Ahmet Bedir’in Yitik Masumiyet adlı tanzimattan günümüze Türkiye’deki aydınların düşüncelerine dair değerli bilgiler sunmaktadır. Ancak eserin tashihi dikkatli yapılmadığı gibi[1] bölüm sonlarına konulan “özetleyen” cümleler bazen bölüm içindeki metinlerden aynen alındığı görülmektedir. Pozitivizm, oryantalizm gibi yan konular da gereksiz uzatılmıştır.

Eserde tanzimattan günümüze hayatta olmayan yazarların incelendiği vurgulanmakta ve gerekçe olarak, “Yaşayanların fikirleri değişebilir.” denilmektedir. Ancak hâlâ yaşadığı için dipnotta yer alabilecek Y. Nuri Öztürk, S. Ateş ve Hüseyin Atay gibi yazarların görüşleri metin içinde verilmiş. Ayrıca kitapta zaman zaman kullanılan Y. Nuri hitabı da cüce şair Fikret (s. 96) hitabı gibi ilmi bir çerçeveye konulamaz kanaatindeyiz.

Kitabın adı, Aydınların Kur'an’a değil, İslâm’a bakışı şeklinde olsaydı, daha doğru olurdu. Zira ele alınan konuların büyük bir kısmı Kur'an’la doğrudan ilgili değil.

Önsöz

Önsözde İslâm’ın ilk ve birincil kaynağı denilmiş. Sadece birincil yeterliydi. Yine önsözde “Bizim Hıristiyanlarla tevhid, nübüvvet, ahiret konularında değil, Hz. Muhammed (s)’in peygamber oluşu ve Kur'an’ın ilahî vahiy oluşu konusunda ihtilafımız var. Onlara bunu anlatalım.” deniliyor. Halbuki Hıristiyanlıkta üç ilah, Tevrat’ta insanla güreşen bir Allah inancı var.

Yine bu kısımda, eşi PKK tarafından öldürülen bir hemşire ile ilgili kayıtların aydınlarca tutulmadığından şikâyetçi olan yazarın resmî otoriteyle paralel bir aydın telakkisi var. Ermeniler konusunda da aynı durum söz konusu diyor. Tabi bu konuya temasın aydınların Kur'an’a bakışıyla irtibatını kurmak da pek kolay gözükmüyor.

Yazar aydınları muhafazakâr, aradaki ve öteki olmak üzere üç kategoriye ayırıyor. Ancak bu kategoriye pek müracaat etmiyor. Öteki aydına kategorisine s. 17, 101 ve 417’de baş vuruyor. Diğerlerine neredeyse hiç değinmiyor. Yazar, savunduğu aydını “muhafazakâr aydın” diye kategorize ediyor. Eser boyunca çoğu zaman aydın kelimesini aşağılama amaçlı kullanıyor.

Giriş

Giriş bölümünde “Biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, Allah'ın korkusundan onu baş eğmiş, parça, parça olmuş görürdün. Bu misalleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” (Haşr, 59: 21) ayetinden yola çıkarak Kur'an’ın inişinin evrenin en büyük olayı olduğunu söylüyor. Delil göstermeksizin Kur'an’a ezelî kelam diyor.

Eserin birinci bölümünde, Midhat Paşa’nın, Türk bayrağının yanına haç koymayı düşündüğünü (s. 36), Şinasî’nin, Reşit Paşa’yı medeniyet rasulü olarak gördüğünü (s. 42) öğreniyoruz. Çalışmada ayrıca, Midhat Paşa, Ziya Paşa, Ali Suavî, Agâh Efendi ve Namık Kemal’in mason locasına girdiğinden bahsediliyor (s. 36). II. Abdülhamit döneminde Cemaleddin Afgani’nin masonluğu gündeme gelir ve neredeyse “gayr-i Müslimlere ajanlık yaptığı” ima edilir de bu zatların bu yönleri nedeniyle tenkit edildiklerine pek rastlanmaz.

Çalışmada inkârcı aydınlar sert ve yumuşak olmak üzere iki gruba ayrılmış:

1.      Sert inkârcılar: Zekeriya Sertel, F. R. Atay, S. Simavî, Hüseyin Cahit.

2.      Yumuşak inkârcılar: Necmeddin Sadak, H. Z. Uşaklıgil, H. R. Gürpınar, R. N. Güntekin.

İnkârcı olmayan aydınlar ise İslamcı ve Anadolucu olmak üzere iki grupta ele alınmış:

1.       İslamcı aydınlar: Babanzade Ahmet Naim, Ömer Ferit Kam, Musa Kâzım, Mustafa Sabri, İsmail Hakkı Manastırlı, Ş. Günaltay, S. H. Paşa, M. Akif.

2.      Anadolucu aydınlar: H. Z. Ülken, Ziyaeddin Fahir Fındıkoğlu, Mükremin Halil Yinanç, 1939’dan sonra N. Topçu (63).

İkinci bölümde Kur'an’a saygı göstermeyen Türk aydınlarının görüşleri anlatılmaktadır. Bunlardan belki de en çok ön palan çıkanı Abdullah Cevdet’tir. O, Kur'an’ın Arapça oluşunu evrensel oluşuna engel olarak görür. O, “Muhakkak ki, biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap olarak indirdik.” (Yusuf, 12: 2) ayeti için “Allah din-i cihan isteseydi, Esperanto ile indirirdi.” demektedir (s. 89). A. Cevdet, Batı dillerinden alınan kelimelerle oluşturulan ve sunî bir dil olan Esperanto sanki herkes tarafından anlaşılıyor gibi kabul etmektedir. İnsanların tümünün anladığı bir dil mevcut değildir.

Hüseyin Cahit’in, “Kur'an’ın toplanması Hz. Osman’ın içtihadıdır. Kur'an duruma göre inerdi.” (s. 90-91) sözüyle ilgili olarak yazar, “Halbuki Kur'an ezberleniyor, yazılıyordu. Cebrail iki defa Hz. Peygamber (s) ile tümünü mukabele etmişti.” diyerek itiraz etmektedir (s. 93) ki itirazı gayet yerindedir. Hüseyin Cahit’in karşı çıkışına bakılırsa onun tarihselci olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nüzul sebebi bilgisinin gerekliliği konusunda çok ısrarcı olanlar da aslında benzer bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar. Nüzul sebebi ayetleri anlamanın şartı değil, yardımcı unsuru görülmelidir. Nüzul bilgisi zaten ayetlerin yaklaşık %10’nun açıklayacak kemiyettedir.

