Mevcut durumda ne yapmalı?
Haksöz’ün
web sayfasındaki “doğru olana ulaşma niyetli” ilmî tartışmalara, muhterem Ahmet
Kalkan da bir katkıda bulundu. Yazarın yazısının birinci bölümü, zor durumda
kalan Müslüman(lar)ın iki kötü durumdan birini tercih edip edemeyecekleriyle
daha büyük oranda ilgilidir. İkinci bölümünün ise, tavizsiz, uzlaşmasız ve
partisiz İslâm telakkisinin çerçevesini çizmeye çalıştığını söylemek mümkündür.
Gündeme aldığımız konu, “siyasi parti yoluyla mücadele merkezli” olmadığı ve o
konuyu ayrı bir tartışma konusu olarak gördüğümüz için, biz yazının birinci
bölümü üzerinde değerlendirmelerde bulunmakla yetineceğiz.
Ehven-i
şer merkezli tartışmanın “şerre karşı olma ve taraf olma” gibi bir zeminde ele
alınıyor gibi algılanmamasının önemli olduğunu ifade etmek istiyorum. Zira
Müslümanların hayra davet ederken kendilerinin şerre yönelmesi düşünülemez.
Keşke karşımızda hep hayır ve şer, siyah ve beyaz gibi olsa da biz hep hayrı
seçsek. Böylece imtihanımız da kolay olmuş olurdu. Ne var ki, Allah neyin hayır
ve şer olduğu konusunda bize yol gösterse de “bizzat” neyin hayır olduğu
konusunu çoğu zaman muğlak bırakmış ki, inananlar sürekli cehd göstererek
hayatı yeniden ve tekrar tekrar yorumlasınlar ve vahiy doğrultusunda
şekillendirsinler.
Kalkan’ın
yazısında, Müslümanlara sürekli “hayr “ işlemelerini tavsiye etmekte, hayır ve
şerrin ölçüsünün belli olduğunu, Allah’ın râzı olacağı şeylerin hayır; râzı
olmadıklarının da şer olarak tasnif edilebileceğini ifade etmektedir. En güzel
ve doğru olanı da budur. Ancak bu yaklaşım, hayatın gerçeklerini göz ardı eden
bir yöne sahiptir. Dini olan, dine yakın olan ve karşı olan kategorilerin
varlığını inkar etmek mümkün değildir. Sözgelimi televizyon ve(ya) internet
bulunan bir ev şerli midir yoksa hayırlı mı? Televizyon kanallarının
seyredilmesi, internette gezinilmesi salih mi yoksa kötü mü bir iştir?
Verdiğimiz bu örnekte hayır ve şerrin net olarak ayrıldığını söylemek mümkün
müdür? Kalkan’ın yaklaşımını esas alarak şöyle diyebiliriz: “Allah’ın ruhsat
verdiği “açlıktan ölme tehlikesi durumunda domuz eti yemek” şer değildir. Yani
Müslüman bir kimse normalde haram olan bir şeyi “zorunluluk” olduğu
gerekçesiyle işlemekte ancak Allah bu durumdan razı olduğu için “hayır” işlemiş
olmaktadır. Günümüzden şöyle bir örnek verecek olursak sanırım Kalkan’ın hayır
ve şer tanımına aykırı düşmüş olmayız: “Faizsiz bankacılık adı altında faaliyet
gösteren kurumlarla faizli olanlar arasında bazı benzerlikler olmasına rağmen,
ticari olarak çıkmaza giren büyük bir ticari kurum sahibi Müslüman ilkini
tercih ederse bu da “hayır”dır.”
Yazısında
“Dinin tâviz verilemeyecek esaslarından birini pazarlık konusu yapmak, küfürle,
tâğutlarla uzlaşmak, şerrin hafifi, ehveni midir; yoksa en büyüklerinden birisi
mi?” diyen Kalkan’ın dinin taviz verilemeyecek konularını izah etmesi gerekir.
