Abstract
A human being establishes relationships
with her/his milleu in different ways and on different levels. In this paper,
the relationship named “recognizing and knowing” will be discussed from the
aspect of social sciences philosophy. In this context, by considering Quranic
verses at times; the question of our exigency of absolute empathy when we are in
need of knowing somebody and if this kind of empathy is not possible, the
propriety of claiming to know her/him will be analyzed.
Keywords: knowing, the
Quran, solipsism, empathy, blush
Özet
İnsanoğlu çevresiyle farklı şekil
ve düzeylerde ilişkiler kurar. Bu yazıda, bu ilişkilerden “tanıma ve bilme” adı
verilen ilişki sosyalbilimler felsefesi açısından ele alınacaktır. Bu bağlamda;
bir kimseyi bilme çabası içindeyken onunla mutlak empati kurmanın gerekip
gerekmediği, bu mümkün değilse onu bilme iddiasının ne kadar yerinde olduğu,
zaman zaman Kur'an ayetleriyle karşılaştırmalı olarak sergilenmeye
çalışılacaktır.
Anahtar kelimeler: Bilme, Kur'an, tekbencilik,
empati, utanma
İnsan çevresiyle fiziksel,
sosyal, psikolojik vs. ilişkiler kurar. Bu ilişkilerden birisi de tanıma ve
bilme dediğimiz ilişkidir (Beheşti, 1988: 19). Bir kimseyi bilmek için
kendimizi mutlak anlamda onun yerine mi koymamız gerekir? Onun yerine kendimizi
koyamıyorsak onu bildiğimizden söz edemez miyiz? Utanma duygusu acaba öz-bilincimizin
farkına vardığımızı mı göstermektedir? Bu konuda Tevrat ve Kur’an’ın söz ettiği
yaratılış kıssası neyi ifade etmektedir? Kur'an-ı Kerim bizim açımızdan
başkasının ya da başka kesimlerin “bilinemeyeceğine” mi vurgu yapmaktadır yoksa
onlar hakkında bilgiler verip inananları düşünmeye mi sevk etmektedir?
A.
Birisini bilmek için o mu olmalısınız?
Sosyolojik karşılığı olmayan
felsefi bir pozisyon alışı temsil eden tekbencilik[1]
kişinin kendi deneyimlerinden, durumlarından ve edimlerinden başka hiçbir şeyin
bilincinde olamayacağını iddia eden bir teoridir. “Birisi”ni tek bir kişi
olarak tanımlayacak olursak o zaman
“Birisini bilmek için o olmalısınız.” tezi, kişiyi sadece kendisinin bilebileceği
iddiasına dönüşür. “Birisi” daha geniş
biçimde bir grubu gösterirse o zaman da “Birisini bilmek için o olmalısınız.” tezi bir grubun üyelerini
sadece bu grubun üyelerinin anlayabileceği iddiası oluverir (Fay, 2001: 23).
Tekbenci bakış açısı iletişimi imkânsız kılan bir bakış açısıdır çünkü
başkasını bilme olasılığını neredeyse sıfırlamaktadır. Halbuki Kur'an,
müminlere kâfirleri, zalimleri, münafıkları vs. anlamak için kendilerini mutlak
olarak onların yerine koymalarını şart koşmadığı gibi bizden önceki dönemde yaşamış
Müslüman ya da gayr-ı Müslim kişi veya toplulukları ibret almak üzere ilgimize
sunmaktadır. İnsan başka birisiyle değişik düzeylerde empati[2]
kurabilir ve onun eylemlerindeki kastı yine değişik oranlarda yakalayabilir.
Aksi takdirde sosyal düzenin varlığından söz edilemez ve sosyal kurumların
–sözgelimi yargı kurumunun- işlevsizliği gündeme gelir. Kur'an-ı Kerim
gerektiğinde karganın bile bilgi kaynağı olacağına dikkat çekmektedir (Maide,
5: 31).