Kur'an’a itirazı olanlardan birisi de Tevfik Fikret’tir. O, “Şerikim yok diyorsun ama bak kaç tane var?” diyerek Kur'an’da çelişki yakalamak çabasındadır (s. 96). Halbuki insanların Allah hakkındaki zanları delil olmaz. Her iddia kanıtlanmaya muhtaçtır. Allah’tan başka ilah olarak görülen varlıklar “sanal” olmanın ötesine geçemezler. Yazara göre T. Fikret mutlak küfür içinde değil, ahlakî, manevî değerlere inanan birisidir (s. 99).

Benzer şekilde Orhan Seyfi Orhon da, “Atamız elma çaldı cennetten. Biz o hırsızların torunlarıyız.” diyerek (s. 100) insanlığın atasını küçük düşürme eğilimindedir. Kendisi illa örnek alacaksa Hz. Adem ile eşinin tövbe edişini alması gerekirdi.

xxxxÇirkin hoca tasvirleri yapıyor. Halide E. Adıvar’ın “Sinekli Bakkal” adlı eserinden bir örneğe yer verelim: “Kirpi kılları gibi ayakta duran iki kalın kaş, içeriye çökmüş kömür gibi siyah, kor gibi yakıcı, burgu gibi kesik iki ufak göz. Burun uzun ve tilkininki gibi. Kara sakal hayli kırlaşmış. Boyu kısa, vücudu ağır ağır, sallana sallana yürüyüşü ona özel bir heybet verir.” Benzer tasvirleri Kemal Tahir’in “Kör Duman”, H. Rahmi Gürpınar’ın Nuh tufanıyla ilgili olarak “Ben Deli miyim?” romanında ve ayrıca din adamlarıyla, Reşat Nuri Güntekin’in alaylarına yer veriliyor. Aziz Nesin, “Sizin memlekette eşek yok mu?” kitabında Türklerle Iraklılar savaşsa hangisi cennete gidecek diye alay ediyor (s. 112). Yazar “Hz. Ali’nin bizden de onlardan da ölenler cennette.” sözünü aktarıyor (s. 113).

Mehmet Nusret (A. Nesin)’in acılarına dair şiir (s. 113).

Abdullah Cevdet şüphe içinde (s. 114).

Cemil Meriç’e göre Abdullah Cevdet’ten bu yana Türk entelijansiyası üzerinde en etkili kitap Büchner’in “Madde ve Kuvvet” adlı eseridir (s. 116).

Namık Kemal de Renan Müdafaası yazdı. A. H. Tanpınar bundan dolayı ona İslâm Medeniyetinin şampiyonu der (s. 122).

Clair diye İsmail Fennî’yi etkilediği söylenen şahıs izin “Yukarıda ima ettiği İslâm dininin kılıç vasıtasıyla neşri…” diyor ama yukarıda böyle bir ima yok (s. 129).

Ömer Rıza (Doğrul, 1934:: “Kur'an kelimeleri ruhun, aklın ve şuurun sesini ifade eder. Kur'an okunduğunda harf, ses,hareke tertip ve nazım tarzı ruhumuza işler ruhumuzun onu okumaya başladığını hissederiz (s. 132).

Said Nursi, İngiliz politikacı Gladstone’un “Kur'an Müslümanların elindeyken onlara hakim olamayız.” Sözünün ardından Kur'an’ın hakikatlerini ispata yönelir. İşârâtu’l-İcaz adlı eserini yazar (s. 135).

İsmail Hami Danışmend “Garp İlminin Kur'an-ı Kerim Hayranlığı” adlı eseriyle Batılı bilim adamlarının  Kur'an hayranlığı içeren ifadelerini kitaplaştırır (s. 136).

ÖTEKİ AYDIN (En kötüden kötüye doğru)

Beşir Fuat, Baha Tevfik, Turan Dursun, Aziz Nesin, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet, Kılıçzade Hakkı, Hüseyin Cahit, Y. K. Karaosmanoğlu, H. R. Gürpınar, R. N. Güntekin, (S. F. Abasıyanık, Kemal Tahir, Celal Nuri, Cemil Sena, Neyzen Tevfik, Orhan Seyfi Orhon, H. E. Adıvar, Memduh Şevket Esendal (s. 137).

 

Kur'an’a Saygı Duyanlar

P. Safa’nın[2] “Matmazel Noralya’nın Koltuğu” romanında Vafi Bey, bilge bir dindardır. Materyalist düşünceden etkilenmiş bir gencin, çevresindeki insanlar tarafından şüphelerinin izalesi anlatılır (s. 140). Romanda Vafi Bey’in Kur'an okuma seanslarına yer verilir (s. 142).

Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa” romanında “La havle, estağfirullah” vb. ifadelere yer verilir. Din adamları H. Edip’in eserlerinde olduğu gibi küçümsenmez (s. 143).

N. Topçu da “Reha” adlı romanında ölüm anında Kur'an okunur (s. 145-146).

M. Kemal dine zarar verenlere karşı olduğu vurgusu yapan yazar (s. 13) onun Selanik’teki evinin yatak odasında “إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا” ayetinin yazılı olduğu bir levha ve Kur'an vardı (s. 146). “Muhammed bir beşerdir. Ancak ..” levhası var. Perşembe günleri Ankara’daki evinde annesine Kur'an okuturdu (s. 147).

Yazara göre M. Kemal kötü dindarlara karşıydı, evinde Kur'an asılıydı diyen yazar Osman Gazi odasındaki Kur'an’a imanın icap ettirdiği hürmet, sevgi ve bağlılığı göstermiştir.” diyor. İlki ne oldu (s. 164)?

Musa Carullah: “Beyan oluşu açısından İslâm şeriatının birinci kaynağı sünnettir (s 164). Kur'an ve şeriat ayrımı yapıyor olmalı.

Yazar, “Semavî dini nasları, kendi şartlarıyla kayıtlı gören” kimseleri pozitivizmin etkisinde kalmış kimseler olarak gösteriyor. Bu kimselere örnek olarak Muhammed Fethi Osman, Emin el-Hulî, Abdullah el-Alaylî, Muhammed Ahmed Halefullah, Hasan et-Turabî ve Fazlurrahman veriliyor. Modernist kategoriye konmalarında etkili olan onların sünneti teşri değeri olan ve olmayan diye ikiye ayırmalarıdır (s. 164).

