Cevdet Said velud bir yazar. Kendisini Türkçe'ye çevrilen "İslami mücadelede Güç, İrade ve Eylem; Toplumsal Değişimin Yasaları; Şiddet Sorunu; Habil Gibi Ol" vb. eserlerinden tanıyoruz. Çerkez asıllı yazar, Suriye'de bir köyde çiftçi olarak yaşamakta ve Suriye yönetiminin teklif ettiği görevleri kabul etmemektedir. Yazdığı kitapların adlarını dikkate aldığımızda onun toplumsal hareketlilikte sivil ve askeri tavırlar konusuna ağırlık verdiğini rahatlıkla görebiliriz. Acaba yazar niçin bu konuya ısrarla eğilmekte ve şiddet karşıtı bir söylemi sistemleştirmeye çalışmaktadır?
Said'in şiddet sorununa yaklaşımına geçmeden önce Adem'in iki oğlu ile ilgili kıssa bağlamında kısa bir değerlendirmede bulunmak yararlı olacaktır. Çünkü yazar şiddet karşıtı söylemini Türkçe'ye çevrilen son eserinde Adem'in iki oğlundan iyi olanı Habil ile somutlaştırmaktadır.

Adem'in İki Oğlu
     "Onlara, Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, kıskançlık yüzünden), "Andolsun seni öldüreceğim" dedi. Diğeri de "Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder" dedi (ve ekledi:) "Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan (bile) ben sana, öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." "Ben istiyorum ki, sen, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olasın; zalimlerin cezası işte budur." Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti ve onu öldürdü. Bu yüzden de kaybedenlerden oldu. Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Katil kardeş:) "Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim" dedi ve ettiğine yananlardan oldu." (Maide 5/27-31) Bu kıssa ile Rabbimiz iyilik düşüncesiyle irtibatımızı kurarken şerden de uzaklaştırmak istemektedir (Fadlullah, 1405: VIII, 82) Adem'in iki oğlunun Hz. Adem'in mi yoksa İsrailoğulları arasında yaşayan iki kişinin mi olduğu konusu tartışmalıdır. Zira kıssa İsrailoğulları ile ilgili bir siyakta* (bağlamda) geçmektedir. Onlar, İsrailoğulları zamanında yaşamış olamazlar. Çünkü Kabil öldürdükten sonra kardeşini nasıl gömeceğini bilemiyor. Bu konudaki bilgisizliği onun ilk insanlardan olduğunu gösteriyor (Tabatabai, 1397: V, 322). Ayette bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmek gibidir denilmesi, öldürülenin (Habil'in) soyundan gelecek neslin hayat bulmamış olmasıdır. Yani dünya üzerinde bugün Kabil'in torunları vardır. Kabil, Habil'in soyundan gelecek bir o kadar insanı öldürmek gibi bir eylemde bulunmuştur. Habil'in tavrı her toplum için örneklik teşkil etmez. Yani bir yöntem için ilke kaynağı değildir. Etkisi öğüt alma düzeyinde tutulmalıdır. Hareket yöntemi için ilke kaynağı olsaydı Firavun'un sarayında imanını gizleyen insanın tavrını da genelleştirirdik.

     İnsan, öldürmek için kardeşine el kaldıramaz. Habil'in tavrını da kendisini savunmadığı değil öldürme niyetiyle saldırıya geçmediği şeklinde anlamak gerekir (Razi, 1998: IV, 339). İnsanın kendisine yönelik yakınları tarafından yapılan bir saldırı konusunda daha temkinli davranır. Ya da ademoğlu öz evladının başına gelen bir olaydan dolayı üzüldüğü kadar, başka birisinin oğlunun başına gelene üzülmez. Habil Kabil kıssasına tebliğ dönemi açısından bakılsa Habil'in hiçte yumuşak bir üslup benimsemediği görülür. Kardeşine yapacağı eylemin sonucunda hem kendisinin hem de onun günahını yüklenip cehenneme gitmesini istemesi bunu göstermektedir. İkisi arasındaki bu olay ailevi ilişkiler açısından bir değer ifade ettiğini düşünmek mümkündür. Örneğin Rasulullah da Kur'an-ı Kerim izin vermesine rağmen Hz. Ali'nin kızı üzerine bir hanım daha almasını kabullenmez. Kıssa üzerine bu kısa yorumların ardından acaba bu kıssa aracılığıyla Cevdet Said'in şiddet sorununa nasıl yaklaştığını ele alalım.