Tekbenciliğin “kişinin kendi
deneyimlerinden, durumlarından ve edimlerinden başka hiçbir şeyin bilincinde
olamayacağı” şeklindeki tezinin, en baştan hem dar hem de geniş biçimleriyle
incelenmesi gerekmektedir. Çünkü bu tez doğruysa o zaman insanlar üzerindeki
bilimsel çalışmalar itibarını tamamen yitirecek ve “sosyalbilimler” terimi
kendi içinde çelişen bir terim haline gelecektir. Bunun iki nedeni vardır.
Birincisi, bilim ilke olarak, bütün fenomenlerin incelenmeye ve bütün
araştırmacıların analizlerine açık olmasını gerektirir. Halbulki sadece
birbirlerine benzeyen insanlar birbirlerini anlayabilirlerse, o zaman
inceledikleri insanlardan farklı olan araştırmacıların önünde bir engel
olacaktır. İkincisi siz sadece size benzeyenleri anlayabildiğiniz için, sizden
farklı olan araştırmacıların bulgularını da anlayamazsınız. Dolayısıyla da
farklı türden insanlar arasında hakiki bir bilgi paylaşımı gerçekleşemez.
Hepimiz, epistemik anlamda, birbirimiz için gizemli, küçücük homojen dünyalarımıza hapsolmuş
oluruz. Böyle bir durum ise bilimi imkânsız kılar (Fay, 2001: 23). Kur'an
ilimleri açısından bu meseleye baktığımızda –tekbenciliğin aksine- Müslüman
olmadığı halde sözgelimi Ignác Goldziher’in (1850–1921), Toshihiko Izutsu’nun (1914–1993),
William Montgomery Watt’ın (1909–2006) Kur'an araştırmaları pekçok noktada yerinde
görüşler içerdiğini söylemek mümkündür ve onların yaklaşımlarından Müslüman
araştırmacılar da faydalanmaktadır. Ek olarak, bilmediğimiz konularda –din
farkı gözetmeksizin- bilene sormak Kur'anî terbiyenin gereğidir (Nahl, 43: 16).
Bir kimsenin kim olduğu, büyük
oranda ve çoğu kere de seçim yapmadan ait olduğu gruplardan ayrı düşünülemez. Sözgelimi,
Türkiye’de yaşayan birisi Yeni Zelanda’da doğup büyüseydi, şimdikinden çok
başka birisi olacaktı. Sadece dünyayı farklı biçimde tanımlamakla kalmayıp aynı
zamanda dünya hayatını farklı biçimde yaşayacaktı. Genellersek, herkesin
kimliği önemli ölçüde içinde yaşadığı toplumsal ve kültürel dünyanın bir
fonksiyonudur. Toplumsal etkilerden tamamen kaçmak mümkün değildir ancak
bireyler olarak onlardan bağımsızlığımızı da önemli ölçüde sürdürürüz (Layder,
2006: 319). İnsan yaşadığı çevreden etkilendiği gibi onu etkiler ve
şekillendirir de. Aksi takdirde sosyal değişimden ve insanın iradesinden söz
etmek mümkün olmaz.
B.
Başkasını bilmek başkası olmayı gerektirir mi?
Bilmek aynı deneyimleri yaşamak
yerine belki de aynı türden deneyimler yaşamak olarak tanınlanmalıdır. Bu
şeklide tanımlandığı zaman, belki de size yeterince benzeyen başkaları (başka
bir zamandaki siz de dahil olmak üzere) siz olmanın ne olduğunu ve dolayısıyla
da sizi bilebilir. Size yeterince yakın birisi empati yoluyla sizinle aynı
türden duyguları hissedebildiği ve dolayısıyla da sizin deneyimlerinizi
kavrayabildiği zaman bu gerçekleşebilir (Fay, 2001: 31).
Nesnel olarak sizden tamamen
farklı insanların, sizin deneyimlerinizi bilmelerine yetecek kadar sizinkilere
benzer deneyimler yaşayabileceklerini söylemek, sizden tamamen farklı
insanların sizi en azından kısmen anlayabileceklerini kabul etmek demektir.