Yazar bunları dışlarken, “Şeriat, dinî hayatın kaynağı esası değildir.” diyen Nurettin Topçu’nun ifadelerini, “O Kur'an’ın dinamik ve statik yönlerinin olduğunu bilmeyecek kadar gafil olamaz.” diye dışlamıyor (s. 170).

Yazar sünnetin tümünün delil olduğunu kanıtlamak için “Peygamber hevadan konuşmaz.” ayetini delil getiriyor (s. 165). وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى denilmiş ama  kırâat ya da tilavet etmediği söylenmemiş diyerek Hz. Peygamber (s)’in din ile ilgili bütün konuşmasının vahiy olduğunu iddia ediyor (s 166).

İzmirli, “Kitap ve sünnetten bazı durumlarda alınmayabilir.” diyor  onun (s. 167) bu görüşünü Ehl-i Sünnet’e uygun bulur.

Necip Fazıl’a göre dinin 4 delili var (s. 169).

E. H. (Yazır, 1979: dinin nassa ve içtihada dayalı hükümleri var (s. 169). Dinin hayata tekabülü İ. H. Baltacıoğlu’nun yaptığı gibi, hayat ile Kitab’ın doğrudan doğruya, ilmî ve dinî bir metot dairesinde birleştirilmesi (s. 264) şeklinde tanımlanması daha uygun görünmektedir.

Yazar benimsemediği görüş sahibiyle müsteşrikler arasında irtibat kurmaya özen gösteriyor.

içtihat olarak tanımlansa daha isabetli.

M. A. Ersoy: Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” diyor (s. 169).

İ. H. Baltacıoğlu: “Kur'an’da astronomiden bahsedilmişse amaç kozmografya öğretmek değil, uluhiyeti ispattır.” (s. 171).

Ahmet Cevdet Paşa: “Şeriat vahye dayalı, ezelî zaman ve mekânla değişmez. Anayasalar değişir. Yöneticilerin vazife ve yetkileri şeriat tarafından tayin edilmiş ve sınırlandırılmıştır (s. 172).

Suavî, “Şeriat devlet işine karışırsa ilerleme olmaz” diyor. Ona göre siyaset ilminin kaynağı coğrafya, iktisat ve ahlâktır. Kur'an’ın her harfinden bir yorum ile hüküm çıkarıp devlet yönetilemez (s. 173). Ona göre Kur'an devletin mahiyetini belirler, şeklini değil (s. 174). İslâm’da hükümet şekli “akıl ve tecrübeye” dayalıdır. Her millet ihtiyacına uygun hükümet seçer (s. 175).

H. Z. Ülken Suavi’yi laiklik fikrini o dönemde ilk defa ortaya koyan kişi olduğunu söylüyor (s. 175). Yazar Suavi’nin İslâm aleminin son müçtehitlerinden birisi olduğunu söylüyor. Daha önce sünneti iki gruba ayıranları modernistlikle suçlarken A. Suavi’yi yönetimde tek ölçü olarak Kur'an ve sünneti göstermesine rağmen müçtehit diye vasıflandırıyor.

C. Meriç: “Şeriat anayasadır. Kur'an hükümdarı sınırlar. Hiçbir anayasa bu kadar amir değildir. gönülden bağlar. Çünkü Tanrı kelamıdır (s. 178).

Ziya Gökalp: “İslâm dünya ve din mutluluğu getirir.” diyor. Daha sonra C. Meriç’in deyimiyle İT ile irtibat kurar ve fikirleri değişir. İT’in din karşıtı tutumu İslâm Mecmuası’nda görülür (s. 180). Z. G. İslâm hukukunu örfe indirgeme çabasındadır (s. 181). “Devlet” adlı şiirinde

Kanun hakka hakim değil, hâdimdir.

Sebep yokken ferdi takyid edemez.

Devletimde halkın örfü hâkimdir. diyor (s. 184).

Z. Gökalp intihar girişiminde bulundu. Abdullah Cevdet’in verdiği “Ateizm” kitabı inançlarını sarsmasının ardından oldu (s. 186).

Celal Nuri, “Ümmetin icmaından kastedilen parlementodur.” diyor (s. 186).

F. R. Atay: “Medeni kanun muamelat, ukubat ayetlerini neshetmiştir. Şeriatçılık bu mensuh ayetlere dayanır. Uygulandığı zaman 20. asrı 7. asrı düzeniyle yönetmek anlamına gelir. Ebu Hanife ve sair hukukçuların Kur'an’ı anlama çabaları dinde reformculuktur.” (s. 186-187).

F. R. Atay: “Ş. Günaltay halk içinde softa, yanımızda engin bir din bilginiydi. İlahiyat fakültesini kurduğunda, ‘Fıkhın temeli mensuh Kur'an ayetleri olduğundan fıkıh dersi koymadım.’ demişti.” (s. 187).

H. Z. Ülken, Hanefî fıkhının “Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesinin caizliği zaruretlerin mahzurları haram kıldığı, istihsan vb. “ kaideleri İslâm’ın esasının modernleşmeye ve laik kanunların kabulüne uygun olduğunu söyler.” (s. 189).

Halife

Yeryüzünde iki kişi kalıncaya kadar Kureyş’tendir (Buhari, Ahkâm, 2).

Z. Gökalp: “Doğuda ümmet-millet net olarak ayrılmamıştır. Millet menfaatleri ümmet menfaatine feda edileceğinden hilafet pratikte uygulanamaz (s. 194).

Hilafetle ilgili konuşmasında Seyyid Bey, “Tırnak kesmek, sakal bırakmak gibi konularda hadis var ama halifenin nasıl seçileceği, vacip olup olmadığı ve hilafetin şartlarına dair  hadis yok.” Diyor v ekonuşmasını “Müslümanların aralarındaki işler şura iledir.” ayetiyle konuşmasını bitiriyor (s. 196).