Nedir bunlar? Kasıt, sosyal meselelerin İslam dışı unsurlara göre
düzenlenemeyeceği ise, bilinmelidir ki, toplum her kesiminin aynı mekanda aynı
zaman süreci içinde İslamlaşması söz konusu değildir. Bir sabah kalktığımızda
her şeyin dört dörtlük İslam’a göre gerçekleşeceği bir değişim asla
gerçekleşmeyecektir. Faizin hemen yasaklanmaması, başörtüsü emrinin Medine’de
gelmesi, içki yasağındaki tedrcilk vb. durumlar, toplumsal değişimde insan
faktörünün dikkate alınması gerektiğine dair ipuçları olarak görülmelidir.
Mevcut durumda İslâm’a meyli artıracak ve onun alanını genişletecek
girişimlerde bulunmak ve akıbeti Allah’a bırakmak da, ne taviz ne de uzlaşma
olarak tanımlanmalıdır. Belki bunun adı belki de ideale ulaşana kadar “bir
arada yaşama”dır.
“Kapitalizmi
savunan birileri tarafından komünizme göre kapitalizm ehven-i şer olduğu için
desteklenmelidir. Nitekim, “lâ”sı olmayan ılıman bir dini savunan ve dış
ülkelere de açılan uzlaşmacı büyük bir grup yıllarca bu mantıkla masonları,
İslâm düşmanı yöneticileri savunmadı mı? Sosyalizm ve komünizmi savunan
kimseler de Müslüman olduklarını iddia eden bazılarına, sosyalizmi ehven-i şer
diye takdim edip kapitalizmi destekletebilirler.” diyen Kalkan’ın işaret ettiği
risk her zaman mevcuttur ancak çok okuyup ve tefekkür edip fikri ekol
mensuplarının ihtilaflarını bilir ve ona göre hareket edersek, bu kategorilerin
aslında bir sürü vehim olduğunu daha güzel ortaya koyabilir, onları İslam’ın
önünde bir engel olmaktan men edebiliriz. Aksi takdirde, önceki İngiltere
Başbakanı Tony Blair ile “İntihar eylemleri yapan Filistinlileri
anlayabiliyorum.” diyen Londra Belediye Başkanlığı yapmış Ken Livingstone’u
ayırt edemeyiz. Ya da Filistinli bir ailenin evinin Siyonistlerce yıkılmaması
için canını feda eden Rachel Corrie’nin hassasiyetini, arkasındaki amaçları
hesaba katıp, “fitne girişimi” olarak görürüz.
Kalkan’ın:
“Kur’an’a göre en büyük şer tâğuta itaat ederek ona kulluk yapmaktır.”
cümlesiyle ilgili olarak da şunları söyleyebiliriz: Necaşi’nin Müslümanlarla
ilişkisi açısından Hz. Peygamber bir şer görmediği için Müslümanları oraya
gitmeye teşvik etmiş, kendisi de Müslümanların hicretinin ardından %85’i hala
gayr-ı Müslim olduğu Medine’ye gitmiştir. Demek ki Rasulullah (s), toplumsal
kesimler, politik durum, sosyal hayat, özgürlükler vb. konularda tefekkür etmiş
ve açılım sağlayacağını düşündüğü yöne Müslümanları teşvik etmiştir. Demek ki
o, sosyal düzeni belirleyen ve Müslüman olmayan yöneticiler arasında bir ayrıma
gitmiştir. Bu bağlamda, Kalkan’ın yazısında Humeyni’nin Paris’e gitmesinde bir
problem görmemesi, Kalkan’ın tezine değil, bizim yaklaşımımıza destektir. Çünkü
İmam Humeyni, tüm rejimleri etkileyen bir devrimin ev sahibi Fransa’da ve
ayrıca bir dönem de Türkiye’de kalmayı uygun görmüştür. Kalkan’ın fikri yaklaşımına uygun gördüğüm
bir örnek de Konya’da seçim öncesinde yaşanmıştır. Konya’da AK Parti’nin büyük
oy aldığı 2002 seçimleri öncesinde kimliği belirsiz kişiler tarafından “Küfür
sisteminde oy kullanmayın!” tarzında bildiriler dağıtılmıştı. Nasıl bir dini
hassasiyettir bu ayrı konu ama Allah rızası için yapıldığı hüsn-ü zannını
beslesek bile bu eylem, Müslümanların siyasal maslahatlarına mı ötekine mi
hizmet etmiştir, bunu da düşünmek gerekir.