Bakşa bir deyişle sizi bilmek için başkaları (bırakın siz olmayı) sizin gibi
olmak zorunda bile değildir (Fay, 2001: 33). “Başkasını anlamak”, mutlak düzeyde gerçekleştirildiği iddia edilmediği
sürece mümkündür. Aynı zaman ve mekânda yaşanmadığı halde bir başkasını ya da
çevreyi on(lar)dan daha iyi anlamak ihtimal dışı değildir.
Sosyalbilimci, deneyim ya da
ilişkileri ele alır ve bunları parlak bir biçime sokarak açık hale getirir. Protestan
Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu[3] adlı eseriyle kapitalizme yüklediği anlam ve
kapitalizmi belirleyen şartların ne olduğu konusundaki düşünceleriyle bir çığır
açmış olan Max Weber[4]
bu açıdan iyi bir örnektir. Weber bu eserinde kapitalizmin payandası olan
davranışların güdülenmesini sağlayan duygu, inanç ve eylemlerin bağlantısını
çözümlemekte ve açıklığa kavuşturmaktadır. Weber’in, 16. yy. Protestanlarının
içsel yaşamları konusunda onların bizzat kendilerinden daha yol gösterici
olduğunu ileri süren ve bunu başarabilmesinin asıl nedeninin, onun 16. yy.’dan
uzak oluşuna bağlayan yaklaşım (Fay, 2001: 38) yabana atılır gibi değildir.
C.
Başkalarının bizi bilmesi ne kadar mümkündür?
Başkaları, özellikle de bizden
tamamen farklı olanlar, bizi nasıl bizden iyi bilebilirler? Burada üç neden
saymamız mümkündür:
1.
Biz genellikle kendi etkinlik ve duygu akışımıza
kendimizi tamamen kapatıyoruz. Dolayısıyla da bu akışı kavrayamıyoruz. Yapmak
ya da olmak ile bilmek farklı olduğu ve bilmek için de olmak ya da yapmakta
belli bir mesafede durmak gerektiği için, belli bir yaşam ya da eylem biçimine
dalmak kişinin kendisini bilmesini engelleyebilmektedir (Fay, 2001: 38-39). Bu
bağlamda bir başkasıyla ya da kesimle karşılaşmak ve onlarla bir arada yaşamak
gayet öğretici olmakta ve eksik yönler bu sayede tamamlanabilmekte ve “bilişim”
sonucunda yanlış önyargıları bertaraf etme imkânı ortaya çıkabilmektedir.
2.
Yaşamamızı oluşturan etkinlik ve duygular çoğunlukla
kafa karıştırıcıdır. Birçok şey hakkında kararsız kalmaktayız. Onları tamamen
aynı anda hem istemekte ve değerli görmekte hem de reddetmekte ve değersiz saymaktayız.
Ayrıca güdülerimiz genellikle karışık hatta bazen çelişkili olmaktadır. Bir
hareketle birçok amaca ulaşmak istemekteyiz. Halbuki bu amaçların hepsi
birbiriyle uyuşamayabilmektedir. Dahası, duygu ve arzularımız karmaşık, derin
ve katmanlı oldukları için çoğu zaman birbirine karışmaktadır. İnsanî deneyime
has bu özelliklerden dolayı çoğu zaman kendimizi çözümleyememekteyiz. Kendimizi
okumak bize zor gelmektedir. İçimizdeki bütün bu kararsızlık ve karmaşadan uzak
olan başkaları ise deneyimlerimizin karmaşıklıklarına, bizim yapamadığımız biçimlere
vakıf olabilmektedir (Fay, 2001: 39).
3.
Genellikle başkaları bizim kendi deneyim ve
duygularımız ile dış koşullar ve öncül olaylar arasındaki bağlantıları
kavramaya daha yatkın olmaktadır. Bunlar sadece önümüzdeki ivedilik arz eden
şeyleri görebilen bizlerden daha geniş bir görüşe sahip oldukları için nedensel
kalıpları, etkileri ve sonuçları daha kolay teşhis edebilmektedirler (Fay,
2001: 39).