Yazar M. Kemal hakkında sarfettiği sözlere dair bir söylentiyi aktarıyor: “Mustafa Kemal Müslüman toplumlar tek tek bağımsızlığını kazanınca ihtiyaç duyacak olurlarsa içlerinden birini halife seçebilirler. O gün gelene kadar hilafet TBMM’nin şahsında mündemiçtir.” (s. 197). Bu söylentiyi doğru bulanlar 431 sayılı “Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmani’nin TC Memaliki Hariciyesine Çıkarılmasına Dair Hükmün 1. maddesinde “Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda mündemiç olduğundan ilga edilmiştir.” Denilmesidir. “Mülga olunca kendisi kalır mı?” gibi bir soru da gayet makuldür (s. 198).

Kur'an Üslubu

Behçet Kemal Çağlar: “Surelerde şiiriyet var. İlham eseri bir şiir nesre tam olarak dönüştürülemez. Allah eserini etkili kılmak için nazmın unsurlarına, vezne ve her zaman kafiyeye dikkat etmiştir.” Hayranlığı söz konusu ama Kur'an üslubunu iyi anladığı söylenemez. Her zaman kafiye? (s. 201).

E. H. Yazır'a göre, “Kur'an ne bilim kitabı ne de şiir divanıdır. Onların üstünde ilahî bir nazımdır. Bunun için mucizedir. Bilim nazarıyla bakarsanız, sanatı karşısında ümitsizliğe düşersiniz. Şiir nazarıyla bakarsanız ilmiliği ve hakikatı karşısında hayal kırıklığı yaşarsınız.

Kur'an üslubuna hayranlık duyanlar: Muallim Naci, Nihat Sami, Elmalılı Hamdi Yazır, Necip Fazıl, İsmail Hami, İ. H. Baltacıoğlu, Ö. Rıza, P. Safa ve İsmail Safa’dır (205).

Kur'an’ın Muhteva Zenginliği

Musa Carullah: “Kur'an her devrin her sahadaki ihtiyaçlarına noksansız cevap verecek hükümleri muhtevîdir. O halde Müslümanın görevi geçmişten ziyade geleceği gösteren Kur'an’a dönmek, onda bugünü ve yarını gösterecek ışığı aramaktır (s. 206).

Ferit Kam: “Alken, miktarının  sınırlanmasına imkân düşünülemeyen insanın meydana getirdiği eserler, esas itibarıyla tabiatta nasıl mevcutsa (tren-demir) bütün maddî ve manevî hakikatlerin hepsi de öyle Kur'an’da mevcuttur (s. 207). Bilimsel tefsiri mi yoksa ilham kaynağı oluşunu mu kast ediyor anlayamadım (s. 207).

Yazar, “Kur'an’ın manasındaki incelikleri yalnız derin bilgisi olanlar bilir.” diyerek destekleyici olarak وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ (Âlu İmran, 3: 7) ayetini delil getiriyor (s 210). Âyet “ilimde derinleşmiş olanların muhkem ve müteşabih tüm ayetlere inandıklarını ifade ediyor. Yazarın kastettiğini doğru kabul etsek bile ayetin konusu ayetlerin incelikleri değil, müteşabihlerin anlamları.

H. Z. Ülken’e göre Kur'an’ın insan telakkisi ve ahlâk sistemi realisttir. Olmayacak şeyler istemekz. Halbuki bazı beşerî dinlerde gerçekle ilgi o kadar azdır ki, onların ahlâkî idealizmi tam bir ütopya manzarasıdır (s. 211).

Kur'an ve Tesavvuf

Kâzım Karabekir: “Başarınız sıkışınca Allah’a kalbini Hz. Peygamber (s)’den yardım iste, büyük hürmetle sevdiğin ruhlara sarıl.” Himmet, yetiş İsa (s. 224).

N. Topçu’ya göre “Kur'an, kötü ruhbanlığı eleştirmektedir. Kur'an’da münzevi din hayatının Yahudi ve Hıristiyanlara mühansır olduğunu gösteren bir şey yoktur.” (s. 225). İyi niyetlir bir sapmadır. İtikaf süreli bir inzivadır. Vahiy sonrası mağaraya gidiş yoktur. (m.k.)

N. Topçu: “Veliler ve peygamberler büyük mistiklerdir. Onlar ahlâk hayatının insanüstü varlıklardır.” (s. 226).

Yahya Kemal: “Bu devletin iki manevî temeli var. Fatih’in Ayasofya’dan okuttuğu ezan. Selim’in Hırkaî Saadet’te okuttuğu Kur'an (s. 228). Yahya Kemal annesinin akşamları ölülere Yasin okumasından övünerek bahseder (s. 228).

Fuad Köprülü: “Hre ne kadar Ebu Bekir ve Ali’ye dayandırsalar da, İslâm’ın ilk asırlarında tasavvuf yoktu. Tasavvuf, İkan, Hind, Yunan ve en fazla da İslâm’ı alarak teşekkül etmiştir (s. 229). Yazar F. Köprülü’nün “Türk Edebiyatında Mutasavvıflar” eserinden yaptığı bu aktarımı eseri ciddi bulmasına rağmen müsteşrik etkisine bağlar.

Yazar Fuad Köprülü’nün bu tasavvufu eleştiren yorumunun ardından “yukarıdaki aydınlardan farklı olarak P. Safa tasavvufa yüklenir.” diyor. P. Safa: “Kur'an, mistikleri fazla ilgilendirmez. Haricîdir, derunî bir hassasiyeti yoktur. Sofiliğin kaynağı Hıristiyan zühdüdür. Buna yeni-Eflatunculuk eklendi.” (s. 230).

P. Safa: “Gazali ihya adlı eserinde İsa’ya atfedilen sözleri hesaba katmasak bile kuvvetli bir Hıristiyanlık intibaı almamak mümkün değildir. Gazali Hıristiyanlığın mistik muhtevalı İncil’inden ilham almıştır.” (s. 230). Yazara göre Peygami Safa’nın tasavvuftan ziyade mistik anlamı üzerinde durmasının bir anlamı var (s. 231).

İsmail Hakkı İzmirli: “Hıristiyan Rabibini rahim bilir, muntakim bilmez. İslâm’da Allah hemrahim hem de muntakimdir. İslâm şirkin kökünün kazımış, tevihde itina etmiş ve Hıristiyanlığın bazı kurallarını kabul etmemiştir (s. 231).

