SAYYID
QUTB’S WAY OF READING THE WEST
Dr. Murat KAYACAN*
ABSTRACT
The
Western threat to the Muslim World is serious because the West tries to
dominate the world via modernism, military force, its own commerce-oriented
culture, etc. The ill-will generated by this senseless onslaught confronts with
the reaction of Muslims. The responses provoked by that visceral reaction
cannot be understood without fully considering the West’s image in the
eye of Muslims. It is in this context that Sayyid Qutb’s reading of the
West –it can be seen as an occidental effort- should be regarded. In this
study, we will present the key concept of jahiliyyah (state of ignorance of the
guidance from God) and his approach to it. Then, we will examine his viewpoint
on the Western thought system and his advice for Muslims to offer a plausible
response to it.
İslâm dünyasına
Batı’dan gelen ciddi bir tehdit söz konusudur.
Çünkü Batı dünyası; modernizm, askeri
güç ve kapitalist kültürü vb. unsurlarla İslâm
dünyasına hükmetmeye çalışmaktadır. Bu
çaba Müslümanların tepkisini çekmektedir ve
Batı’daki İslâm karşıtı geleneğin
anlaşılması söz konusu olmaksızın,
İslâm dünyasındaki Batı’ya yönelik
eleştirileri ve tutumları anlamak kolay olmayacaktır. Bu
çalışmada, önce konuyu anlamamızda anahtar kavram
olan cahiliyeyi ve Seyyid Kutub’un bu kavrama
yaklaşımını ele alacağız. Ardından da onun
Batı düşünce sistemine bakışını ve
Batı’ya karşı alınması gereken tavrın ona
göre ne olduğunu ortaya koymaya
çalışacağız.
Keywords:
Jahiliyyah, religion, secularism, imperialism, occidentalism, capitalism, interest.Anahtar kelimeler:
Cahiliye, din, sekülerizm, emperyalizm, oksidantalizm, kapitalizm, faiz.
İslâm
dünyasına Batı’dan gelen ciddi bir tehdit söz
konusudur; çünkü Batı dünyasının ekonomik
ve politik çıkarlarının İslâm
dünyasında kuvvetli bir zemini vardır. Modernizmle birlikte bu
tür çıkarlar İslâm ülkelerinde hem sosyal
hayatı hem de dine bakışı etkilediği için, önemli
problemler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle birtakım
Müslüman düşünürler ülkelerini koruma
içgüdüsüyle kültürel ve siyasal olarak
Batı karşıtı bir tavır belirlemişlerdir. Batı’daki
İslâm karşıtı geleneğin
anlaşılması söz konusu olmaksızın,
İslâm dünyasındaki Batı’ya yönelik
eleştirileri ve tutumları anlamak kolay olmayacaktır. Bu
bağlamda çağdaş İslâm
dünyasının önemli bir düşünürü, aynı
zamanda vahiy ile hayat arasında mevcut olan kuvvetli bağı
ön plana çıkaran bir müfessir olarak Seyyid
Kutub’un Batı hakkında söyledikleri ve onun
sözlerinin İslâm dünyasındaki etkileri önem
kazanmaktadır.
Kutub, 1906
yılında Mısır'lı, dindar bir ailenin
çocuğu olarak dünyaya geldi. Orta ve lise öğrenimini
Ezher’de tamamladıktan sonra Kahire Üniversitesi'nin Darul Ulum
fakültesine girdi ve aynı fakültede öğretim
görevlisi olarak tayin oldu. 1948-1950 yılları arasında
ABD'de bulundu ve bu dönem boyunca Amerikan hayat tarzını ve
toplumunu, oradaki ırkçılığı tenkit etti.
Kutub, Mısır'a döndüğünde, Müslüman
Kardeşler örgütüne katıldı. Teşkilatın
gazete ve dergilerinde fikirlerini aktarma imkânı buldu.
1954’te Cemal Abdünnasır'a düzenlenen suikastle
ilişkilendirildi ve yargılama sonucu on yıl ağır hapis
cezası aldı. İşte iki önemli eseri Fî
Zilâli’l-Kur'an ve Yoldaki
İşaretler bu döneme aittir. 1964'te serbest
bırakıldıktan sonra, bu kez de devlete karşı bir darbe
girişimine katıldığı iddiasıyla
yargılandı ve 1966'da idam edildi.
Bu
çalışmamız boyunca “Batı’yı okuma
konusunda Seyyid Kutub’un Kur'anî referansları nelerdir? Batı’da
dinin konumunu ve İslâm dünyasına etkilerini nasıl değerlendirmektedir?
Batı’nın ahlaka, bilime ve ekonomiye bakış
açısını o nasıl ele almaktadır? Ona göre, Batı
kültüründe etkili olan Hıristiyanlık mı yoksa
eski Roma kültürü müdür? Ona Batı okumaları
için imkân sağlayan ortam ne olmuştur? Batı ve
Doğu ayrımlarını kabul etmekte midir? Kendisini ve
Müslümanları Batı karşısında nasıl
konumlandırmaktadır? Batı hakkındaki değerlendirmeleri
tutarlı mıdır? Oryantalistlerin Doğu
değerlendirmelerindeki zaafları Batı’yı anlamaya ve
anlamlandırmaya çalışan Kutub da taşımakta
mıdır? Batı hakkındaki değerlendirmeleri oksidantalizm[1]
literatürüne bir katkı olarak görülebilir mi?”
şeklindeki sorulara cevap arayacağız.
A. CAHİLİYE
KAVRAMI VE BATI CAHİLİYESİ
1. Cahiliye kelimesinin
kavramsal çerçevesi
Bilmenin zıddı olan (جهل) ce-hi-le fiilinden türetilmiş
bir kelime olarak cahiliye (Firuzâbâdî, 882), İslâm’dan
uzak fetret dönemi (İbnu Manzur, XI:
229), insanın Allah'a gereği gibi kulluktan
uzaklaşması, O’nun vahiy yoluyla gönderdiği
hükümlerine değil kendi arzularına tâbi olması
veya vahye rağmen ortaya konmuş olan beşerî emir ve
yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere
inanmasıdır. Kur'an’da: "Onlar hâlâ Cahiliye
devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir
millet için Allah'tan daha iyi hüküm veren kim var?" (Maide, 5: 50) denilerek bu duruma işaret
edilmektedir. Cahiliye Arapları bir yandan Allah’a inanırken
bir yandan da putlara tapar ve onların Allah katında kendilerine
şefaatçi olacaklarına inanırlar ve “Onlara ancak
bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz."
(Zümer, 39: 3) derlerdi. Cahiliye
Arapları içinde cariyelerini zorla fuhuşa
sürükleyenler olduğu gibi (Nur,
24: 33) dul kalan kadınlarla, ölenin varislerinden birinin
mehir vermeksizin evlendiği de görülürdü (Nisa, 4: 19). Yine kız
çocuklarını diri diri toprağa gömmek de (Zuhruf, 43: 17) cahiliyede bulunan münker
adetlerdendi. Yiyeceklerin bir kısmını erkeklere helal kabul
ederken, kadınlara haram kılıyorlardı (Enam, 6: 139). Ekin ve hayvanlarını
Allah için ve putlar için olmak üzere ikiye
ayırırlardı. Taksimlerini de Allah’a ortak
koştuklarının lehine olacak şekilde yaparlardı (Enam, 6: 136). Onlara göre hakikatin
ölçüsü vahiy değil, atalarıydı (Maide, 5: 104). Yine cahiliyede tefecilik ve
faiz ticaretten ayrı düşünülemiyordu (Bakara, 2: 275). Cahiliye kavramının
lafız olarak geçtiği ayetlerin dördünün de Medenî
oluşundan hareketle, bu kavramın Mekke’de yaşanan bir
gerçeklik olduğunu ancak henüz
kavramlaşmadığını söyleyebiliriz.
Yaygın
kanaat, cahiliyenin İslâm’ın gelişiyle
aydınlandığı bir “bilgisizlik
çağı” olduğudur. Ancak İzutsu,
Goldziher’den sonra oryantalistlerin cehlin ilmin zıddı
olmadığı görüşünde birleştiklerini
ileri sürer ve ayetlerden, cahiliye şiirlerinden örnekler
vererek cehlin zıddının hilm
olduğunu ifade eder. Ona göre hilm; zayıflık değil
ruhun aktif ve olumlu bir gücüdür ve insanı
şaşkına çevirecek olan ihtiras ve öfkesine yenik
düşmemesi şeklindeki üstün bir akıl
gücüne işaret eder (İzutsu,
192, 195). Cahiliye
dönemi Arapları Allah’ı hakıyla bilmedikleri,
O’na şüpheden uzak ve şirksiz iman etmedikleri, bireysel
ve toplumsal hayat itibariyle bilgiden, nizamdan, sulh ve sükûndan
uzak oldukları, güçlü ve asil sayılanları daima
haklı kabul ettikleri ve adaletten yoksun bir hayat
yaşadıkları için bu döneme cahiliye denilmiştir
(Fayda, VII: 17). Hz. Peygamber (s)
döneminde Habeşistan’a göç eden sahabilerin
sözcüsü Ca’fer b. Ebû Tâlib’in
Necaşî’ye hitabı, o dönemde cahiliye
kavramının nasıl anlaşıldığının
ipuçlarını vermektedir: “Ey hükümdar! Bizler
cahiliye zihniyetine sahip bir kavim idik. Putlara tapar, ölü hayvan
eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet
etmez, komşularımıza kötülük ederdik,
güçlü olanlarımız zayıfları ezerdi.”
(İbnu’l-Esîr, II: 81).
Kur'an-ı
Kerim ve nuzul ortamı bilgisi çerçevesinde kısaca
vermeye çalıştığımız cahiliye kavramı
Bir Kur'an müfessiri olan Seyyid Kutub’un (1903-1966) düşünce sistemi[2]
içinde Batı’yı değerlendirmede
kullandığı anahtar kavramdır.[3] Ona
göre, İslâmî olanın dışındaki
düzenlerin tümü cahiliyedir. Bir düzen ilahî vahye
dayandığı zaman İslâmî bir nitelik
kazanır. Tersi bir durum söz konusu ise o zaman o sistemde cahiliye
hâkim demektir. Kutub, bu yaklaşımını tüm
sistemlere şamil kılar. Cahiliye, insanın insana kulluk
ettiği, sistemin Allah’ın izin vermediği konularda
kanunlar koyduğu bir yapıdır. Söz konusu bu kanun koyma
(teşrî), ne şekilde olursa olsun insanın insanı kul
edinmesidir (Kutub, 1997: 178). Bu kulluk
itikatta, ibadet şekillerinde ve yasalarda kendini gösterir. Günümüz cahiliyesinde de durum
farklı değildir. İnsanlar yerleri ve gökleri yaratan bir
ilaha inanmaktadır; ama O’nun hâkimiyeti söz konusu
olduğunda devreye başka herhangi bir varlığın
girmesine müsaade edilmektedir.
İslâm,
geleneksel ve modern[4]
bütün cahiliye düşüncelerine kökten muhaliftir.
Bu düşüncelerle görünüşte kalan ve bazı
noktalarda ortak yönler olabilir. Ne var ki İslâm,
insanlığın tanıdığı sistemlerden
bambaşkadır (Kutub, 1997: 177).
Şüphesiz ki bugün bütün dünya, hayata yön
veren prensiplerin ortaya çıktığı temel kaynak bakımından
bir cahiliye dönemi yaşamaktadır. Öyle ki, şu
korkunç maddi imkânlar ve üstün maddi gelişmeler
onun kötülüğünden hiçbir şey eksiltmemektedir
(Kutub, 1997: 12). Kutub’a göre,
insanlar bir araya gelip, fikir, yöntem, ilke ve değerlerini birlikte
kararlaştırsalar bile bu onları cahiliyeden
uzaklaştırmaz. Zira bu şekilde de insanların arzuları
ve mükemmellikten uzak yapıları bu sisteme şekil
verecektir. Belki de toplumda gerçekleşmesi neredeyse
imkânsız olan bu icma insanları mutlu kılacaktır; ama
bu mutlulukları onların doğru yolda oldukları anlamına
gelmeyecektir.
Kutub’un,
büyük oranda Mevdudi (Türkmen,
41-43) ve Muhammed Esed’den etkilenerek kavramsal
çerçevesini oluşturduğu cahiliye algısı (Turan, 31), meseleyi siyah-beyaz ele alır
görünmektedir. Bu durumda amelleriyle kâfir olan ve
günahkâr olan iki cahiliye düzeni düşünmek
zorundayız. Aksi takdirde mesele işin içinden
çıkılmaz bir hal alır. Günahkâr ve
müşrik ayrımı anlamsızlaşır. Belki de vurgulamak
istediğimiz bu ayrımı şöyle izah edebiliriz: Kumar
oynayan bir topluluk gördüğümüzde “Bu cahiliye
topluluğudur.” dersek, bu söz ile onların kâfir
olduklarını kastetmiş olmayız. Çünkü
burada yapılan iş küfür değil, günahtır. Vahye
aykırı yasalar koyan ve onları vahiyden üstün tutan
bir toplulukla karşılaştığımızda onları
“cahiliye toplumu” olarak tanımladığımızda
aslında onların kâfir olduklarını söylemek
istemiş oluruz.
İslâm,
iki çeşit kültürün varlığını
kabul eder: İslâmi düşünce temellerine dayalı
İslâm kültürü ve çeşitli metotlara
dayanmakla birlikte netice itibarıyla bir tek temele; değer
ölçülerinde Allah’a dayanmayan, beşer
düşüncesini daha üstün tutan cahiliye
kültürü (Kutub, 1997: 154-155).
Eğer Kutub’un iki kültür arasındaki farkı
“temellere” indirgemesini esas alırsak İslâm
kültüründe otantik olanın kültürün
tamamı değil, temelleri olduğunu, bu temellerin toplumdaki
yansımalarına İslâm dışı unsurların
bulaşabileceğini de görmemiz gerekir. Zaten
Müslümanların dönem dönem ortaya koydukları
“ihya hareketlerinin” amacı da İslâm
kültürü ile “temeller” arasında
açılan mesafeyi kapatma çabasıdır.
2. Batı
cahiliyesinin özellikleri
Kutub’a
göre cahiliye toplumu bazen Allah’ın
varlığını inkâr eden ve tarihi “diyalektik
materyalizm” açısından yorumlayan ve buna da
“bilimsel sosyalizm” adını veren bir düzen
şeklinde; bazen de Allah’ı inkâr etmeksizin göklerin
egemenliğini O’na bırakıp, yeryüzü
egemenliğini tağutlara terk eden, insanlara havralarda, kiliselerde
ve mescidlerde Allah’a ibadet etmeyi mubah görürken
günlük hayatlarında Allah’ın şeriatı ile
hükmetmelerini yasaklayan bir toplum şeklinde ortaya
çıkmaktadır. Bu toplum, böylece Allah’ın
yeryüzündeki ulûhiyetini ya inkâr etmekte ya da
askıya almaktadır (Kutub, 1997: 127;
Zuhruf 84; Yusuf, 12: 84). Bu toplum Allah’ın
varlığını kabul etmekle, insanların özgürce
ibadet etmelerine imkân sağlasa da cahiliye toplumu olmaktan
kurtulamaz.
Kutub’a
göre temelinde yıkıcılık ve fesat olan
günümüz cahiliyesi (Kutub, 1991a,
II: 34) yeryüzünde Allah’ın hâkimiyetine
tecavüz esası üzerine kuruludur (Kutub,
1997: 12). Kutub’un küçümseyici bir ifadeyle cahiliye/neocahiliye
olarak gördüğü Batı (Tibi,
56) örneğinde olduğu gibi Ehl-i Kitap da bu
tanımlamanın içine girmektedir. Onlar da Allah’ın
yer ve göklerdeki hâkimiyetini kabul etmektedirler; ama
Allah’ın otoritesini göz ardı eden beşerî
yapıları meşru kabul etmeleri onları Ehl-i Kitap olmayan
diğer insanlardan ayırmış olmaz.
