1. Te'vil kelimesinin anlamı nedir?



E-V-L kökünden gelen Arapça bu kelime, bir şeyin varacağına varması, sonucunun ortaya çıkması, âkıbeti ve sonucu gibi anlamlara gelir ki, bunların hepsi de aynı ma'naya gelir. Yalnız bu, te'vil kelimesinin lûgat yani sözlük anlamıdır. Kelimenin Arap dilinde ilk doğduğu, herhangi özel bir durum ve nesne için husûsileşmediği ve teknik/ıstılahî bir anlam kazanmadığı dönemlerdeki manasıdır. Daha doğrusu, te'vil denildiğinde, Arap dilinde kastedilen ve de anlaşılan niteliksiz ve doğal anlamı budur.

Nitekim, Sahâbe'den Abdullah b. Revaha, Hudeybiye anlaşmasıyla tehir edilen ömre haccının kazası vesilesiyle bulunduğu Mekke'de, Allah'ın Rasûlü S. in devesinin yularından tutmuş çekiyorken, etrafına toplanıp kendisine bakışan Mekke ahâlisi ve çocuklarına şu şiiri okumuştu:



"Hallû beni'l-kuffâri an sebîlihi

Hallû fe kullu'l-Hayri mea Rasûlihi

Nahnu nukatilukum alâ te'vîlihî

Kemâ darabnâkum alâ tenzîlihi

Darben yuzîlu'l-hâme an makîlihî

Ve yuzhilu'l-Halîle an halîlihî:



Çekilin O'nun yolundan ey kâfir oğulları! Çekilin, çünkü bütün hayırlar Allah'ın Eçisi'yle birliktedir. Daha önce sizlerle, Kur'anın inişine karşı çıktığınız için savaşmıştıktık. Bugün ise, O'nun te'vîli (içerdiği haberin ve fetih müjdesinin gerçekleşmesi) uğrunda sizlerle savaşmak üzere buradayız!..."

Görüldüğü üzere, o günün sözlü ve yazılı edebiyatında te'vil kelimesi: "Bir şeyin gerçekleşmesi, ortaya çıkması, uygulamaya geçirilmesi yani akıbet ve sonuç" anlamında kullanılmaktadır.



Bilindiği gibi Hz. Peygamber S., Hicretin altıncı yılında, Ashabıyla birlikte umre yapmak üzere Mekke'ye doğru yola çıkmıştı. Zira, rüyasında, emniyet ve âsâyiş içinde Mescid-i Haram'a girdiğini, başını tıraş ettiğini, Ka'be'nin anahtarını alıp, huccac'la birdlikte Arafat'a çıktığını görmüştü. Bu, Allah'ın va'di manâsını taşıyordu. Çünkü peygamberlerin rüyaları kesin bilgi ifade ederler ve vahiy değerindedirler. Bu rüyaya göre, Müslümanlar, yakın bir gelecekte Mescid-i Haram'a gireceklerdi. İşte bu nedenle umre için yola çıkılmıştı. Ancak müşrikler o sene buna razı olmamışlar, Hudeybiye anlaşmasıyla, umre gelecek yıla bırakılmıştı. Bu durum, Fetih Sûresinin 27. âyetiyle de desteklenmiş, yani Hz. Peygamber'in gördüğü rüyanın olduğu gibi çıkacağı müjdelenmişti. İşte, Abdullah b. Revaha'nın irticalen okuduğu bu şiirinde ifade ettiği, Peygamber S.in gördüğü rüyanın ve Fetih Sûresinde verilen müjdeli haberin gerçekleşeceği ve bunun için orada bulundukları idi.



Diller, bilindiği üzere semantik gereği, zamanla yeni anlamlar yüklenir ve kazanırlar; eski anlamlarından bir kısmını veya çoğunu yitirirler yahut özel yeni oluşum ve nesnelere ad olurlar. Bu, dünyadaki bütün diller için sözkonusu olan ortak bir vakıadır. Yani diller de, kendi kanun ve kuralları içinde canlı varlıklardır. Doğarlar; gelişirler, yükselirler; duraklar ve gerilerler. Burada önemli olan, dildeki bu semantik gerçeği görmezlikten gelmeden, kelimelerdeki anlam seyrini izlemek ve hangi dönemde yeni ne gibi manalar kazandıklarını kronolojik olarak tesbit etmek ve hangi dönem metinleri içinde geçiyorlarsa, o dönemdeki anlamlarını tesbit etmek ve kelimelere sağlıklı manalar verip, metinleri düzgün anlamaktır. Dolayısıyla, bir metnin, okunmak ve anlaşılmak üzere ortaya çıktığı yüzyıl, mutlaka bilinmeli ve metindeki problem kelimenin o dönemdeki anlamı dikkate alınarak metin anlaşılmalı ve tefsir edilmelidir. Belli bir toplumda ve belli bir yüzyılda ortaya çıkmış/söylenmiş yazılı yahut sözlü bir metindeki kelimeler, daha sonraki yüzyıllarda kazandıkları manâlara göre anlaşılmaya kalkışıldığında, büyük yorum aksaklıklarına yol açılır ve metinler tahrif edilir.



Bazı kelimeler, dil tarihi içerisinde dönem dönem çeşitli terminolojik manâlar kazanırlar ve bu manâlarla, vaz'î olan aslî manâlar arasında çoğu kez önemli farklılıklar ortaya çıkar. Dolayısıyla, yazılı veya sözlü herhangi bir kelamı sağlıklı bir şekilde anlayabilmek, lâfızların luğavî ve ıstılâhî manâları arasındaki farkları bilmeğe bağlıdır.



2. Te'vil kelimesinin Kur'andaki bu anlamı ile, tefsirlerdeki anlamı arasında bir farklılaşma olmuş mudur?



Yukarıda da kısaca kısaca değindiğimiz gibi, böyle bir farklılaşma olmuştur. Ancak bu farklılaşma, mutlak ve bidüziye değildir; yani bütün tefsirlerde ve her müfessirirn eserinde kesin ve aynı şekilde vukû bulmamıştır. Hatta, hiç farklılaşmaya uğramayan ve kelimenin Kur'anda geçtiği orijinal manasını bütün asliyetiyle koruyan -sayıları az da olsa- tefsirler ve müfessirler vardır. Esasen bu durum, biraz da, ilk döneme yakınlık ve uzaklıkla yakından alâkalıdır. Yani, tefsir ilminin henüz tedvin edilmediği, yani bir kitap haline getirilmediği ve şifahi olarak hayatiyetini devam ettirdiği dönemlerdeki müfessirlerin kullanım ve yorumlarında, hep bu kelimenin Kur'andaki anlamı hâkimdir ve bazı istisnalar hariç, herhangi bir yabancılaşma ve problem mevcut değildir.



Bu safiyet ve Kur'an dili üzerindeki bu titizliğe, tefsir ilminin tedvin edildiği ve muntazam bir ilim dalı olarak kitaplaştığı erken dönem yazılı eserlerinde de rastlanır. Mesela, erken dönemlerde kelami yorumları yazılı tefsir müdevvenatına katan ve bu mecrada önemli problemlerin tescil ve kemikleşmesine sebep olan dilci müfessirlerden, hicri 210 vefatlı Ebû Ubeyde Ma'mer b. El-Musennâ'nın "Mecazu'l-Kur'an" adlı eserini istisna edersek, bu safiyet ve titizlik korunmuştur. Bu zat, çok erken dönemlerde kaleme aldığı bu eserinde, Kur'andaki te'vil kelimesini tefsir anlamında kullanarak, kendinden sonraki birçok bilgin ve araştırmacıyı yanıltmıştır. Bu alandaki hatanın temel kaynağı Ebû Ubeyde'dir denilse mubâlâğa edilmiş olur mu; bilmem!

