meselâ, Âlu Îmran Sûresi'nin 7.
âyetini bakınız nasıl terceme etmiştir:
"...Oysa, Allah'tan başka
kimse onun (müteşâbih'in) kesin anlamını bilemez."
Merhum burada da yine, dipnotta
telafi açıklamalarında bulunmuştur.
Yûnus Sûresi 39. âyet'in
çevirisinde de aynı problem, Üstad'ın yakasını bırakmamıştır:
"...Ve lemmâ ye'tihim
te'vîluhû: ...ve önceden kendilerine açıklanmamış olan şeyi yalanlamaya
eğilimliler."
Oysa ki, burada onlara
açıklanmamış olan bir husus yok! Olacak şey mi, bir husus kendilerine
açıklanmamış olsun; onlar da bunu inkâr etsinler!? Esasen tercemede başka
isabetsizlikler de vardır; şöyle ki:
"Ve lemmâ" edatının:
"önceden" anlamıyla karşılanması doğru değildir; "Henüz"
denmesi gerekirdi. Dolayısıyla, henüz kendilerine açıklanmamış bir şeyi
müşriklerin inkâr etmelerinin herhangi tutarlı bir tarafı yoktur!
Meal Dünyası'na ayaklarının
tozuyla henüz teşrif eden, emek mahsûlü iki çalışmada da yine aynı durum
sözkonusudur:
a. "Onlar, ilmini
kavrayamadıkları ve kendilerine yorumu gelmemiş olan bir şeyi
yalanladılar(Yûnus 39; Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin, Kur'an-ı Kerim Meali,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2001)."
b. "...ilmini
kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi, Yani Kur'an'ı
yalanladılar(Yûnus 39; Abdullah Parlıyan, Kur'an-ı Kerim ve Özlü
Tefsir/Tefsirlerin Özü, Damla Ofset, Konya 2001)."
Kur'an-ı Kerim, Hz. Yûsuf'un
çocukluğunda gördüğü bir rüyasını bize nakleder (Yusuf Sûresi, 4-5).
Buna göre, Hz. Yusuf rüyasında,
güneş ile ay ve onbir yıldız'ın kendisine secde ettiğini görmüş ve babası
Ya'kub as., O'na bu rüyayı kardeşlerine anlatmamasını tenbih etmişti. Nihayet,
bilindiği gibi Hz. Yûsuf'un başından bir sürü maceralar geçtikten ve Mısır
Yönetimine hâkim olduktan sonra, anne-babası'yla onbir kardeşi, Kenan
Diyarı'ndan kendisini görmeye gelmişlerdi. Kur'an, o heyecanlı sahneyi şöyle
hikâye eder:
"Yusuf, Anne-babasını tahtın
üzerine çıkardı ve hepsi O'nun önünde saygıyla eğildiler (secdeye kapandılar).
İşte o zaman Yusuf dedi ki: "Babacığım! İşte bu, daha önceki rüyamın
te'vili (ortaya çıkışı)! Kuşkusuz Rabbim onu gerçekleştirdi." (Yûsuf 100)
Burada te'vil kelimesinin
gerçekleşme, ortaya çıkma, bir şeyin âkıbeti anlamına geldiği o kadar açıktır
ki, bizzat âyette geçen "Kuşkusuz Rabbim onu gerçekleştirdi."
ifadesi, bu anlamın altını çizmektedir. Buna rağmen, pek çok mealde te'vil
kelimesi bu âyette de, olayın akışına, cümlenin yapısı ve bağlamına hiç
uymadığı halde, yorum ve anlam olarak terceme edilmiştir!
Dedi ki: "Ey babacığım! İşte
bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur." (Ali Özek ve Arkadaşları,
Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meâli)
"Ey babacığım!" dedi,
"Vaktiyle gördüğüm rüyanın gerçek anlamı buydu demek!" (Muhammed
Esed, Kur'an Mesajı: Meal-Tefsir)
"Yusuf Dedi ki: 'Babacığım!
İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur.' Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin,
Kur'an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)
"Yusuf dedi: 'Ey babacığım!
Yıllar önce gördüğüm rüyanın gerçek anlamı buydu demek!" (Abdullah
Parlıyan, Kur'an-ı Kerim ve Özlü Tefsir: Tefsirlerin Özü)
4. Tefsir ve Te'vil
kelimelerindeki temel anlam farkı nedir? Bunlar eş anlamlı değiller mi?
Te'vil kelimesinin Kur'an-ı
Kerimde geçtiği onbeş kadar yerde, hangi anlamlarda kullanıldığını yukarıda
açıklamaya çalıştık. Burada kısaca tefsir kelimesi üzerinde durmamız gerekiyor.