Toplumlar
ibadet kastı taşıyan davranışlarıyla, sapık
ve tahrif edilmiş inanç ve anlayışlarından
fışkıran merasim ve ayinleriyle, ayrıca düzen ve
şeriatlarından dolayı da cahiliye sınıfına girer (Kutub, 1997: 110). Bu kurumların
tümü, yalnız Allah’a kulluğu ilke olarak
benimsemedikleri için İslâm dışıdırlar. Çünkü
onlar hâkimiyet hakkını din adamlarına vermekte ve onlar
da hevalarına uygun birtakım kurallar ortaya koymakta ve onlara
tâbi olanlar da bu kuralları kabul ettikleri için Allah
tarafından müşrik olarak vasıflandırılmaktadır.
Komünist[5]
ülkeler, Hindistan, Orta Afrika, Japonya ve Filipinler gibi putperest
toplumlar, geçmişte ve günümüzde Ehl-i Kitap
sayılan ve İslâm toplumlarının yerine geçen,
toprağını, yurdunu ve adlarını alan, hatta
Müslüman olduğunu iddia eden toplumlar cahiliye toplumu
kapsamına girerler (Kutub, 1997: 108-109;
Sarmış, 390). Çünkü bu toplumlar
önceliği maddeye ya da maneviyata/ruhçuluğa vermekte,
dosdoğru bir hayatı tercih etmek yerine cahiliye hâkimiyeti
altında özgürlükten uzak köleler gibi efendileri için
çalışmaktadırlar.
Batı
medeniyetinin ruhî iskeleti olduğu varsayılan
Hıristiyanlık, İslâm’da olduğu gibi “mutlak
(evrensel) ahlak” temeli üzerinde kuruludur. Bu nedenle
çağdaş Batı uygarlığının
köklerini Hıristiyanlık’ta değil, Avrupa’yı
doğuran (Kutub, 1991a, II: 146) eski
Romalıların hayat anlayışlarında ve düzenlerinde aramak
gerekir (Kutub, 2006: 332). Roma; zevk,
sefahat ve aristokrasinin sembolüdür. Zühdün ve tevazuun
karşısındadır (Manzur, 133).
Güç kullanmanın ve iktidarın yüceltilmesi hatta
ilahlaştırılması –Birçok Roma
imparatoru kendisini ilah olarak takdim etmiştir.- da Roma mirasının
unsurlarıdır. İnanç konusuna gelince sıradan bir Romalı
için din ya semavi addedilen mevhum güçlere sığınmak
ve yıldızların insan karakteri ve kaderi üzerinde etkili
olduğuna inanmak ya da gizli, hayal unsuru şer
güçlere ibadete yönelmektir. Roma’nın iktidara ve
dine bakışındaki bu çarpıklık ne yazık ki,
onu “hidayete erdirmek isteyen” Hıristiyanlığı
da etkisi altına almıştır. İşte
günümüz Batı toplumlarında Hıristiyanlığın
sadece bazı şeklî ibadetlerde ya da törenlerde kendisini
gösterebilmesinin ve sosyal hayatta bir etkinlik kazanamamasının
nedeni de Hıristiyanlığı kendi din algısı
doğrultusunda dönüştürüp
kurumsallaştıran Roma mirasıdır.
Kutub’a
göre, demokrat, faşist, komünist, emekçi, ya da
düşünür her kim olursa olsun, sıradan her
Avrupalı tek bir din tanır. O da, maddi ilerlemeye tapınmak, yani
hayatta, hayatın kendisini gittikçe kolaylaştırmaktan
başka herhangi bir hedefin bulunmadığına inanmak ve “tabiatın
zulmünden kurtulmak”tır. Bu dinin tanrıları
büyük fabrikalar, laboratuvarlar, dans pistleri ve elektrik santralleri;[6] kâhinleri
ise, bankerler, teknokratlar, sinema yıldızları ve sanayi
patronlarıdır (Kutub, 2006: 333).
Bu gibi durumlarda yapılacak tek şey vardır: İktidar elde
etmek ve mutlu olmak için devamlı çalışmak. Ne var
ki, bunun topluma fayda getirmesini beklemek anlamsızdır. Zira
çıkarlar için mücadele vermek toplumu eninde sonunda
çatışmaya götürecektir. Bu durumda
kültürel hayat da maddi ilerleme üzerinde şekillenecek ve
iyiliği kötülükten ayırt etme
ölçüsü de o olacaktır.
Şimdiki
Avrupalı, İslâm’ın ruhunu anlamaya ve
insanlığın problemlerini çözmede ondan yararlanmaya
hazır değildir (Kutub, 2006: 333)
ve uzun zaman ve pek çok kuşak geçmeden, Batı, herhangi
bir şekilde İslâm ruhunu anlayamayacaktır (Kutub, 2006: 334). Bir toplumda insanın fıtrî
özellikleri en üstün değer kabul edilirse, bu toplum medenî;
(Kutub döneminde var olan) Doğu Bloku ülkeleri ve hâlâ
dünyada etkin bir role sahip Batı ülkeleri örneğinde
görüldüğü gibi, madde ön plana
çıkarsa o toplum gerici toplum veya cahiliye toplumu olarak
tanımlanabilir. Kutub’un Batı cahiliyesini anlamlandırma
biçimine dair bilgi verdikten sonra Batı düşünce
formu ve Batılı ülkeler hakkındaki değerlendirmelerini
ele alabiliriz.
B. KUTUB’UN
BATI’YA BAKIŞI
Kutub’a
göre Batı İslâm’a düşmandır (Kutub, 2006: 328) ve insan gerçeğine
aykırı olarak şekillenmiştir (Kutub,
1998a: 50). Şümullü “sosyal adalet”i
gerçekleştirmede zirve olan İslâm’a da
yetişememiştir. Çünkü Batı; madde,
öldürme, savaş, galibiyet ve tahakküm
uygarlığıdır (Kutub, 2006:
256). Müslümanlar için asıl düşman
seküler, materyalist, bireyci, Batı’dır.
Amerikalıların ve Avrupalıların aralarında menfaat
uyuşmazlığı olabilir; ama onların davası
“İslâm ülkelerinde hangisinin hâkim
olacağı”dır. Bu konuda uyuşmazlığın
halledilmesi onlar açısından zor değildir.
İnsan,
Avrupa’da olduğu gibi akide düğümünü koparırsa
bir başıboşluk, bir sapıklık söz konusu olur (Kutub, 1991a, I: 87). Avrupa
düşüncesi, kilisenin gizli-açık baskı ve
sultasından kurtulayım derken, dinin sabitelerinin olduğunu
vurgulayan “sebat”[7]
düşüncesinden de uzaklaşmıştır. Bundan
dolayı Avrupa düşüncesi, evrende sabit hiçbir
şeyin bulunamayacağını, gerek sistemlerin, gerekse
inançların bu durumdan ayrı tutulamayacağını,
her türlü eşyanın değişim durumunda olduğunu
ve gelişme gösterdiğini kabul etmiştir. Dahası
inanç ve sistemlerin temel dayanaklarından birisini oluşturan
sebat düşüncesinden kurtulmak için mücadele
etmiştir (Kutub, 1991a, I: 90). Kutub,
Batı düşüncesini bu davranışından
dolayı kınamaz. Çünkü sayısı dörde
indirilmiş, efsanelerden yakasını kurtaramamış ve
şirkin lekelediği muharref bir Kitaba tâbi olan ya da olduğunu
ileri süren ve arzularının peşinden giden din
adamlarının kontrolündeki bir Kilise ile karşı
karşıya kalmıştır.
Üzerinde
durulması gereken asıl nokta, Batı düşüncesinin
mutlak tekâmül düşüncesini üstün tutmak
için harcadığı aşırı gayretin temel
nedenlerini bulmaktır (Kutub, 1991a, I: 91;
Şengüler, 126). Bu düşünce, sürekli
ilerlemeyi esas almaktadır ve sabiteleri yoktur.[8] Hegel’in
“Geçmişteki her medeniyet zayıf yönleri ve
hataları sebebiyle son bulmuş ve iyi yönlerini sonraki
medeniyete devretmiştir.” şeklindeki düşüncesi
de (Mevdudi, 19) Batı’nın
ilerlemeye bakışını gayet güzel ifade etmektedir.
Diğer bir ifadeyle, yaşadığımız medeniyet
geçmiş medeniyetlerin iyilerinin bir araya gelmiş halidir. Bu
düşünce esas alındığında sözgelimi Hz.
İbrahim, Hz Musa ve Hz. Muhamed (s)’in yaşadığı
devirlerin değerini en fazla o döneme hasretmek de gündeme gelir
ki, risaleti “eskilerin masalları” pozisyonuna indirgeyen bu
yaklaşım kabul edilemez.
Amerika’da[9]
kaldığı dönemde Kutub’da, Amerika’nın Arap
karşıtı ve İsrail yanlısı olduğu kanaati
oluşmuştur (Wessels, 113). O
dönemde birtakım insanlar Müslümanlara cephe alır,
bazı Müslümanlar da iddialara cevap verme ve savunma pozisyonuna
girerken, Kutub, Batı’nın içinde
yaşadığı cahiliye düzenlerine, bâtıl
yaşayışlarına hücum etmeyi ve bütün hayat
sistemlerini yerden yere vurmayı yeğlemiştir (Sarmış, 378). Fî
Zilâli’l-Kur'an adlı eserinde de kadın-erkek
ölçüsüz bir şekilde bir arada olmayı,
zinayı, içkiyi, faizi, ırkçılığı ve
bol nimete kavuşup şımarmanın kötülüğüne
Amerika’yı örnek göstererek işaret etmektedir.
Kutub’un
eserlerinde Batı değerlendirmeleri, ağırlıklı
olarak, Batı’nın bir ürünü olan ABD
hakkındaki yorumlarında görünmektedir. Kutub’a
göre Amerikalı, yaratılışı gereği
savaşçıdır ve mücadeleyi sever (Halidî, 143; Altun, 39). Vahşi bir
hayatla boğuşarak hayatta kalmayı beceren insanların
çocukları olan Amerikalılar, beşerî bilimlerin
merkezinde doğmuş, sadece ona inanmıştır; çünkü
o tek başına yeni kıtada doğayı bakir, zapt edilemez ve
inatçı olarak bulmuştur (Halidî,
73). Ayrıca Hitler zihniyetinin mezaliminden daha korkunç
“Beyaz Adam” düşüncesine (Kutub, 1981: 246; Halidî, 183) sahiptir. Zira onlar (İslâm
dünyasındaki gücünü artıran ve
Müslümanların en büyük düşmanı olan) Beyaz
Adamdan[10]
bahsederken yarı ilahtan, “Siyah Adam”dan
–Mısırlılar ve tüm Araplar gibi- bahsederken de
yarım insandan bahseder gibi bir tutum takınır. Kutub’un,
Amerikalıları böyle tanımlarken bu devletin
kurulmasındaki tarihi süreci dikkate aldığı
açıktır. Amerika’ya göç eden Avrupalılar;
tehlikeyi göze alabilen, macerayı seven, çatışmacı
ve köle düzeninden yana olan kişilerden oluşmaktaydı.
Bunların bir kısmı da yağmacıydı. İşte
bu dedelerin torunları da onların genetik
mirasçısıdırlar. Ne var ki, Ali Şeriati’inin
deyimiyle tarih, toplum, tabiat ve benlik zincirlerinden din ve bilim sayesinde
kurtulmak mümkündür. Kutub’un günümüz
Amerikası’nda yaşayanların atalarının
özellikleri hakkında zikrettikleri, torunlarının kaderini
tayin edecek ölçüde görülmemelidir. Ayrıca,
Avrupa’daki mezhep savaşlarından kaçıp yeni bir
hayata başlamak amaçlı Amerika’ya göç
hareketlerini de göz ardı etmemek gerekir.
Amerikan
ilkelliğinin özellikle din, sanat cinsellik ve sporda
görüldüğünü söyleyen Kutub’a
göre, Amerikalılar sadece eğlence ve gösteriş
için dine ilgi duymaktadırlar. Kutub söz konusu ilkelliğe
delalet eden örnekleri şöyle sıralar: “Kiliseler
yapmak, kilise cemiyetleri kurmak, kiliselerin faaliyet ve eğlencelerini
ilan (biçimleri), bu faaliyetlerde kiliseler arası yarışlar,
kiliselerdeki sapık programlar, genç delikanlıları
kiliselere çekebilmek için güzel genç
kızları kullanma, kiliselerde kız erkek karışık
müzik ve dans eğlenceleri, kilise içinde çirkin ve
kötü fiillerin işlenmesi için uygun ortamı
hazırlama ve bütün bunlara din adamlarının
rızası ve desteği. (Kutub, 1995:
99-100; Altun, 40; Hacıdervişoğlu, 12).[11] Doğrusu
Kutub, en azından Baptistlere ve Metodistlere ait kiliselerin bir
kısmının bu tür etkinliklerden uzak durduğunu
zikretseydi, Kilise hakkında söyledikleri daha anlamlı görünebilirdi.
Kutub’un
Amerika’daki sosyal hayata dair nakillerinde “genellemeci”
olduğunu söyleyebiliriz. Bu tavır emperyalizmle ilişkili
gördüğü oryantalistlerin (“Batı
hegemonyasında oryantalizmin yeri” adlı bölümde
örneklerini vereceğimiz) Doğu hakkındaki yorumlarına
Batı üzerinden verilmiş bir cevap gibidir. Sözgelimi ona göre
Amerikalı, cinsel yaşamında, cinselliğe
bakışında, onu etüdünde, iki cins arasındaki
sosyal, psikolojik ilişkilerde ilkeldir. Cinsel yaşamı
uçsuz bucaksız ormanlarda yaşayan ilkel toplulukların
hayatından farklı değildir. Dahası o konulardaki
serbestliği, evlilik dışı ilişkileri ve
başıboşluğu hayvanların hayatından ayırt
edilemez. (Altun, 41). Yine
Amerikalılar sporu ele alışlarında, ondan
hoşlanmaları ve onu desteklemelerinde, kahramanlarını sevme
ve yüceltmelerinde ilkelliğin en alt düzeyindedirler.
Sporcuların çoğu vahşi, sert ve hayvanî
olmadıkça beğeni kazanamaz. Sporculardan akan kandan
başkası onları etkilemez. Ancak adale gücüne
güvenen sporcuyla ilgilenirler. Sakin oyunculara ise asla önem
vermezler (Halidî, 99, 165, 142; Altun,
41). Amerikalının zevkindeki ilkellik hiçbir şeyde
giyimindeki kadar sırıtmaz. Giyimlerindeki o renk
kargaşası, özellikle erkek giyimlerindeki kaba modeller,
gömleklerde, kravatlarda filden öküze kadar hayvan
şekilleri, çıplak kadın desenleri, ağaç şekilleri,
erkeklerin sırtlarında, kollarında işlenmiş yeşil
renkli dövmeler… Kiminin koluna yılan, kiminin
göğsüne çıplak kadın, kiminin sırtına
ağaç ve kiminin de orman resmi işlenmiş (Halidî, 165). Söz konusu
durumları zikreden Kutub, “Bütün bunlar Amerika’da,
medeni ülkede, yenidünyada.” diyerek istihza eder ve Mısır
köylerinde bayramlarda, düğünlerde giyilen renkli
elbiseleri kınayanlara bir de bu medeni Amerika’yı
görmelerini tavsiye eder.