Cevdet Said'in Habil Kıssasını Değerlendirmesi
     Yazar Suriye'de yegane otorite olan Arap milliyetçisi, Baas partisi yönetiminde bulunan bir ülkede yaşamaktadır. Rejimin baskıcı yapısını ve yazarın İslam dünyasındaki özellikle Arap alemindeki- hareketlere olan ilgisini dikkate aldığımızda Habil'i niçin bize örnek şahıs olara sunduğu konusunda üç ihtimal akla gelmektedir. Ya yazar baskılardan yılmış, fiili mücadeleden vazgeçmiştir ve yazılarıyla bu tavrını meşrulaştırmaktadır. Ya da hayat tecrübesi onu yükselen değerlere yönlendirmiş, Batı'ya karşı apolojetik (özür dileyici) bir söyleme itmiştir. Üçüncü bir olasılık da samimi duygularla silahlı mücadele veren İslamcı örgütlere içeriden bir eleştirel söylemi geliştirmek istemektedir. Onları kırmamak için de onun bakış açısına göre ısrarla güç kullanarak hata edenlerin kimler olduklarını zikretmemektedir. En kuvvetli olanı da bu sonuncudur. Zira yazar, Habil Gibi Ol kitabından daha önceleri yayınladığı bir kitapta tavsiyelerinin bu çevrelere yönelik olduğunu belirtmektedir (Said, 1995b: 98). Ona göre cihad kıyamete kadar gerekli bir şeydir. Ancak ilahi emirlerin ne zaman uygulamaya geçirileceğinin iyi tespit edilmesi gerekir (Said, 1995b: 35).

     Said, bir yandan Rasulullah (s)'ın risaletin yarısından fazlasında kimseyi öldürmediğini ifade etmekle (Said, 2000: 409) öbür yarısında güç kullandığını zımnen kabul etmektedir. Bu anlamda ilk inen surelerden Müzemmil suresinde, ileride Müslümanlara yönelik şiddet uygulanacağına ve Müslümanların kendilerini şiddet kullanma da dahil müdafa ederek övgüye mazhar olacaklarına dair ifade edilen gaybi veri hakkında (Müzemmil 73/20) bir yorum yapmaz.. Halbuki ayet, tebliğin özgürce yapılmasının engellendiği bir ortamda tedric anlayışını gündeme getirmektedir ama yazar ısrarla güç kullanmamanın şartlarla ilgili olduğu vurgusunu yapmamakta ve böyle bir anlayışı varsa bile oldukça sönük kalmaktadır. "Habil gibi ol" tavsiyesinde bulunan sahih bir hadisten yola çıkarak şiddet karşıtı bir söylemin faydalarına işaret eden yazar, bunu yaparken Kabil'in tavrını da gündeme getirir ancak Habil'in tavrını yoğun bir şekilde ele aldığı eserde, Kabil'in güncel karşılığından bahsedilmediği gibi, dört yüz küsür sayfada Kabil'e pek az yer verilmiştir. Kötülükleri yapanlara karşı ne yapılacağı vurgulanırken, kötülük yapanların da vasıfları, çıkardıkları ifsad dile getirilmezse bu silik bir tavır olur. Nasreddin Hoca misali hırsızın da suçlu olduğu belirtilmeli, yani Kabil'in faaliyeti, etkinlik tarzı ve baskıcılığı vurgulanmalıdır.