Oysa ki, yine bir başka "Meâni'l-Kur'an" yazarı ve hicri 207'de vefat etmiş olan Ebû İshak ile, hadis ve rivayet ilimleriyle de ciddi manada meşgul olmuş ve bu alanda çok mühim eserlere imza atmış bulunan ve aynı zamanda bir dilci de olan hicri 204 vefatlı Ebû Ubeyd el-Kasim b. Sellam ve diğer pek çok ilk dönem âlimi, bu konuda örnek bir titizlik sergilemişlerdir.



Burada, "Câmiu'l-Beyan an Te'vili'l-Kur'an" adlı ölümsüz eserin yazarı İbn Cerir et-Taberî'yi mutlaka anmak gerekir! Çünkü, sözkonusu ettiğimiz bu ulemadan yüzyıl kadar sonra yaşamış olan (h. 310), aynı zamanda dilci, fakih ve tarihçi de olan Müfessir Taberî, başta te'vil kelimesi olmak üzere Kur'an müfredatının asli anlamlarını koruma konusunda hârika bir titizliğe imzasını atmıştır. İşin en önemli yanı, O'nun, baştan sona bütün Kur'an âyetlerini içine alan böyle muazzam bir tefsir de yazmış olmasıdır. Aslında Taberî'ye, Kur'an-ı Kerim'i kendi özgün atmosferi ve dokusu içinde anlama şansını veren, O'nun dilciliği yanında, rivayet ilimlerine olan vukûfiyetidir. Çünkü, rivayet ve hadis ilimlerinde taklitçi değil de tahkikçi bir yol izleyen bir kısım ulema, genellikle lûgat ilminde de semâî bir metod izlemişler ve sözkonusu bu disiplinler sayesinde, Kur'an kelimelerini anlama ve anlamlandırmada titiz davranmışlar, kendi görüş ve kanaatlerini, Kur'an kelimelerinin Allah'ın Kitabı'nın indiği dönem arapçasıyla kayıtlı tutmaya özen göstermişler ve nerelerde rasyonalite ile, nerelerde sem'iyyat ile hareket edeceklerine dikkat etmeyi ihmal etmemişlerdir.



Te'vil kelimesinin Kur'anî anlamının korunması konusunda Arapça Sözlükler'le ilgili olarak da önemli bir husûsa işaret etmekte fayda vardır:

Bu konuda Arapça sözlükleri ikiye ayırmak gerekir:

Bir kısım sözlükler vardır ki, Kur'an kelimelerinin, ıstılahların hegemonyasına uğramadan önceki ümmî, saf ve orijinal anlamlarını verirler. Bu sözlüklere, hicrî 395'te vefat eden bir dilci olan İbn Fâris'in "Mu'cemu Mekayîsi'l-Lûğa" sı ile, Meşhur Türk Bilgini ve târihte ilk uçuş denemesini gerçekleştirmiş olan, hicri 453 vefatlı İsmâil el-Cevherî'nin "ES-SIHAH Tâcul-uğa ve Sıhâhul-ârabiyye" adlı eserini örnek verebiliriz. Tabii ki, bu özelikte daha birçok eserler de vardır. Bunlar, arapça kelimelerin, ıstılahların istilasına uğramadan önceki anlamlarını koruyan lûgatlerdir ve bunların Kur'an'ı anlamada çok önemli yerleri vardır.

Bir kısım sözlükler de vardır ki, bunlar ansiklopedik evsafı haizdirler ve kelimelerin hem ilk çıktıkları günkü vaz'î manâlarını, hem de târih içerisinde kazanmış oldukları tüm diğer anlamlarını, herhangi bir ayırım gözetmeden ve çoğu kez tefrik de etmeden verirler. İbn Manzur (h. 711)'un büyük eseri "Lisânu'l-Arab"ı ile, Fîrûzâbâdî(817)'nin "el-Kaamûsu'l-Muhît"i bu türden eserlerdir. Tabii, bu sözlüklerden sonra tâ günümüze kadar kaleme alınmış, akademik yahut güncel nitelikli binlerce Arapça sözlükler vardır ki, târihî süreç içerisinde her dilde olduğu gibi Arapça kelimeler de anlam değişmelerine uğradığı için ve de bu eserler, Arapça kelimelerin başlangıçtan günümüze kadarki tüm anlamlarını vüs'atleri nisbetinde verdikleri için, Kur'an üzerinde araştırma yapan akademisyenlerin, bu tür eserlerden istifade etmeleri zordur. Onlar için, daha çok, ilk dönemlerin seçme ürünleri olan nitelikli sözlükleri elverişli ve yardımcıdır.



Binanaleyh, Kur'an-ı Kerim'de 15 kadar yerde geçen Te'vil kelimesi, geçtiği tüm yerlerde, âkıbet, sonuç, bir şeyin ortaya çıkması, nicelik ve niteliği gibi, hepsi de yukarıda işâret ettiğimiz üzere, aslında aynı noktada birleşen anlamlara gelir. Bu kelime, kesinlikle doğrudan: "Bir sözün anlamı, açıklanması, tefsiri" gibi bir manâya gelmez. Bu, tabii ki bu kelimenin Kur'andaki kullanımı için sözkonusudur. Kur'andaki Te'vil kelimesinin, kelâm yani söz ile ilgisi, yalnızca, bir sözde ileride olacağı haber verilen bir olayın, zamanı geldiğinde ortaya çıkmasıdır. Yine, görülen bir rüyanın, zamanı geldiğinde fizik dünyada ortaya çıkmasıdır. Mesela, Kur'anda, vuku bulacağı bildirilen ve anlatılan kıyamet, cennet-cehennem gibi hakikatlerin ve olayların, zamanı geldiğinde vuku bulmaları, bunlardan bahseden âyetlerin te'villeri yani akıbetleridir.



Kur'anda te'vil kelimesinin bu anlamı, henüz Kur'an inmeden önceki Arap dilinde, önemli bir kullanıma sahip idi. Buna göre, meselâ: "Talâat eş-Şemsu: Güneş Doğdu." sözünün te'vili: Bu sözde bildirilen olayın vukuu, yani "Güneşin ufuktan sökün edip doğması"dır. Görüldüğü gibi, bunun tefsir kelimesi ve kavramıyla, bu sözde haber verilen bir gerçeğin vukû bulması dışında hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.



Bunun yanı sıra, te'vil kelimesi, Allah Tealâ'nın müteşâbih sıfatlarının geçtiği Kur'an âyetleri için sözkonusu edildiğinde: "Hakikat, mahiyet, nicelik-nitelik" gibi anlamlara gelir. Hepsi de tek noktada birleşen bu manâlar aslında, te'vilin âkıbet anlamıyla ikizdir. Binanaleyh te'vil kelimesinin anlamını, Allah'ın sıfatları da dahil tüm müteşâbihler ve haber içeren Kur'an-ı Kerim âyetleri ve hadis-i şerifler için şu iki kelimede toplayabiliriz: Âkıbet ve Hakîkat.