Kalkan:
“Hayır ve şer konusundaki hükümler, insanın onlardan hoşlanıp hoşlanmamasına
göre değil, onların insanı götürdüğü sonuca göre verilmelidir. Çünkü bu
konudaki değerlendirmeler çoğu zaman izafi (göreceli) olmakta ve karar vermekte
acele edilmektedir.” demektedir. Anlaşılan o ki, asıl olan çıktıların İslami
oluşu. Bu yaklaşım bize şöyle bir açılım getirebilir: İçinde yaşadığımız
şartları belirleyelim, vahiy bu şartlarda bize ne öneriyorsa istişari bir
şekilde onu ortaya koyalım ve uygulayalım. Sonuç Müslümanların faydasına ise o
iyidir. Bu bakış açısı olumlu olmakla birlikte, elde edilen başarının
–Firavun’un zulmünden kurtulmayı başaran İsrailoğulları örneğindeki gibi-
imtihanı bitirmeyeceği unutulmamalıdır.
“Denize
düşen, denizden daha zararlı yılana sarılır.” atasözünü zikreden Kalkan’a göre,
yılanı kurtarıcı kabul eden şerri istemektedir. Denize düşenin yılana
sarılması, ehven-i şer anlayışıyla ilgilidir. Yazarımızın bu tezinde, 3.
seçenek yani “hayr” görünmediği için acaba suya düşen ve yılandan başka
tutunacak bir şey bulamayan kimseye ne yapmasını önermektedir? Tabi, bu
sorumuzun spesifik bir durumla ilişkili olduğu dikkatten kaçmamalı, duayı ve
tevekkülü göz ardı ettiğimiz de düşünülmemelidir.
Yazıda,
“Hayır ve şerrin ne olduğu konusunda da ölçü insan değil, Allah’tır. Hayır ve
şerrin tanımı ve içinin güncel tercihlerle doldurulması, şerrin ehveninin ne
olduğu gibi konularda insanın yanılma ihtimali büyüktür.” denilmekte. Bu
durumda, küreselleşme karşıtı mı taraftarı mı olacağız, emperyalizm ile
birlikte mi iş götürürsek daha hızlı yol alırız, karşı olursak mı? Bağımsızlık
söylemi Müslümanları boğar mı boğmaz mı? Kız ve erkek öğrencilerin birlikte mi
ayrı mı okuması onları sapkınlıktan korur?” gibi Kur'an’da doğrudan cevabı
olamayan konularda “güncel tercihlerden” uzak durmak bizi tembelleştirir mi,
muttakileştirir mi?
Müellifin:
“İnsan, olayların iyi veya kötü olduğu, bunlardan doğacak yarar veya zararları
deney ile bilir. Çoğu kez bir olayı denemeye imkân olmaz. Denemeye kalkıldığı
zaman da iş işten geçmiş olur. İnsan, olayların ancak dışyüzünü bilir.”
ifadesinden çıkan sonuç, herhangi bir olay gerçekleşmeden peşinen ona iyi veya
kötü demek söz konusu olmadığı şeklindedir. O hadisenin zararlı sonuçlar
getirip getirmeyeceği ayet ile değil, uygulama ile sabit olur. Bu bakış açısı
da “sosyal bilimlere” bir kapı aralamaktadır.
“Şerre
sebep olan herhangi bir şey de şerdir. Baştan aşağı şer kabul edilecek tâğutî
düzenlere oy vermek veya onların devamından ve güçlenmesinden yana tavır almak
da tümüyle şerdir; böyle bir tavrın hayır adına savunulacak hiçbir yönü
yoktur.” biçimindeki sözlerin tasrihe ihtiyacı var. Bir düzen baştan aşağıya
nasıl şer olur? Aklen bu, mümkün müdür? Firavun’un ileri gelenlerine “Ne
buyurursunuz?” demesi sırasında gösterdiği kibarlık ve (dini hassasiyetten uzak
olsa da) istişari yaklaşımın baştan aşağı şer içinde yeri nedir? Tersinden
bakalım, İran İslam Devrimi’nin tüm uygulamaları “hayr” kapsamında mıdır?