     Habil kıssası Kur'an-ı Kerim'de aile içi bir mesele olarak veriliyor diyebiliriz. Bu yönüyle insan topluluklarına örnek olmaktan uzaktır ancak Said, Müslümanlarla zorba yönetimler arasındaki ilişkiyi bu kıssa eksenine oturtup çatışmadan uzak durmak gerektiğini savunuyor. Halbuki kıssalar İslami mücadele ile ilgili özet bilgiler verirler. Örneğin Hz. Nuh'un 950 yıl süren tebliği ve mücadelesi sınırlı sayıda ayet ile ifade edilir. Bu anlamda yani olayların tam olarak nasıl vuku buldukları açısından kısssalar müteşabihtir. Bu nedenle Kur'an kıssaları hüküm değil ibret kaynağıdır.
Kıssaların bu yönünü dikkate aldığımızda, Habil gibi olmamızın gereği zayıf bir temel üzere kurulmuş oluyor. İslam toplumlarını, yönetimleriyle beraber düşündüğümüzde Habili ile Kabili ikilisi gibi bir bütün olarak görebiliriz. Bu yorumu kabul ettiğimizde Said bize örnek olarak Habeşi Bilal, Ebu Zer ve sahabeden daha sonraki neslin üyesi olan Ahmet b. Hanbel'i zulme karşı tavır konusunda örnek olarak sunuyor. Sonuncusu örneğin Mutezilenin aksine kılıçla muhalefete karşıdır (Said, 2000: 380-381).
Bu üç örneğin toplumsal karşılığı nedir? İnsanların bu üç kişi gibi davranmalarını nasıl bekleyeceğiz? Acaba peygamber olmayanları insanlara mükemmel örnek gibi sunmak mümkün müdür? Bu mantık örgüsü içinde Bedir savaşı nereye oturtulabilir? Şartlar oluştuğunda zalim otoriteye karşı direnişi makul gören Ebu Hanife'yi niçin örnek almayalım? Zira insanlar aynı tür haksızlığa farklı tepkiler koyabilmekte ve hepsi de meşru olabilmektedir. Yani içinde bulunulan konum tavrın tarzını da belirleyebilmektedir. İnsanların kendilerini ifade etme haklarının olduğu bir yerde mevzu bahis üç kişiyi örnek almak mümkünken, baskı ve sindirmenin adet olduğu bir yönetim altında aynı mütevazılığı sergilemek dilek-şart düzeyinde görülmelidir. Risalet, zulüm ve azgınlık esaslı yönetimler için bir tehdittir. Zorba rejimlerin engellemeleri karşısında peygamberlik misyonu aracılığıyla temsil edilen ilahi mesaj ne yapsın? Hareket etmesin mi? Kabuğuna çekilsin de düşmanlarına yem mi olsun? Bu nasıl mesajdır ki, ilk andan itibaren bir meydan okumayla, bir itirazla veya şiddetle karşılaşır karşılaşmaz meydanı bırakıp kaçıyor? Bu şekilde hayat için hayrı temsil eden ilkelerin devamlılığı işlevi nasıl yürütülecektir? Karşısına dirençli bir engel çıktı diye, varlığını sürdürmesi tehlikeye giren bir mesajın, hayır nitelikli ilkelerin devamlılığını sağlamadaki olumlu payı ne olabilir? Said'e göre sorunları halletmek için baş vurulan yöntemlerden birisi olan güç kullanmaktan yani kan dökücülükten, kan sevicilikten vazgeçtiğimiz an Musa (a) gibi yed-i beyzaya (beyaz el mucizesi) sahibi olabiliriz (Said, 2000: 401). Allah, Musa'ya "kendisine ilim verilen" bir kulu ile karşılaşma imkanı sağlamış Musa, bu kuldan Said'in anladığı anlama hiç de uygun olmayan uygulamalar görmüştür ve bu şahsın (peygamberin ya da meleğin) yaptıkları Allah tarafından kesinlikle kınanmamıştır. Bu yed-i beyza mucizesi öncesi Hz. Musa'ya bu salih kul ile karşılaştırma aracılığıyla kan dökücü, sevici bir eğitim verildiğini düşünebilir miyiz? Bu mucize sonrası onun kardeşini tartakladığını, toplumun şirke yönelmesi karşısında elindeki ayetlerin yazılı olduğu levhaları fırlattığını, onları savaşa davet ettiğini fakat onların "siz gidin Rabbinizle savaşın" dediklerini biliyoruz. Yani yed-i beyza sonrası dönem tamamen uysal ilişkilerin hakim olduğu sivil bir dönem değildir. Kur'an-ı Kerim dışındaki mucizelerin de dönemleri ile sınırlı olduklarını bilerek, onlara sahip olmanın değil o mucizelerin gösterildikleri dönemin olayları içindeki rollerini örnek almanın çabası içinde olmak gerekir.
Çatışmacı bir yaklaşımın aksine Said AB (Avrupa Birliği) tarzı bir yönetimin örnek alınabileceğini söylüyor. Said'e göre onlar tüm insanlara bir aile, bir kabile, bir ulus olarak bakmaktadırlar (Said, 2000: 432). Bu yaklaşım ne kadar gerçektir? Batı, tüm dünyayı kendisinin tebası gören "küreselleşme"yi, kapitalizmi evrensel değer olarak sunma anlayışından ne kadar ayrıştırılabilir? İnsanların üretim ve tüketim alışkanlıklarını yönetmeyi hedefleyen bir bakış açısı ile insan hakları alanında ilerleme nasıl ayrıştırılacaktır? Mesela tarımsal açıdan kendine yeterli ülkeleri bile muhtaç hale getiren Batı'nın küreselleşme adı altında kolonileştirme çabalarının dışında kalıp Said'in köyde inek besleyebilmeye devam edebilmesi ne kadar masumane görülüp devam edebilecektir? Bu çelişki bağlamında Said, Avrupa Birliği ile küreselleşme olgusu arasında bir bağlantı olup olmadığına dair bir kanaat sahibi değil gibidir ve bu tavrı AB konusunda kafada oluşan soru işaretlerine cevap vermekten uzak görünmektedir.