Kur'anda te'vil kelimesinin yer aldığı âyetlerden kimilerinde bu kelimenin bu anlamı son derece açık iken, kimilerinde, kültürel şartlanmaların da tesiriyle, sıradan okuyucular bir tarafa, nitelikli okurlar, âlimler ve araştırmacılar için bile kapalı gelebilmektedir. Ancak bu kapalılık, Kur'anın, konuyu kapalı ele almasından veya muğlâk hale getirmesinden değil, kültürel altyapı eksikliğinden veya kültürel şartlanmışlıktandır.



3. Kur'anda Te'vil kelimesine doğru anlam verememenin, Kur'anı anlamada yanlışlara ve sorunlara yol açtığını düşünüyor musunuz?



Elbette! Hem de çok büyük sorunlara yol açıyor; can alıcı kavramlar bu nedenle çarpıtılıyor ve yara alıyor! Şöyle ki, Âlü Îmran Sûresi'nin yedinci âyeti, orada geçen te'vil kelimesine tefsir anlamı verildiği için, "Kur'an-ı Kerim'de, anlaşılmayan ve manâsını Allahtan başka kimsenin bimediği âyetlerin var olduğu" gibi abes ve bir okadar da tehlikeli bir sonuç ortaya çıkarıyor; hem de bu sonuç açıkça çıkıyor! Oysa ki, bilindiği üzere Kur'anın bizzat kendisi, baştan sona, anlaşılmak ve anlatılmak için indirildiğini söyleyen, insanları kendisi üzerinde düşünmeye ve anlamaya çağıran âyetlerle doludur. Kur'anın anlaşılması konusunda böylesine sakıncalı bir metodoloji sorununu ortaya çıkaran bu dikkatsizlik, ayrıca, bu kelimenin geçtiği diğer birçok âyette anlam tıkanmalarına da sebep oluyor. Meselâ şu âyet-i kerimeyi ele alalım:

"Hel yenzurûne illâ te'vîlehû? Yevme ye'tî te'vîluhû yekûlu'llezîne nesûhu min kablu: "Kad câet rusulü Rabbinâ bi'l-hakkı fe hel lenâ min şufeâe fe yeşfeû lenâ ev nuraddu fe na'mele ğayrallezîkunnâ na'melu..."(A'raf 53)

Burada, Kur'an-ı Kerim'in, âhiret ve âhiret ahvâliyle ilgili gelecekte vukû bulacağını bildirdiği gerçeklere inanmayan inkârcıların aptalca tutumlarından ve sözkonusu hakikatlerin vukû bulacağı günde onların pişmanlıklarından bahsedilerek şöyle deniliyor:


"Onlar, onun te'vilini (Kur'anın haber verdiği şeylerin ortaya çıkmasını) mı bekliyorlar?! O'nun ortaya çıkacağı gün geldiğinde, daha önce onu umursamayanlar diyeceklerdir ki: "Meğer Rabbimizin elçileri (dünyada iken) gerçeği getirmişler! Şimdi nerede bizim şefaatçiler? Gelseler de bizi kurtarsalar! Yahut (dünyaya) geri döndürülsek de, yaptıklarımızdan başkasını yapsak!" (7 A'râf 53)

Burada, ortaya çıkma (veya vukû bulma) diye terceme ettiğimiz kelime, görüldüğü üzere âyetteki te'vil kelimesidir. Şayet bunu tefsir olarak çevirirsek, müşriklerin ve bilumum inkârcıların, bir tefsir ve açıklama bekledikleri sözkonusu edilmiş olur ki, bu hem anlamsız ve mantıksız, hem de abestir. Çünkü, inkârcılara konuyla ilgili herhangi bir açıklamanın yapılmamış olması mümkün değildir ve gerekli bütün tefsir ve açıklamalar Kur'an tarafından yapılmıştır. Bu durumda, müşriklerin onun açıklamasının gelmesini bekliyor olmaları komik olur.

Fakat ne kadar hayreti mûciptir ki, yukarıda niteliklerinden sitayişle bahsettiğimiz ilk dönem tefsirleri dışında, birçok eski ve yeni tefsir ve mealler'de, âyette geçen te'vil kelimesine tefsir ve açıklama anlamı verilmiştir. Hattâ, emsalleri içinde her yönden üstün niteliklere sahip olan bazı meal ve tefsirlerde bile, bu hata ve zühûle rastlanmaktadır. Mesela Merhum Üstad Muhammed Esed, âyeti şöyle çevirmiştir:

"(İmdi, inanmayanlar) o (Hesap Günü'nün) nihâî anlamının açıklanmasından başka bir şey mi bekliyorlar? (Ne var ki), onun kesin anlamının açıklandığı Gün, onu vaktiyle umursamayan kimseler: 'İşin doğrusu, Rabbimizin elçileri bize gerçeği söylemişlerdi! ...' diyeceklerdir." (A'raf 53)

İlginçtir, Muhammed Esed, yaptığı bu çeviriden mutmain olmamış olacak ki, dipnotta, te'vil kelimesini, evire çevire, ortaya çıkma ve âkıbet anlamında izah etmeye çalışmıştır. Esed gibi, Arap Dili'nde hatırı sayılır bir ilmî seviyeye ve şahsiyet olarak radyum bir zekâya sahip olan bir kabiliyeti bile, görüldüğü gibi, muahhar dönemlerin ürünleri olan tefsirler, yanıltmıştır. Gerçi sonuçta Esed Merhum, buradaki engeli, üstün kültürel seviyesi ve hârika akliyye (rasyonalite) si ile, dipnotta olsun aşmaya çalışmıştır! Çünkü, yukarıda da işaret ettiğimiz üzere, te'vil kelimesi bu âyette, tefsir anlamını, kendi potansiyeliyle bir türlü kabullenememektedir! Biraz da bundan dolayı Merhum Üstad, engeli şöyle-böyle aşmaya çalışmıştır. Fakat, aşamayıp, kendisinin de aşırı bir tehalükle eleştiriler yönelttiği, muahhar dönemlerin ürünü olan geleneksellik engeli'ne, Kur'andaki te'vil kelimesinin geçtiği diğer birçok âyette yenik düşmüştür!

Meselâ, Âlu Îmran Sûresi'nin 7. âyetini bakınız nasıl terceme etmiştir:

"...Oysa, Allah'tan başka kimse onun (müteşâbih'in) kesin anlamını bilemez."

Merhum burada da yine, dipnotta telafi açıklamalarında bulunmuştur.

Yûnus Sûresi 39. âyet'in çevirisinde de aynı problem, Üstad'ın yakasını bırakmamıştır:

"...Ve lemmâ ye'tihim te'vîluhû: ...ve önceden kendilerine açıklanmamış olan şeyi yalanlamaya eğilimliler."

Oysa ki, burada onlara açıklanmamış olan bir husus yok! Olacak şey mi, bir husus kendilerine açıklanmamış olsun; onlar da bunu inkâr etsinler!? Esasen tercemede başka isabetsizlikler de vardır; şöyle ki:

"Ve lemmâ" edatının: "önceden" anlamıyla karşılanması doğru değildir; "Henüz" denmesi gerekirdi. Dolayısıyla, henüz kendilerine açıklanmamış bir şeyi müşriklerin inkâr etmelerinin herhangi tutarlı bir tarafı yoktur!