Erol Güngör: Mekke’de İslâm’dan önce de sufiler vardı. Hicretin ilk iki yüz yılında Zühhad, Kurâ, Bekkâun, Kussâs, Nussak gibi isimler altında zümreler vardır. Allah’ın gazabıyla uyarıyorlardı. Bunlar halkın toplu bulunduğu yerlerde Kur'an okur, ağlar, kıssaları süsleyerek onların üzerine ahlâkî vaazlar inşa eder, halkın din anlayışı üzerinde tesir icra ederlerdi (s. 232). Yine Göngür’e göre, Müslümanlar için Kur'an sünnet dışında tartışılmayacak bir şey yoktur. (S. 232).

Yazara göre tasavvuf Kur'an’a dayanır. A. Midhat, Kâzım Karabekir, N. Topçu, N. Fazıl, Y. Kemal de böyle der. P. Safa buna katılmaz (s. 232).

Kur'an Felsefesi

İ. H. Baltacıoğlu: “Kur'an felsefesi, varlık, insan, yaşama, iyilik, doğruluk, güzellik, sonsuzluk, Allah nedir, nereden geldik, nereye gidiyoruz, neyiz, sorularının Kur'an’a uygun cevaplarıdır.” (s. 233). Ona göre bu, pozitifi bilim metotlarıyla yapılamaz. Amaç, Kur'an’daki mutlak gerçeklerele erişmek, bunları kavramaktır. Kur'an’ı anlamada kartezyen mantık işe yaramaz (s. 233-234). Akıl mantığı pozitif bilimlerin kullandığı mantıktır. Bu mantık bir saat eserini ya da felsefi eseri de anlamaya elverişli değildir. Kur'an’ı anlamaya elverişli olan canlı akıl (duygu mantığını kastediyor olmalı) yani artistik akıl, felsefî akıldır. Kur'an’da bir kavramı ele alırken parçacı değil bütüncü olmalıyız (mevzuî tefsiri kastediyor.) (s. 234). Kur'anî bilgi teorisinde üç ayrı bilgi derecesi vardır.

1.                 İstidlal (ilme’l-yakîn)

2.                 Deneye dayanan bilimsel bilgi (ayne’l-yakîn).

3.                 Sezgi (hakka'l-yakîn)

Z. Gökalp buna benzer bir değerlendirme yapıyor. B. Bestami ile İbnu Sina bir odada görüşüyor. İbnu Sina, “O, benim düşündüklerimi görüyor.” demiş (s. 236). Bu hikâyede de sezgi en üst dereceye yerleşiyor. En üstün bilgi derecesinde kabul edilince de “Kendi şanımı tespih ve tenzih ederim. Benim şanım ne yücedir.” Mevlana’nın Mesnevi’sinde söylediği gibi “Kâbe’yi boş ver. Etrafımda yedi tur at. Aynı sevabı alırsın. Orada Allah’ı mı bulacaksın. Allah kalbimde.” diyen zatı dinleyen Bestemai’nin Allah katında dereceleri arttı.” gibi ifadeler normalleşiyor.

N. Topçu, “Felsefî görüşümüz olmasa Kur'an’ı hakkıyla anlayamayız. Kâinatın muammasını çözebilen felsefe, kalbimizin mantığı, hükümlerimizin mektebidir. Felsefesiz yaşamakla kalbimiz yabancı inançlarla harab olur. Felsefemizin olmayışı İslâm aleminin perişan olmasına neden olmuştur. İbnu Sina’nın, Farabi’nin Aristo felsefesini İslâm’a uyarlamasının sonucu Kur'an’ı bağıra bağıra okuyan adamların kafalarını önce tamir etmek gerekir. Ancak tasavvuf, Kur'an’da esaslarını bulduğu derin bir insan felsefesini ele almıştır (s. 238).  Topçu, İslâm kıyafetine bürünmüş felsefelerden bahseder. Ona göre Alevilik İslâmî dekor ve kilişeleri içinde barındıran Zerdüşt dininin felsefesidir. Bektaşilik Şaman dininin felsefesi, tasavvuf ise İslâm’ın ahlâkî özünü mistik tecrübenin konusu yapan derin bir felsefedir (s. 239).

Kur'an ve Rönesansımız

Bu kavramın mimarı (Kur'anî Rönesans) N. Topçu’dur (s. 240). “Hoca Kur'an’ı okuyor, lakin bilmiyor. Ne yapsın çok ezberletmişler. Bu ezber okuma hastalığına veda edip de Hallaçlar, Gazaliler, Mevlanalardan sonra bir kere de 20. asırda Kur'an’ın bütün halinde bir sistem olarak anlaşılmalıdır (s. 241). Hallaçlar, Gazaliler, Mevlanaların yâran sohbetine Eflatuncularala, Kantları, Pascalları, Bergosnları ve Blodelleri de alarak evveliklerin aşkını sonraki zikrettiklerimizin anlayış ve metotlarıyla birleştirip, Kur'an’ıtahlil ettikten sonra, bu tahlilin unsurlarıyla bir evren metafiziği ve insan felsefesi yapmak. Beylece Rönesans’ımızı yapan bahtiyar olacaktır (s. 242). Topçu, İ. Sina ve Farabi’yi Aristo’dan faydalandı diye İslâm felsefesi yapmamakla suçlamıştı. Şimdi kendisi rönesansı onlarınkine benzer şekilde yapmayı teklif ediyor (m.k.).

N. Topçu: “İnsanlık Ramses’in, Sardanapal’ın ve Cengiz’in değil Konfüçyüs’ün, Buda’nın, İsa’nın, Eflatun’un, Pacal’ın, Hallac’ın, (Yunus, 10:’un eseridir.” (s. 244) Muhammed ?

C. Meriç’e göre Rönesans gerçekleştiecekler şunlardır: Rıza Tevfik, Abdullah Cevdet, Celal Nuri, Naim Efendi, İbnu’l-Emin Mahmud Kemal, Nehmet Ali Aynî, Salih Zeki gibi şahsiyetlerdir (s. 245).

Günün İhtiyaçlarına Göre Kur'an’ın Yorumlanması

Ş. Günaltay: “Herkes Kur'an’ı unuttu. Pirlerin, dedelerin kerametleriyle meşgul oldu. Meczupların, ahmakların irade dışı hareketlerinden hüküm çıkarılmaya başlandı. Kutsiyet mezarlara, elbiselere kadar teşmil edildi. Türbelere kurban adamak, kabirlerden hacet dilenmek imanın gereklerinden sayıldı. İslâm aleminde geçmişe tapma din yerine kaim oldu. Eski zamanda geldi diye birtakım adamların sözleri hürmete şayan görülmeye başlandı (s. 253). Günaltay’a göre dinin kaynağı Kur'an ve hadistir (s. 254).