Kutub,
tüm bu olumsuzlukların yanında Amerikan toplumunun bazı
faziletlerine de işaret eder. Ona göre Amerikalıların bir
kısmı da; halkının refahı için
çalışan, üretimi seven bu amaçla tabiatı,
bilimi, endüstriyi en önemlisi de aklını kullanan
insanlardır. Değer alanında bir üretimi olmasa da, ABD
halkı, bilim ve iş dünyasında zirvedir. Yine,
Amerikalıların bale ve opera gibi ince sanatlara ilgi duymaları
sevindiricidir. Çünkü Kutub’a göre bu yönde
sanat sevgisi olan bir toplumda, “bütün ayıplarına
rağmen” kurtuluş ümidi söz konusudur.
Kutub’un
Batı düşüncesine ve ülkelerine bakışına
dair genel bir bilgi verdikten sonra Batı’nın onun
gözünde ön plana çıkan yönlerini ele
alalım.
1. Batı’da din-dünya
ayrımının tarihi süreci
Ortaçağın
sona erip reform hareketlerinin filizlenmeye başladığı
dönemde (15. yüzyıl) neşv ü nema bulan Rönesans
(Yeniden doğuş), aynı zaman dilimi içinde tüm
Avrupa'da etkisini göstermiştir. Bu hareketin mensupları
dinî düşüncenin dayandığı felsefelere
eleştiriler getirince, Kilise yönetimi yerleşik düzeni
ıslah edeceğine zor kullanarak bu hareketi bastırmaya
çalışmıştır. Bu hareketin de etkisiyle
Avrupa’da 15. ve 17. yüzyıl boyunca Almanya'dan başlayarak
bütün Avrupa'yı etkisi altına alan ve dinî bir
içeriğe sahip olan Reform hareketi ortaya
çıkmıştır. Bu süreç
Hıristiyanlığın toplumdaki etkisini yitirmesine neden olmuştur.
1789 Fransız Devrimi'nden sonra da din ve devlet ayrı ayrı
özerk iki kurum olarak şekillenmiş, laiklik yavaş
yavaş devletin bütün kurumlarında ve toplumda kendini kabul
ettirmiş (Dursun, 86), devlet
yapılarına girmiş ve çağdaş toplumların
siyasî-idarî örgütlenmelerinde varılması
gerekli bir amaç haline gelmiş ve 19. yüzyıldan itibaren
laik sistemler gelişme göstermiştir.
Süreç
içinde modern düşünce ve medeniyet taraftarları,
dini hurafe ile eşitlemiştir. Kilise iktidarının
başarısızlığı sonucu ortaya çıkan yeni
hayat tarzı dini kamusal alandan sürgün ederek kişisel
alana hapsetmiştir. “Dinin sosyal hayata müdahale
edemeyeceği inancı” yeni medeniyetin sine qua non’u
(olmazsa olmazı) haline dönüşmüştür. Bu
bakış açısı sanat ve bilim alanındaki
gelişmelere rengini vermiş ve dinin sunduğu ne varsa
kuşkuyla bakılır hale gelmiştir.
Yine “Güçlü
olanın haklı olduğu” şeklindeki bakış
açısı Avrupalılara hazır bir kılıf
sunmuş ve onlar Amerika, Avustralya ve Afrika’daki yerlileri yok ederken
veya köleleştirirken (Mevdudi, 21)
şüphesiz bu mantıkla hareket etmişler ve bunu tabii bir hak
olarak görmüşlerdir. Batı’daki din-dünya
ayrımı noktasına nasıl gelindiğine dair birtakım
bilgiler verdikten sonra Kutub’un bu konuya yaklaşımına
bakabiliriz.
Gerek
inkârcı Yahudiler ve gerekse Hz. İsa’nın
memleketinde hâkim olan putperest Romalılar tarafından ona tâbi
olanlar üzerinden asırlar boyu tüyler ürpertici
işkencelerin sürdürüldüğünü ifade eden
Kutub, bunun havarileri uzun süre saklanmak ve davetlerini başka
yerlere gizlice taşımak zorunda bıraktığını
söyler (Kutub, 1998a: 30). Gerçekten
de bu baskı ve zulüm onların İncil’i aslına
uygun bir şekilde nakletmelerine engel olmuş ve İncil, Hz.
İsa’dan yaklaşık yarım asır sonra kayda
geçirilebilmiştir. Bu zorlu süreç İncil’in
hangi dilde yazıldığını bile tartışmalı
hale getirmiştir.
Hıristiyanlığı,
Roma putperestliği ve Yunan felsefî düşüncelerini de
karıştırmak suretiyle Avrupa’da yayma görevini,
İsa’yı şahsen görmemiş olan ve Roma
putperestliğinden bu dine geçmiş olan Pavlus
üstlenmiştir. İlk baskı dönemine ek olarak Pavlus’un
dini anlama tarzı Avrupa’da ilk günlerinden itibaren
Hıristiyanlık için ikinci bir felaket olmuştur (Kutub, 1998a: 30). Bu öyle bir felakettir
ki, etkisi sadece Hıristiyanlıkla sınırlı
kalmamış, tüm dünyada dinin hayatın
dışına itilmesi eğilimini körüklemiştir.
Kutub, Hasan
en-Nedvî’nin Müslümanların
Çöküşüyle Dünya Neler Kaybetti adlı
eserinden nakille dinin hayatın dışına itilmesi
hakkında şöyle der: “Şurası kesindir ki,
Avrupa’daki din adamlarının en büyük hatası,
kendilerine ve temsil ettikleri dine karşı işledikleri en
büyük cinayet; kutsal kitaplarına beşerî bilgileri,
tarih, coğrafya ve tabii bilimler sahasında ilmin o devirde elde
ettiği son bilgileri sokmuş olmalarıdır. Bunlar, o
dönemde hiç kimsenin şüphe etmediği sabit
hakikatlerdi. Fakat şurası unutulmamalıdır ki, bu bilgiler
insanoğlunun ulaşabileceği en üst bilgiler değildir (Kutub, 1998a: 43). Çünkü beşerî
bilimler donukluğu kabul etmez. Sabiteleri olan dini beşeri bilgiler
üzerine tesis etmek sonuçsuz bir uğraşıdır. Bu
çaba, iyi niyetle ortaya konmuş olsa da sonuçları
itibarıyla dinin altını oyan bir yaklaşım
biçimidir. Belki de bu yaklaşımın İslâm
dünyasındaki izdüşümü Kur'an ayetleriyle
çağdaş bilimin verilerini uzlaştırma eğilimi
olarak görülebilecek “bilimsel tefsir”dir.[12]
İslâm’ın
geçmiş dönemlerinde hiçbir bilim adamı ya da
aydın, varsayımları ya da keşifleri nedeniyle işkence
görmemiştir (Serdar, 32).
Tersine, Avrupalı bilginler din kitaplarına karşı kesin
tavır alıp yaptıkları ilmî keşif ve
buluşları açıkça ilan edince kilise içinde
kıyamet kopmuş, Avrupa’nın idari dizginlerini ellerinde
bulunduran din adamları derhal harekete geçip ilim
adamlarını kâfirlikle itham etmişlerdir (Kutub, 1998a: 44-45). Hakikaten Ortaçağ
Avrupa’sında 13. yüzyılda Papalık kurumunun emri
üzere başlayan engizisyon uygulaması, yine aynı kurum
tarafından 15. yüzyıl İspanyası ve 16.
yüzyıl Roma’sında da sürdürülmüş;
her yerde mürted avına çıkılmıştır.
“Evrenin sonsuzluğu”nu savunan Giordano Bruno’nun (1548-1600) Roma’da yakılması
ve Kopernik sistemini savunduğu için Galileo Galilei’nin
hapse atılması ve orada ölmesi (1564–1642)
buna dair iki örnektir. Bu mahkemelerin cezalandırdığı
insanların sayısı yüz binlerle, canlı canlı
yakılanlarınki de on binlerle ifade edilmektedir. Kutub’un
Batı’da düşünce adamlarına reva
görülenlere dair aktarımları Batı’daki din
karşıtlığının temellerini sunma
amaçlıdır. Bu öyle bir süreçtir ki, etkisi
Hıristiyanlarla sınırlı kalmamış, tüm
dünyayı tesiri altına almış, insanlar kendilerini din
ile ilimden birini tercih etmek zorunda hissetmişlerdir.
Avrupa’da
dini düşünceye karşı tavır,
Hıristiyanlığa insan düşüncesinin
katılmasından, İncil’in yanlış yorumlanması
ve ona çeşitli eklemelerin yapılmasından ileri
gelmektedir. Dikkat edecek olursak Avrupa’da din ve din
düşüncesine karşı olarak çıkan
akımların kaynağının insanların
çıkarlarına uygun olarak kurguladıkları din
olduğunu görürüz. Akılcı idealizmden tutun da deneyci
pozitivizme kadar, ondan da diyalektik materyalizme kadar bütün
felsefî akımlar bu sapıklıktan doğmuştur.
İşte bu noktayı iyice kavradığımız zaman
bugün insanlığı çepeçevre kuşatan bu
sıkıntıların, aslında ilahî
düşünce kaynağına insan düşüncesinin bulaştırılmış
olmasından kaynaklandığını görürüz (Kutub, 1991a, I: 66). Kutub’un
böyle düşünmesinde Ortaçağ boyunca Kilisenin
zulümlerinden kaçanların dine karşı
tavırlarının ve söylemlerinin dolaylı olarak da olsa, 18.
ve 19. yüzyıla gelindiğinde Batılı entelektüellerin
bakış açılarını şekillendirmesi ve
onları "Allah`ı inkâr” düşüncesine yöneltmesi
etkili olmuştur. Dinden uzak durmayı yeğleyen entelektüellerden
idealist olanları, bu amaçları uğruna Allah'ın
bütün özelliklerini ve sıfatlarını akla
yakıştırırken; materyalist olanları ise doğaya
uydurmayı tercih etmişlerdir.
Reform
yanlısı Batılı entelektüellere dinden
bahsedildiği zaman hemen akıllarına; ilim ve hakikat
uğrunda akıtılan kanlar, papazların katı ve sert
davranışlarıyla, onların asılsız
düşünceleri uğruna kurban edilen suçsuz insanlar
geliyordu (Kutub, 1998a: 46). Kutup,
Kiliseye eleştiri getiren bu kimselerle empati yapsa da onlara tamamen hak
verme yoluna gitmez; çünkü onlar din ile Kilise
adamlarının tavrını özdeşleştirmeden ele
alabilecek idrak gücüne sahip kimseler değildir.
Avrupa’nın
üzerine yürüdüğü din daha ilk adımda
prensipleri birbirine karıştırılmış, sonra ilahîlik
özelliği, semavilik değeri ve esasları bozulmuş olan
bir dindir (Kutub, 1998a: 47) ve
Avrupa’da yaşanan süreç, gerçek bir dinin
hakikatini ilgilendirmeyen, sırf Avrupa’ya mahsus belirli bir
dinî anlayış şekliyle ilgili, Avrupa tarihinin özel
bir kesimine ait kargaşalıklardan oluşur (Kutub, 1998a: 47). Ne var ki, Batı’da yaşanan
bu problemler Batı’nın dünyadaki nüfuzu dikkate
alındığında büyük coğrafyalarda etkili
olmuştur.
Kutub, bu kargaşadan
kurtuluşun reçetesini Batı’da görmez.
Çünkü Avrupa’da insanlara hâkim olan peşin
hükümlülük ve saplantılar tedavide rol
almalarını engelleyici niteliktedir. Çünkü laiklik
Batılı insanın ruhunda bir boşluğa neden olmuştur
ve buna teknoloji de icatlar da çözüm olmayacaktır. Aksine
insanlar Avrupa’da teknolojik aletlere sahip olma adına
çocuklarını satmaya kadar varan sapkınlıklara
duçar olmuşlardır. Bu faydasız din ve dünya
ayrımı konusunda ülkeler ister Batı isterse Doğu Blok’una
dahil olsun, fark eden bir şey yoktur.
Din ve
dünya ayrımı şeklindeki uğursuz ayırım,
hayatın dar ve pasif veya negatif bir sahasının yüce
Allah’a; aktif, pratik ve gerçek sahalarının da
Allah’ın hükümlerine başvurulmadan
kanunlarını, prensiplerini, nizamlarını, sistem, hukuk ve
teşkilatlarını kendi zevklerine göre yapan diğer
çeşitli rablere teslim edilmesiyle
sonuçlanmıştır. Halbuki, dini vicdanî kanaatlere,
ahlakî açıdan temizlenmeye, dinî merasimlere veya hayatın
kişisel hukuk denilen dar bir sahasına
sıkıştırmak Kutub’a göre ilahî
nizamın tabiatına aykırı düşer (Kutub, 1998a: 27). Zaten bu insanların
ruhen azap içinde olması, içine düştükleri
çaresizlik, bu uğursuz ayrımın doğal bir sonucudur.
Batı’da Hıristiyanlığın toplumsal hayattan
uzaklaşması, kilise duvarları arasından
çıkamaması Kutub’u haklı
çıkarmaktadır. Batı insanı, dinine olan
inancını ve ibadetleri yapma
alışkanlığını kaybetmiş ve din ile dinî
uygulamayı birbirinden ayrı düşünmeye başlamıştır.[13]
2. Batı’da
ahlak
Eski Yunan,
Roma ve İran (Pers) uygarlığının
yıkılmasında kadın-erkek ilişkileri alanındaki
anarşinin birinci derecede rol oynayan bir faktör olduğunu
söyleyen Kutub’a göre, aynı sorun Batı
uygarlığını da sarsmaya başlamıştır (Kutub, 1991b, II: 428). Onun bu gözlemi Batı’da
kadının iş hayatına katılmasına
dayanmaktadır. Ne var ki yazarımız, bu katılımı
iffet ve şeref meselesiyle ilintilendirmektedir. Birtakım mesleklerde
kadının bir meta olarak görülmesi, sırf bayan
olduğu için terfi etmesi söz konusu olsa da bunu tüm
mesleklere şamil kılmak pek tutarlı değildir. Ancak
kadınların çalışmasının, talep
fazlası iş gücünü ortaya çıkardığı
ve bu durumun patronlar tarafından suistimal edildiği de göz
ardı edilmemelidir.
Modern
cahiliye toplumlarında “ahlak” kavramı bir dejenerasyona uğramıştır
ve bu toplumlarda gayr-ı meşru hatta anormal cinsel ilişkiler,
ahlakî yozlaşma ve rezillik olarak değerlendirilmez. Çünkü
onların gözünde ahlak kavramı, neredeyse “devlet
menfaati” sınırları aşılınca, sırf
ekonomik ve siyasî ilişkilere söz konusu olduğunda
gündeme gelir (Kutub, 1997: 135).
Kutub’un iddiasını destekleyecek bir olay, 1963’te
Christine Keeler ile İngiliz bakanlarından Lord Profumo arasında
geçen rezalet sırasında yaşanmıştır. Bu
hadise, İngiliz toplumunun örfünde, gayr-ı meşru bir
ilişki olması açısından değil,
kadının aynı zamanda Rus deniz subayı askeri ataşesi
ile dost olması zaviyesinden ele alınmıştır. Bir
bakanın bu genç film yıldızı ile ilişki
kurması devletin sırları açısından tehlikeli
olarak nitelendirilmiş ve olay bir skandal olarak görülmüştür
(Sarmış, 145). Amerikan
senatosunda ortaya çıkan buna benzer rezaletler, Rusya’ya
kaçan İngiliz ve Amerikalı casuslarla, görevlilerin
çirkin ilişkileri sırf devlet sırlarını
tehlikeye attıkları için çirkin
sayılmıştır. Kutub, bu tezlerinde haklıdır.