Arap dilinde:
"Tefsir: Bir şeyin
üzerindeki örtüyü açmak, hastadan alınan sıvı örneğine bakarak hastalığı teşhis
etmek, kısalığından ya da içerisinde bulunan bazı bilinmeyen ögelerin
bulunmasından dolayı kapalı ve muğlâk olan bir sözü açıklamak" demektir.
Kısaca, açıklama ve yorum anlamındadır. Kur'an-ı Kerim'de de aynı anlamda
kullanılır ve tek bir yerde geçer:
"Velâ ye'tûneke bi meselin
illa ci'nâke bi'l-hakkı ve ahsene tefsîran: Onlar sana bir mesel (akıl yürütme
ve kıyas) getirmeye görsünler; biz sana derhal, hakkı ve en güzel açıklamayı
getiririz." (25 Furkan 33)
Görüldüğü üzere, Kur'anî konumu
içerisinde tefsir ve te'vil kelimeleri birbirlerinden çok farklı manâlarda
kullanılmışlardır. Ancak, dînî ve edebî literatürde tefsir ve te'vil
kelimelerine gelince, durum tamamen değişmekte ve bu iki kelime, bazan
birbirlerine çok yakın (mütekarib:yakın anlamlı), bazan da eş anlamlı
(müteradif) olarak kullanılmatadır. Artık bu kullanım, tefsir ve te'vil
kelimelerinin ıstılahî yani belli bir ilim dalına âit olan kullanımlarıdır.
Buraya kadar anlattıklarımız ve bizim bu söyleşide ele aldığımız asıl konu,
ma'lumunuz, bu kelimelerin Kur'an-ı Kerim'deki kullanımlarıdır.
Tefsir, Fıkıh ve Usûl
(metodoloji) gibi İslâmî ilimlerde teknik(ıstılâhî) bir ta'bir olarak Te'vil
kelimesini şöyle tanımlayabiliriz:
"Bir sözü, zâhirî anlamı
dışında, ihtimali bulunduğu manâlardan birine, bu manâyı destekleyen geçerli
bir delil ve nedenle hamletmektir."
Bu, te'vil kelimesinin daha çok,
fıkıh usûlü'ndeki anlam ve tanımıdır. Te'vil kelimesinin, tefsir ilmindeki
ıstılâhî manâsına gelince, çeşitli şekillerde tarif edilmiştir.
Bu ta'riflerden önemli olan bir
ikisini vermeden önce, şunu belirtelim ki, yukarıda adı geçtiği üzere, ünlü
tefsir bilgini İbn Cerir et-Taberî ve benzeri birçok müfessir, eserlerinde
te'vil kelimesini tefsir anlamında kullanmışlar, hatta eserlerine tefsir
kelimesi yerine bu kelimeyi ad olarak vermişlerdir. Bununla, ister zâhirine
uygun düşsün ister düşmesin, bir sözün tefsir, açıklama ve yorumlanması
anlamını kasdetmişlerdir. Dolayısıyla, tefsir ilmi'nde kullanılan Te'vil
kelimesinin bilinen yaygın ıstılâhî manâsı budur. Buna göre te'vil, tıpkı
tefsir gibidir ki, doğru yapıldığında makbuldür ve benimsenir; yanlış ve batıl
olduğunda ise, reddedilir ve benimsenmez.
İmam Beğavî'nin tefsir ve te'vil
tarifleri şöyledir:
Te'vil: Âyet-i Kerimeyi, öncesi
ve sonrasına ( yani bağlamına) uygun olan muhtemel anlamına, Kur'an ve Sünnet'e
ters düşmeksizin, istinbat ve dirayet yoluyla hamletmektir.
Tefsir ise: Âyeti, nüzûl
sebepleri ve diğer açıklayıcı ögeleri dikkate alarak açıklamaktır.
Meşhur İmam Ebû Mansûr
el-Mâturîdî'nin ta'rifleri ise şöyledir:
"Tefsir: Âyetten murad
olunan anlamın, öyle olduğunu kesin olarak söylemek ve o manânın kastedildiğine
Allah Teâlâ'yı şahit tutmaktır. Bu şekilde yapılan tefsir şayet sağlam ve kesin
bir delile dayanıyorsa doğrudur; dayanmıyorsa yasaklanmış olan rey tefsiri
türündendir.
Te'vil ise: Kesin kaydıyla
söylemeksizin ve Allah Teâlâ'yı şâhit tutmaksızın, âyetin muhtemel manâlarından
birini tercih etmektir.
Bu bakış açısına göre tefsir:
rivayet'e, te'vil ise: dirayete dayanılarak yapılan açıklamadır.
Şunu tekrar vurgulayalım ki,
tefsir ve te'vil kelimelerinin bu anlam ve tanımları, fıkıh, kelâm, tefsir ve
usûl gibi belli başlı İslâmî ilim dallarına âit olan tanımlardır. Kur'anda bu
iki kelimenin hangi anlamda kullanıldığını belirtmiştik..