Ben kendim olabilirim fakat bu
kendimi bileceğim anlamına gelmemektedir. Bir deneyimi bilmek sadece onu
yaşamak değil bu deneyimin ne olduğunu (söylemsel olan ve olmayan ifadeleri
kapsayan genel bir anlamda) ifade edebilmek demektir. Bilgi deneyimin kendisine
değil, bu deneyimin anlamının kavranmasına dayanmaktadır. Bundan dolayı bilgi
ruhsal özdeşleşim değil, yorumlayıcı anlamdır: Kendimizi ve başkalarını bilmek
bir ruhsal birlik örneği değil, bir
şifre çözme, netleştirme ve açıklama örneğidir (Fay, 2001: 47). Bu anlamda
Kur'an-ı Kerim müminlere kendilerini ve kendilerinin dışındakileri nasıl
anlayacaklarına dair rehberlik etmekte gerek kıssaları gerekse emirleri
aracılığıyla müminleri inkârcıların tutum ve tavırlarını anlamaya
yönlendirmektedir.
Bilmek -sırf deneyim olmayıp-
anlamı kavramak olduğu için birisi olmak onu bilmenin ne gerekli ne de yeterli
koşuludur. Yeterli değil, çünkü birisi olabilir ve fakat yine de onun yaşamının
ne olduğunu bilemeyebilirsiniz. Gerekli değil, çünkü bazen bir deneyimi
yaşamasanız ve bunu yaşayanlardan çok farklı olsanız bile bunun anlamını kavrayabilirsiniz
hatta bazen bu anlamı kavramak “birisi” olmayanlar için daha kolaydır. Çünkü
bunlar deneyimin anlamını takdir etmek için gereken mesafede bulunurlar (Fay,
2001: 47). Nitekim, Hz. Yusuf’u ayartmaya çalışan kadının durumunu anlayıp
tedbir alan ve onun tuzağına düşmeyen Hz. Yusuf ile bu hadisede kimin suçlu
olduğunu tespite çalışan kişinin söz konusu kadını ondan daha iyi anladıklarını
söylemek mümkündür (Yusuf, 12: 27).
D.
Utanma duygusu bağlamında başkasınca bilinmek
neyi ifade eder?
Yalnızca zihinsel içeriğimiz
başkalarından alınan unsurlarla oluşmamaktadır. Aynı zamanda en karakteristik
deneyimlerimizin birçoğu da başkalarıyla olan etkileşimimizden doğmaktadır.
Utanma deneyimini ele alalım. Utanma, uygunsuz davranışlarımızın ve
duygularımızın başkaları tarafından görülmesi ya da fark edilmesi korkusunu
içermektedir. Hatta uygunsuz durumda görülmeseniz bile utanabilirsiniz. Çünkü
başkalarının bilmesini istemediğiniz bazı edimlerinizin ya da düşüncelerinizin
ortaya çıkması durumunda ne hissedeceğinizi tahmin edebilirsiniz. Utanma
bağlamında sizin kişisel deneyiminiz, başkalarının gerçek ya da hayali davranışlarının
doğrudan bir fonkisyonudur. Hatta başkalarının gerçek ya da hayali tepkilerine
doğrudan bağlı olmayan daha karmaşık utanma biçimleri bile toplumsaldır.
Nitekim, erişemediğimiz bir mükemmellik idealinden dolayı da utanabilmekteyiz.
Aslında bu tür ideallerin kendileri de, grubumuzun stantartlarının
içselleştirilmesi ya da bu standartların dönüştürülmesidir. Dolayısıyla “içsel”
utanma bile toplumsaldır (Fay, 2001: 65).
Utanma durumu, görüntü ile gerçeklik arasında olası
bir uyuşmazlığa dayanmaktadır. Bu olası uyuşmazlık, kişinin hem bir içe hem de
bir dışa sahip olduğunu fark etmesine bağlıdır. Bu ise, kişinin başka biri için bir nesne olduğunun farkında
olmasıyla ilişkilidir. Kısacası, utanma; sadece daha önce tartıştığımız
anlamda, başkaları tarafından istenmeyen bir anda görülme korkusundan dolayı
değil, aynı zamanda daha derin bir anlamda, yani “utanmayı mümkün kılan
kapasiteler sadece başkalarının varlığıyla kazanılabildiği için de” mutlaka başkalarını
gerektiren bir şeydir (Fay, 2001: 69). Kur'an-ı Kerim açısından bakıldığında bu
“başkası” salt insanlarla sınırlanamaz yani o melekler ve(ya) Allahu Teala da
olabilir.