Meal Dünyası'na ayaklarının tozuyla henüz teşrif eden, emek mahsûlü iki çalışmada da yine aynı durum sözkonusudur:

a. "Onlar, ilmini kavrayamadıkları ve kendilerine yorumu gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar(Yûnus 39; Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin, Kur'an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2001)."

b. "...ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi, Yani Kur'an'ı yalanladılar(Yûnus 39; Abdullah Parlıyan, Kur'an-ı Kerim ve Özlü Tefsir/Tefsirlerin Özü, Damla Ofset, Konya 2001)."

Kur'an-ı Kerim, Hz. Yûsuf'un çocukluğunda gördüğü bir rüyasını bize nakleder (Yusuf Sûresi, 4-5).

Buna göre, Hz. Yusuf rüyasında, güneş ile ay ve onbir yıldız'ın kendisine secde ettiğini görmüş ve babası Ya'kub as., O'na bu rüyayı kardeşlerine anlatmamasını tenbih etmişti. Nihayet, bilindiği gibi Hz. Yûsuf'un başından bir sürü maceralar geçtikten ve Mısır Yönetimine hâkim olduktan sonra, anne-babası'yla onbir kardeşi, Kenan Diyarı'ndan kendisini görmeye gelmişlerdi. Kur'an, o heyecanlı sahneyi şöyle hikâye eder:

"Yusuf, Anne-babasını tahtın üzerine çıkardı ve hepsi O'nun önünde saygıyla eğildiler (secdeye kapandılar). İşte o zaman Yusuf dedi ki: "Babacığım! İşte bu, daha önceki rüyamın te'vili (ortaya çıkışı)! Kuşkusuz Rabbim onu gerçekleştirdi." (Yûsuf 100)

Burada te'vil kelimesinin gerçekleşme, ortaya çıkma, bir şeyin âkıbeti anlamına geldiği o kadar açıktır ki, bizzat âyette geçen "Kuşkusuz Rabbim onu gerçekleştirdi." ifadesi, bu anlamın altını çizmektedir. Buna rağmen, pek çok mealde te'vil kelimesi bu âyette de, olayın akışına, cümlenin yapısı ve bağlamına hiç uymadığı halde, yorum ve anlam olarak terceme edilmiştir!

Dedi ki: "Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyanın yorumudur." (Ali Özek ve Arkadaşları, Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meâli)

"Ey babacığım!" dedi, "Vaktiyle gördüğüm rüyanın gerçek anlamı buydu demek!" (Muhammed Esed, Kur'an Mesajı: Meal-Tefsir)

"Yusuf Dedi ki: 'Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur.' Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin, Kur'an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları)

"Yusuf dedi: 'Ey babacığım! Yıllar önce gördüğüm rüyanın gerçek anlamı buydu demek!" (Abdullah Parlıyan, Kur'an-ı Kerim ve Özlü Tefsir: Tefsirlerin Özü)



4. Tefsir ve Te'vil kelimelerindeki temel anlam farkı nedir? Bunlar eş anlamlı değiller mi?



Te'vil kelimesinin Kur'an-ı Kerimde geçtiği onbeş kadar yerde, hangi anlamlarda kullanıldığını yukarıda açıklamaya çalıştık. Burada kısaca tefsir kelimesi üzerinde durmamız gerekiyor. Arap dilinde:

"Tefsir: Bir şeyin üzerindeki örtüyü açmak, hastadan alınan sıvı örneğine bakarak hastalığı teşhis etmek, kısalığından ya da içerisinde bulunan bazı bilinmeyen ögelerin bulunmasından dolayı kapalı ve muğlâk olan bir sözü açıklamak" demektir. Kısaca, açıklama ve yorum anlamındadır. Kur'an-ı Kerim'de de aynı anlamda kullanılır ve tek bir yerde geçer:

"Velâ ye'tûneke bi meselin illa ci'nâke bi'l-hakkı ve ahsene tefsîran: Onlar sana bir mesel (akıl yürütme ve kıyas) getirmeye görsünler; biz sana derhal, hakkı ve en güzel açıklamayı getiririz." (25 Furkan 33)

Görüldüğü üzere, Kur'anî konumu içerisinde tefsir ve te'vil kelimeleri birbirlerinden çok farklı manâlarda kullanılmışlardır. Ancak, dînî ve edebî literatürde tefsir ve te'vil kelimelerine gelince, durum tamamen değişmekte ve bu iki kelime, bazan birbirlerine çok yakın (mütekarib:yakın anlamlı), bazan da eş anlamlı (müteradif) olarak kullanılmatadır. Artık bu kullanım, tefsir ve te'vil kelimelerinin ıstılahî yani belli bir ilim dalına âit olan kullanımlarıdır. Buraya kadar anlattıklarımız ve bizim bu söyleşide ele aldığımız asıl konu, ma'lumunuz, bu kelimelerin Kur'an-ı Kerim'deki kullanımlarıdır.



Tefsir, Fıkıh ve Usûl (metodoloji) gibi İslâmî ilimlerde teknik(ıstılâhî) bir ta'bir olarak Te'vil kelimesini şöyle tanımlayabiliriz:

"Bir sözü, zâhirî anlamı dışında, ihtimali bulunduğu manâlardan birine, bu manâyı destekleyen geçerli bir delil ve nedenle hamletmektir."

Bu, te'vil kelimesinin daha çok, fıkıh usûlü'ndeki anlam ve tanımıdır. Te'vil kelimesinin, tefsir ilmindeki ıstılâhî manâsına gelince, çeşitli şekillerde tarif edilmiştir.



Bu ta'riflerden önemli olan bir ikisini vermeden önce, şunu belirtelim ki, yukarıda adı geçtiği üzere, ünlü tefsir bilgini İbn Cerir et-Taberî ve benzeri birçok müfessir, eserlerinde te'vil kelimesini tefsir anlamında kullanmışlar, hatta eserlerine tefsir kelimesi yerine bu kelimeyi ad olarak vermişlerdir. Bununla, ister zâhirine uygun düşsün ister düşmesin, bir sözün tefsir, açıklama ve yorumlanması anlamını kasdetmişlerdir. Dolayısıyla, tefsir ilmi'nde kullanılan Te'vil kelimesinin bilinen yaygın ıstılâhî manâsı budur. Buna göre te'vil, tıpkı tefsir gibidir ki, doğru yapıldığında makbuldür ve benimsenir; yanlış ve batıl olduğunda ise, reddedilir ve benimsenmez.



İmam Beğavî'nin tefsir ve te'vil tarifleri şöyledir:

Te'vil: Âyet-i Kerimeyi, öncesi ve sonrasına ( yani bağlamına) uygun olan muhtemel anlamına, Kur'an ve Sünnet'e ters düşmeksizin, istinbat ve dirayet yoluyla hamletmektir.

Tefsir ise: Âyeti, nüzûl sebepleri ve diğer açıklayıcı ögeleri dikkate alarak açıklamaktır.