Her kavim için bir yol göstereni vardır.” (وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ ) (Rad, 13: 7) ayetinden yola çıkan  Ö. Seyfettin, “Her kavmin bir mehdisi vardır.” diyor. (s. 257). Yine, “Erkekler, kadın üzerine idareci ve hakimdirler.” (الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء) (Nisa, 4: 34) ayetinde قَوَّامُون kelimesinin erkeklerin lehine yanlış yorumlandığını söylüyor ancak doğrusunu söylemiyor (s. 258).

M. A. Akif: “Kur’an mezarlıkta okunmak ya da fal bakmak için inmemiştir.” (s. 260).

N. Fazıl: İnsan yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Kur'an tefsiri çok tehlikelidir. Onun ruhaniyetine tevarüs etmiş bir klavuz bulmak lazımdır. Tefsir yapanlar “Ya Muhammed…”[3] diyerek kaba ve ham bir tavırla tefsir yapmışlardır. Halbuki Allah, hayasından Kur'an’da bir defa bile bu hitapta bulunmamıştır (s. 262).

Hüseyin Cahit: Müslüman, hem İslâm’a hem de diğer dinlere inanan kimselere denir.” (s. 266). Kur'an’da sadece Muhammed dinini kabul edenlere Müslüman denilmemiştir.[4] Muhammed Müslümanlardan olmayı kabul edince tabii ki kendi döneminde Müslümanların ilki olmuştur. İslamiyet Allah’ın muhtelif peygamberleri aracılığıyla gönderdiği dindir. Sadece Muhammedîleri[5] Müslüman saymamız Kur'an’ı yanlış anladığımızdandır (s. 267). S. Ateş de aynı kanaattedir. İsa’yı Allah’ın oğlu saymayan Kur'an’ın Allah’ın kelâmı, Hz. Muhammed (s)’in de peygamberi olduğuna inanan İslâm’a girmese de ahirette üzülmeyenlerden olabilir. Bakara suresi 162. ayette Kur'an’a uymaları şartı getirilmemektedir (s. 267-268).

S. Akdemir: “Sabiiler vahiy dışında Allah inancına ulaşmış kimseler olarak değerlendirilebilir. İnsanlar semavî bir dine inansın ya da inanmasın Allah’ın öngördüğü fıtratla ilgili şartları yerine getirirse kurtuluşa erebilir (s. 268).

H. Cahit: “Peygamber’in ümmiliği Mekkeli olması anlamındadır. O, okuma yazma bilirdi (s. 271). Yazar buna “Vahiy gemezden önce okur yazar değildin.” (Ankebut, 29: 48) ayetiyle itiraz ediyor (s. 272). Y. Nuri de ümmiliği Kitap’la eğitilmemiş kişi anlamında kullanıyor (s. 274).

Sa’d b. Rabi, Abdurrahman b. Avf’a, “Hanımlarıma bak. Hangisini beğenirsen sana vereyim.” Diyor. O, “Sağol, sen bana Pazar yerini göster yeter.” diyor (s. 280).

Suavi: “Batı’dan pozitif bilimler almalıyız. Ebced hesabıyla Aliyu’l-Kâri’nin Taha, ebced ile يَا أَيُّهَالولد anlamını vermesi kınanacak bir iştir.” (s. 281). Doğu’da alimler böyle lüzümsuz hesaplarla ilgilenirken, Batılılara ait fikir okulları servet kazanma ve memuriyetle gönülleri de sistem kurmakla meşguldü. Kârlı çıkan da onlar oldu (s. 281).

Kur'an ve Kader İnancı

Ö. R. (Doğrul, 1934:: “İnsanın fiillerinde özgür olup olmadığı öyle bir muammadır ki, hâlâ bir kimse bu soruya kesin bir cevap bulamamıştır. Akıl acizdir ve ilahî iradenin nerede son bulduğunu beşer iradesinin nerede başladığını belirleyemez. Böyle bir işe giriştiğinde hayretler içinde dona kalacaktır.” (s. 285).

P. Safa: “Hıristiyanlığın kader inancı köle iradesidir. Kader kısmet inanışı Doğu’dan önce Batı’da ve Asya’dan önce Avrupa’da ruhları kazanmıştı. Bu, bir şark veya garp akidesi olmadan önce bir ilkellik safhasına işaret sayılabilir. 17. asırdan beri bütün modern İslâmcıların[6] Kur'an’da fatalizm (kadercilik) olmadığını ispat ettiklerini söyleyebiliriz (s. 287).

P. Safa daha sonra Ş. Günaltay’ın bilgilerine baş vurur. O da bu düşünceleri M. Abduh’tan almıştır: “Kur'an cebriyecilik fikirini, ‘Allah dileseydi ne biz ne de atalarımız şirk koşar, bir şeyi de haram kılardık.” (Nahl, 16: 35) ayetiyle reddetmekte kesb-i ihtiyarîyi 64 ayette ispat etmektedir (s 287).

P. Safa, kaderciliğin İran kaynaklı olduğunu söyleyen Abduh’un aksine onun esas kaynağının Avrupa’dan ve Hıristiyanlıktan geldiğini savunur. Ş. Günaltay ise onun İran, Hind, Roma ve Yunan kaynaklı olduğunu söyler (s. 287-288).

Ş. Günaltay: “Kadere iman farzdır. Fakat “Ne yapalım kader böyle imiş!” sözü bir şey hakkında her türlü tedbiri aldıktan sonra yani ancak beklenmedik bir iş karşısında söylenmelidir. Çünkü kaderi inkâr küfür olduğu gibi cebir derecesinde kadere itimat da küfürdür.” (s. 289).

Kur'an ve Kelam

M. Carullah: “Kur'an varken itikadî konularda başka hiçbir kitap kaleme alınmasaydı daha iyi olurdu.” (s. 292). İnsanların kafalarında sorular oluştuysa, bunlara cevap bulma gayretini niye hoş görmeyelim?