5. Âlu Îmran sûresinin yedinci
âyetinde geçen te'vil kelimesine nasıl bir anlam yüklenmelidir? Âyetin nüzûl
sebebini de sözkonusu ederek, burada te'vil'in ne anlama geldiğini açıklar
mısınız? Diğer taraftan, âyette bir de müteşâbih kelimesi geçmektedir: Bu,
Kur'anda manâsını Allahtan başka kimsenin bilemeyeceği âyetlerin bulunduğu
manâsına mı gelir? Yahut bir görüşe göre, müteşâbihleri, Allah'ın yanı sıra,
râsih (ilimde derinleşmiş) âlimler de bilebilirler mi?
Bu âyeti, dilimize şöyle
çevirebiliriz:
"O'dur sana Kitab'ı indiren!
O'nun muhkem olan âyetleri, Kitabın özü'nü oluştururlar. Bir de O'nun
müteşâbih'leri vardır ki, kalplerinde çarpıklık bulunanlar, kafaları
karıştırmak ve gelecekle ilgili tahminler yürütmek üzere, Kitab'ın
müteşâbihleri'ne kapılırlar. Halbuki, onların gelecekte nasıl sonuçlanacağını
ve içyüzlerinin ne olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez. Bilgide derinleşmiş
ilim uluları derler ki: 'Bizim bunlara imanımız tamdır; çünkü hepsi de Rabbimiz
katındandır.' Gerçeği ancak aklı erenler kavrarlar."
Yukarılarda müteaddit defalar
söylediğimiz gibi, Kur'anda te'vil sözü, bir şeyin âkıbeti, mahiyet ve hakikatı
anlamına geldiği ve bunu ortaya koyan birçok sahih rivayet ve dil kullanımı
bulunduğu halde, işbu Âlu İmran âyeti ve te'vil kelimesinin geçtiği diğer
birçok Kur'an âyeti, bu kelimenin dînî literatürdeki terminolojik manâsı olan
tefsir, açıklama ve yorum anlamına göre anlaşılmış ve yorumlanmış, özellikle
üzerinde durduğumuz bu âyetin tefsirinde fâhiş bir hata yapılmıştır ki, buna
göre:
"Kur'anda tefsiri ve
anlaşılması mümkün olmayan, mânâsını ancak Allah'ın bildiği birtakım âyetler
vardır." gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır.
Bu âyette geçen müteşâbih
kelimesinin lûgavî anlamı şudur:
"Bir başkasıyla benzeştiği
ve karıştığı için, iyi ayırt edilmeyen ve açık-seçik anlaşılmayan şey."
Müteşâbih kelimesinin bu âyette
geçen anlamıyla, dînî terminolojideki ıstılâhî anlamı birbirinden farklıdır.
Âlu İmran Sûresi'nde geçen mütüeşabih'ten maksat, Kur'an'ın bütünlüğünden ve
âyetle ilgili nüzûl sebeplerinden de anlaşılacağı üzere:
Kur'an âyetlerinde gelecekte vukû
bulacağı bildirilen kıyamet, kıyamet öncesi ve sonrası olaylar, Yahûdilerin
ebced hesabına dayanarak Muhammed Ümmeti ve İslâm Dini'nin hükümranlık süresine
dâir hesaplara dayanak yaptıkları hurûf-ı mukattaa, Allah Teâlâ hakkında âyet
ve hadislerde geçen zat, nefs, vech, yed, istivâ ve nüzûl gibi ifadeler, Hz.
Îsa için kullanılan Allah'ın rûhu ve Kelimesi gibi tabirlerdir.
Bunlar, görüldüğü üzere, ya
gelecekte vukû bulacakları için gaybî olaylardır; ya da Allah Teâlâ'nın zat ve
sıfatlarını ilgilendirdikleri için, beşer aklının idrak sınırlarının ötesinde
yer alan hakikat ve mahiyetlerdir. Bunlardan, istikbalde vuku bulacakları
bildirilen müteşâbihlerin, ne zaman meydana gelecekleri kesinlikle bilinmez.
Allah'ın zat ve sıfatlarıyla alâkalı olan müteşâbih âyetlerde geçen ifadelerin
ise, hakikat, mâhiyet ve keyfiyetleri yine bilinmez; bunlara, âyet ve
hadislerde bildirildiği üzere oldukları gibi, zâhir ve hakikatlerinden ayrı
başka anlamlara çekilmeden, mâhiyetleri Allah'a havale edilerek inanılır.
Görüldüğü gibi, müteşabihlerle ilgili olarak kullanılan kelime, tefsir değil
te'vil kelimesidir; dolayısıyla, müteşabihlerin tefsir'leri değil, te'vil'leri
yani akıbet ve mahiyetleri bilinmez denilmektedir.