Utanma duygusunun da işlendiği,
cennetteki[5]
Adem ile Havva kıssası utanmanın nasıl doğrudan doğruya öz-bilince bağlı
olduğunu net bir şekilde göstermektedir: “Böylece (şeytan) onları
aldatarak mevkilerinden düşürdü. Şöyle ki: O ağacın meyvesini tadar
tatmaz, edep yerlerinin açık olduğunu fark ettiler. Derhal, buldukları cennet
yapraklarıyla edep yerlerini örtmeye başladılar. Onların Rabbi ise nida edip
buyurdu: Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi? Ben şeytanın sizin besbelli
düşmanınız olduğunu söylemedim mi? Niçin Beni dinlemediniz de bu perişan duruma
düştünüz?” (Araf, 7: 22). Âdem ve eşinin, mahrem yerleri açılınca herhangi
bir telkin altında kalmadan hemen onları örtmeye girişmeleri insanda hayâ
duygusunun fıtrattan geldiğini, çıplaklığın ve vücudun belli yerlerini teşhir
etmenin insandaki doğal ahlâk duygusuna aykırı olduğunu kanıtlamaktadır.[6]
Bu ayette anlatılanlar Tevrat’ta da şöyle belirtilmektedir: “Her ikisinin de
gözleri açıldı. Artık çıplak olduklarını biliyor ve utanıyorlardı. İncir
yapraklarını birbirine ulayarak kendilerine peştamal yaptılar.” (Tevrat, Tekvin,
3: 7). Adem ile eşi çıplaklıklarından neden utanıyorlardı? Belki,
savunmasızlıklarını gördükleri için; belki, vücutlarının görüntüsünden
hoşlanmadıkları için; belki de başka birisi tarafından arzulanma anlamında
cinsel nesneler olarak kendi kendilerinin farkına vardıkları için ve bu yeni
keşfedilen güçten hem korktukları hem de hoşlandıkları için. Ancak utanmaları,
doğası ne olursa olsun, Adem ile Havva’nın öz-bilince kavuşmalarının merkezinde
yatan şeydi (Her ikisinin de gözleri açıldı ve artık çıplak olduklarını
biliyorlardı). Çünkü, tam da, öz-bilinç, kişinin kendisinin öz-bilinçli başka
bir varlık için bir nesne olduğunun farkına varmasını gerektirmektedir (Fay,
2001: 69).
Sonuç
Özde toplumsal varlıklar olan benlikler başkalarıyla birlikte oluşan
geçirgenliğe açık yapılardır. Bir diğerinden etkilenen insanın iman ile inkâr
arasında gidip gelen bir yapıda olması da bunun bir göstergesidir. İnsanın
benliği ne tamamen bağımsız hareket etmekte ne de başkasının ya da başka
çevrelerin karşısında iradeden yoksun bulunmaktadır. Bu nedenledir ki, Kur'an
insanın yaşadığı şartlar ne kadar kötü olursa olsun, yine de onu “gücü
ölçüsünde” iyilik yapmakla mükellef kılar. İnsanın kendisi olabilmesi için kendisine
olduğu gibi başkasına da ihtiyacı vardır. Bu anlamda alaktan yaratılan
insanın hayatı bir alâkalar zinciri şeklindedir, denebilir. Yani
bilir, iletir ve bilinir. Karşıtlık durumunda bile (mümin-kâfir, muslih-müfsid
vs.) kişi ile başkası arasında canlı bir etkileşim sözkonusudur. Çünkü
kendisinin farklılıklarını tanımlarken bile başkalarına ihtiyacı vardır. Benlikler
sınırları belirli ve kapalı yapılar değildir. Aksine başkalarıyla etkileşimlerinin
sonucu olarak karmaşık ve dinamik bir yapıya sahiptirler.
Kaynakça
Beheşti, Muhammed Hüseyin (1928-1981), Bilmek,
Bir Yay., İst., 1988.