N. Fazıl: “Kur'an Allah ile kaim (dir olmalı m.k.) ve sonradan yaratılma değildir (s. 293).

Kur'an ve Faiz

Zara göre “Kur'an’ın indiği dönemde Arap yarımadasında faiz, %4-8 arasında seyrediyordu. Bizans ile sıkı ticari ilikilerde bulunan Arabistan’da faizin %10 civarı olabileceği söylenmektedir. Bu husus, yasağın bu seviyedeki yasakları da kapsadığını gösterir.” (s. 298).

Kur'an’a Açıkça Karşı Çıkanlar

N. Hikmet: Efendiler, ağalar, evliyalar, keşişler/ Ebedî karanlığın boğulsun kollarında/ Artık temiz ruhların aydınlık yollarında/ Sade birdin, bir kanun, bir hak;/ İşleyen dişler… (s. 306).

T. Fikret çok okumadı. Bilgisi orta dereceli veya daha da aşağı idi. Metotlu, disiplinli bir kültürle beslenen bir fikir adamı veya filozof değildi. Türk şiirinde otorite sayıldığı yıllarda birtakım konularda felsefe yapması, Allah ve Kur'an’ı inkâra kalkması ciddi bir tefekkür sayılmazdı. O, bir yandan da gençliğin girdiği ahlâkî buhrana karşı onların ruhunda kutsiyet duyguları uyandırmaya çalışıyordu (s. 308).

Bir şiirinde Bir kudret-i külliye var ulvî ve münezzeh,/ Kudsî ve muallâ, ona vicdanla inandı./ Fıtratta tekâmül ezelîdir; bu kemale/ Tevrat ile, İncil ile, Kur'an’la inandım (s. 309).

T. Dursun, medrese okudu, hocalık ve müftülük yaptı. Sonra da ateist oldu. İnkâr etmesinin yaynında ifade ve üslubuyla İslâm dinini alaya aldı. T. Z. Tunaya’nın (1915-1991)başkanı olduğu Devrim Ocakları’nın kurucuları arasında yer aldı. Şöyle diyordu: “Doğu bilimine yöneldim. Çok büyük kütüphanelere gittim. İslâm’ın kökenini gördüm. Söylencelerde de okudum. Bir gün okumalarım sırasında Sümerlerde “tufan” efsanesiyle karşılaştım. Bu efsane nasıl Tevrat ve Kur'an’da var, bu nasıl olur? M.Ö. 3000 yılında kaleme alındığı söyleniyor. İslâm’dan Kur'an’dan önce. Peki bunlar kutsal kitaplarda ne arıyor? Hammurabi yasalarının bazı maddeleri Tevrat’a geçmiş. Ondan sonra da Kur'an’a yansımış. Yani sarsılmalar böyle başladı.” (s. 309). Kutsal kitaplar öncekilerin başından geçenleri niye anlatmasın? Sümerlerden önce böyle bir olay vuku bulmuş olamaz mı? Yeryüzüne indirilen vahiy, olaylardan bahsetmeyecek mi? 1937’de Tahsin Mayatepek’in raporunu dikkate alan T. Tursun, “Ortaasya’daki atalarımız gibi Meksika yerlileri de güneşi nazim eder. Ezan, abdest, secde Müslümanlığa güneş dininden girmiştir.” (s. 311-312). Kur'an’ın Hz. İbrahim aracılığıyla gök cisimlerinin ibadete layık olmadığını ifade eder. En azından Rasulullah (s) döneminde güneşin doğuş, yükseliş ve batış saatlerinde güneşe tapanlara benzememek için ibadet edilmemişti.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu: “Öldüğümde ne dini ne de resmî merasim isterim. Doğrudan gömün.” (s. 313).

Kur'an’ın Tercümesi

Mustafa Sabri Kur'an’ın tercümesine değil, belki namazda okunmasına karşıdır (s. 348).

N. Fazıl, tercümesine Kur'an denmesini küfür sayar (s. 349). “Meal verirken her türlü indî tefsirden kazınmak ve bu işi bilgiç, çilekeş iman alimlerine yaptırmak, tefsir zaruri olunca geçmişin büyük tefsirlerine sığınmak tek yoldur (s. 350).

İ. H. Baltacıoğlu: “Kur'an’ı Türkçe’ye çevirmeye zorlayan sebep din kitabımızı anlama hakkının yanında uluslaşmaktır. Tarihin gösterdiği gerçek, her yerde uluslaşma dediğimiz olayın, din kitabının ana  dile çevrilmesiyle başlıyor.” (s. 354).

İzmirli İsmail Hakkı: “Kur'an’ın tercümesi caizdir. İhtilaf tercüme ile namazın sahih olup olmamasıdır.” (s. 357).

M. Akif Ersoy da Kur'an tercümesi yaptı. Hakkıyla yapıp yapmama endişesiyle tercümeyi teslim etmedi. Türkçe ibadet 1932 yılında onun vermeme kararı 1931 yılındaydı. Bu nedenden dolayı vermedi denilemez diyor yazar. M. Akif’inki ön sezi olabilir (s. 360). Vasiyeti üzere yakıldığı rivayeti var (s. 361).

Kur'an’ın Salt Türkçe Okunmasına Yönelik Gayretler

Ebu Hanife’ye göre namazda Farsça kırâat caizdir. Kur’an ona göre lafzın ifade ettiği manadır. Talebeleri Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre bu, Arapça okuyamayanlar için caiz görür. ÜM’e göre Arapça’anın dışında caiz değildir (s. 363). Serahsî’nin Mebsut’unda Selman Farisî’denİranlılar (Fatiha 1/’ tercüme etmesini istedi. Çeviriyi alıp dilleri Arapça’yayatıncaya kadar namazda okudular (s. 366). Bu rivayetin senedi belli değil. İbnu Mesud ve Übeyy b. Kâ’b gibi mütevâtir kırâatler dışında şâz rivayetleri bile dikkate alınıp onların kırâatiyle  namaz kılmazken başka bir dilde nasıl caiz olur (s. 366)?

Ebu Hanife görüşünde yalnız kalmıştır. İranlılar dahil, Irak, Lübnan’da görüş birliği halinde tercümesiyle ibadet yapılmamaktadır (s. 367).

A. Suavi: “Namazda ayetlerin Türkçesi okunabildiğine cevaz verilmiştir. Hutbelerin Türkçe okunması zaruridir. Namazda Türkçe okuması Müslümanların vahdetine zarar verir.” (s. 369).