Çünkü zina kadar homoseksüellik, lezbiyenlik de Batı
toplumlarında ahlakî bir sapma değil cinsel bir
“tercih” olarak görülebilmekte ve sesi gür
çıkan liberaller tarafından bu sapıklıkların saygı
görmesi beklenmektedir. Ancak bu eğilimin Batı’da var
olmasından yola çıkarak, tüm Batılıların bu
konuda aynı düşündüğü şeklinde bir
yargıya da varılmamalıdır.
Günümüz
cahiliye toplumlarının yazarları, gazetecileri,
romancıları, film yapımcıları
açıkça genç kızlara ve evli kadınlara
seslenmektedirler: “Serbest olarak yapılan evlilik
dışı cinsel ilişkiler, ahlakî rezalet, ahlak
suçu değildir.” Ahlakî rezalet, genç
delikanlının kız arkadaşını aldatması, yani
taraflardan birinin ötekine samimi bir sevgi beslememesidir. Onlara
göre ahlakî rezalet, bir kadının kocasına
karşı şehevi arzusu yatıştığı halde
iffetini koruyup kocasına bağlanmasıdır. Fazilet ise,
böyle bir kadının kendi vücudunu emaneten verebileceği
bir erkek arkadaş aramasıdır. Nice hikâye ve romanın
temel konusunu bu gibi rezaletler teşkil etmektedir. Yüzlerce gazete
haberi, resim, karikatür, mizah ve güldürü
yazıları bütünüyle okuyucularına bu
duyguları vermek için telkinlerde bulunmaktadırlar (Kutub, 1997: 136). Büyük medya,
neredeyse tüm dünyada bir avuç kapitalistin kontrolünde
toplum mühendisliğine soyunmaktadır. Ancak halkın bu
gayr-ı ahlakî tavırlara engel olmaya
çalışmaması “manevî-aslî
iştirak” görülecekse, aynı suç zorba
rejimlerin yönetiminde yaşayan Müslüman halklar için
de söz konusudur.
3. Batı hegemonyasında
oryantalizmin yeri
Avrupa ve
Atlantik güçlerinin Doğu’nun kültür ve
medeniyetlerini konu alan çalışmaları, adeta onların
Doğu üzerinde kuvvet denemeleri gibidir. İşte bu
türden ilmi çabaların oryantalizm olduğunu
söyleyebiliriz (Said, 9). Oryantalizm
aynı zamanda sömürgeci siyasete, askerî yayılmaya
lojistik destek sağlayan (Bulaç, 20)
ideolojik bir mücadele aracıdır (Bin
Nebi, 175-176). Doğu hakkında eserleri olan ve kendisini
Doğu’nun dışında düşünen herkes oryantalisttir.
Aslında oryantalist “kendinin farkında olmayı bile
beceremeyen Doğulu’ya” babacan tavrıyla
yardımcı olmaktadır![14] Gerçekte
ise Batı’nın üstünlüğünü devam
ettirme ve Doğu’ya hükmetme çabasıdır. Bu
amaçla oryantalist literatürü oluşturmak için ciddi
bütçeler hazırlanmıştır.
Kutub, İslâm’ı
aşağılamanın Batı düşüncesinin bir
parçası haline geldiğini düşünür. Modern
dönemde misyonerlerden oluşan ilk oryantalistler, İslâm
topraklarında faaliyet göstermişlerdir. Bu kimseler
İslâm öğretileri ve tarihi üzerinden
“çirkinleştirilmiş bir tablo” çizerek
Avrupalıların “putperestlere” (Müslümanlara)
karşı tavırlarını yönlendirmeyi hedeflemişlerdir.
Kutub bu değerlendirmeyi yaparken, Avrupa’daki
sekülerleşme sürecini de hesaba katmakta ve oryantalizmin
üzerindeki misyonerlik etkisinin zayıfladığını
ifade etmektedir. Ne var ki, bu etkinin oluşturduğu tablo sonraki
dönemde İslâm üzerine çalışan
oryantalistlerin bilinçaltında varlığını
sürdürmektedir. Bu bakımdan oryantalistlerin
İslâm’a yönelik saldırgan tutumları
aldıkları mirasın bir özelliği olduğu
rahatlıkla söylenebilir. Bu mirastan geriye kalanlar, aslında Haçlı
savaşlarının günümüz Avrupalıların
zihinlerinde bıraktıkları tortulardır.
Bu türden
tortuları, 1882-1907 yılları arasında
Mısır’ın tek hâkimi olan İngiliz Lord Cromer’in
sözlerinde görmek mümkündür. O, Doğuluları
ve Arapları “Enerji ve inisiyatif” yoksunu “saf”
kişiler olarak tasvir etmekte, onları “sadakatle yaltaklanmaya
hazır”, entrika ve kurnazlığa yetenekli, hayvanlara karşı
acımasız insanlar olarak göstermektedir (Said, 62). Ona göre, Doğulu doğru
dürüst yolda yürümeyi bile bilmez. Avrupalı
zekâsı ise öyle değildir. Doğulular gibi dağınık
kafalı olmadığı için yolların ve
kaldırımların yürümek için
yapıldığını derhal fark eder. Doğulular
çok yalan söylerler. Durağan ve şüphecidirler. Anglo-Saksonlar
ise doğru ve asil insanlardır. Doğulular; düşüncesiz,
alçak ve çocuksu tavırlara sahiptir. Cromer’in bakış
açısında Doğulu, yargılanan, gözlemlenen ve
tanımlanan bir varlıktır. Özne olmak Batı’ya has
bir özelliktir. Çünkü o, Doğu’nun aksine daima
etkileyendir ve belirleyendir.
Emperyalistler,
kitleleri sömürmek, idare etmek, kitlelerin karşı koyma
güçlerini yok etmek için çiğnedikleri
halkların şuurlarını bozacak bir programa sahiptirler.
Hıristiyanlık aleminin ürettiği oryantalizm bu programın
ifadesidir (Kutub, 1995: 147). Bu ilim
ile uğraşanlar bilimsel ve rasyonel bir biçimde emperyalizme
imkân oluşturma amacıyla çeşitli
araştırma sahaları oluşturmuştur. Kutub’a
göre oryantalistler yaptıkları çalışmalarda Batı’nın
heybetini, buna karşılık Doğu’nun zayıflığını
ve içinde bulunduğu vahim durumu ön plana
çıkarmışlardır. Amaçları
zıtlıkları kurgulayarak dünyayı kompartımanlara
ayırmak ve bu sayede Batılı sömürgeciliğe olanak
sağlamak ve muhtelif bölgelerde savaş
kıvılcımları çıkarmaktır. Şüphesiz,
bu çabalarının önünde İslâm’ın
ilahî hükümlere karşıt bir şekilde
oluşturulmuş yönetimlere tâbi olmayı yasaklayan
özelliği, emperyalistler için önemli bir engeldir. Sömürgeciler
çıkarları uğruna İslâm’a karşı
bir savaş verirken işte oryantalizm de tam bu noktada görev
üstlenmektedir.
4. Bilimsellik ve
Batı
Batı
uygarlığı elbette ki Allah'ın varlığını
inkâr etmez fakat yalnızca deneysel bilimlerin sınırları
içinde kalan düşüncelere önem verir (Kutub, 2006: 332). Sözgelimi Amerika’da
insan; bilimin beşiğinde doğmuş, sadece ona, hatta onun
özel bir çeşidi olan deneyci bilime –Bu ilmin insani
değerler sahasında, psikoloji ve duygu dünyasında işi
yoktur.- (Halidî, 138)
inanmıştır. Çünkü oraya giden
Batılılar, yeni kıtada birçok zorluklarla
karşılaşmış ve orada tabiatla kıyasıya bir
mücadele vermek zorunda kalmıştır. Bu bağlamda en
güçlü yardımcısı deneyci bilim olmuştur.
Bunun sonucu olarak da Batılılar’da bilgi sınırlarına
dahil edilemeyen Allah’ı, hayattan uzaklaştırma
eğilimi kendini göstermektedir. Kutub’un tasvir ettiği
Batı, bilimsel bilgi alanına girmeyen "gaybilik"
kavramını saf dışı bırakmaya
çalışmaktadır. Modern Batı insanı için
söylenebilir bu ifadeler Katoliğiyle, Protestanıyla dindar
Hıristiyanları kapsamaktan uzaktır.
İslâm,
Amerika’dan farklı olarak Avrupa’da daha geniş bir alanda
etkisini göstermiştir. Bugüne kadar hâlâ etkisinde
kaldıkları İngiltere’nin insan haklarına dair
yapılan Magna Carta ilanında (Kutub,
1998b: 81), Rönesans’ta, Endülüs
üniversitelerinden Avrupa’ya geçen (ama İngiliz Roger
Bacon[15] (1220-1292) ve Francis Bacon’ın (1561-1626) sistemi olarak bilinen) “deney
sistemi”nde, Martin Luther (1483-1546) ve
Calvin’in (1509-1564)
gerçekleştirdiği dinî ıslahat hareketinde
(Reformlar), Avrupa’daki derebeylik sisteminin son bulmasında,
eşitlik hareketinde, Fransız Devrimi’nde, evet, bunların
hepsinde İslâm’ın rolü yadsınamaz. Kutub’un
belirttiği, Batı’da köşe taşı
sayılabilecek gelişmeler üzerinde İslâm medeniyetinin
etkisi inkâr edilemez.
Yine “sanayi
uygarlığı” da insaflı Batılıların da
itiraf ettiği gibi Doğu ve Endülüs üniversitelerinden
Batı’ya geçmiş olan deneysel bilim yönteminin
ürünüdür (Kutub, 1991a, II:
43; Kutub, 1968: 34; Kutub, 2006: 344). Deneyi sahiplenirken
Batı’nın laik oluşuna ve sömürgeciliğine
itiraz eden Kutub’un bu seçmeciliğinin Kur'an’daki temelleri
şu ayet olabilir: “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları
üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin
yaratılışı üzerinde düşünürler ve ‘Rabbimiz!
Sen bunu boş yere yaratmadın, Sen yücesin, bizi ateşin
azabından koru.’ derler (Âlu
İmrân, 3: 191).”
18.
yüzyıl, Avrupa felsefesi tarihinde Aydınlık Çağ
olarak nitelendirilir. Bu çağın diğer
yüzyıllardan ve kendisinden sonra gelenlerden ayrı bir
yönü vardır. Bu devrin düşünce yapısı
şöyledir:
1. Aklın değeri
artmıştır. İnsanın değerini kendi eline
alması konusunda bir birliğe varılmıştır.
Akıl dışı her türlü fikri kölelik yıkılmış
ve insanın geleceğini belirlemesi konusunda her türlü metot
ve proje hazırlanmıştır.
2. Devletin, toplumun, ekonomik
hayatın, kanunların ve sağlam temellere dayalı eğitim
kurallarının oluşmasında aklın önemi
artmıştır.
3.Toplumun
çıkarlarında birleşmek ve insanlık
kardeşliğinde devamlı değişen bu “akıl kültürü”
temeline dayalı bir kurum oluşturma gerekliliği
belirginleşmiştir (Kutub, 1991a, I: 69).
Birtakım
özelliklerini belirttiğimiz düşünce yapısı aklın
özelde Hıristiyanlık âlemine, genelde de bütün
hayatî yönelişlere, ülkelerin siyasetlerine, kanunlara,
dinlere ve insanlığa hâkimiyetini ima etmektedir. 19.
yüzyıl Avrupa’sında ise ön plana çıkan, ilahiyat
ve metafizik içermeyen, sadece fizikî ya da maddî
dünyanın gerçeklerine dayanan pozitivizmin özgün bir
nitelik kazanmasıdır. Bilim adına hareket eden pozitivistlerin amacı,
kiliseye karşı koymak veya kilisenin savunduğu bilgilere
karşı gelmekti. Bu akımın üyeleri bilim denilince de metafizik
hislere ve rasyonalist idealizme karşı çıkmayı ima
ediyorlardı. Bu ekol Kilisenin din anlayışına
karşı çıkarken Hıristiyanlık’ta
olduğu gibi ibadeti, din adamları ve kutsal kurumları olan “Büyük
İnsanlık” adında yeni bir din ikame ediyordu. Onlara
göre, doğaötesi olan din gerçek dışıydı
ve amacı gerçekleri saptırmaktı. Dolayısıyla
doğa dışı özelliklere dayanan din duygusu bir
yanılgıdan ibaretti.
Batı
dünyasının dine ve dinî metotlara olan karşıtlığı
salt felsefî ve ideolojik değil, onun düşünce
yapısının karakterinden ve bilgi metodundan da
kaynaklanmaktadır (Kutub, 1991a, I: 18). Bu
nedenle, İslâmî araştırmalarda Batı
düşüncesinin metotlarına güvenmemek, hatta pozitif
bilimleri etüt ederken de dikkatli olmak gerekir. Şartlar gereği
Kutub, Müslümanların Batılı kaynaklardan pozitif
bilimleri alırken, bu bilimlerin felsefî yorumlarla ilişkisinin
olup olmadığını göz önünde bulundurmaları
gerektiği uyarısında bulunur; çünkü ne kadar az
olursa olsun, bu yorumlar İslâm pınarını zehirlemeyi amaçlamaktadır.
Sözgelimi felsefe, tarih, psikoloji, ahlak, mukayeseli dinler tarihi
çalışmaları, istatistiki veriler ve bunlardan elde edilen
sonuçlar ve yorumlar cahiliye inanç ve düşüncesinin
doğrudan etkisindedir. Kutub’un böyle düşünmesinde,
onların açık veya gizli olarak metodolojik ilkelerinde, genelde
dinî düşünceye özelde de İslâm
düşüncesine düşmanlık beslemeleri etkili
olmuştur.
5. Kapitalist ve Faizci
Düzen
Kapitalizm,
başlangıçta Avrupa’da kitleleri ezen derebeylik
düzeninin pençesinden halkı kurtarmak iddiasıyla ortaya
çıkmıştır; ama
insanın üstün değerlerini çiğnemiş, ahlakını
ve vicdanını bozmuş, adaleti ayakta tutan her şeyi alt
üst etmiş, devletle halk arasındaki zaruri
dayanışmayı ortadan kaldırmış,
sıkıntıyı alabildiğine yaymış ve huzuru
silip süpürmüştür. Dolayısıyla bu sistemin
de insana ve dinin ruhuna uygun olduğu söylenemez (Kutub, 1995: 10). Kutub bu makul
eleştirilerinin yanında, kapitalizmi kurtarıcı bir ekonomi
öneremediği ve insani ilerleme adına ortaya bir şey koyamadığı,
ekonomik gelişmeyi de baltaladığı, halkın
çalışma ve başarma gücünü felce
uğrattığı şeklinde de tenkit eder; ancak kabul etmek
gerekir ki, günümüzde daha güçlü bir ekonomik
yapı da mevcut değildir. Belki de onun kapitalist düzenin
başarısızlığından dem vurmasının
sebebini milli gelirin belli ellerde kalması; fakat topluma yayılmamasında
aramalyız. Yoksa onun döneminde (başka açılardan
Kutub’un eleştirilerinden nasibini almış) Doğu
Blok’u olarak adlandırılan ülkeler bu eleştirilere
daha fazla layıktır.
