Tekfirin tarihi
Tekfir bir kimse veya
grubun kâfir olduğunu iddia etmektir. Bir kimseyi/topluluğu tekfir edenler
aşırılıkla suçlanmaktadır. İlk defa etkili bir şekilde Haricilerle birlikte
İslam ümmetinin gündemine girdiği söylenebilecek tekfirci eğilim, gerçekten
ciddi bir sorundur. Çünkü bu furya bir başladı mı nerede duracağını kestirmek
zordur. Bu yazıda Süleyman Uludağ’ın İslam Düşüncesinin Yapısı (3. bs.,
İstanbul, 1994) adlı eserinden yola çıkarak İslam tarihinden birtakım tekfir
içerikli ya da tekfiri çağrıştıran ifade örnekleri vereceğiz. Amacımız “Bakın
Müslümanlar geçmişte de birbirini tekfir edip duruyormuş. Demek ki doğru iz
üzereyiz.” demek değildir. Aksine bu eğilimin tarihteki örneklerini bilmek
sorunu çözmede ümitsizliğe düşmeyi engelleyecek ve çözümü nispeten
basitleştirecektir.
İbn Kudame’nin Muğni
adlı eserinin önsözünde şöyle bir aktarıma yer verilir: Trablusşam’da Şafii bir
zat, kent müftüsüne, “Camiyi bizimle Hanefiler arasında taksim et. Hanefiler
bizi zımmî (İslam devletinin gayr-i Müslim vatandaşları) gibi görüyorlar.”
der. O sırada, “Bir Hanefi erkek Şafii bir hanımla evlenebilir mi?” konusu
tartışılmaktadır. Hanefilerden bazıları “İnşallah müminim.” diyen Şafiilerin ve
Eşarilerin imanlarının şüpheli olduğunu ve onlarla evlenilemeyeceğini, bazıları
da onları zımmîlere kıyas ederek onlardan kız almanın caiz olduğunu
savunuyordu.
Şafii, “Bir kimsenin,
‘İsim müsemma değildir.’ dediğini işitirseniz bilin ki o kelamcıdır,
dinsizdir.” demiştir. İmam Ahmed (b. Hanbel)’e göre de kelamcılar zındıktır. Cüneyd-i
Bağdadi’ye göre kelam imansızlığa açılan kapıdır. Ebu Yusuf’a göre kelam
ilmini tahsil ederek bilgi sahibi olmak isteyen zındık olur. Müfti’nin ondan
nakline göre, hak olanı söylese bile kelamcının arkasında namaz kılınmaz.
Abdülkadir Geylani, “Kur’an
mahluktur.” diyenlerin kâfir olacağı kanaatindeydi. Ona göre, böyle diyen kimse
ile yemek yenilmez, evlenilmez, arkasında namaz kılınmaz, şahitliği kabul
edilmez, cenaze namazı kılınmaz ve tövbe etmezse de öldürülür. İmam Ahmed de, “(Ebu
Hanife’nin dediği gibi) Kur’an mahluk değildir ama onun okunması mahluktur
diyen kâfir olur.” kanaatindeydi. İmam Ahmed’in, “Allah bu adamı hadis için
yarattı.” dediği Abdurrahman b. Mehdi, “Ebu Hanife ilim nedir bilmezdi.
Dalalete düşürdüğü insanların vebali yarın kıyamet günü sırtına sarılacaktır.”
derdi. İmam Malik de, “Ebu Hanife fitnesi, İblis fitnesinden daha zararlıdır.” düşüncesindeydi.
Süfyan es-Sevri Ebu Hanife’nin ölüm haberini alınca, “Elhamdülillah, birçok
insanın belaya düşmesine neden olan kişiden Allah bizi afiyette kıldı.”
demiştir.
Mutasavvıfların
Şeyhül-Ekber (en büyük şeyh) dedikleri Muhyiddin İbn Arabi, Fütühat adlı
eserinin 30. Babında “Peygamberler için Firavunlar ne ise, rüsum uleması
(fakihler) veliler için odur. Fukaha ve ashab-ı fikir, velilerin
Firavunları ve Allah’ın salih kullarının deccallarıdır.” demektedir. İbn
Arabi’ye Alauddin Buhari, İbn Teymiye ve Ali Kari gibi karşıtları Şeyhu’l-Ekfer
(en kâfir şeyh) unvanını layık görmüşlerdir. Buna karşılık İbn Arabi’nin
“Firavun Müslüman olarak öldü.” demesini mazur gören İbn Hacer Mekki de, İbn
Teymiye ve talebesi İbn Kayyım’ın kâfir, sapık, zındık ve mülhid olduklarını
söyler ve onlara lanetler yağdırır.
Tasavvufi tefsirlerin
en önemlilerinden birinin yazarı olan İsmail Hakkı Bursevi, sırf Mevlana
ve babası ile iyi geçinemediler diye kelam tarzındaki tefsirlerin en güzelini
yazmış olan Fahruddin Razi’nin tutumunu İblis’in tavrına benzetir.
Hadis alimi İbn Salah Hakaiku’t-Tefsir
adlı ilk sufi tefsirin sahibi Sülemi hakkında, “Eğer o kitabındaki şeylerin
tefsir olduğuna inandıysa kâfir olmuştur.” derdi. Selefiler için Hallac ve İbn
Arabi, Firavun’dan farkı olmayan iki dinsizdir. Muhalifleri de Selefileri
Mücessime ve Müşebbihe olmakla suçlamaktadırlar.
İbn Kayyım, Osmanlı
medreselerinde uzun süre okunan Nasıruddin Tusi’ye küfrün, şirkin ve ilhadın
yardımcısı ve destekçisi derdi. Ebusuud Efendi de, Yunus Emre’ye ait olduğu
söylenen “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri./İsteyene ver sen
an(lar)ı bana seni gerek seni.” sözünün apaçık küfür olduğunu
söylemiştir.
Yukarıda naklettiğimiz
sözlerden anlaşıldığı kadarıyla, tekfircilik sadece Haricilerin ya da
günümüzdeki (şamar oğlanı edilen) “selefilerin” eğilimi değildir. “Allah’ın
veli kulları olmanın kendileriyle sınırlı tutulduğu kimseler” (!) bile bu
kontenjandan faydalanamayanlara ağır sözler söylemişlerdir. Tekfirciliğin bir
kısmının aşırı bir tepki sonucu ortaya çıktığını bir kısmının da yerinde
olduğunu söyleyebiliriz. Ümmet bilinci ile hareket etmek ve Müslümanlara karşı
merhametli olmak görevimiz olmakla beraber, aşırılıklarını gayr-ı
Müslimlerinkinden öteye taşıyan Müslümanların (!) en azından sözlerinin küfür
olduğunu söylemek gerekir. Aksi takdirde dinin omurgası kalmaz ve
hakkı-sabrı tavsiye emri anlamsızlaşır. Yukarıda söylenenler bize şunu da
öğretmiş olmalıdır: Daha önce yaşamış Müslümanlar birbirlerini kutsayıp
durmamışlar aksine bazen ağır tenkitlerde bulunmuşlar ve bize –sert üslupları
bir yana- kuvvetli bir “eleştirel yaklaşım mirası” bırakmışlardır.
6 Kasım 2014 (Memleket
Gazetesi)