Müteşâbih'lerin tefsir'lerine
yani anlam'larına gelince, bunlar bilinir. Meselâ, Allah Teâlâ'nın istiva
sıfatını alacak olursak, İmam Mâlik'in de dediği gibi, istivanın manâsı
ma'lumdur yani bilinir; o da: "Allah Tealâ'nın, arşının üzerinde
olduğudur." Fakat istivanın te'vili yani nasıllık ve niceliği, Allah'ın
istivasının nasıl bir şey olduğu, Allah'ın, arşının üzerinde ne şekilde
bulunduğu gibi, nitelik ve niceliğe yani âkıbete ilişkin hususlar bilinmez.
Binanaleyh, Âlu İmran âyetinde
yasaklanan, müteşâbih de olsalar bazı Kur'an âyetlerinin tefsir edilmeleri ve
anlaşılmaları değil, bunların nasıllık ve nicelikleri hakkında tahmin ve
ihtimaller yürütmektir ki, Kur'anın dilinde bunun adı te'vil'dir ve yasaklanan
budur.
Mesela, müteşâbihat'tan olan
mukattaa harfler'in tefsirleri yasaklanmamış, bunun için de sahabe döneminden
itibaren bunlarla ilgili pek çok tefsirler yapılmış ve onlarca anlam ileri
sürülmüştür. Bu nedenledir ki biz, hazırlamakta olduğumuz Meal çalışmamızda,
Bakara Sûresinin birinci âyetini dilimize şöyle çevirdik:
Elif Lâm Mim (den ibaret alın size
kendi dilinizden bir Kitap) !
Bu çevirinin, elbette ki tâ ilk
dönemlere uzanan ilmî bir dayanağı vardır ve Taberî'nin de naklettiği yirmi
kadar yorumdan en meşhuru ve ma'kulüdür. Dolayısıyla, müteşabihattan olan
mukattaa harflerin anlaşılmaları ve tefsir edilmeleri değil, te'villeri, yani
gelecekle ilgili hangi olaylara delâlet ettikleri ve bunların mâhiyet ve
hakikatleri yani âkıbetleri'dir. Çünkü, Âlü İmran âyetinin nüzûl sebeplerinden
de anlaşıldığı üzere, Cifr ilmine meftun ve mübtela olan hurafeci Yahûdî
Milleti, bu harflerden hareketle, gelecekle ilgili birtakım tahminler
yapmışlardı da Kur'an onlara bu âyetiyle gereken cevabı vermişti.
Kısacası, bu âyetten, Kur'anda
anlaşılması imkânsız bazı âyetlerin bulunduğu kesinlikle anlaşılmaz. İbn Cerir
Taberî'nin dediği gibi:
"Allah Tealâ'nın Peygamber
S.e vahyettiği Kur'an âyetlerinin hepsi, O'na ve ümmetine açıklanmak ve
âlemlere hidayet olmak üzere indirilmiş olup, Allah'ın Kitabı'nda, ne insanları
ilgilendirmeyen ve onların ihtiyacı olmayan bir şey, ne de onların ihtiyaç
duydukları halde anlamaya yol bulamayacakları bir husus, kesinlikle
yoktur!" (Taberi, tefsir, Mısır 1323, 5/96)
Kur'an-ı Kerim'de Allah Tealâ'nın
sıfatları olarak geçen istiva, yed, vech gibi müteşâbih âyetlerin manâlarının,
Allah'ın şanına uygun ve lâyık bir şekilde hakiki ve reel manâlarıyla
anlaşılması, Kur'ana göre yasaklanmamış, yukarıda işaret ettiğimiz gibi
bunların sadece te'villeri yani insan aklınca, fizik dünyaya bakılarak Allah
Tealâ'ya roller biçilmesi ve O'nun bir şeylere benzetilmesi yasaklanmıştır.
Bu âyetin, nüzul öyküsü ve
konusuyla ilgili, kaynaklarda özetle şu bilgilere rastlanır:
1. Âyette kasdolunanlar, Necran
Hıristiyanları'dır. Bunlar, bir heyet halinde Peygamber S.e gelip Îsa
Aleyhisselam hakkında tartışmışlar, Kur'an-ı Kerim'in, Hz. Îsa hakkında
kullandığı "Allah'ın Rûhu ve Kelimesi" tabirini duyunca, bunu kendi
sapık akîdeleri doğrultusunda te'vil edip, Îsa'nın ulûhiyyetine delil
göstermeye kalkmışlardır.
2. Âyet, içlerinde Huyey b.
Ahtab'ın da bulunduğu bir grup Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bunlar, bir vesileyle
Hz. Peygamber'den işittikleri mukattaa harflerden, ebced hesabı ve cifir ilmi
yoluyla, İslam'ın hükümranlık süresini çıkarmaya kalkmışlardı.