Batı
uygarlığı, aşırı ihtikârcı, faizci,
kapitalist sistemi temsil eden sıkı ferdiyetçilik
programı üzerine kurulmuştur (Kutub,
1998a: 74). Herkes bilmelidir ki, uluslararası kapitalizmin
Doğulu ve Batılı unsurları arasında, emperyalizmle
yerli kapitalizm arasında mazlum halklar aleyhine bir anlaşma
söz konusudur. Emperyalizm kapitalist tabakanın
çabalarıyla, onlara gerçek yüzünü asla
göstermez. Kutub’un yaşadığı dönemde nasılsa
aynı şekilde günümüzde de küresel anlamda iktidar,
bir zümrenin tekelindedir. Bu zümrenin yaptığı
şey dünya çapında insanları, toplumları ya da
devletleri borçlandırmak ve hiç emek harcamadan
büyük vurgunlar yapmaktır. Bu
zulüm sisteminin belki de en önemli özelliği faizsiz bir ekonomik
düzeni dışlamasıdır. Ama İslâm bu
düzenin taşkınlıklarıyla mücadele edecektir ve bu
anlamda komünizm ile de amaç birliğine sahiptir.
Kapitalist
düzenin vazgeçemediği faiz, İslâm’ın
savaş açtığı bir kötülüktür ve
bu harbin kılıç ve top savaşından çok
başka olduğu açıktır. Örneğin bugün
faizi ekonomik ve sosyal düzenin temeli kılan her toplum bu harple
karşı karşıyadır (Kutub,
ts.: 38). Bu harbin günümüzdeki sonuçlarına
dikkatlerimizi çeken Kutub, Batılı toplumlardaki kalp ve sinir
hastalıklarını, bereketin ve mutluluğun
azalışını faize bağlar. Bu günah nedeniyle
toplumlarda önce haksızlıklar, desise, korku ve endişe hâkim
olmakta ardından da ülkeler birbirleriyle savaşa
tutuşmaktadırlar. Bu dehşet verici savaşlar, faiz
düzeninin birer sonucudur. Bu harbi körükleyenlerse uluslararası
sermayeyi tekelinde bulunduran tröstlerdir. Onların ağlarına
düşen şirket, toplum ve devletler kendilerini çoğu
zaman kurtaramamaktadır.
Kutub,
toplumların şehvet bataklığına
sürüklenmesinin nedeni olarak da faiz düzenini gösterir.
Faizciler, bütün insanlığın maslahatını
çiğneyerek, dünya sermayesini ellerinde tutan faizci
tröstlerin çıkarlarını korumak için; “Periyodik
Ekonomik Kriz”ler çıkarıp tüm ekonomik
sektörlerdeki üretimi yozlaştırmak suretiyle
dünyanın iktisadi cereyanını da tahakkümleri
altına alırlar. Bu kimseler; bankaları
aracılığıyla meydan getirdikleri korkunç
nüfuzla içte ve dışta devletlerin siyasetlerine
müdahale etmekte, basın, bilim adamları ve sanatsal etkinlikler
aracılığıyla kamuoyu oluşturarak insanları
sömürmekte, insanları faiz düzeninin
hükümranlığı altında ezmekte ve ekonominin
olmazsa olmazı olarak faizi takdim etmektedirler. Yine bu kimseler Batı’nın
kalkınmasının faize bağlı bulunduğunu, buna
karşı çıkanların tezlerinin soyut ahlakî ve
ütopik teorilere dayandığını, halbuki dünya
ekonomisinin faiz düzenine muhtaç olduğunu ileri
sürmektedirler.
Kutub, Kur'an
ayetlerine uygun olarak faizin, iktisadi hayatın
ihtiyaçlarından olmadığını ve faize
bulaşarak İslâm’dan uzaklaşan
insanlığın yolunu da şaşırdığını
ifade eder (Kutub, ts.: 10). Zira faizciler gibi “Faizsiz bir ekonomi
düşünülemez.” demek doğru değildir. Faizsiz
çalışabilen devasa kurumların varlığı bu iddiayı
geçersiz kılmaktadır. Durum, umutsuz değildir. Yeter ki
Müslümanlar kendilerini uluslararası faiz tröstlerinin
elinden kurtarmaya niyetlensinler, peşinden ilahî yardım
gelecektir. Ne yazık ki, faizin zorunlu olduğu şeklindeki
aldatıcı düşüncenin yeryüzünün
doğusunu da, batısını da etkilediği bir
gerçektir. Ayrıca, günümüz yaşamının
büyük oranda bu faiz kurumlarınca düzenlenmesi ve
başka temeller üzerine kurulu bir düşüncenin uygulanmasının
zorluğu, “faizin
kaçınılmazlığı” propagandalarının
gücünü artırmaktadır. Kutub’a göre bu
zorluğun kaynağı imanın yokluğu,
düşünmenin zayıflığı, faizcilerin dünya
hükümetleri içindeki etkisi ve etkili kitle iletişim
araçlarıyla oluşturdukları kuruntulardır.
20.
yüzyılın bazı akılsızları nesie[16]
faizinin dışındakileri mubah kılmaktadır. Halbuki faizin
her türlüsü haramdır. Cahiliyede bilinen şekliyle,
modern şekli arasında hiçbir fark yoktur (Kutub, ts.: 24). Faizin
yasaklanmadığı ortamlarda faizci kimseler sanayi kesimini ve tüccarları,
borçlandırmakta, böylece ekonominin yönünü
tayin etmektedir. Bu kimseler en üst düzeyde kâr elde etmek
için kitlelerin ezilmesine, insanların fakirleşmesine ve ruhi
bunalıma girmesine göz yummaktadırlar. Yeryüzündeki mülkiyetin
büyük çoğunluğuna sahip olan birkaç bin
kişinin savaşlar çıkarıp, ülkeler
bölüşecek kadar güce sahip oluşu ve insan
hayatını değil, ekonomik büyümeyi esas almayı
sürdürmeleri Kutub’un yaklaşımını, ne
yazık ki, haklı çıkarmaktadır.
6.
Batı’nın ürettiği teknoloji
Kutub, ABD’nin
uygarlığa hiçbir katkısı olmadığı
kanaatini taşımaz. Ancak katkısını üretim, proje,
zekâ ve emekle sınırlı görür ve bu katkının
zevk ve hissi kapsamadığı kanaatini ızhar eder (Halidî, 166-167). Bugün
insanlığı kuşatan bu makine medeniyetinin, ona
kolaylıklar sağladığı -her ne kadar bu
kolaylıklar bazen onun beden sağlığına zarar veriyorsa
da- inkâr edilemez (Kutub, 1998a: 86). Ne
var ki, Batı medeniyeti çöküş sürecine
girmiştir ve bu sürece neden olan unsur, maddî ilimlerin
Batı insanını onlara ait olmayan ülkelere
sürüklemesi ve bu medeniyetin etkisiyle bireylerin ahlaktan yoksun
hale gelmesidir (Kutub, 1998a: 63). Uygar
milletlerin akıllarına üç asırdan beri hükmeden
bu durumdan bir çıkış yolu bulmaları kolay
olmayacaktır. Kutub, Alexis Carrel gibi çözümü ilmî
medeniyetin, gelişme asrından beri yürüdüğü
yolundan vazgeçmesinde görür. Böylece maddenin hâkimiyeti
sona erecek, aklî ve fizyolojik faaliyetler eşit olacak,
ahlakî görevlerin ve dini kuralların öğrenilmesi,
matematik, fizik ve kimya kurallarının öğrenilmesi gibi zorunlu
olacaktır.
Beşeri
ilimlerin, diğer ilimlere nispeten geri kalmış olması -Carrel’in
söylediği gibi- kendiliğinden değil, bu medeniyetin daha
kuruluşu esnasında insanı değerli sayan ve onu
yeryüzünde Allah’ın halifesi[17]
olarak gören itikadî düşüncelerden ayrılarak bu
medeniyetin üzerinde kurulduğu bozuk tasavvurun tabii sonucu olarak
ortaya çıkmıştır (Kutub,
1998a: 67). Kutub, bu noktada Carrel’a hak verirken insanın
halifeliğini Allah’a değil de yeryüzüne atfetmenin
daha doğru olacağını ifade etseydi daha isabetli olurdu. Ne
var ki, zalim iktidarları meşrulaştırmaya müsait
“Allah’ın halifesi” ifadesi tabirini Pakistanlı âlim
Ebu’l A’lâ Mevdudî, gibi o da tefsiri Fî
Zilâli’l-Kur'an’da sık sık kullanır.
Carrel’in
insan güç ve yapısının teknik medeniyet
karşısında tehlikede olduğu hususunu hissettiği gibi
yine ABD eski Dışişleri Bakanlarından (John Foster) Dulles
de (Kutub, 1998a: 67) Savaş ve
Barış[18]
adlı eserinde Batı’nın yaşadığı krize
dikkat çeker. Batı’ya dair eleştirilerinde her iki
yazara da göndermelerde bulunan Kutub, Amerika’dan bahisle orada iman
eksikliği olduğunu söyler (Kutub,
1998a: 68). Ona göre Amerika, ilerlemesine insanî
değerleri dahil edememiştir ve bu durum bir topluluk için
sonun başlangıcına işaret eder (Kutub,
ts.: 26). Bunu söylerken de içki ve uyuşturucu
batağına saplanan, ruhi depresyonlara giren Batı
insanının durumunu esas almaktadır. Dünyanın
maddî bakımdan en yüksek üretiminin Amerika’da
olduğunu ancak iman olmadan, her şeyin yetersiz
olacağını ifade eder. Politikacıların,
güçleri ne kadar yüksek, bilginlerin buluşları ne
kadar çok, bombaların tahrip gücü ne kadar korkunç
olursa olsun, bu eksikliği gideremeyeceklerdir. Çağdaş Uygarlık
insanlık için bir mutluluk sağlamaktan çok
umutsuzluğa götüren maddeci bir uygarlıktır.
Teknolojik ilerlemesine ve pozitif bilimlerdeki üstünlüğüne
karşın insanın yapısını ve
ihtiyaçlarını anlamaktan uzaktır ve evrendeki ilahî
yasalarla insanın fıtratındaki yasaları göz ardı
ederek Allah’ı tanımadığını göstermektedir.
Teknolojik ilerleme ve bunun doğurduğu maddî refah, bu
medeniyetin insanlığı sürüklediği korkunç
geleceği değiştirmeye gücü yetmeyecektir.
7. Haçlılık
ve Batı emperyalizmi
Avrupalıların
gizli Haçlı ruhundan söz ederken, görünüşe
aldanmamak gerektiğini söyleyen Kutub, Batı’nın dini
hürriyete saygı gösterir görünmesine ve “Avrupa,
Haçlı savaşları döneminde olduğu gibi
bugün Hıristiyanî taasuba sahip değildir.
Dolayısıyla geçmişte olduğu gibi
Avrupa’yı İslâm’a karşı
mutaassıpça hareket etmeye iten bir neden yoktur.” gibi
sözlere kanmamak gerektiği uyarısında bulunur (Kutub, 2006: 320). Ona göre, Birinci
Dünya Savaşı’nda Lord Allenby’ın, Beyt-i
Makdis’e girerken “İşte ancak bugün
Haçlı savaşları son bulmuştur.”
şeklindeki sözleri Avrupalıların duygularına tercüman
olmuştur. Yahudilerin Amerika ve diğer ülkelerde ekonomik
gücü olduğunu sananlar, İngiliz komplolarının
İslâm karşıtı bir tavrı
yönlendirdiğini ileri sürenler; Doğu ve Batı Blok’u
ülkeleri arasındaki çekişmenin temel faktör olduğunu
söyleyenler, evet tüm bunlar, Batılıların bilinçaltında
yer eden Haçlı ruhu ile birlikte İslâm korkusu ve
İslâm gücünü yok etmek isteğinden habersizdirler.
Öyle ki, bu ortak duygu ve çıkar, kapitalist Amerika ile komünist
Rusya’yı bir noktada birleştirmektedir. Uluslararası
Siyonizmin tertipleri de göz ardı edilmemelidir.
Haçlıların
neden oldukları kötülükler, İslâm
dünyasına yaptıkları saldırılardan ibaret
değildir. Batı’daki İslâm’ı bilmeyen
topluluklara karşı Avrupalı liderlerin İslâm
öğretilerini ve İslâm’ın yüce hedeflerini
kötülemeleri ve Avrupalı aklının zehirlenmesi sonucunu
doğurmuştur (Kutub, 2006: 321).
Kutub’a göre bu liderler Avrupalıların kafasında
İslâm’ın, şehvetlere hitap eden, hayvanî bir
katılığa sahip, şekli birtakım farzların
gereklerini düşüncesizce uygulamaktan ibaret olduğu; ama
asla kalplerin arındırılması olmadığı ve
olamayacağı propagandası yapmaktadır.
İspanya’da
İslâmî dönem, dünyada eşi görülmemiş
katılık ve vahşilikteki mücadelelerle son bulmuştur.
Her ne kadar bunun arkasından ilim ve kültürün sonunun
geldiği ve bunların yerine Ortaçağ cahilliği ve
katılığının hâkim olduğu biliniyorduysa da
Avrupa’da bu sonun arkasında sevinç
çığlıkları yükselmiştir (Kutub, 2006: 321). Ne var ki, bu mutluluk
fazla sürmemiş, Batı ile İslâm
dünyasının ilişkilerini ifsat eden bir olay daha gerçekleşmiştir.
Bu, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethidir. Avrupa
için İstanbul eski Yunan ve Roma’nın bir mirasçısı
ve onu Asya barbarlarına karşı koruyan bir kaleydi. Artık
İstanbul’un Müslümanlarca fethedilmesiyle Avrupa’nın
kapıları İslâm için ardına kadar
açılmıştı. Bu gelişme, İslâm’a
olan düşmanlığı daha da artıran bir etken
olmuştur.
Avrupa
Rönesans’ı gerçekleştirirken, Arap-İslâm
kaynaklarından çokça yararlandı fakat Avrupa bu
iyiliğin karşılığını vermedi.
İslâm’a olan kini azalmak bir yana daha da arttı.
Öyle ki, Müslüman adı anıldı mı, kontrolü
kaybediyorlardı (Kutub, 2006: 322). Kutub,
bu tezini delillendirirken onların atasözlerindeki İslâm
karşıtı ifadelere göndermede bulunur. Batı
kültürel olarak değişim geçirmiş olsa bile
İslâm’a olan kininden bir şey eksilmemiştir.[19]
Reform hareketlerinden sonra, Avrupa’nın mezhebî
ayrılıkları silahlı çatışmaya
dönüşse de İslâm düşmanlığı
hepsinin ortak yönüydü. Bundan sonra dinî bilinç
geriledi. Ancak Hıristiyanlığın düşüşe
geçmesiyle, İslâm’a sempati beslemeye
başlamadılar. Kutub, bu bakış açısını
desteklemek için Fansız filozof ve şairi Voltaire’i (1694-1778) örnek verir. Zira o, 18. yüzyılda
Hıristiyanlık ve kilise düşmanı olmasının
yanında, İslâm’a ve İslâm Peygamberi’ne
karşı da kin duymaktaydı. Yine de Kutub, Batılı ilim
adamlarının yabancı kültürleri etüt etmelerinin
onlara (İslâm’ı hariç tutarsak) belli bir
ölçüde esneklik kazandırdığı
kanaatindedir.
Her ulusun
sömürü şeklinin farklı olması nedeniyle,
düşmanlık ve saldırganlığın şeklinin de
farklı görünümlere sahip olduğunu ifade eden Kutub bunu
içinde bulunulan şartlara bağlar (Kutub,
2006: 325). Sözgelimi, Fransa, Kuzeybatı Afrika’daki
sömürgecilik hareketinde “Berberi azınlığa
yardım” veya başka bir ad altında İslâm’a
karşı açık bir savaş ilan etmiştir. Suriye’deki
Fransız yayılmacılığının temsilcileri de,
kendilerini “Haçlıların torunları” olarak takdim
etmişlerdir. İngiltere’nin tarzı ise değişiktir.