     Avrupa ve Amerika kendi ülkelerinde ırkçılığı bitirebilmiş   değiller. En azından böyle bir hedefe sahip olduklarını söyleyebiliriz. Ancak tüm insanları tek toplum olarak gördükleri iddası hakikatten bir unsur taşımaz. Zira Batı'nın hakimiyeti kendi içinde güçlü ve nispeten insancıl, kendi dışında zorba ve kendilerine itaat eden zalim iktidarları destekleme üzerine kuruludur. Said'e göre Avrupa ülkeleri ayakta kalmıştır çünkü AB, çöken Sovyetler Birliğinden daha fazla rüşd (doğruluk) yolundadır. Çöküşün sünneti Sovyetleri daha erken yakalamıştır. Çünkü onlar rüşd yolunu tümden reddetmiştir. Avrupa ülkelerinin insan temel hak ve özgürlüklerine en azından kendi vatandaşlarına- diğer ülkelere göre daha fazla önem verdikleri kabul edilirse, Said bu yaklaşımıyla isabet etmiştir diyebiliriz. Kendisini Efgani, R. Rıza ve Kutub çizgisinde gören birisi için bu yaklaşıma sahip olmak pek yeni gözükmüyor. Örneğin Efgani emperyalizme karşı mücadele veren İslami kimlikten uzak ya da inhiraf etmiş hareketlere de iyi bakıyor zira ona göre aslolan emperyalizmin geriletilmesidir ve bunun için bulanık zihniyetlerin gayret göstermesi de iyi bir şeydir. Yani İslam birliğinin sağlanmasında bu bir aşama olarak görülebilir. Bu bağlamda ulus devletlerin varlığı Said için de bir tehlike oluşturmaz. Aslolan vuruşmadan bir arada yaşamanın bir yolunun bulunmasıdır.

     Habil Gibi Ol kitabıyla yazarın "Toplumsal Değişimin Yasaları" kitabı kadar başarılı bulunamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Habil gibi olmamız gerektiğini tavsiye ettiği eserinde sünnetullah ile ilgili kitabı kadar derinlik söz konusu değil. Analitik, derinlikli yorumlar mevcut yok. Attığı konu başlıklarının altını gereği gibi doldurmadan başka bir konuya geçiyor. Köy hayatının onu bu anlamda gerilettiğini söyleyebiliriz.