Meşhur İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî'nin ta'rifleri ise şöyledir:

"Tefsir: Âyetten murad olunan anlamın, öyle olduğunu kesin olarak söylemek ve o manânın kastedildiğine Allah Teâlâ'yı şahit tutmaktır. Bu şekilde yapılan tefsir şayet sağlam ve kesin bir delile dayanıyorsa doğrudur; dayanmıyorsa yasaklanmış olan rey tefsiri türündendir.



Te'vil ise: Kesin kaydıyla söylemeksizin ve Allah Teâlâ'yı şâhit tutmaksızın, âyetin muhtemel manâlarından birini tercih etmektir.

Bu bakış açısına göre tefsir: rivayet'e, te'vil ise: dirayete dayanılarak yapılan açıklamadır.



Şunu tekrar vurgulayalım ki, tefsir ve te'vil kelimelerinin bu anlam ve tanımları, fıkıh, kelâm, tefsir ve usûl gibi belli başlı İslâmî ilim dallarına âit olan tanımlardır. Kur'anda bu iki kelimenin hangi anlamda kullanıldığını belirtmiştik..



5. Âlu Îmran sûresinin yedinci âyetinde geçen te'vil kelimesine nasıl bir anlam yüklenmelidir? Âyetin nüzûl sebebini de sözkonusu ederek, burada te'vil'in ne anlama geldiğini açıklar mısınız? Diğer taraftan, âyette bir de müteşâbih kelimesi geçmektedir: Bu, Kur'anda manâsını Allahtan başka kimsenin bilemeyeceği âyetlerin bulunduğu manâsına mı gelir? Yahut bir görüşe göre, müteşâbihleri, Allah'ın yanı sıra, râsih (ilimde derinleşmiş) âlimler de bilebilirler mi?



Bu âyeti, dilimize şöyle çevirebiliriz:

"O'dur sana Kitab'ı indiren! O'nun muhkem olan âyetleri, Kitabın özü'nü oluştururlar. Bir de O'nun müteşâbih'leri vardır ki, kalplerinde çarpıklık bulunanlar, kafaları karıştırmak ve gelecekle ilgili tahminler yürütmek üzere, Kitab'ın müteşâbihleri'ne kapılırlar. Halbuki, onların gelecekte nasıl sonuçlanacağını ve içyüzlerinin ne olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez. Bilgide derinleşmiş ilim uluları derler ki: 'Bizim bunlara imanımız tamdır; çünkü hepsi de Rabbimiz katındandır.' Gerçeği ancak aklı erenler kavrarlar."

Yukarılarda müteaddit defalar söylediğimiz gibi, Kur'anda te'vil sözü, bir şeyin âkıbeti, mahiyet ve hakikatı anlamına geldiği ve bunu ortaya koyan birçok sahih rivayet ve dil kullanımı bulunduğu halde, işbu Âlu İmran âyeti ve te'vil kelimesinin geçtiği diğer birçok Kur'an âyeti, bu kelimenin dînî literatürdeki terminolojik manâsı olan tefsir, açıklama ve yorum anlamına göre anlaşılmış ve yorumlanmış, özellikle üzerinde durduğumuz bu âyetin tefsirinde fâhiş bir hata yapılmıştır ki, buna göre:

"Kur'anda tefsiri ve anlaşılması mümkün olmayan, mânâsını ancak Allah'ın bildiği birtakım âyetler vardır." gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır.

Bu âyette geçen müteşâbih kelimesinin lûgavî anlamı şudur:

"Bir başkasıyla benzeştiği ve karıştığı için, iyi ayırt edilmeyen ve açık-seçik anlaşılmayan şey."

Müteşâbih kelimesinin bu âyette geçen anlamıyla, dînî terminolojideki ıstılâhî anlamı birbirinden farklıdır. Âlu İmran Sûresi'nde geçen mütüeşabih'ten maksat, Kur'an'ın bütünlüğünden ve âyetle ilgili nüzûl sebeplerinden de anlaşılacağı üzere:

Kur'an âyetlerinde gelecekte vukû bulacağı bildirilen kıyamet, kıyamet öncesi ve sonrası olaylar, Yahûdilerin ebced hesabına dayanarak Muhammed Ümmeti ve İslâm Dini'nin hükümranlık süresine dâir hesaplara dayanak yaptıkları hurûf-ı mukattaa, Allah Teâlâ hakkında âyet ve hadislerde geçen zat, nefs, vech, yed, istivâ ve nüzûl gibi ifadeler, Hz. Îsa için kullanılan Allah'ın rûhu ve Kelimesi gibi tabirlerdir.



Bunlar, görüldüğü üzere, ya gelecekte vukû bulacakları için gaybî olaylardır; ya da Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatlarını ilgilendirdikleri için, beşer aklının idrak sınırlarının ötesinde yer alan hakikat ve mahiyetlerdir. Bunlardan, istikbalde vuku bulacakları bildirilen müteşâbihlerin, ne zaman meydana gelecekleri kesinlikle bilinmez. Allah'ın zat ve sıfatlarıyla alâkalı olan müteşâbih âyetlerde geçen ifadelerin ise, hakikat, mâhiyet ve keyfiyetleri yine bilinmez; bunlara, âyet ve hadislerde bildirildiği üzere oldukları gibi, zâhir ve hakikatlerinden ayrı başka anlamlara çekilmeden, mâhiyetleri Allah'a havale edilerek inanılır. Görüldüğü gibi, müteşabihlerle ilgili olarak kullanılan kelime, tefsir değil te'vil kelimesidir; dolayısıyla, müteşabihlerin tefsir'leri değil, te'vil'leri yani akıbet ve mahiyetleri bilinmez denilmektedir.

Müteşâbih'lerin tefsir'lerine yani anlam'larına gelince, bunlar bilinir. Meselâ, Allah Teâlâ'nın istiva sıfatını alacak olursak, İmam Mâlik'in de dediği gibi, istivanın manâsı ma'lumdur yani bilinir; o da: "Allah Tealâ'nın, arşının üzerinde olduğudur." Fakat istivanın te'vili yani nasıllık ve niceliği, Allah'ın istivasının nasıl bir şey olduğu, Allah'ın, arşının üzerinde ne şekilde bulunduğu gibi, nitelik ve niceliğe yani âkıbete ilişkin hususlar bilinmez.



Binanaleyh, Âlu İmran âyetinde yasaklanan, müteşâbih de olsalar bazı Kur'an âyetlerinin tefsir edilmeleri ve anlaşılmaları değil, bunların nasıllık ve nicelikleri hakkında tahmin ve ihtimaller yürütmektir ki, Kur'anın dilinde bunun adı te'vil'dir ve yasaklanan budur.



Mesela, müteşâbihat'tan olan mukattaa harfler'in tefsirleri yasaklanmamış, bunun için de sahabe döneminden itibaren bunlarla ilgili pek çok tefsirler yapılmış ve onlarca anlam ileri sürülmüştür. Bu nedenledir ki biz, hazırlamakta olduğumuz Meal çalışmamızda, Bakara Sûresinin birinci âyetini dilimize şöyle çevirdik:

Elif Lâm Mim (den ibaret alın size kendi dilinizden bir Kitap) !