Onlar, İslâm’ın toplumdaki
görünümünü (hatta tümüyle Doğu hayatını)
canlı tutan bütün esasları küçümseyen bir propaganda
zemini oluşturmak için, Mısır’daki eğitim
enstitülerine gizlice sızmayı tercih etmiştir. Amaç,
istendik davranışlar sergileyecek öğretmenler
yetiştirip bu elemanların okullarda belirlenen amaçlar
doğrultusunda bir nesil yetiştirmeleridir. Yine İngilizler
özellikle de bakanlık bünyesindeki eğitim kurumlarında
İslâm kültürünü akla getirecek tüm
unsurları gözlerden uzak tutmaya özen göstermişlerdir.
Bu yaklaşım, dine cepheden karşıtlık yapma
ihtiyacı duymaz. Çünkü görev, toplumda etkili bir
meslek grubuna verilmiştir. Onlar İngilizler adına gerekeni
yapacaklardır. Güney Sudan’da ise buna bir ihtiyaç bile
duymamıştır. Amerikan sömürgeciliği ise
İslâm dünyasının her tarafında
İslâm’ı bütün esaslarıyla, akidesiyle,
ahlakıyla ve hareketliliğiyle yok edecek şart ve düzenleri
yerleştirmek yolunu seçer. Bazı toplumlar
sömürülmeye müsaittir (Bin Nebi,
89) ve Batı’nın yaptığı,
sömüreceği toplumun hangi açıdan buna müsait
olduğunu tespit edip uygulamaya geçmekten öte bir şey
değildir.
Kutub, emperyalistlerin
bir kısmının günümüzde sözünü
ettiği dinî özgürlük söylemine karşı
çıkmak için Avrupa tarihine yönelir ve Endülüs’te
engizisyon mahkemelerinin Doğu’da ise Haçlı
savaşlarının cinayetlerinden bahsederek söylemlerin
yapmacıklığına dikkati çekmek ister (Kutub, 2006: 255). Zaman zaman dinî
özgürlüklerin özellikle de Müslümanların
haklarının Batılı ülkelerde ihlal edildiği bir
gerçektir. Ne var ki Batı, insan hakları ve
düşünce özgürlüğü konusunda tarihteki
durumuna nispetle epeyce mesafe almıştır. Batı’nın
cinsel sapkınlıkları bile “insan hakları”
bağlamında görmesi dikkate alındığında ölçüyü
kaçırdığı bile söylenebilir.
Kutub, Doğuluların
Avrupa ve Amerika’nın yeryüzünün çeşitli
yerlerinde uygulamaya koyduğu misyonerlik faaliyetlerinin anlamı
üzerine düşünmeleri gerektiğini söyler ve sadece
Katolik kilisesinin dünyanın her köşesine
sızmış dört binden fazla (misyoner) ajanı olduğunu
hatırlatır (Kutub, 1995: 142).
Bu kitlenin hedefi, halkı Müslüman olan ülkelerde yönetimin
İslâm’ın eline geçmemesini temin etmektir. Amerikalı diplomatların
birçoğunun da misyonerlerin sahip olduğu akademilerden mezun
kimselerden oluşunu aktararak sömürü ile misyonerlik
arasında doğrudan bir irtibat olduğunu belirtir.
Gerçekten de emperyalizmin araçlarından birisi de
misyonerliktir. Amaç, Müslüman halkı
Hıristiyanlığa kazandırma, başarılı
olunamazsa da onları sekülerleştirmektir (Hüseyin, 81). Her iki durumda da Malik b. Nebi’nin
deyimiyle “sömürüye müsait olma” durumu ortaya
çıkacaktır. Bu amaca hizmet etmeye en müsait kurum ise
belki de eğitimdir.[20] Sömürgeciler ve misyonerler
İslâm ülkelerinde eğitim kurumları
açtıklarında hepsi de seküler kavramlar olan anayasa,
demokrasi, parlamentolar, siyasî partiler, sosyalizm,
milliyetçilik,[21] vs.
den oluşan siyasî fikirlerle öğrencilerini
tanıştırmış, misyoner okullarında eğitim, Batı
dilleriyle yapılmış ve bu sayede, Fransız ve İngiliz
kültürü, sömürgelerdeki
Batılılaştırılmış seçkinler
arasında gözle görülebilir bir hale gelmiştir.
Görüldüğü
gibi emperyalizmle haçlılığın ve misyonerliğin
İslâm’a beslediği düşmanlığı
birbirinden ayırmak güçtür. Çünkü
bunlar, birbirinden beslenir. Birbirini temize çıkarmaya çalışır.
Bağlılarının yılgınlık göstermemesi
durumunda İslâm, emperyalizmle mücadele ruhunu coşturur,
sömürgecilerin emellerini boşa çıkarır.
C. BATI’YA
KARŞI TAVIR
Müslümanlar,
beşer hayatının karakterini, onun sürekli yenilenen
gereksinimlerini tecrübe ile anlayarak Batı medeniyetinin seviyesine
ulaşabilirler. Böylece bu medeniyetten reddedeceklerini reddeder,
hayat deneyimlerinden kendi medeniyet tecrübelerine denk olan
kısmını alırlar. Kutub’a göre İslâm’ın
hayat düzeni, sanayi uygarlığını reddetmez.[22] Çünkü
bilimsel yönden modern uygarlığı kurma yönteminin
temeli ve hareket noktası İslâm’ın
yabancısı değildir. İslâm, bilimsel yönden bu
uygarlığa beş yüz yıl önce kurulmasında en
büyük rolü oynadığı bir eseri gözüyle
bakmaktadır.[23] Bu
uygarlığın yöntemiyle arasında eski bir
barışıklık vardır. Çünkü
İslâm’ın hayat düzeni Greklerin soyut teorik
felsefesinden nefret etmekte ve onun yerine idealist realizme veya realist
idealizme yönelmektedir. İslam pratik ve insanın
fıtrî yapısına uygun bir dindir. Bu sebeple realizm
tabiri, İslam’ın insan hayatı için ortaya
koyduğu sistemini, en iyi şekilde tanımlayabilir (Kutub, 1991a, I: 209). Kutub, Batılı
bir kavram olan realizmi İslâmî hayat biçimini
anlatırken tanım kolaylığı
sağladığı için kullanmaktan çekinmemektedir.
Bu anlamda onun Batı düşüncesini -genellikle olumsuz bir
çerçevede ele aldığı açıksa da- mutlak
anlamda “ötekileştirmediği” rahatlıkla
söylenebilir.
Emperyalist
Batı’da Kutub’un "Haçlılar"ın
torunları olarak isimlendirdiği kimseler: "Bize gelin. Dost olup
birleşelim. `Dinsizlik' hareketine karşı, `din'i
savunalım." demektedirler (Kutub,
1991b, III: 309). İslâm dünyasından birtakım
kimseler de bu çağrılara destek vermektedir. Halbuki dostluk
çağrısı yapan Batılılar her defasında
Müslümanlara karşı, dinsizlerle tek saf olmaktadır. Bu
tür kimselere kanmamak gerekir.[24] Çünkü
onlar materyalist dinsizliğin geçici, İslâm'ın da
kalıcı bir düşman olduğundan kuşku duymazlar.
Birlikte mücadele çağrısı, politik
sömürülerinin düşmanı olan dinsizlerle
tutuştukları savaşta, Müslümanlardan bu
çağrıya kulak verenlerin emeğinden yararlanma ve
onları bir yem olarak kullanma amaçlıdır. Bu
çağrıya kulak verenler, on dört asırlık gerçeği
göz ardı etmemelidir. Allah’a iman ve tevekkül bunu
gerektirir.
Batılıların
dinsizliğe karşı birlikte mücadele
çağrısına olumlu yanıt veren kimseler;
sözlerinde kurnazca davranmakta ve Müslümanlara Ehli Kitap'la
iyi ilişkiler kurmayı ve yaşayış ve
davranışta onlara karşı hoş görülü olmayı
emreden Kur'an ayetlerini, peygamber sözlerini yazmaktadırlar. Ne var
ki, aynı kimseler onlarla, dostluğu sakındıran,
onların faaliyetlerine karşı uyanık olmaya davet eden
hükümleri unutmaktadırlar (Kutub,
1991b, III: 309). Kutub, Müslüman olmayan kimselerle
ilişkileri radikal bir içimde
kesmeyi tavsiye etmez. Ancak gayr-ı Müslimlerin
Müslümanlara yönelik kötü niyetlerini göz
ardı etmemeyi öğütler. Her ne kadar İslâm ile
Ehl-i Kitap’ın, bazı temellerde birleşmeleri söz
konusu olsa da aralarında ortak bir ilkenin varlığı
söz konusu değildir. Çünkü Ehl-i Kitap, bu dine
inanmalarından dolayı Müslümanlardan nefret etmektedir ve
bu dinden dönmedikçe de onlardan hoşlanmayacaklardır.
Temelinde din
düşmanlığı olan Batı düşünce
sistemlerini İslam’ınkiyle karıştırmak ve bir
sentez meydana getirmek mümkün değildir. Ayrıca Batı düşünce
sistemlerinin prensip ve metotlarını İslami
araştırmalarımızda kullanmak bize hiçbir yarar
sağlamaz. Böylesine bir sentez girişimi, cehaletten başka
bir şey değildir (Kutub, 1991a, I:
102). Görüldüğü kadarıyla Kutub,
İsmail Faruqi’nin tersine, “bilginin
İslâmileştirilmesi”[25] gibi
bir projeye sıcak bakmamaktadır. Bu konuda, “İslâmî
eğitim sisteminin ıslahı için bir çözüm
ortaya konmadıkça bu türden bir projeyi beyhude gören
Fazlurrahman (Manzur, 18) ile aynılaşır.
Bu bağlamda temelde Hıristiyan teolojisini anlamak üzere geliştirilmiş
olan hermenötik ilminin Kur'an’ı anlama çabalarında
imkân sağlayıp sağlamayacağı konusunda -okumalarımız
sırasında açık bir beyanına rastlamasak da- bir
müfessir olan Kutub’un bakış
açısının olumsuz olduğunu söylememiz mümkündür.
Kutub,
Batı cahiliyesinin ürettiği literatüre
Müslümanların eğilebileceğini fakat amacın
bütün bu alanlardaki bilgi ve düşüncelerini o
eserlerden edinmek (Kutub, 1997: 152) için
değil, cahiliyenin insanları nasıl
saptırdığını ve bu beşeri sapıklıkları
sona erdirmenin nasıl mümkün olacağını
öğrenmek için olabileceği düşüncesindedir.
Avrupa dehası “ilim”, “kültür”,
“doktrin” ve “maddî üretim” alanında
devasa ve zirvede bir birikim meydana getirmiştir. Ahlak meselesini bir
köşeye itmiş olması ve ahlakı bir baş belası
gibi görmesi hariç tutulursa Amerikan halkı, birçok erdeme
sahiptir. Günümüzde bu birikimler, insanlığın,
zirvesinde bulunduğu büyük kültür hazineleridir.
İnsanlık ne bu zirveden ne de onu temsil eden değerlerden kolay
kolay vazgeçmek ister. Zaten böyle bir hedef belirlemek de söz
konusu olmamalıdır. Çünkü İslâm
ümmeti icatlar konusunda mührünü vurup kendini kabul
ettirebilecek bir güce sahip değildir. Yakın vadede de bu
durumda önemli bir değişiklik beklenemez.
İslâm
medeniyeti ilk zamanlarında Grek, Romen, İran, Hindistan ve
Çin medeniyetleri ile temas etmiştir. Her ilişkisinde o
medeniyetlerin kavramlarını ve değerlerini süzgeçten
geçirip kendi temel özellikleri ve ilkeleri ile uyum sağlayanları
benimsemiş kendi değer ve normlarına ters düşenleri
reddetmiştir (Serdar, 43). Kutub’a
göre de Batı’nın bilgi, kültür ve teknoloji
alanındaki üstünlüğü karşısında yapılması
gereken pek farklı değildir. Ama bunu yaparken zamanın ilim ve
kültürüne hakkıyla vakıf olmak gerekir. Ancak bu
sayede Müslümanlar bu ilim ve kültürden hangi
unsurları alıp hangilerini bir kenara bırakacaklarını
belirleyip seçme gücüne sahip olabilirler. İslâm’ın
istediği seviyeye ancak beşeriyetin ve insanlığın
tabiatını ve durmadan değişen
ihtiyaçlarını idrak ederek ulaşmak mümkündür.
Aksi takdirde isabetli tercihlerde bulunmak mümkün olmaz.
İçinde
barındırdığı olumsuzluklar açısından
bu uygarlık hakkında idam kararı vermek, insanlık
için en iyi çözüm olmadığı gibi,
Müslümanların böyle bir yetkisi de yoktur (Kutub, 1968: 162). Çünkü bu uygarlık,
tarihin bir döneminde insanlığın doğal bir
ihtiyacını karşılamak için ortaya
çıkmıştır ve kökleri derinlerdedir. Bir an
için bu medeniyetin yok olduğunu/edildiğini varsaysak bile böyle
bir şey insanlığın yararına değildir.
Alexis Carrel’ın
“Her şeyin ölçüsü insan
olmalıdır.” şeklinde güzel bir sloganı
vardır (Carrel, 29). Ne var ki, Batı
uygarlığında durum tam bunun tersine işaret etmektedir (Kutub, 1968: 162; Kutub, 1981: 318). Çünkü
Batılılar kendi elleriyle kurduğu bu dünyaya
yabancılaşmıştır ve kendi dünyalarını
düzenlemekten acizdir. Bilgileri kendi doğalarını
tanımaya ve anlamaya yetecek düzeyde değildir.
Batı’da fizik bilimlerinin sosyal bilimlere oranla daha çok
ilerlemesi ve arada bir dengenin sağlanamaması da ayrı bir
sorundur. Kutub, insanla ilgili bilimlerin daha fazlasının
insanlığın faydasına olduğundan kuşku duymaz. Zira
insan tanıma açısından bu bilgiye ihtiyacımız
vardır. Ne var ki Kutub, Alexis
Carrel’in yaklaşımlarını paylaşan Batılı
entelektüellerin dediği gibi “sosyal bilimlerde daha çok
ilerleme sağlandığında insanlığın kurtuluşa
ereceğinden” emin değildir.
D.
ÇÖZÜM NEDİR?
Barış,
kardeşlik ve merhamet dini olan İslâm’a
Batı’nın ihtiyacı olduğunu söyleyen Reşid
Rıza gibi (Shahin, 49) Kutub da çağdaş
uygarlığın mutsuzluktan kurtuluşunun, insanın
fıtratına uygun inanç, özlemini çektiği
özgürlük, umutla beklediği adalet ve beşer onurunun
hakiki kaynağı İslam ile mümkün olacağı
kanaatindedir. Bunlara ulaşıldığında, günümüz
insanının belli başlı problemleri ortadan kalkacaktır.
İlme düşmanlık beslemeyen Müslümanlar, insan merkezli
düzeni insanlığa sunma potansiyeline sahiptir.
Batı
düşünce sistemleri ve onların ürünleri, kendilerini
ilk planda bütün dinî tasavvurlara kökten
düşmanlık yapma üzerinde temellendirdikleri için
haliyle bu sistemler ve ürünleri, özellikle
İslâmî tasavvura daha büyük bir
düşmanlık besleyecektir (Kutub,
2006: 349). Çünkü bunlar çoğu kere
planlı olarak İslâm inancını ve
İslâmî kavramları saptırmaya, ardından da
İslâm toplumunun ayırıcı vasıflarını
ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Bu bakımdan Müslümanların
Batılı kaynaklardan öğrenmek zorunda olduğu deneysel
ilimlerle ilgili çalışmalarında ihtiyatlı hareket etmeleri
gerekir.