Halkın görüşüne (rey) ihtiyaç bile duymayan zorba rejimlere kıyasla, oy verip
–kısmen bile olsa- iktidarda söz sahibi olmak söz konusu olduğunda, oy vermek
niçin şerre destek olmak ve böyle bir durumda salih amel alanını genişletmekten
beri durmak niçin “hayır” olsun? Bu konuda şu kıyası yapmak da mümkün:
“İnsanlığı etkileyen ve üzerlerinde sanal ama oldukça etkili bir “iktidar”
kuran interneti tağutî düzen sahibi ABD kurmuştur ve işletmektedir. Gayr-ı
ahlaki suçların bolca işlendiği, internete giren, evine bağlantı kuran kimseler
de bu sistemin devamından ve güçlenmesinden yana tavır almakla tümüyle şer olan
bir amel işlemişler demektir. Böyle bir tavrın da savunulacak hiçbir yanı
yoktur.
“Hayrın
ve hakkın olduğu veya imkân nispetinde uygulanabileceği yerde, ehven de olsa
şerre itibar edilmez.” Kalkan’ın bu ifadesi hakkın kısmen uygulanabileceği
yerlerin mümkünlüğünü kabul etmektedir. Bu amelin öbür kısmında yer alan şey
mubah da, şer de olabilir. Bu durumda o eylemden kaçınmamak gerekir.
Kalkan,
sağcı veya sağcı da solcu da olmadığını söyleyen siyasetçilerin açıkça şerri
temsil eden (CHP) zihniyetten daha zararlı olduğunu ileri sürmektedir. Bu durumda
şu soruyu sorabiliriz: En azından CHP düzenin zulümkar yanlarını ifşa etmede
diğer kesim siyasetçilere göre daha iyi bir pozisyonda mıdır?
“Parti,
İslâm'da olmadığına ve Batıdaki demokratik rejimlerin unsuru olduğuna göre,
İslâm'da olmayan, İslâm'ın gayri meşrû kabul ettiği şeyle İslâm'a
gidilemeyeceği gibi, İslâm'a hizmet de edilemez; tam tersine netice verir.” Bu
durumda “seçimleri benimseyen İran”, İslam Devrimi sonrasında daha da gayr-ı
İslami bir şekle mi bürünmüştür denebilir mi? İslam’da parti yoka, Müslümanlar
zulme sapan iktidarları devirmek için hep kan mı dökmek zorunda kalacak? Soğuk
savaş döneminde Arap-İslâm aleminde parti karşıtlığı neye hizmet etmiştir?
Kur’an bunu mu teşvik etmektedir? Seçimsiz faşist rejimler de gayr-ı İslamî
olduğunu söylemek mümkünse bu durumda aslında Müslümanlar bir düzen kuramazlar
gibi bir sonuç çıkmaz mı? Dinde delil olmadığını kabul etmekle birlikte,
Muhammed Hüseyin Fadlullah’ın Ekin Yayınları’ndan çıkmış olan iki ciltlik
İslâmî Hareket İlkeler ve Sorunlar kitabındaki partili mücadeleyi küfür-iman
bağlamında ele almayan ve pratik değerini ön plana çıkaran yaklaşımlarının
yabana atılamayacağını ve (tekrar) okunması ve tartışılması gerektiğini
düşünüyorum.
Kalkan
milletvekillerinin hududullah ile hükmetmemelerini tağutluk olarak
vasıflandırmaktadır. Bu durumda haddi aşanlara şeriatın hükümlerini uygulamayan
milletvekillerinin dışındaki tüm lider Müslümanlar da sorumlu olmazlar mı?
Lübnan’da devlet başkanının kendilerinden olmadığı Hizbullah milletvekillerinin
ve Filistin’de Mahmud Abbas’ı devlet başkanı olarak tanıyan en büyük siyasi
parti Hamas’ın –Her ikisinin de Allah’ın hükümleriyle hükmeden bir parlamentoda
olmadıkları izahtan varestedir- pozisyonunu nasıl izah edebiliriz? Yine “Parti ile İslâm'a giden, bu yolla ciddî
hizmetler veren dünyada hiçbir örnek gösterilemez.” şeklindeki Kalkan’ın
ifadesi bu iki hareketi de kapsamakta mıdır? Türkiye’de bir partiyi tağut kılan
bir pratik oralarda da mı Müslümanları tağut kabul etmemizi gerektirmektedir?