Bu çevirinin, elbette ki tâ ilk dönemlere uzanan ilmî bir dayanağı vardır ve Taberî'nin de naklettiği yirmi kadar yorumdan en meşhuru ve ma'kulüdür. Dolayısıyla, müteşabihattan olan mukattaa harflerin anlaşılmaları ve tefsir edilmeleri değil, te'villeri, yani gelecekle ilgili hangi olaylara delâlet ettikleri ve bunların mâhiyet ve hakikatleri yani âkıbetleri'dir. Çünkü, Âlü İmran âyetinin nüzûl sebeplerinden de anlaşıldığı üzere, Cifr ilmine meftun ve mübtela olan hurafeci Yahûdî Milleti, bu harflerden hareketle, gelecekle ilgili birtakım tahminler yapmışlardı da Kur'an onlara bu âyetiyle gereken cevabı vermişti.

Kısacası, bu âyetten, Kur'anda anlaşılması imkânsız bazı âyetlerin bulunduğu kesinlikle anlaşılmaz. İbn Cerir Taberî'nin dediği gibi:

"Allah Tealâ'nın Peygamber S.e vahyettiği Kur'an âyetlerinin hepsi, O'na ve ümmetine açıklanmak ve âlemlere hidayet olmak üzere indirilmiş olup, Allah'ın Kitabı'nda, ne insanları ilgilendirmeyen ve onların ihtiyacı olmayan bir şey, ne de onların ihtiyaç duydukları halde anlamaya yol bulamayacakları bir husus, kesinlikle yoktur!" (Taberi, tefsir, Mısır 1323, 5/96)



Kur'an-ı Kerim'de Allah Tealâ'nın sıfatları olarak geçen istiva, yed, vech gibi müteşâbih âyetlerin manâlarının, Allah'ın şanına uygun ve lâyık bir şekilde hakiki ve reel manâlarıyla anlaşılması, Kur'ana göre yasaklanmamış, yukarıda işaret ettiğimiz gibi bunların sadece te'villeri yani insan aklınca, fizik dünyaya bakılarak Allah Tealâ'ya roller biçilmesi ve O'nun bir şeylere benzetilmesi yasaklanmıştır.

Bu âyetin, nüzul öyküsü ve konusuyla ilgili, kaynaklarda özetle şu bilgilere rastlanır:

1. Âyette kasdolunanlar, Necran Hıristiyanları'dır. Bunlar, bir heyet halinde Peygamber S.e gelip Îsa Aleyhisselam hakkında tartışmışlar, Kur'an-ı Kerim'in, Hz. Îsa hakkında kullandığı "Allah'ın Rûhu ve Kelimesi" tabirini duyunca, bunu kendi sapık akîdeleri doğrultusunda te'vil edip, Îsa'nın ulûhiyyetine delil göstermeye kalkmışlardır.

2. Âyet, içlerinde Huyey b. Ahtab'ın da bulunduğu bir grup Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bunlar, bir vesileyle Hz. Peygamber'den işittikleri mukattaa harflerden, ebced hesabı ve cifir ilmi yoluyla, İslam'ın hükümranlık süresini çıkarmaya kalkmışlardı.

3. Bu âyet, terminolojik anlamıyla te'vil'e (farklı anlam ve yoruma) ihtimali bulunan bazı âyetleri, Kur'an ve hadislerin muhkematına aykırı olarak te'vil(tefsir) ve tahrife tabi tutan ve böylece dinde bid'at çıkaran herkes hakkındadır.

Bütün bu rivayet ve değerlendirmelerden, özellikle de, âyette yer alan:

"Bir de O'nun müteşâbih'leri vardır ki, kalplerinde çarpıklık bulunanlar, kafaları karıştırmak ve gelecekle ilgili tahminler yürütmek üzere, Kitab'ın müteşâbihleri'ne takılırlar!" açıklamasından anlaşılan odur ki, burada Kur'anın müteşabihlerinin anlaşılmayacağı söylenmiyor, bilakis Kur'an âyetlerinin, birtakım çarpık amaç ve ideolojilere âlet edilmesi kötüleniyor. Sırf müteşâbihlere takılarak Kur'ana parçacı yaklaşım yeriliyor, Muhkem âyetlerin Kur'anı anlamada önemi vurgulanıyor; Allah'ın Kitabına art düşünceli yaklaşımlar zemmediliyor ve yasaklanıyor.



6. Yaptığınız bu açıklamaya göre, Allah'ın sıfatlarını konu alan müteşâbih Kur'an âyetleri de anlaşılabiliyor. Bu âyetlerin diğerlerinden bir farkı yok mudur?



Kur'anın tümü üzerinde düşünmemiz ve âyetlerini anlamak için çaba sarfetmemiz gerekmektedir. Fakat burada, özellikle Allah'ın sıfatlarının konu edinildiği müteşâbih âyetlerin anlaşılmalarında, özellikleri icabı ayrı bir özenin gösterilmesi ve diğer âyetlere nisbetle özel birtakım şartlara daha riayet edilmesi gerektiğini ve bunun bizzat Kur'an tarafından istendiğini vurgulamamız gerekiyor. Her nekadar Hz. Peygamber, Sahâbe, Tâbiûn ve müctehid imamlar, umûmun zannettiğinin aksine, müteşâbih âyetleri anlamaktan ve yeri geldiğinde tefsir ve izah etmekten kaçınmamışlarsa da, müteşâbihler konusunda daha bir titiz davranmışlar, Allah'ın sıfatlarını konu alan âyetleri anlarken ve tefsir ederken, ta'tîl'den de, teşbih ve tecsim'den de şiddetle kaçınmışlardır. Ama hiçbir zaman bu ümmet, Hz. Peygamber de dahil, Allah'ın sıfatlarıyla ilgili müteşâbih âyetler hakkında:

"Bunlar anlaşılmazlar. Ne anlama geldiklerini biz bilmeyiz. Bunlara sadece iman eder geçeriz!" dememişlerdir. Nitekim, Peygamber S., Zümer Sûresindeki bir âyeti, hutbede, son derece açık, somut, hakîkî ve reel anlamıyla açıklamıştır. O âyet şudur:

"Onlar Allah'ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki tüm yeryüzü, kıyamet gününde O'nun avucundadır ve gökler O'nun sağ elinde dürülüdür. Müşriklerin ortak koşmalarından münezzeh ve mütealdir O Allah!" (Zümer 67).

"Allah'ın Rasûlü minberde bu âyeti okurken, elini bir böyle bir şöyle çevirerek diyordu ki:

"İşte böyle, bu şekilde! Allah, kendi nefsini o gün ululayacak ve diyecek ki: 'Cebbar benim! Mütekebbir benim! Melik benim! Benim aziz! Benim kerim!'

"Olayı nakleden sahabi diyor ki:

"Bunları söylerken Hz. Peygamber ile birlikte minber öylesine sallanıyor ve sarsılıyordu ki, biz, minber devrilecek dedik!" (Müslim, münafikûn 23; İbn Kesir, Tefsir, Beyrut 1966, 2/328)

Ümmetin İlkleri de Hz. Peygamber'i örnek alarak, Allah'ın sıfatlarını hakiki manalarıyla anlamışlardır. Fakat ne gariptir ki, dün ve bugün birçok kimse, müteşabih âyetleri ısrarla sembolik bir takım manâlarla te'vil etmişler, onları hakiki ve zahiri manalarıyla anlamanın teşbih ve tecsime yol açacağını söyleyip durmuşlardır. Buna göre acaba ilk mücessime ve müşebbihe -hâşa- Hz. Peygamber, Sahabe-i Kiram, Tâbiiler ve müctehid imamlar mıdır?