Z. Gökalp:

Bir Ülke ki camiinde Türkçe ezen okunur,

Köylü anlar manasını namazdaki duanın…

Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur'an okunur,

Küçük, büyük herkes biliyor buyruğunu Huda’nın;

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır Vatanın! (s. 369).

M. Kemal, Kur'an’ın özellikle namazda Türkçe okunmasını ısrarla istemiş fakat sonuna kadar gidememiştir. Amacı Türklerin Kur'an’dan haberdar olmasıydı (s. 371). Kürtler?

İ. H. İzmirli gibi Kur'an’ın Türkçe mealiyle namaz kılmayı caiz görenlerin fetvaları Osman Keskioğlu gibi kimseler tarafından hararetle savunulurken çoğunluk bu tutum sahiplerini İslâm Protestanları diye isimlendirmişlerdi (s. 378).

Kuzey Afrika’da Muvahhid devletini kuran (XII yy ortasından XIII yy ortasına kadar) Berberîlerden Müslüman Endülüs mehdisi Muhammed İbnu Tumert, hükümetini kurduğu zaman, okuma yazma bilmeyen Berberîlerin hatrı için Kur'an’ın Berberî diline çevrilip ezanında Berberîce okunmasını emretmiştir. Hatta bütün ulemanın ve fukahanın da bu dili bilmelerini şart koşmuştur (s. 380).

Dinî Reform Çerçevesinde Kur'an’ın Özeti Projesi

Cumhuriyet döneminde resmî olarak Kur'an tercümesi M. Akif’e, tefsiri E. H. Yazır'a, Buhari’nin tecümesi ise Ahmet Naim’e verilmiştir (s. 383).

Osman Nuri Çerman’a göre bir iman, itikad ve amelin din sayılabilmesi için:

1.                 Akla, mantığa

2.                 İlim ve fenne

3.                 Vatan ve milletin istiklal ve menfaatine uygun olmalı. Buna göre:

1.                 Türkiye’de ezanlar Türkçe olacak.

2.                 Hutbe ve namaz Türkçe olacak.

3.                 Ezanda “Tanrı elçisidir Muhammed.” ifadesi, “Tanrı bildiricisidir Muhammed!” diye söylenecek.

4.                 (Enam,  6: şeklinde bir Kur'an özeti Kemalist bilginlerle şu esas dahilinde düzenlenecek.

a.                 Bu yeni kitaba[7] Kur'an’da akla ve mantığa aykırı âyetler,

b.                 İlme ve fenne uymayan âyetler,

c.                 Aynı fikri çeşitli surelerde işleyen âyetler,

d.                İnsan hakkıyla bağdaşmayan âyetler,

e.                 Medeni kanunla kaldırılmış muamelat ayetleri,

f.                  Çoğu İsrailiyyat olan olan mitolojik hikâyeler konulmayacak.

g.                 Halkın bilmesi gereken Medeni Kanun ve TCK’nin çok mühim maddeleri,

h.                 Meali Kur'an’da olmayan fakat vatan, istiklal, ahlâk ve medeniyet için herkesçe bilinmesi gereken Atatürk’ün demeçlerinden pasajlar vecizeler bu Kur'an’a ilave edilecektir.

5.                 Bu Kur'an’da şu konular sureler halinde tanzim edilecek: Temizlik, vatan sevgisi, istiklal, askerlik, kahramanlık, ahlâk ve insanlık, terbiye vb…

6.                 Bu özette ahiret fikrî adalet; cennet bu dünyada huzur ve saadet cehennem vicdan azabı ve musibet olarak tavsif edilecektir.

7.                 Bu yeni kutsal kitap dil kurulunca öz Türkçe olarak tashih edilip milyonlarca bastırılıp halka in adamlarına ve öğretmenlere ücretsiz verilecek (s. 384-385). S. Demirel muamelat ayetleri. Yazar Osman N. Çerman’a inkârcı yerine “ayrılıkçı” suçlamasında bulunuyor (s. 388).

İmam hatip düşmanlığı F. R. Atay’da da Cemal Kutay’da da imam hatip düşmanlığı had safhadadır (s. 410).

IV. Bölüm

Bu bölümün birinci kısmında tercüme konusunda aydınların yaklaşımına girmeden tercüme kavramı sayfalarca anlatılmış. Diğer başlıklarda böyle bir tanımlama yoluna gidilmemiş.

Bibliyografya

Ayvazoğlu, Beşir, Peyami, Ötüken Yay., İst., 1998.

 

Bedir, Ahmed, Yitik Masumiyet, Merkür Yay., İst., 2003.

 



[1] Örneğin s. 8 ve s. 21’de aynı metinler yer alıyor.

[2] Yazar Peyami Safa’nın 1936 yılında Paris’teki Sphinx adlı dans salonunda elbisesiz 200 bayandan birisiyle dans ettiğinden ve bu olayın ardından insanın ahlâkını bozanın çıplaklık değil, elbise olduğunu keşfettiğinden, odasına onu yazılarındaki çıplaklığa dair cesaretini test etmek isteyen bir bayanın gelişini ve onun edepli (?) davranarak sadece sigarasını yakmakla yetindiğinden bahsetmez (Ayvazoğlu, 1998; 297-298).

[3] Kur'an’da “يَا” nidası olmadan Hz. Muhammed (s)’in adı 4 defa geçmektedir bkz. Âlu İmran, 3: 144; Ahzab, 33: 40; Muhammed, 47: 2; Fetih, 48: 29. Allah’ın peygamberlerine bu nida ile seslenmesinin “haya” dışı olmadığına dair bkz. Hud, 11: 48; Meryem, 19: 7, 12.

[4] Hüseyin Cahit, “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin. Sizi o seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da, Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size müslüman adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac, 22: 78) ayetini esas alıyor olmalıdır.

[5] Muhammedî tabiri de Hüseyin Cahit’in İslâm’ı yanlış anladığına bir örnektir. Zira bu tabir ne Kur'an’da ne de sünnette yer alan ve olumlanan bir ifadedir. Kişilere atfedilen din, ilahîliğini yitirmiş demektir.

[6] Yazarın tahmini P. Safa’nın Mutezilî eğilimli kimseleri kastettiği şeklindedir.

[7] ABD’nin yakın zamanlarda “Furkanu’l-Hak” adıyla Ortadoğu ülkelerinde dağıttığı kitap da buna benzer bir projenin ürünüdür.