       Filistin'de Müslümanlar Habil'e yakın bir tavır sergilemektedirler. Ancak Israil'e misilleme bulunma hakları yok mudur? Said'in zaviyesinden buna imkan gözükmüyor. Daha önce yayınladığı kitabında güç biriktirmeksizin salt sağlam imanla yola çıkmanın yeterli olmadığını vurgularken (Said, 1995a: 203) Türkçe'ye kazandırılan son kitabında bu tezinden vazgeçtiğinin işaretlerini veriyor. Bu aslında ondaki zihniyet değişikliğini gösteriyor. Onun bu tutum değişikliğini tutarsızlık olarak görmek söz konusu olmamalıdır. Çünkü insanların fikirlerinin yıllar önceki ile tıpatıp aynı olması istikrar değildir. İstikrar ömür boyu doğruyu yakalama çabası içinde olmaktır. Said'e göre çatışan iki kesim varsa çözüm hicrettir. Ulus-devletlerin oluşmadığı bir ortamda hicret nispeten kolayken günümüzde ülke sınırlarını aşıp başka bir ülkede mukim olmak pek kolay değildir. Hicret günümüzde oldukça küçük topluluklar için mümkün görülebilir ancak yüz binlerce insan için bu tavsiyenin somut zeminin gösterseydi hayırlı bir amelde bulunmuş olacaktı. Said hicretin güncelleştirilmesi konusunda imkanlar açısından bihaber gözükmektedir.

     Onun aksine Yusuf el-Karadavi mesela, hicreti tavsiye etmek yerine Filistinli Müslümanların sadece askerlere değil İsrailli sivillere yönelik eylemlerinin de caiz olabileceğini, zira İsrail'de 18 yaşına gelmiş kızların bile 2 yıllığına askere gittiklerini ve herkesin silahlı olduğunu ifade ediyor. Said, bakış açısıyla olumsuzlukları zikretse de umutsuz değildir. Gelecek iyi olacaktır. Bu anlamda ilerlemeci tarih anlayışıyla örtüşen bir zaviyeye sahiptir. Vurgu olarak olumlu vakıa olarak ütopik bir tutum sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Tarihin insanin şerefli bir varlık zelil bir varlık oluşu bağlamında inişli çıkışlı ilerlediğini söylemek daha doğru olur. Kişi başına 5 ton patlayıcıya sahip bir dünyada yaşayıp insanlığın hayra doğru ilerlediğini ileri sürmek sağlıklı bir değerlendirme olarak gözükmemektedir. Said, Umutlu olmak bağlamında Yunus (a)'ın kavminin düşünüp taşınıp kendilerini ıslah etmelerini önemser. Bu ihtimalin her zaman var olduğunu ve bunun istisna görülmemesi gerektiğini, toplumların azabı dikkate alarak iman etmelerini mümkün olduğunu ve bu tavırlarıyla azabın kalkacağını ifade eder (Said, 2000: 393).

Güç Kullanımının Meşruiyeti Sorunu
     Güç kullanmak Said'in yaklaşımında olduğu gibi şeytandan kaçar gibi kaçmak gereken bir şey midir? Kur'an-ı Kerim, bu konuda içinde bulunduğumuz konuma göre nasıl bir tavır takınacağımıza dair ip uçları vermektedir: "Ey peygamber, kafirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara sert davran..." (Tevbe 9/73) Marufu emreder ve münkerden nehyedersek, kötülerin başımıza musallat olmalarını engellemiş oluruz. Aksi takdirde iyilerimiz dua eder de Allah kabul etmez. Münkere direniş ve sapıklığa cephe alış, sırf dille geçiştirilecek bir yükümlülük değildir. Tam tersine bu yükümlülüğün, bir de müminlerden iki topluluğun çekişmesi ve birinin azgınlaşarak barışa yanaşmaması durumunda İslam toplumunun nasıl bir tavır takınması gerektiğinden söz eden ayetten anlayabiliyoruz: "İnananlardan iki grup vuruşurlarsa, onların arasını düzeltin. Birisi ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönene kadar, dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve daima adil olun. Çünkü Allah, adalet yapanları sever." (Hucurat 49/9) Allah, Rasulullah (s)'ı inananları savaşa teşvik etmeye davet etmiştir. Allah bu sayede kafirlerin gücünü kırar (Nisa 4/84). Kendi uğrunda kaynatılmış binalar gibi saf tutup çarpışanları sever (Saf 61/4).