Yoksa ilahi adalet bu konuda farklı mı işler? Ayrıca bu işlerin parti yoluyla
olmayacağı konusunda Kalkan’ın Pakistan İslâmi Cephe Partisi kurucusu
Mevdudi’den, küfür sözleri söylemenin caiz olmadığına dair nakilleri de Mustafa
Kemal’in talebi, TBMM’nin kararıyla tefsir kaleme alan Diyanet İşleri
Başkanlığı yapmış Elmalılı H. Yazır’dan yapması da ilginçtir.
Yazarımız
yazısının bir yerinde: “Kâfirlerin parti gibi demokratik, uzlaşmacı, yasal,
resmî legal faâliyetlerden kimi saf beyinlerin iddia ettiği gibi ciddî bir rahatsızlığı
sözkonusu değildir. Onlar istiyorlar ki, müslümanlar da küfür kanunlarına
uysunlar, o kanunlara uygun olarak parti ve teşkilat kursunlar, illegal
faâliyet yaparak küfür düzenine temelden darbeler vurmasınlar, kıyam ve fiilî
cihad yolu böylece engellenmiş olsun.” demektedir. Kendisine Vakfa ait Birimin
Kapatılma Nedenleri 26/ b maddesini hatırlatmanın bu bağlamda faydalı olacağı
kanaatindeyim: “Birimin vakfın amaçları dışında yıkıcı, bölücü, örgütsel amaçlı
eğitim ve propaganda faaliyetlerinde bulunduğunun, Genel Müdürlük, kamu kurum
ve kuruluşları, mülki idare amirlikleri, il veya ilçe denetim kurulları
tarafından tespiti halinde kapatılır.” Bundan kanun koyucunun ne kastettiği ve
nasıl yorumladığı malum iken yine de müracaat edip bunu kabullenerek dernek ve
vakıf kurmak nasıl tavizsiz bir yaklaşım olur?
Yine
Dernekler Yönetmeliği Madde 6: “Kuruluş bildirimi ve ekinde verilen belgelerin
doğruluğu ile dernek tüzüğü, (…) incelenir. (…) Yapılan inceleme sonucunda,
tespit edilen Kanuna aykırılık veya noksanlığın giderilmesi kuruculardan yazılı
olarak istenir. (…) Kanuna aykırılık
veya noksanlık otuz gün içinde giderilmediği takdirde mülki idare amiri,
yetkili asliye hukuk mahkemesinde derneğin feshi hakkında davanın açılması için
durumu Cumhuriyet savcılığına bildirir.”
demektedir. Bu şartları bile bile kuruluş için gerekli belgelere imza
atmak nasıl sistem dışı bir tavır örneği olur?
Yazıdan
ele alacağımız son ifade Kalkan’ın bir ayetten yola çıkarak vardığı sonuçla
ilgili: "Hepiniz, toptan Allah'ın ipine (dinine, şeriatına) sımsıkı
sarılın. Birbirinizden ayrılıp dağılmayın, fırka fırka olmayın..." (3/Âl-i
İmrân, 103). Fırka fırka, hizip hizip olmak yasaklanmaktadır.” Bu ayetin
kapsamından cemaatler, vakıflar, dernekler nasıl dışarıda kalır? Yoksa bu
eşleştirme hizb kelimesinin Kur’an’da geçiyor olması ve günümüz Arapçası’nda
parti anlamında kullanılıyor olmasından mı kaynaklanmaktadır? Müminlerin fırka
fırka olup “hayırda yarışmaları” söz konusu olamaz mı?
Bu
konuda kendi açımdan şunu söylemek istiyorum: Kifaye-i müzakere.
En
doğrusunu Allah bilir ve en güzel söz, en güzel isimlere Sahip olanındır.
Bu
yazı haksozhaber.net adresinde 02 Temmuz
2008 Çarşamba yayınlanmıştır.