Kur'andaki şu iki âyet ne ilginçtir ki, biri insan bazında, diğeri de eşya planında olmak üzere, Cenab-ı Hak'la ilgili olarak, fizik âlemdeki tüm benzetme yollarını reddetmiştir:

"Hiçbir şey, O'nun misli gibi (bile) değildir." (Şûra 11)

"Hiç kimse, O'nun dengi-benzeri değildir." (İhlâs 4)

Bu her iki âyet de: "Allah'a benzerler ve denkler kılmayın!" (Nahl 74) âyetinin açıklamasıdır. Aslında bu son âyet, tâbir caizse, Allah'ın zat ve sıfatları konusunda insanlar tarafından kesinlikle bir girdi ve müdahalede bulunulmamasını emretmektedir. Bu âyet şu anlama gelmektedir:

"Allah'ı belli ölçülere sığıdırmaya ve O'na kendinizce birtakım roller biçmeye kalkamayın!"

Allah'ın arşa istivasını, insanın sandalyeye oturuşuyla bir tutan, O'nun nicelik ve niteliğini bilmediğimiz yed (el) ini, insanın uzvu olan eli gibi tasavvur eden zihniyet ile, arşına istivası'nı evrene hükmetmesi olarak anlayan ve elini kudret ya da nimet olarak algılayan zihniyet, birbirlernine tavır ve metod olarak çok yakındırlar; çünkü her ikisi de, Allah'a kendilerince rol biçmişler, böylelikle, ne bir ölçü ve misale, ne de herhangi bir beşerî ta'rif ve tahdide sığmayan Yüce Yaratıcı'yı, fizik dünyanın kaba geometrileriyle yahut insanın vehimler dünyasının şüpheci ölçüleriyle değerlendirmişlerdir!

Her iki düşünce tarzında da, ilâhi sıfatları konu alan müteşâbihlerin te'viline kalkışıldığı ve Kur'anî yasağın çiğnendiği açıktır. Müşebbihe, Allah Teâlâ'nın istiva ve yed'ini, insanın oturuşuna ve eline benzetirken, Muattıla yani te'vil ve mecaz ehli olan sembolistler de, Allah'ın istiva ve yed'ini, kudret ve egemenliğe teşbih ederek, herhangi şer'î ve geçerli bir delil olmaksızın tamamen kendi zihinsel dünyalarının sübjektif beşerî ürünleriyle oluşturdukları anlamlarla, Zât-ı İlâhî'yi, tarif ve tahdide yeltenmişlerdir.



Kur'an-ı Kerimdeki birtakım anlatımları, herhangi bir mesnede dayanmadan temsîlî olarak yorumlayanlar, hangi noktaya kadar temsîlî ve sembolist kalacaklar? Kur'anda bize cennet, cehennem, hûri, ğılman, vildan, arş ve kürsî'den bahsediliyor. Cennet, gerçekten bize anlatıldığı gibi içinde şırıl şırıl ırmakların aktığı, serinlik ve selâmetin, ağaçların bulunduğu, kuşların cıvıldaştığı, hûrîlerin salına salına gezindikleri, vildan'ın Cennet ehline hizmet için fırıl fırıl döndükleri reel bir mekândır; ama onların boy-posları, fizikî evsafı ve güzellikleri, nedir-nasıldır; o ağaçlar ve ırmaklar nasıl şeylerdir; evet bütün bunlar konunun te'vil yani mâhiyet ve âkıbet yönüyle alâkalı hususlardır ki, bizim için bilinmeyen şeylerdir. Ve yasaklanan da, bunlara girmektir. Evet ama, aynı zamanda bunları birer sembol ve meselâ müphem spirtüel mahiyetler olarak algılamak ve değerlendirmek de yanlış ve yasaktır. Bu da, birtakım realiteleri ta'tile yani işlevsizliğe götürür! Hem sonra, bu tip sembolist yaklaşım ve davranışların başlangıç ve bitim noktası ve bunda bizim delilimiz ne olacak? Bunlar nihayet, bizim sübjektif zihin dünyamızın ürünleri olan yorumlar olmayacak mı? Herkes kendince değişik birtakım icat ve yorumlara gitmeyecekler mi? Böylesine bir belirsizlik ve sınırsızlık içinde, sonuçta şuraya ulaşmamak için bir sebep var mı?

"Haşir, cismâni değil rûhanîdir ve insanlar öteki dünyada gerçekten değil manevi olarak haz ve elem duyacaklardır!"

Birileri çıkıp: "Salât bir sembol, bir dua ve manevi bir konsatrasyondur!" dese, eşyanın hakikatını nefyettikten ve her şeyi zıll u zâil olarak gördükten sonra, buna karşı hangi delil ile çıkacaksınız? Allah'ın arşı'nı hükümranlık olarak anlarsanız, şu âyetleri ne yapacak ve onları nasıl yorumlayacaksınız?:

"Arşı taşıyan ve onun çevresinde bulunan (melek) ler, Rablerini hamd ile tesbih ederler. Onlar Allah'a inanırlar ve mü'minler için bağışlanma dilerler." (Ğâfir-Mü'min,7)

"Gök o gün yarılmış, artık çökmeye yüz tutmuştur ve melekler onun kenarında bulunmaktadırlarlar. Ve üstlerinde de, o gün, Rabbin'in arşını sekiz (melek) taşımaktadır!" (Hâkka 16-17)

Konuyla ilgili sahih haberlere gelince, bunlardan sadece Buhari'nin şu rivayetini hatırlatmakla yetiniyoruz:

"Allah'tan Cennet isterseniz, Firdevs Cenneti'ni isteyin; çünkü O, cennet'in en orta yerindedir ve Rahman'ın Arşı, onun üstünde yer alır."

Bütün bunları sembol olarak almak, hakikaten imkânsızdır!



Bilindiği üzere Kur'an, bizzat kendi ifadesiyle, hak ile indirilmiş bir Kitaptır. Hak ile indirilmiş olmak, boşuna olmayarak indirilmiş demektir ki, onun da manası şudur:

Allahın âyetleri, kendi hakiki ve zahiri manalarına delalet ederler. Kur'an âyetleri, bir takım zihin cimnastiklerine konu olsun diye değil, insanların inanç ve amel dünyalarına, Allah'ın murad ettiği şeklin ve düzenin verilmesi için indirilmişlerdir. İnsanlığın, Allah'ın istediği istikamette değişime ve salâha kavuşması da ancak bununla mümkündür. Dolayısıyla, Kur'an âyetleri, herhangi geçerli ve şer'î ve bir delil ve gerekçe olmadıkça, Arap dilindeki kendi hakiki ve reel manalarına göre anlaşılmalıdır. Şayet Allah'ın âyetleri, böyle değil de, bizim son derece karmaşık zihin dünyamızda icad ettiğimiz ve nihayet zan ve vehimden öteye geçmeyen ölçülere göre anlaşılacak olursa, o zaman, konuşan ve mesaj veren ana öge Kur'anın kendisi değil, aksine, insanın nefs-i emmaresi ve hevası olur!