İslâm
beşer hayatını yeni bir temel üzerinde tanzim etmeye
gücü yeten yeterli ve yegâne hayat sistemidir (Kutub, 1998a: 82). Araç ve
gereçler sürekli geliştirilse de İslâm bu
gelişmeyi her zaman dikkate alır; bunları fıtrat
çerçevesinden muhafaza ederek, insan fıtratı ve
değerli özellikleri ile çarpıştırmadan, onları
yok etmeden ve mahvetmeden -Alexis Carrel’in çağdaş
medeniyet için dediği gibi- gelişmesini savunur ve kontrol
eder (Kutub, 1998a: 85). İslâm,
ne teknolojiyi ne de endüstrinin insan hayatına sağladığı
kolaylıkları ortadan kaldırır. Onun hedefi, ilk önce
uygarlığın görüş ve değer
ölçülerini değiştirmektir. İslâmî
bir düzenden ortaya çıkan değer ölçülerinin
mümin bireyin ruhuna yerleşip onu makine medeniyetinin etkilerinden
arındırması söz konusu olursa, o zaman insanı
inceleyen ilimler gerçek değerine kavuşmuş olacaktır.
İnsanın da evrenin de
yaratılışı; hareket, güzellik ve gelişme
unsurlarını ihtiva etmektedir. Bundan dolayı, insan karakteri
ancak onun yapısına zarar veren medeniyet nimetleriyle
çatışacaktır. Çünkü diğerlerinden
farklı olarak, Allah’ın hayat düzeni, tabiat ile insan
fıtratı arasındaki uyumu dikkate almayı taahhüt etmektedir.
İşte bu din, Batı’nın aradığı fakat
bulunca da kabul etmediği kurtarıcı dindir.
Teknoloji,
diplomasi, bilim ve örgütlenme gibi unsurların
alınabileceği kanaatinde olmakla birlikte,
“İslâm” ve “Batı”
kavramlarını birbirine zıt iki fenomen olarak konumlandıran
Afgani gibi (Shahin, 18) Kutub da, emperyalizmin
karşısında tek alternatif gücün, sapık ve
azgın Batı emperyalizmi gibi ulusları sömürmeyen ve
muhaliflerini materyalist kâfir komünizm gibi yok etmeyen
İslâm olduğunu düşünür.
Geçmişte cahiliye barbarlığı içinde bocalayan
insanlığı elinden tutup kurtardığı gibi
bugün de kısır ve materyalist sistemler içinde bocalayan
ve kurtuluşu arayışlarıyla birinden diğerine
geçerek fasit bir dairede dönen insanlığı kurtaracak
tek düzen odur. Cehalet ve yetersizliğin, hırs ve
zayıflığın sınırsız ve
ölçüsüz arzuların etkisi altında ortaya konan
kısır sistemlerin zulmünden insanlığı
Allah’ın geniş adaletine çıkaracak, cehalet yerine
ilim, noksanlık yerine kemal, zayıflık yerine kuvvet, hırs
ve arzular yerine hikmet temeline dayanarak kurtaracak bir düzendir.
Batı’nın ve Doğu’nun feryatlarına cevap
verebilecek ve kurtuluşa götürecek tek sistemdir.
SONUÇ
Kutub’un
Batı okumalarına imkân sağlayan şey, Mısır
Eğitim Bakanlığı’nın (aslında
Mısır’dan uzaklaştırmak amacıyla) onu 2 yıl
süreyle ABD’ye göndermesidir. Bu sayede Batı’yı
tanıma imkânı bulmuştur. Ona göre Batı cahiliye,
sömürgecilik, materyalizm, ırkçılık, cinsel
sapkınlık, hem sosyalizm hem kapitalizm, laiklik, kiliseyle devletin
ayrılması, bir metot ve entelektüel bir yöneliş ve
kilise otoritesi karşısında uyanış ve isyandır. Bu
uygarlığın kökenleri Hıristiyanlıktan ziyade,
eski Romalıların hayat felsefelerine dayanır.
Kutub’un
Batı okumalarının amacı, Batı’nın
ahlakî kokuşmuşluğu, insana verecek bir şeyinin
olmayışı üzerine kuruludur. Yazılarında tek tip
bir Batı tasviri hâkimdir. Onlarca dilin konuşulduğu,
birçok din, mezhep ve kültürün bulunduğu
Amerika’yı eleştirirken genellemeci bir üslup
kullanıyor görünmektedir.
Kutub, -Batı’nın
dışında görmese de- Doğu Blok’u
tanımlamasını kabul eder. Mazlumların haklarının
alınması ve zalimlerin korkması için, küresel bazda
güçler arasında dengenin sağlanması veya
korunması gereklidir. Bu açıdan Doğu Blok’unun varlığına
ihtiyaç vardır. Bu iki Blok’un varlığı Müslümanların
başarılı olabilmesi için bir önem taşısa
da herhangi birinin galip gelmesi için berikini tutup ötekinin
mağlubiyetini temin etme cehdine girmek inananlar
açısından akıl kârı değildir.
Kutub’un
Batı hakkında yazdıkları, olumlu anlamıyla oksidantalist
bir çaba olarak görülebilir. Amacı
Batı’nın ne olduğunu ABD’deki gözlemlerine ve Avrupa
hakkındaki okumalarına dayalı olarak ortaya koymak, İslâm’ın
“alternatif bir medeniyet” olduğunu göstermek, oryantalizmin
İslâm’ı nesneleştirici tavrına karşı
Batı’yı tanımlama ve anlamlandırma
çabasına girişerek bir tür
“karşı-tanım” getirme gayreti sergilemektir. Bu
bağlamda oksidantalizm literatürünün Batı’yı
nesneleştirmeden de bir disiplin olarak geliştirilebileceğini; ama
oryantalizmin tam zıddı şeklinde kendisini konumlandırmak
ve Batılı kodlardan tamamen bağımsız hissetmek zorunda
olmadığını belirtelim. Çünkü nerede
başlayıp nerede bittiği net olmayan Doğu ve
Batı’nın birbirlerinden etkilenmediğini/etkilenmeyeceğini
söylemek doğru olmasa gerektir.
Oksidantalizmin
geliştirilmesi ilim dünyasına yeni bir bakış
açısı ve taze kan getirebilir ve oryantalizm kadar
başarılı olabilmesi insanların, özelde
(İslâm dünyası, iç ve dış
sorunlarıyla boğuşurken de olsa) Müslümanların
literatüre katkıda bulunma oranıyla ilişkilidir. Oksidantalist
okumalar dini olmak zorunda değildir ve araştırma alanı
gibi araştırmacı çeşitliliği de
kaçınılmazdır. Bu konudaki literatür oluşumunun
da onlarca yıl gerektirdiği aşikârdır.
Kutub’un
Batı telakkisi oksidantalizm çalışmalarına bir
ön adım olarak görülebilir. Onun Kur'an’ı
merkeze alarak yaptığı Batı okumaları,
Batı’yı tanıma ve Batı’nın
tahakkümüne son verme amaçlıdır. Bu, onun
değerlendirmelerini Müslümanlar açısından
önemli kılmaktadır. Kendini tanımlarken de
“öteki”nden yola çıkmaz. İslâm,
yeterlidir.
Devletler
düşmansız yaşayamaz. Bu bağlamda SSCB’nin
çöküşü ile Batı’nın düşman
tanımı değişmiş yeni düşman
“kızıl” olmaktan çıkmış
“yeşil”e dönüşmüştür. Ne var ki,
İslâm dünyası ne fikrî ne de fiilî olarak
Batı için kolay lokmadır. Bu noktada Batı’nın
siyasî, dinî eğilimlerini ve tarihini bilme cehdi, fiilî
ve kültürel işgale karşı bir zemin oluşturabilir.
Bu bağlamda Kutub’un Batı okumaları bir değer ifade
etmektedir.
Müslümanlar
genel itibarıyla içinde bulundukları kötü durumu,
ülkelerinde bulunan mevcut iktidarların da ötesinde hâkim
güç olan Batı’ya özelde de ABD’ye
bağlamaktadırlar. Doğu, Batı gibi yekpare bir
bütün olarak düşünülemeyeceği için oksidantalizm,
ideolojik bir okuma biçiminden tamamen arınmış bir ilim olarak
düşünülmemelidir. Oryantalizm tüm ideolojik
tavırlarına rağmen, ilmi bir disiplin olarak kabul
gördüyse, hatalarıyla sevaplarıyla oksidantalizm de
bağımsız bir kimlik kazanabilir.
Kutub’un
tefsirinde de Batı’yı algılama tarzına dair
yorumlarda bulunması, sözgelimi Amerika’dan örnekler
vermesi “yorumun tarihselliği”ne dair güzel bir
örnektir. Müfessirin içinde bulunduğu dönemin
siyasî akımlarını, Müslümanların
özgürlüklerini kısıtlayıcı
yapıları bilmesi, inananların vahiy ile hayat arasında
sahih bir irtibat kurabilmeleri ve sadece Allah’a kul olarak
özgür olunabileceği vurgusunun tahkimi
açısından önemlidir.
KAYNAKÇA
Afgani,
Cemaleddin, Dehriyyun’a Reddiye (çev: Vahdettin İnce),
Ekin Yay., İst., 1997.
Al-i Ahmed,
Celal, Garpzedeler, (çev: B.
Tuna), Nehir Yay., İst., 1988.
Aktaş,
Faruk, Kur'an’da Cehalet Kavramı, Ekin Yay., İst., 2001.
Altuntaş,
Ramazan, Bütün Yönleriyle Cahiliye, Ribat Yay., Konya,
1996.
Begoviç,
Ali, Doğu
ve Batı Arasında İslâm (çev: Salih Şaban),
Nehir Yay., İst., 1993.
Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde
Kur'anî Kavramlar (çev: Ali Turgut), 2. bs., Yöneliş
Yay., İst., 1988.
Bin Nebi,
Malik, İslâm Davası (çev: Muharrem Tan), Yöneliş
Yay., İst., 1990.
____________, Çağdaş Temel Konular (çev: Veysel Uysal), Bir Yay., İst.,
1983.
Bruma, Ian ve Margalit, Avishai, Occidentalism,
The Penguen Press, New York , 2004.
Bulaç,
Ali, İnsanın Özgürlük Arayışı, Beyan
Yay., İst., 1988.
Carrel,
Alexis, İnsan Denen Meçhul (çev: Ömer Durmaz), Hayat Yay., İst., 1987.
Carrier, James
G., Occidentalism Images of the West, Oxford, 1995.
Calvert
John, “Sayyid Qutb in America”, ISIM Newsletter, S. 7, The
Netherlands, 2001.
Dulles, John
Foster, War or Peace, Macmillan Publication, New York, 1950.
Dursun, Davut, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, İşaret
Yay., İst., 1989.
Ebu Rebi, İ. Muhammed, İslâmî
Hareketin Entelektüel Kökenleri (çev: M. Ali Demirci),
Yöneliş Yay., İst., 1998.
Euben, Roxanne L., “Premodern, Antimodern or Postmodern? Islamic and
Western Critiques of Modernity”,
The Review of Politics, Vol. 59, Indiana (USA), 1997.
Faruqi, Ismail, Islamization of Knowledge: General
Principles and Workplan, International Institute of Islamic Thought,
Washington D.C., 1982.
Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, İslam
Ansiklopedisi, TDV, Yay., İst., 1993;
Firuzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-Muhît,
Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995.
G. Altbach, Philip ve Kelly, Gall P., Sömürgecilik
ve Eğitim (çev: İbrahim Kalın), İnsan Yay.,
İst., 1991.
Guẻnon, Renẻ, Modern Dünyanın
Bunalımı (çev: Nabi Avcı), Yeryüzü Yay.,
İst., 1979.
Hacıdervişoğlu,
Mehmet, Seyyid
Kutub Ruhun Sevinci, Çıra Yay., İst., 2006.
Halidî,
Salâh Abdülfettah, Seyyid
Kutub Gözüyle Amerika (çev: Remzi Yeşilli), Hikmet
Neşr., İst., 1987.
Hüseyin, Asaf, Batı’nın
İslâm’la
Kavgası (çev: Mesut Karaşahan),
Pınar Yay., İst., 1991.
İbnu Manzur, Ebu’l-Fazl Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab,
15 c., Daru Sadr, Beyrut, ts.
İbnu’l-Esîr, Ebu’l-Hasan İzzuddin, el-Kâmil Fi’t-Tarih
(çev. Ahmet Ağırakça ve diğerleri), 12 c., Bahar
Yay., İst., 1985.
İnayet, Hamid,
Arap Siyasî Düşüncesinin Seyri (çev: Hicabi
Kırlangıç), Yöneliş Yay., İst., 1991.
____________, Çağdaş İslâmî Siyasî
Düşünce (çev:
Yusuf Ziya), 2. bs., Yöneliş Yay., İst., 1988.
İzutsu, Toshihiko, Kur'an’da Allah ve İnsan (çev: Süleyman Ateş), Yeni
Ufuklar Neşr., İst., ts.
Kayacan, Murat,
“Cahiliyenin Dünü Bugünü”, Haksöz derg,,
S. 62, İst., 1996.
Kayaoğlu, İsmet, “İslâm Medeniyetinin
Batı’ya Etkileri”, Ank. İlah. Fak. Derg., S. 19, Ank.,
1987.
Kutub, Seyyid, Din Bu (çev: Furkan
Hocaoğlu), 4. bs., Özgün Yay., İst., 1998b.
____________, Fî Zilâli’l-Kur'an (çev. Mehmet Yolcu ve diğerleri), 10 c.,
Dünya Yay., İst., 1991b.
____________, İslâm ve Faiz (çev: Abdullah Dalar), İkbal Yay., Ank.,
ts.
____________, İslâm ve Müşkilâtu’l-Hadara,
basım yeri belli değil,
1968.
____________, İslâm Toplumuna Doğru (çev: Ahmet Pakalın), 4. bs., Ravza Yay.,
İst., 1998c.
____________, İstikbal
İslam’ındır
(çev: Nure[t]tin Demir), 8. bs., Ravza Yay., İstanbul, 1998a.
____________, İslâm Düşüncesi (çev: Ç. Hamid Şükrü), 3
c., 4. bs., Dünya Yay., İst. 1991a.
____________, İslâm-Kapitalizm Çatışması (çev: Y. Nuri Öztürk), 6. bs.,
Birleşik Yay., İst., 1995.
____________, İslâm’da Sosyal Adalet (çev: M. Beşir Eryarsoy), 4. bs.,
Ağaç Yay., İst., 2006.
____________, İslâm’ın Dünya Görüşü (çev: Ali Arslan), 5. bs., Arslan Yay.,
İst., 1981.
____________, Yoldaki İşaretler (çev: Salih Karataş), Dünya Yay.,
İst., 1997.
Manzur, Perviz, İslâm ve Batı (çev: Y. Ziya
Cömert, İhsan Durdu), İnsan Yay., İst., 1990.
Mevdudi, Ebu’l A’lâ, Gelin Bu Dünyayı
Değiştirelim (çev: Kevkeb Sıddık, Nurettin
Temiz), İnkılap Yay., İst., 1986.
Nursi, Said, Risale-i Nur Külliyatı, 2 c., Nesil Yay.,
İstanbul, 2002.
Râzî, Fahruddin, et-Tefsîru’l-Kebir, 11
c., 2. bs., Daru İhyai Turasi'l-Arab, Beyrut, 1997.
Sarmış,
İbrahim, Bir
Düşünür Olarak Seyyid Kutub, Fecr Yay., Ank., 1992.
Serdar,
Ziyaüddin, İslâm
Medeniyetinin Geleceği (çev: Deniz Aydın), İnsan
Yay., İst., 1986.
Shahin, Emad
Eldin, Reşid Rıza ve Batı (çev: Erkan Saka), Ekin
Yay., İst., 2000.
Sülün, Murat, İman-Amel İlişkisi, Ekin Yay., İst.