3. Bu âyet, terminolojik
anlamıyla te'vil'e (farklı anlam ve yoruma) ihtimali bulunan bazı âyetleri, Kur'an
ve hadislerin muhkematına aykırı olarak te'vil(tefsir) ve tahrife tabi tutan ve
böylece dinde bid'at çıkaran herkes hakkındadır.
Bütün bu rivayet ve
değerlendirmelerden, özellikle de, âyette yer alan:
"Bir de O'nun müteşâbih'leri
vardır ki, kalplerinde çarpıklık bulunanlar, kafaları karıştırmak ve gelecekle
ilgili tahminler yürütmek üzere, Kitab'ın müteşâbihleri'ne takılırlar!"
açıklamasından anlaşılan odur ki, burada Kur'anın müteşabihlerinin
anlaşılmayacağı söylenmiyor, bilakis Kur'an âyetlerinin, birtakım çarpık amaç
ve ideolojilere âlet edilmesi kötüleniyor. Sırf müteşâbihlere takılarak Kur'ana
parçacı yaklaşım yeriliyor, Muhkem âyetlerin Kur'anı anlamada önemi
vurgulanıyor; Allah'ın Kitabına art düşünceli yaklaşımlar zemmediliyor ve
yasaklanıyor.
6. Yaptığınız bu açıklamaya göre,
Allah'ın sıfatlarını konu alan müteşâbih Kur'an âyetleri de anlaşılabiliyor. Bu
âyetlerin diğerlerinden bir farkı yok mudur?
Kur'anın tümü üzerinde düşünmemiz
ve âyetlerini anlamak için çaba sarfetmemiz gerekmektedir. Fakat burada,
özellikle Allah'ın sıfatlarının konu edinildiği müteşâbih âyetlerin
anlaşılmalarında, özellikleri icabı ayrı bir özenin gösterilmesi ve diğer
âyetlere nisbetle özel birtakım şartlara daha riayet edilmesi gerektiğini ve
bunun bizzat Kur'an tarafından istendiğini vurgulamamız gerekiyor. Her nekadar
Hz. Peygamber, Sahâbe, Tâbiûn ve müctehid imamlar, umûmun zannettiğinin aksine,
müteşâbih âyetleri anlamaktan ve yeri geldiğinde tefsir ve izah etmekten
kaçınmamışlarsa da, müteşâbihler konusunda daha bir titiz davranmışlar,
Allah'ın sıfatlarını konu alan âyetleri anlarken ve tefsir ederken, ta'tîl'den
de, teşbih ve tecsim'den de şiddetle kaçınmışlardır. Ama hiçbir zaman bu ümmet,
Hz. Peygamber de dahil, Allah'ın sıfatlarıyla ilgili müteşâbih âyetler
hakkında:
"Bunlar anlaşılmazlar. Ne
anlama geldiklerini biz bilmeyiz. Bunlara sadece iman eder geçeriz!"
dememişlerdir. Nitekim, Peygamber S., Zümer Sûresindeki bir âyeti, hutbede, son
derece açık, somut, hakîkî ve reel anlamıyla açıklamıştır. O âyet şudur:
"Onlar Allah'ı hakkıyla
takdir edemediler. Halbuki tüm yeryüzü, kıyamet gününde O'nun avucundadır ve
gökler O'nun sağ elinde dürülüdür. Müşriklerin ortak koşmalarından münezzeh ve
mütealdir O Allah!" (Zümer 67).
"Allah'ın Rasûlü minberde bu
âyeti okurken, elini bir böyle bir şöyle çevirerek diyordu ki:
"İşte böyle, bu şekilde!
Allah, kendi nefsini o gün ululayacak ve diyecek ki: 'Cebbar benim! Mütekebbir
benim! Melik benim! Benim aziz! Benim kerim!'
"Olayı nakleden sahabi diyor
ki:
"Bunları söylerken Hz.
Peygamber ile birlikte minber öylesine sallanıyor ve sarsılıyordu ki, biz,
minber devrilecek dedik!" (Müslim, münafikûn 23; İbn Kesir, Tefsir, Beyrut
1966, 2/328)
Ümmetin İlkleri de Hz.
Peygamber'i örnek alarak, Allah'ın sıfatlarını hakiki manalarıyla
anlamışlardır. Fakat ne gariptir ki, dün ve bugün birçok kimse, müteşabih
âyetleri ısrarla sembolik bir takım manâlarla te'vil etmişler, onları hakiki ve
zahiri manalarıyla anlamanın teşbih ve tecsime yol açacağını söyleyip
durmuşlardır. Buna göre acaba ilk mücessime ve müşebbihe -hâşa- Hz. Peygamber,
Sahabe-i Kiram, Tâbiiler ve müctehid imamlar mıdır?