7. Yûsuf Sûresi'nde bildirildiği üzere, Ya'kup Peygamber, oğlu Yûsuf'a şöyle der:

"İşte Rabbin seni böyle seçecek ve sana (rüyada görülen) olayların te'vilini öğretecek..." (Yûsuf 6)

Burada geçen te'vil'den maksat, çoğu meallerde görüldüğü gibi, rüya yorumlamak ve ta'bir etmek midir? Yoksa, te'vil ile ta'bir ayrı şeyler midir?



Te'vil kelimesi Kur'an'da geçtiği tüm yerlerde, baştan beri söylediğimiz gibi:

"Bir şeyin ortaya çıkması, âkıbet ve sonucu" anlamına gelir. Dolayısıyla bu âyette de aynı anlamdadır. Buna göre, rüyanın te'vili demek, uykuda insanın gördüğü rüyanın çıkması, yani fizik dünyada gerçekleşmesi demektir. İnsan rüyasında, temsîlî olarak birtakım gerçekler görür. Şayet, misal âlemi diyebileceğimiz rüyasında gördükleri, gündüzün yaşadığı olayların bilinçaltına itilmiş psikolojik birikimlerinden ve bunların taşmasından ibaret vehim ve hayaller, şeytani vesveseler değil de, muhatabı bir konuda uyarıcı niteliği olan sadık/gerçek bir rüya ise, bu, umumiyetle zamanı geldiğinde reel hayatta gerçekleşir ve kişinin karşısına çıkar. İşte bu, rüyanın te'vili yani hakikati'dir. Yani bu, rüyanın yorum ve ta'biri değil, onun gerçekleşmesidir; o nedenle rü'yanın te'vili, rüyanın yorumlanması'ndan ayrı bir şeydir. Dolayısıyla da, Kur'anda geçen Te'vîlu'r-Ru'yâ (rüyanın te'vili) ve Te'vîlu'l-Ehâdîs (rüyada görülen olayların te'vili) kelimeleri, rüyanın yorumu manasında değil, rüyanın âkıbeti yani gerçekleşmesi manasındadır.



Ancak şu var ki, insan, rüya konusunda bilgi ve deneyim sahibi ise, rüyasında gördüğü şeylerin neye çıkacağını, hayatta ne gibi bir şeyle karşılaşacağını ve başına iyi ya da kötü ne geleceğini, henüz rüyası çıkmadan önce, bir ölçüde, bazan çok net bir şekilde sezebilir. İşte bu, kişinin, henüz rüyasının te'vili yani akıbet ve hakikatı ortaya çıkmadan önce, rüyasının te'vilini yani neye çıkacağını kestirmesinden ibarettir ki, işte rüya ta'bir etmek veya rüya yorumlamak denilen şey budur. İnsan, bu konuda uzman olan birisine de rüyasını anlatabilir ve o kişi de, başkasının gördüğü rüyanın te'vilini, yani neye çıkacağını çözümler, ta'bir eder, söyler; yani o da bir başkasının rüyasını ta'bir eder.

İşte, âyette Hz. Yûsuf'a Allah'ın öğreteceği bildirilen ve Hz. Yûsuf'un da, bilahare zindanda iken yapacağı şey budur. Hz. Yusuf, kendisine anlatılan rüyaların neye çıkacağını, Allah'ın kendisine verdiği bilgi sayesinde, çok açık, kesin ve şüphe götürmez bir şekilde söylüyor, ta'bir ediyordu. Dikkat edilirse, Hz. Yusuf'un burada yaptığı şey, rüyayı te'vil değil, rü'yanın te'vili'ni yani akıbet ve hakikatı'nı ta'bir etmektir. Dolayısıyla Hz. Yusuf, rüyayı te'vil etmemekte, fakat rüyanın te'vilini yani âkıbetini haber vermektedir. Bir diğer ifadeyle, Yûsuf'un rüyayı ile ilişkisi te'vil değil ta'bir'dir.

Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, Yusuf as.ın rüyayı te'vil ettiği söylenmiyor, fakat rüyanın te'vilini haber verdiği söyleniyor. Çünkü, rü'yayı te'vil etmek demek, onu gerçekleştirmek ve ortaya çıkarmak demektir ki, bu, mantık ve imkân dışı bir şeydir! Zira, görülen rüyayı bir insanın vukû buldurması/yaratması olacak şey değildir. İnsan ancak, rüyanın te'vilini yani âkıbetini ve ne şekilde gerçekleşeceğini haber verebilir.

Şu âyetlerde bu açıkça görülür:

"O iki delikanlı dedi ki: 'Ey Yûsuf! Rüyamızın te'vilini bize haber ver!'... ... Yusuf dedi: 'Adınıza ayrılan yemek size gelmeden önce, mutlaka onun te'vilini size haber vereceğim/bildireceğim.' (Yusuf 36-37)

Görüldüğü üzere her iki âyette de: "Nebbi'nâ bi te'vîlihi" ve "Nebbe'tukumâ bi te'vîlihî" deniliyor; fakat: "Evvilhu lenâ" ve "Evveltu lekumâ te'vîlehû" gibi bir ifade kullanılmıyor; bu ise, rüyanın te'vil edilmeyeceğini, ancak rüyanın te'vilinin haber verilebileceğini belirtir.



Kur'an-ı Kerimde, yine rüya ile ilgili olarak geçen ve bizim Türçede kullandığımız ta'bir kelimesinin yerine kullanılan ta'burûn kelimesine gelince, işte o kelime(fiil), "Rüyayı ta'bir etmek, rüyanın neye çıkacağını (yani te'vilini) söylemek ve rüyayı yorumlamak" demektir. Nitekim âyette denilir ki:

"Hükümdar dedi ki: '...Ey saygın topluluk! Rüyamla ilgili bana bilgi veriniz; madem siz rü'ya ta'bir ediyorsunuz!: Eftûnî fi ru'yâye in kuntum li'r-ru'yâ ta'burûn!' Onlar dediler ki: 'Bunlar karmakarışık düş'lerdir. Biz böyle düş'lerin te'vîlini bilmeyiz: Kaalû adğâsu ahlâm ve mâ nahnu bite'vîli'l-ahlâmi bi âlimîn.' (Yusuf 43-44)

Görüldüğü gibi, yorum ve ta'bir karşılığında Kur'an-ı Kerim'de kullanılan kelime, te'vil değil; a-b-r kökünden türeyen ta'burûn kelimesi yani fiilidir. Dikkat edilirse, âyette, kral, yorumcularına: "Rüyamı te'vil edin!" demiyor; fakat: "Madem rüya ta'bir ediyorsunuz; o halde benim rüyam hakkında bana bilgi verin!" derken, kralın yorumcuları da: "Biz karmakarışık düşlerin te'vilini bilmeyiz!" diyorlar; yani onlar da, rüya te'vil etmek'ten değil, rüyanın te'vilini bilip bilmemek'ten bahsediyorlar. Bütün bunlar, te'vil ile ta'bir'in farklı şeyler olduğunu; te'vil'in: rüyanın gerçekleşmesi, ta'bir'in ise: rüyanın çözümlenme ve yorumlanması manasında olduğunu açıkça göstermektedir.



Verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz.
  

12.02.2002 - Murat Kayacan