2000.
Şengüler,
İ.
Hakkı, Seyyid Kutub Külliyatı (Derl.), Hikmet Neşr.,
İst., 1987.
Şimşek, M. Sait, Günümüz Tefsir
Problemleri, Esra Yay., Konya, 1997.
Tibi,
Bassam, The Challenge of Fundamentalism, University of California Press,
Los Angeles, 1998.
Turan, Sefer,
“Şehid Seyyid Kutub’u Rahmetle Anıyoruz”,
Haksöz derg., S. 96, İstanbul, 1999.
Türkmen,
Hamza, “Kur'an Nesli ve Tarihî Perspektif”, Kur'an Neslini
İnşa Sorumluluğu (sempozyum), Özgür-der
Yay., İst., 2001.
Wessels,
Anton, Muslim and the West, Peeters Publication, Paris, 2006.
*
Murat Kayacan, Dr.,
[1] “Batı
araştırmaları” anlamına gelen bu kavram ile ilgili
olarak bkz. Carrier, James G., Occidentalism Images of the West, Oxford,
1995; Bruma, Ian ve Margalit, Avishai, Occidentalism The West In
The Eyes Of Its Enemies, The Penguen Press, New York , 2004.
[2] Hasan Hanefi, Kutub
düşüncesini “edebî, sosyal, felsefî ve
siyasî” olmak üzere dört safhaya ayırırken (Ebu
Rebi, 220; Altun, 80), Muhammed Ebu-Rebi İhvan öncesi ve sonrası
(Ebu Rebi, 156-157), Hasan Kamil Yılmaz da, "cahiliye devresi ve
olgunluk devresi” olmak üzere ikiye ayırır. Muhammed
Berekat; “(1) özel anlamı ile İslâmî
yönelişten önceki aşama, (2) İslâm’a genel
olarak yöneliş aşaması, (3) sınırları belli
İslâmî yöneliş aşaması”
şeklinde üçlü bir ayrım yapmıştır.
Yasin Aktay’ın vurguladğı gibi genç-olgun Kutub
ayrımına gidenler de olmuştur. Bu eksende yapılan
tartışmalar sol paradigma içinde yapılan
“genç-olgun Marks tartışmalarını epeyce
andırır niteliktedir (Altun, 80).
[3] Bu kavram Kur'an’da
lafız olarak dört yerde geçmektedir bkz. Âlu İmran,
3: 154; Maide, 5: 50; Ahzab, 33: 33; Fetih, 48: 26. Bu konuda yapılmış
çalışmalar için bkz. Aktaş, Faruk, Kur'an’da
Cehalet Kavramı, Ekin Yay., İst., 2000; Altuntaş, Ramazan, Bütün
Yönleriyle Cahiliye, Ribat Yay., Konya, 1996; İzutsu, Toshihiko, Kur'an’da
Allah ve İnsan, (çev:
Süleyman Ateş), Yeni Ufuklar Neşr., İst., ts.;
el-Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kur'anî Kavramlar,
(çev: Ali Turgut), 2. bs., Yöneliş Yay., İst., 1988;
Fayda, Mustafa, “Câhiliye”, İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İst., 1993; Kayacan, Murat,
“Cahiliyenin Dünü Bugünü”, Haksöz derg,,
S. 62, İst., 996. Kutub’un cesurca ortaya koyduğu
“cahiliye teşhisi” onu darağacıyla karşı
karşıya getiren ilk adım olmuştur (Ebu Rebi, 277).
[4] Her ne kadar Kutub,
modernizme eleştiriler getirse de -onunla İslâm öncesi
cahiliye arasında İslâm’a uzaklıkları
açısından fark koymadığı için- onu salt
anti modern bir entelekütel olarak tanımlamak kolay olmasa gerek
(Euben, 3). Modern olana gelenek açısından felsefî
anlamda geliştirilen muhalefet çabalarına örnek olarak
bkz. Guẻnon, Renẻ, Modern Dünyanın Bunalımı,
(çev: Nabi Avcı), Yeryüzü Yay., İst., 1979.
[5] Kutub’un Batı
okumalarını ele alırken onun eş değer seviyede
komünizme getirdiği eleştirileri zikretmeyişimiz
dünyada pek hükmü kalmamış bu ideolojiyi
Kutub’un nasıl ele aldığını ayrı bir
araştırma konusu olarak düşünmemizden
kaynaklanmaktadır. Yoksa onun komünizmi Batı medeniyetinden
ayrı düşünmesi söz konusu değildir.
Çünkü ona göre komünizm de Batı medeniyeti de
hayata materyalist bakış açısıyla bakmaktadır.
Kutub’un komünizmi ele alış biçimi birçok
eserinde görülebilir (Kutub, 1981: 19, 56, 238, 239, 241, 242, 244,
246, 247, 249, 252, 259, 300, 303, 304, 319, 3222, 323, 325, 329, 350; Kutub,
1998a: 16, 53, 70; Kutub, 1997: 8, 107, 108; Kutub, 1998c: 32, 33, 34, 35, 36,
38, 39, 40, 41, 42, 43, 51, 52, 86, 87, 103, 107, 157, 158; Kutub, 1991a, I:
93, 94, 95; Kutub, 1991b, II: 174; Kutub, 1991b, V: 237; Kutub, 1995: 27-31,
34-37, 46, 78, 133, 134, 139, 144, 167-170, 173, 182; Kutub, 2006: 23, 46, 76,
82, 255, 326, 333, 363, 364). Yine onun bu ideolojiye ait yaklaşımları
için bkz. Ebu Rebi, 207, 211; Sarmış, 134, 143, 75, 203-204,
292, 293, 295; Altun, 44, 45; İnayet, 1988: 278; Halidî, 42, 87.
[6] Kutub,
saydığı bu modern tanrılara ek olarak Amerika’da mal,
lezzet ve şehvet tanrılarının da olduğundan bahseder
(Kutub, 1998b: 35).
[7] Kutub’a göre sebat,
İslâm tasavvurunun diğer bir esasıdır.
İnsanlık tarihi, “sabit bir eksende” döner ki, bu
uluhiyettir. Uluhiyet, değişim ve tekümüle maruz kalmaz.
Yani hayat olgusu ve onun pratiğe dayalı ortamı
değiştiğinde, o değişmez (Ebu Rebi, 236).
[8] Bu bağlamda
tekâmül düşüncesinin biyolojik sahada ele
alınış biçimine değinmeden geçmeyelim.
Charles Darwin’e göre maymunlar evrim geçirerek,
orangutanlara dönüşmüş oradan da
insanlığın ilk mertebesine yükselmiş ve yamyamlar ile
Zenciler meydana gelmiştir. Bazı türler bu düzeyde daha
üst bir seviyeye gelmiş ve Kafkas tipi insan ortaya
çıkmıştır (Afgani, 13).
[9] Kutub’un, Amerika
hakkında ne düşündüğünü belki de en net
bir şekilde ortaya koyduğu çalışması (امريكا
التي رايتها) Gördüğüm Amerika
adlı eseridir. Bu kitabın tek nüshası el yazması
olarak Muhammed Kutub’a emanet edilmiş o da
Mısır’daki kontrollerden çekinerek kitabı
yakmıştır (Halidî, 126). Her ne kadar Kutub;
ABD’deki olumsuzlukları vurgulasa da, Mısır
yönetimini eleştirmek için ABD üzerinden ABD’nin az
sayıda olumlu yönünü zikreder: “Edepsiz bir gazeteci,
başkan Truman’ın kızı hakkında ileri-geri
şeyler yazdığında, dünyanın yarısına
hükmeden bir devletin başkanı olan bu adam sözü
geçen gazeteye bir mektup yazmakla yetinir. CIA’i harekete
geçirip gazeteciyi öldürterek bir kuytuya
bıraktırmaz.” (Kutub, 1995: 30).
[10] Kutub’un,
“Beyaz adam” tabirine diğerlerinden daha katı ve geri
bulduğu Ruslar da dahildir (Kutub, 1981: 302; Halidî, 183).
[11] Kutub, birtakım
kiliselerin cemaati toparlayabilmek için müzik ve dans
eğlenceleri düzenlediğini sıkça zikreder
(Halidî, 90, 91, 148-149).
[12] Bu tarz tefsire
örnek olarak Râzî’nin Bakara, 2: 22 ayetinde
geçen “Biz size yeryüzünü döşek
kıldık.” ifadesini yorumlama şeklini zikretmek yerinde
olacaktır. Râzî: “Yeryüzü döşek
olarak vasıflandırılıyorsa bu, onun hareketsiz
olduğuna işaret eder. Doğrusal olarak hareket ediyor olsa,
dünya daha ağır olduğu için insan ona
yetişemez, aradaki mesafe açılır. Dairesel hareket etse,
sözgelimi doğuya doğru dönse, batıya doğru gitmek
isteyen kimse bir türlü gidemez. Olduğu yerde sayar. Demek ki
dünya hareketsizdir.” demektedir (Râzî, I: 336).
[13] Kutub’un
Batı’da dinin durumuna dair aktardığı “din ile
dine uygun hareket etmenin ayrı düşünülmesi”,
İslâm düşünce tarihindeki “amelin imanın cüzü
olup olmadığı” tartışmasını
çağrıştırmaktadır. Bu konuda
yapılmış değerli bir araştırma için bkz.
Sülün, Murat, İman-Amel İlişkisi, Ekin Yay.,
İst. 2000.
[14]
Doğulu tabirinin sömürmek amacıyla Batılılar
tarafından üretildiği söylense de Celal Al-i Ahmed,
Batılı tabirinin daha önce üretildiğini ileri
sürer ve örnek olarak İbnu Batuta’yı verir. Ne var
ki, Batuta’nın bu tabiri “coğrafi” anlamda
kullanmadığını yeterince delillendirmez (Al-i Ahmed, 42).
[15] İslâm
düşünürlerinin ve özellikle İbnu
Sina’nın üzerinde büyük etki
bıraktığı R. Bacon’a (Begoviç, 295), ya da
Francis Bacon’a deney metodunu ilk kullanma payesini vermek doğru
değildir. Çünkü Roger Bacon sadece Müslümanların
sahip olduğu bu metodu Hıristiyan Avrupa’ya taşıyan
elçilerden biriydi. O sürekli olarak
çağdaşlarına Arap dilini ve felsefesini
öğrenmelerini çünkü onun gerçek bilgiye giden
tek yol olduğunu vurguluyordu. Günümüz insanının
deney metodunu kimlere borçlu olduğu konusunda yapılan
tartışmalar Avrupa medeniyetinin dayandığı temellere
yönelik korkunç bir yanıltma hamlesidir. Arap metodu
Bacon’un asrında, geniş bir alana yayılmış,
Avrupa’nın dört bir yanında herkes büyük bir
hırsla onu öğrenme gayretine girmiştir (Kutub, 1998b: 86).
[16] Vade
nedeniyle meydana gelen artış. Sözgelimi, bin YTL’nin,
üç ay sonra teslim alınacak iki bin YTL ile değişimi
halinde, bu çeşit faiz söz konusu olur.
[17] Fiil formuyla yetkiyi başkasına devretmek
anlamındaki halife (Firuzâbâdî, 727)
sözcüğünün “Allah’ın halifesi”
şeklinde bir kullanımı Kur'an-ı Kerim’de mevcut
değildir. İnsan Allah'ın değil yeryüzünün
halifesidir (Şimşek, 549-561).
[18]
Dulles, John Foster, War or Peace, Macmillan Publication, New York,
1950.
[19] Kutub, bu kine
kayıtsız kalmaz: “Milyonlarca çocuğumuzun kalbine
düşmanlarımıza karşı kin ve nefret duyguları
yerleştirmeliyiz. Emperyalist beyaz adamın bütün
insanlığın düşmanı olduğunu onların
körpe beyinlerine yerleştirmeliyiz.” (Halidî, 242).
[20] Bu tür kimselerin
sömürgeci efendileri için ülkelerini uygun hale
getirmeleri konusunda belki de en iyi mikânı eğitim
sağladığına dair bkz. G. Altbach, Philip ve Kelly, Gall P.,
Sömürgecilik ve Eğitim, (çev: İbrahim
Kalın), İnsan Yay., İst., 1991.
[21] Arap
ulusçuluğunu dinden bütünüyle ayrı tutmaya
çalışan ve özellikle Avrupa’daki biçimiyle
dinin devletten ayrılmasının gerekliliğini vurgulayan ya da
laikliği Arap siyasal sistemin temeli kılmak isteyen grubun
öncüsü Ebu Haldun Sâti’ el-Husrî
(1880-1960)’nin (İnayet, 1991: 284) aksine Kutub, İslâm
düşünce sistemini yenilemek için Batı
düşünce sistemi kullanılamayacağı kanaatini
taşır (Kutub, 1991a, I: 18). İslâm, cahiliye
düzeninin esaslarından ve kalıntılarından sayılan
milliyetçiliğe bu gözle baktığı gibi
vatancılık anlayışlarına da bu açıdan
bakmaktadır (Sarmış, 131). İslâm ırk ve renk
ayrımını tanımadığı gibi
Müslümanlar arasında bir coğrafi sınır da
tanımaz (Kutub, 1981: 20; Kutub, 1998c: 115) ve vatan duygusunu
insanın tabii bir hali olarak kabul eder ama yeryüzünün
vazgeçilmez bir parçası olarak kabul etmez ve ettirmez.
Dünyanın bir bölgesinden diğer bir bölgesinde
yaşayanların adına sömürmeyi vatanseverlik olarak
takdim etmez. İslâm bayrağının
dalgalandığı bütün ülkeler
Müslümanların ortak vatanıdır (Kutub, 1981: 21-22).
[22] Reşid
Rıza’ya göre de, Batı’nın bilimsel
başarılarını, teknik becerilerini ve gelişmiş
sanayilerini edinmenin Batılılaşma ile sonuçlanması
kaçınılmaz değildir (Shahin, 57).
[23] İslâm
dünyasının Batı’yı etkilemesi salt bilim
alanıyla ilgili olmayıp, ticari, kültürel ve
tıbbî alanları da kapsamaktadır bkz. Kayaoğlu,
İsmet, “İslâm Medeniyetinin Batı’ya Etkileri”,
Ank. İlah. Fak. Derg., S. 19,
Ank., 1987, ss. 215-221.
[24] Kutub: “Avrupa
emperyalizmine karşı Amerika’nın bizimle beraber
olabileceğini zanneden kimseler ya ahmaktırlar ya da Ortadoğu
ülkeleri üzerindeki emperyalizmin beşinci hazır kuvvet
taburunda çalışan aldatılmış
kimselerdir.” demektedir (Halidî, 57;
Hacıdervişoğlu, 11). Çünkü Amerika tercih etse
bile komünizme direnen hadımlaştırılmış bir
İslâm’ı tercih eder (Ebu Rebi, 210). Said Nursi;
Kutub’tan farklı olarak, Avrupa emperyalizmine karşı olma
bağlamında olmasa da Amerika’nın din lehinde ciddî
çalışan muazzam bir devlet olduğu kanaatindedir (Nursi,
1898). Yine Amerika hakkında o şöyle der:
“Salâhaddin'in, Asâ-yı Mûsâ'yı
Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz (ki): Misyonerler ve
Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri
elzemdir. Çünkü herhalde Şimal (Komünizmi
kastediyor.) cereyanı, İslâm ve İsevî dininin
hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle,
İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya
çalışacak.” (Nursi, 1744).
[25] Faruqi, Ismail, Islamization
of Knowledge: General Principles and Workplan, International Institute of
Islamic Thought, Washington D.C., 1982.
0 yorum:
Yorum Gönderme
Kayıt olmadan yorum yapmak için anonim, isim girmek için Adı/Url seçerek yorum yapabilirsniz.