Kur'andaki şu iki âyet ne
ilginçtir ki, biri insan bazında, diğeri de eşya planında olmak üzere, Cenab-ı
Hak'la ilgili olarak, fizik âlemdeki tüm benzetme yollarını reddetmiştir:
"Hiçbir şey, O'nun misli
gibi (bile) değildir." (Şûra 11)
"Hiç kimse, O'nun
dengi-benzeri değildir." (İhlâs 4)
Bu her iki âyet de: "Allah'a
benzerler ve denkler kılmayın!" (Nahl 74) âyetinin açıklamasıdır. Aslında
bu son âyet, tâbir caizse, Allah'ın zat ve sıfatları konusunda insanlar
tarafından kesinlikle bir girdi ve müdahalede bulunulmamasını emretmektedir. Bu
âyet şu anlama gelmektedir:
"Allah'ı belli ölçülere
sığıdırmaya ve O'na kendinizce birtakım roller biçmeye kalkamayın!"
Allah'ın arşa istivasını, insanın
sandalyeye oturuşuyla bir tutan, O'nun nicelik ve niteliğini bilmediğimiz yed
(el) ini, insanın uzvu olan eli gibi tasavvur eden zihniyet ile, arşına
istivası'nı evrene hükmetmesi olarak anlayan ve elini kudret ya da nimet olarak
algılayan zihniyet, birbirlernine tavır ve metod olarak çok yakındırlar; çünkü
her ikisi de, Allah'a kendilerince rol biçmişler, böylelikle, ne bir ölçü ve
misale, ne de herhangi bir beşerî ta'rif ve tahdide sığmayan Yüce Yaratıcı'yı,
fizik dünyanın kaba geometrileriyle yahut insanın vehimler dünyasının şüpheci
ölçüleriyle değerlendirmişlerdir!
Her iki düşünce tarzında da,
ilâhi sıfatları konu alan müteşâbihlerin te'viline kalkışıldığı ve Kur'anî
yasağın çiğnendiği açıktır. Müşebbihe, Allah Teâlâ'nın istiva ve yed'ini,
insanın oturuşuna ve eline benzetirken, Muattıla yani te'vil ve mecaz ehli olan
sembolistler de, Allah'ın istiva ve yed'ini, kudret ve egemenliğe teşbih
ederek, herhangi şer'î ve geçerli bir delil olmaksızın tamamen kendi zihinsel
dünyalarının sübjektif beşerî ürünleriyle oluşturdukları anlamlarla, Zât-ı
İlâhî'yi, tarif ve tahdide yeltenmişlerdir.
Kur'an-ı Kerimdeki birtakım
anlatımları, herhangi bir mesnede dayanmadan temsîlî olarak yorumlayanlar,
hangi noktaya kadar temsîlî ve sembolist kalacaklar? Kur'anda bize cennet,
cehennem, hûri, ğılman, vildan, arş ve kürsî'den bahsediliyor. Cennet,
gerçekten bize anlatıldığı gibi içinde şırıl şırıl ırmakların aktığı, serinlik
ve selâmetin, ağaçların bulunduğu, kuşların cıvıldaştığı, hûrîlerin salına
salına gezindikleri, vildan'ın Cennet ehline hizmet için fırıl fırıl döndükleri
reel bir mekândır; ama onların boy-posları, fizikî evsafı ve güzellikleri,
nedir-nasıldır; o ağaçlar ve ırmaklar nasıl şeylerdir; evet bütün bunlar konunun
te'vil yani mâhiyet ve âkıbet yönüyle alâkalı hususlardır ki, bizim için
bilinmeyen şeylerdir. Ve yasaklanan da, bunlara girmektir. Evet ama, aynı
zamanda bunları birer sembol ve meselâ müphem spirtüel mahiyetler olarak
algılamak ve değerlendirmek de yanlış ve yasaktır. Bu da, birtakım realiteleri
ta'tile yani işlevsizliğe götürür! Hem sonra, bu tip sembolist yaklaşım ve
davranışların başlangıç ve bitim noktası ve bunda bizim delilimiz ne olacak?
Bunlar nihayet, bizim sübjektif zihin dünyamızın ürünleri olan yorumlar
olmayacak mı? Herkes kendince değişik birtakım icat ve yorumlara gitmeyecekler
mi? Böylesine bir belirsizlik ve sınırsızlık içinde, sonuçta şuraya ulaşmamak
için bir sebep var mı?
"Haşir, cismâni değil
rûhanîdir ve insanlar öteki dünyada gerçekten değil manevi olarak haz ve elem
duyacaklardır!"