Fay, Brian, Çağdaş Sosyal Bilimler
Felsefesi, (çev: İsmail Türkmen), Ayrıntı Yay., İst., 2001.
Gölbaşı, Şükran, “Sociological Paradigms and
Organizational Analysis (Kitap Değerlendirmesi)” Çanakkale Onsekiz Mart
Üniversitesi Biga İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Yönetim Bilimleri Derg,
C. 2, S. 2, Çanakkale, 2004.
Layder, Derek, Sosyal Teoriye Giriş, (çev:
Ümit Tatlıcan), Küre Yay., İst., 2006.
Karaman, Hayrettin vd., Kur'an Yolu Türkçe Meal
ve Tefsir, 5 c., DİB Yay., Ank., 2007.
Nesefi, Mahmud Hafız ed-Dîn (ö. 710), Tefsiru’n-Nesefi
(Medâriku’t-Tenzîl ve Hakaiku’t-Te’vil), 3 c., Daru’l-Kelimi’t-Tayyib, Beyrut,
1998.
Rees, Dilys Karen, “Gadamer’s Philosophical
Hermeneutics: The Vantage Points And The Horizons In Readers’ Responses To An
American Literature Text”, The Reading Matrix, Vol.
3. No. 1, the USA, 2003.
Torun, İshak, “Kapitalizmin Zorunlu Şartı
Protestan Ahlak” Cumhuriyet Üniv. İktisadi ve İdari Bilimler Derg., Cilt 3,
Sayı 2, Sivas, 2002.
Taberî,
Muhammed bin Cerir (ö. 310), Câmiu'l-Beyan
an Te’vîli Âyi’l-Kur'an, 24 c., Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000.
Weber,
Max (1864–1920), Protestan Ahlâk ve Kapitalizmin Ruhu, (çev: Zeynep
Aruoba),
Hil Yay., İst., 1985.
[1]
Gölbaşı, Şükran, “Sociological Paradigms and Organizational Analysis (Kitap
Değerlendirmesi)” Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Biga İktisadi Ve İdari
Bilimler Fakültesi Yönetim Bilimleri Derg, C. 2, S. 2, Çanakkale, 2004, s. 153.
[2]
Empati bir hayal kurma eylemi, kendi izdüşümünü ötekinin perspektifine ve
anlayışına düşürmektir bkz. Rees, Dilys Karen, “Gadamer’s Philosophical
Hermeneutics: The Vantage Points And The Horizons In Readers’ Responses To An
American Literature Text”, The Reading Matrix, Vol. 3. No.1, the USA, 2003, s. 1.
[3]
Weber, Max, Protestan Ahlâk ve Kapitalizmin Ruhu, (çev: Zeynep Aruoba),
Hil Yay., İst., 1985.
[4]
Torun, İshak, “Kapitalizmin Zorunlu Şartı Protestan Ahlak” Cumhuriyet Üniv.
İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, Sivas, 2002, s. 89.
[5]
Mutezile’ye göre bu cennet Yemen taraflarındaki bir bahçedir. Çünkü ahirette
gidilecek cennetten farklı olarak, Adem ile eşinin içinde bulunduğu cennette
mükellefiyet ve çıkış sözkonusudur bkz. Nesefi, Mahmud Hafız ed-Dîn (ö. 710), Tefsiru’n-Nesefi
(Medâriku’t-Tenzîl ve Hakaiku’t-Te’vil), 3 c., Daru’l-Kelimi’t-Tayyib, Beyrut,
1998, I, 81.
[6]
Karaman, Hayrettin vd., Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 5 c., DİB
Yay., Ank., 2007, II, 510. İbn Abbas’a göre Adem’in utandığı, Allahu Teala’dır
bkz. Taberî, Muhammed bin Cerir (ö. 310), Câmiu'l-Beyan an Te’vîli
Âyi’l-Kur'an, 24 c., Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000, XII, 353.
0 yorum:
Yorum Gönderme
Kayıt olmadan yorum yapmak için anonim, isim girmek için Adı/Url seçerek yorum yapabilirsniz.