     Güç sahibi olmanın faydalarına gelince, gücün hareketi daha çabuk bir hale getirdiğini söyleyebiliriz. Böylece imandan kaynaklanan güçle pratiğin oluşturduğu güç arasında bir kaynaşma olur. İnsanın İslam davasına bağlanışı daha derin bir nitelik kazanır (Fadlullah, 1997: 184). Düşmanların inanç özgürlüğünü boğmalarına, inancın diğer insanların hayatlarına nüfuz etmesini engellemeye dönük girişimlerde bulunmalarına ve inanç sistemine bağlananları dinden döndürme amaçlı baskılara, işkencelere, sürgünlere uğratmalarına ve özel ve genel çıkarlarını sabote edici etkinliklerine engel olur. İnsanlar arasında sömürünün, haksız kazancın ve haksızlığın egemen olmasına yol açan zalim güçlere karşı, yenik mazlum ve ezilenlere yardım imkanı sağlar. Sahip olunan güç sayesinde küfür, Müslümanı Allah yolundan alıkoyamaz, müşriklerin güçlerini kırar ve baskılarını zayıflatır. İnsanlara, ülkelere ve kutsal değerlere saldırılar engellenir.

     Eğer Allah'ın insanların bir kısmıyla diğerini savması olmasaydı, dünyayı fesad bürürdü (Bakara 2/251). Saldırganlara, tağutlara, zorbalara ve sapıklara meydanın başı boş bırakılmaması, hayatın saldırganlığa ve sapıklığa boyun eğmemesi güç ile olur. Zorbaların hakim olduğu bir ortamda hayat anlamsızlaşır, masum insanları öldürmeye varan çeşitli baskı yöntemleriyle sindirilmeleri gündeme gelir.

     Tağutlar, sevgi, şefkat ve yumuşaklık esaslı yöntemleri zayıflığın bir belirtisi olarak algılarlar. Bu da onları, azgınlıklarını sürdürmeye teşvik eder. Hiçbir şey zayıfların zayıflığından, ezilmişlerin ezikliğinden ısrarla ve güçlü bir şekilde haykıracak bir dilin yokluğundan veya güce güçle, karşılık verecek pratik bir hareketin yokluğundan daha çok tağutlar için azgınlıklarını sürdürme hususunda teşvik edici, tahrik edici olamaz. Bu açıdan meseleye baktığımızda ya risalet misyonunun öngördüğü tavırdan, ilkelerden ve yapıcı, ıslah edici sembollerden soyutlanıp bu mutlu azınlığı hayatta diledikleri gibi davranmak üzere kendi hallerine bırakılacak, yeryüzünde her türlü fesad ve bozgunculuğu yapmalarına göz yumulacak, ya da gerekirse mal ve can hususunda fedakarlıkta bulunmak da dahil olmak üzere, çeşitli direniş yöntemleriyle bunların karşısında dimdik durulacaktır.
Said, "Habil gibi ol" hadisini ilke olarak alırken acaba haksızlıklar karşısında yegane tavır tavsiyesi Habilce davranmak mıdır buna değinmez. Örneğin "İnsanlar La ilahe illallah diyene kadar cihad etmekle emrolundum" hadisini nereye koyacağız? Bu çerçevede Said'in usul hatası yaptığını söyleyebiliriz. Zira hadislerden sonuç çıkarmak istiyorsak konuyla ilgili ayetleri göz önünde bulundurmalı ve o konuyla ilgili diğer hadisler dikkate alınmalı, ondan sonra sonuca varma cehdi içinde olunmalıdır. Aksi takdirde birden çok peygamberi tavırın varlığını kabul etmek gerekir ki bu doğru bir çıkarsama değildir. Habil gibi olmamızı tavsiye eden hadis, genel geçer bir kuralı değil, söylendiği ortamla ya da kişiyle ilgili güzel bir tavsiye olabilir ancak.