Birileri çıkıp: "Salât bir
sembol, bir dua ve manevi bir konsatrasyondur!" dese, eşyanın hakikatını
nefyettikten ve her şeyi zıll u zâil olarak gördükten sonra, buna karşı hangi
delil ile çıkacaksınız? Allah'ın arşı'nı hükümranlık olarak anlarsanız, şu
âyetleri ne yapacak ve onları nasıl yorumlayacaksınız?:
"Arşı taşıyan ve onun
çevresinde bulunan (melek) ler, Rablerini hamd ile tesbih ederler. Onlar
Allah'a inanırlar ve mü'minler için bağışlanma dilerler." (Ğâfir-Mü'min,7)
"Gök o gün yarılmış, artık
çökmeye yüz tutmuştur ve melekler onun kenarında bulunmaktadırlarlar. Ve
üstlerinde de, o gün, Rabbin'in arşını sekiz (melek) taşımaktadır!" (Hâkka
16-17)
Konuyla ilgili sahih haberlere
gelince, bunlardan sadece Buhari'nin şu rivayetini hatırlatmakla yetiniyoruz:
"Allah'tan Cennet
isterseniz, Firdevs Cenneti'ni isteyin; çünkü O, cennet'in en orta yerindedir
ve Rahman'ın Arşı, onun üstünde yer alır."
Bütün bunları sembol olarak
almak, hakikaten imkânsızdır!
Bilindiği üzere Kur'an, bizzat
kendi ifadesiyle, hak ile indirilmiş bir Kitaptır. Hak ile indirilmiş olmak,
boşuna olmayarak indirilmiş demektir ki, onun da manası şudur:
Allahın âyetleri, kendi hakiki ve
zahiri manalarına delalet ederler. Kur'an âyetleri, bir takım zihin
cimnastiklerine konu olsun diye değil, insanların inanç ve amel dünyalarına,
Allah'ın murad ettiği şeklin ve düzenin verilmesi için indirilmişlerdir.
İnsanlığın, Allah'ın istediği istikamette değişime ve salâha kavuşması da ancak
bununla mümkündür. Dolayısıyla, Kur'an âyetleri, herhangi geçerli ve şer'î ve
bir delil ve gerekçe olmadıkça, Arap dilindeki kendi hakiki ve reel manalarına
göre anlaşılmalıdır. Şayet Allah'ın âyetleri, böyle değil de, bizim son derece
karmaşık zihin dünyamızda icad ettiğimiz ve nihayet zan ve vehimden öteye
geçmeyen ölçülere göre anlaşılacak olursa, o zaman, konuşan ve mesaj veren ana
öge Kur'anın kendisi değil, aksine, insanın nefs-i emmaresi ve hevası olur!
7. Yûsuf Sûresi'nde bildirildiği
üzere, Ya'kup Peygamber, oğlu Yûsuf'a şöyle der:
"İşte Rabbin seni böyle
seçecek ve sana (rüyada görülen) olayların te'vilini öğretecek..." (Yûsuf
6)
Burada geçen te'vil'den maksat,
çoğu meallerde görüldüğü gibi, rüya yorumlamak ve ta'bir etmek midir? Yoksa,
te'vil ile ta'bir ayrı şeyler midir?
Te'vil kelimesi Kur'an'da geçtiği
tüm yerlerde, baştan beri söylediğimiz gibi:
"Bir şeyin ortaya çıkması,
âkıbet ve sonucu" anlamına gelir. Dolayısıyla bu âyette de aynı
anlamdadır. Buna göre, rüyanın te'vili demek, uykuda insanın gördüğü rüyanın
çıkması, yani fizik dünyada gerçekleşmesi demektir. İnsan rüyasında, temsîlî
olarak birtakım gerçekler görür. Şayet, misal âlemi diyebileceğimiz rüyasında
gördükleri, gündüzün yaşadığı olayların bilinçaltına itilmiş psikolojik
birikimlerinden ve bunların taşmasından ibaret vehim ve hayaller, şeytani
vesveseler değil de, muhatabı bir konuda uyarıcı niteliği olan sadık/gerçek bir
rüya ise, bu, umumiyetle zamanı geldiğinde reel hayatta gerçekleşir ve kişinin
karşısına çıkar. İşte bu, rüyanın te'vili yani hakikati'dir. Yani bu, rüyanın
yorum ve ta'biri değil, onun gerçekleşmesidir; o nedenle rü'yanın te'vili,
rüyanın yorumlanması'ndan ayrı bir şeydir. Dolayısıyla da, Kur'anda geçen
Te'vîlu'r-Ru'yâ (rüyanın te'vili) ve Te'vîlu'l-Ehâdîs (rüyada görülen olayların
te'vili) kelimeleri, rüyanın yorumu manasında değil, rüyanın âkıbeti yani
gerçekleşmesi manasındadır.
Ancak şu var ki, insan, rüya
konusunda bilgi ve deneyim sahibi ise, rüyasında gördüğü şeylerin neye
çıkacağını, hayatta ne gibi bir şeyle karşılaşacağını ve başına iyi ya da kötü
ne geleceğini, henüz rüyası çıkmadan önce, bir ölçüde, bazan çok net bir
şekilde sezebilir. İşte bu, kişinin, henüz rüyasının te'vili yani akıbet ve
hakikatı ortaya çıkmadan önce, rüyasının te'vilini yani neye çıkacağını
kestirmesinden ibarettir ki, işte rüya ta'bir etmek veya rüya yorumlamak
denilen şey budur. İnsan, bu konuda uzman olan birisine de rüyasını anlatabilir
ve o kişi de, başkasının gördüğü rüyanın te'vilini, yani neye çıkacağını çözümler,
ta'bir eder, söyler; yani o da bir başkasının rüyasını ta'bir eder.