Sonuç
İslami hareket vahyi sınırlar içinde bir esnekliğe sahip olmalıdır. Hareketin içinde bulunduğu ortam ve zamana göre nasıl tavır takınılacağı salt şiddet taraftarı veya karşıtı olarak belirlenemez. Risalet misyonu, kavramlarını, genel ve özel nitelikli hükümlerini özgürce yayabilmelidir. Yöntemlerini ve hedeflerini serbest bir ortamda pratize etme imkanına kavuşmalıdır. Hem de yeryüzünün her tarafında, her bölgesinde bu özgürlüğü sonuna kadar kullanabilmelidir. Çünkü risaletin zamanı ve mekanı aşan evrenselliğine yakışan budur. Tüm insanları bu bağlamda bilgi sahibi kılma, sorumluluğunu bir gereğidir. Bu yüzden risalet misyonunun, fiili engellemelere baş kaldıracak ve meydan okumalara karşı koyacak büyük bir kuvvet oluşturması en doğal hakkıdır. Güç kullanmamak temel bir ilke olamaz. Her halükarda güç kullanmak da sağlam bir temele sahip olmaktan uzaktır. Aslolan tebliğin özgürce yapılabildiği bir ortama sahip olmaktır. Bunu elde etmek için hikmetle öğüt vermekten güç kullanmaya uzanan aşamalı bir yönteme başvurulabilir. Ya da içinde bulunulan şartlara göre ikisinden biri tercih edilebilir. Çünkü ilahi mesajı, düşman saldırılarından korumak şartlar gerektirdiğinde ancak kuvvetle mümkündür. Davet hareketinin özgünlüğünü boğmak, insanların onu dinlemesine engel olmak için var güçleriyle çalışan düşmanlara ancak kuvvetle karşı durulabilir. Bütün bunların yanında ancak güçlü bir hareket mensuplarını baskılardan, sürgünlerden, işkencelerden dinden döndürme amaçlı eziyetlerden koruyabilir. Bu da gösteriyor ki, cihad, realiteye uygun, adil bir hukuki karardır. Fitne kalkıncaya kadar her türlü çaba gösterilmelidir ve bu cehdin sınırlarını salt tebliğ ile sınırlamanın İslami temellerden yoksun olduğunu göz ardı etmemek gerekir.

Kaynakça
Fadlullah, Muhammed Hüseyin, İslam ve Kuvvetin Mantığı, Çev: Vahdettin İnce, İst., Yöneliş Yay.,
1997.
__________, Min Vahyi’l-Kur'an, Beyrut, Dar'uz-Zehra, 11 cilt, 1405 (h)
Razi, el-Fahruddin, et-Tefsir'ul-Kebir, 2. bs., Beyrut, Daru-İhya-i Turasi’l-Arabi, 1998
Said, Cevdet, Adem'in Oğlu Habil Gibi Ol, Çev: Abid Keskinsoy, İst., Pınar Yay., 2000
__________, İslami Mücadelede Güç İrade ve Eylem, Çev: İbrahim Kaçar, İst., Pınar Yay., 1995a
__________, İslami Mücadelede Şiddet Sorunu, Çev: H. İbrahim Kaçar, İst., Pınar Yay., 1995b
Tabatabai, Seyyid Muhammed Hüseyin, Mizan fi Tefsiri’l-Kur'an, 20 cilt, Tahran, Dar'ul-Kutubi’l-
İslamiye , 1397 (h)
*Siyak ve sibak Osmanlıca bir tabirdir. Yalnız başına siyak bağlam anlamına geldiğinden ikisini birden
kullanmak zaiddir.


Yazı Künyesi! Kayacan, Murat, “Şiddet Sorununa Habilce Bir Yaklaşım Cevdet Said Örneği” Haksöz Derg., S. 118, İst.,2001.