İşte, âyette Hz. Yûsuf'a Allah'ın
öğreteceği bildirilen ve Hz. Yûsuf'un da, bilahare zindanda iken yapacağı şey
budur. Hz. Yusuf, kendisine anlatılan rüyaların neye çıkacağını, Allah'ın
kendisine verdiği bilgi sayesinde, çok açık, kesin ve şüphe götürmez bir
şekilde söylüyor, ta'bir ediyordu. Dikkat edilirse, Hz. Yusuf'un burada yaptığı
şey, rüyayı te'vil değil, rü'yanın te'vili'ni yani akıbet ve hakikatı'nı ta'bir
etmektir. Dolayısıyla Hz. Yusuf, rüyayı te'vil etmemekte, fakat rüyanın
te'vilini yani âkıbetini haber vermektedir. Bir diğer ifadeyle, Yûsuf'un rüyayı
ile ilişkisi te'vil değil ta'bir'dir.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, Yusuf
as.ın rüyayı te'vil ettiği söylenmiyor, fakat rüyanın te'vilini haber verdiği
söyleniyor. Çünkü, rü'yayı te'vil etmek demek, onu gerçekleştirmek ve ortaya
çıkarmak demektir ki, bu, mantık ve imkân dışı bir şeydir! Zira, görülen rüyayı
bir insanın vukû buldurması/yaratması olacak şey değildir. İnsan ancak, rüyanın
te'vilini yani âkıbetini ve ne şekilde gerçekleşeceğini haber verebilir.
Şu âyetlerde bu açıkça görülür:
"O iki delikanlı dedi ki:
'Ey Yûsuf! Rüyamızın te'vilini bize haber ver!'... ... Yusuf dedi: 'Adınıza
ayrılan yemek size gelmeden önce, mutlaka onun te'vilini size haber
vereceğim/bildireceğim.' (Yusuf 36-37)
Görüldüğü üzere her iki âyette
de: "Nebbi'nâ bi te'vîlihi" ve "Nebbe'tukumâ bi te'vîlihî"
deniliyor; fakat: "Evvilhu lenâ" ve "Evveltu lekumâ
te'vîlehû" gibi bir ifade kullanılmıyor; bu ise, rüyanın te'vil
edilmeyeceğini, ancak rüyanın te'vilinin haber verilebileceğini belirtir.
Kur'an-ı Kerimde, yine rüya ile
ilgili olarak geçen ve bizim Türçede kullandığımız ta'bir kelimesinin yerine
kullanılan ta'burûn kelimesine gelince, işte o kelime(fiil), "Rüyayı
ta'bir etmek, rüyanın neye çıkacağını (yani te'vilini) söylemek ve rüyayı
yorumlamak" demektir. Nitekim âyette denilir ki:
"Hükümdar dedi ki: '...Ey
saygın topluluk! Rüyamla ilgili bana bilgi veriniz; madem siz rü'ya ta'bir
ediyorsunuz!: Eftûnî fi ru'yâye in kuntum li'r-ru'yâ ta'burûn!' Onlar dediler
ki: 'Bunlar karmakarışık düş'lerdir. Biz böyle düş'lerin te'vîlini bilmeyiz:
Kaalû adğâsu ahlâm ve mâ nahnu bite'vîli'l-ahlâmi bi âlimîn.' (Yusuf 43-44)
Görüldüğü gibi, yorum ve ta'bir
karşılığında Kur'an-ı Kerim'de kullanılan kelime, te'vil değil; a-b-r kökünden
türeyen ta'burûn kelimesi yani fiilidir. Dikkat edilirse, âyette, kral,
yorumcularına: "Rüyamı te'vil edin!" demiyor; fakat: "Madem rüya
ta'bir ediyorsunuz; o halde benim rüyam hakkında bana bilgi verin!"
derken, kralın yorumcuları da: "Biz karmakarışık düşlerin te'vilini
bilmeyiz!" diyorlar; yani onlar da, rüya te'vil etmek'ten değil, rüyanın
te'vilini bilip bilmemek'ten bahsediyorlar. Bütün bunlar, te'vil ile ta'bir'in
farklı şeyler olduğunu; te'vil'in: rüyanın gerçekleşmesi, ta'bir'in ise:
rüyanın çözümlenme ve yorumlanması manasında olduğunu açıkça göstermektedir.
Verdiğiniz bilgiler için teşekkür
ederiz.
12.02.2002 - Murat Kayacan