*KONYA-Konferans*

Modern Bir Masal
Sizleri selamların en güzeli olan Allah'ın selamı ile selamlıyorum. Konumuza bir modern bir masal ile başlamak istiyorum.
Caddede resmi bir geçit vardı ve bunu seyreden Kalabalığın arasından birinin şöyle bağırdığı duyuldu:
"Akılsızlar dikkat edin, yanlış yola yürüyorsunuz. Bu cadde bir yere çıkmıyor."
Yürüyüşçüler durdu telaşlandı. Fakat bu olabilir mi diye düşündüler, hepsi birlikte ön taraflara baktı, orada uzun ve gururlu bir şekilde yakışıklı liderleri ilerlemekteydi.
"Doğru yolda gidiyor olmalı" diye düşündüler...
"Çünkü bakın ne kadar iyi yürüyor! Bakın ne kadar uzun görünüyor! Oh evet kesinlikle doğru yolda gidiyor olmalı"!
....ve yürüyüşe devam ettiler.
Yakışıklı lider durakladı...telaşlandı...... "Fakat bu olabilir mi?"diye düşündü ve arkaya bir göz attı.
"Doğru yolda gidiyor olmalıyım" diye düşündü, "çünkü bakın beni kaç kişi takip ediyor? Oh evet, kesinlikle doğru yolda gidiyor olmalıyım."
......ve yürüyüşe devam etti.

Bunu anlatırken benim bir amacım vardı. Siz de dinlediniz. Fakat kiminiz bundan devlete tapınırcasına bağlı olan birini, kiminiz, önderlerine ulu, yüce sıfatlarını yakıştıran, onların her yaptığında bir hikmet arayan tanıdıklarınızı hatırladınız. Yani anlatılan tek bir masal muhataplarınca farklı anlaşılabiliyor.

Kuran-ı Kerim de Rabbimizden bize gönderilen bir Kitaptır. Onu farklı anlayanların olması gayet normaldir. Kuran bir taraftan Allah'ın kitabında ayrılıklar çıkaran ve dinde bölücülük yapanları sert bir dille eleştirirken, diğer taraftan Kuran'ın o kadar farklı yorumları yapılmaktadır ki, hemen hemen hiçbir emir hakkında ortak bir yorum yoktur. Sadece, sonraki dönemlerin alimleri birbirinden farklı düşünmekle kalmıyor. Fakat Hz. Peygamber'in (sav) ashabını ve onlara tabi olanları da içeren selef alimleri arasında da emir ve yasakların her ayrıntısında görüş birliği olmadığı görülüyor. O halde bütün bu kimseler, Kuran'da tevil yapmakla suçlanan kimselere dahil midirler? Öyle değilse, şu halde hangi görüş ayrılıkları Kuran'da yasaklanmıştır? (Tefhim, I, 26)

Bu problem çok geniş kapsamlıdır ve bu sorunu ayrıntılarıyla tartışmanın yeri de burası değildir. Burada şunları söylemek yeterlidir. Kuran, İslam'ın temel ilkelerinde anlaşma olduğu ve farklı fikirlere sahip olanlar İslam toplumunun sınırları içinde kaldıkları sürece, direktifleri hakkında yapılan sağlıklı yorum farklılıklarına izin vermiştir. Kuran, kendine tapınma ve sahtekarlıktan kaynaklanan, kavga ve bölücülüğe neden olan farklılık ve ihtilafları yasaklar. Bu iki tür ihtilafın ne yapıları ne de sonuçları birbirine benzemediği için aynı kategoride ele alınmamalıdırlar. Birinci tür ihtilaf ilerleme için gereklidir ve hayata canlılık verir. Bu nedenle akıllı ve düşünen üyelere sahip her toplum bunu teşvik etmelidir. Onun varlığı hayat işaretidir ve sadece aptal üyelere sahip olmak isteyen bir toplum onu yasaklar. İkinci tür ihtilaf ise, herkesin bildiği gibi, kendisini körükleyen toplumu parçalar. Bu nedenle bu tür ihtilafın bir toplumda bulunması sağlık işareti değil, bir hastalık habercisidir ve hiçbir zaman iyi sonuçlar doğurmaz. (Tefhim, I, 26)

Kuran-ı Kerimi anlama çabasında olanların hepsi meşru alanda mıdır? Hayır. Ancak buna bir ölçü koymak gerekirse şunu söyleyebiliriz: Kuranı yanlış anlama, kanunla baskıyla engellenecek bir şey değildir. Çünkü bu çevre, kalıtım, kişilik, algı düzeyi gibi konularla yakından ilgilidir. Bu zindanlardan çıkabilmek için insanlara süre tanımalıyız. Sorun olarak görebileceğimiz kimseler dini kafirlerle işbirliği yapmak için anlamaya çalışan kimselerdir. İzzeti kafirlerin yanında arayanlardır. Din anlayışlarını mevcut siyasi yapıya göre ayarlayıp taleplerini siyasi rejimin talepleri doğrultusunda belirleyenlerdir. Bu tür insanlarla hakkı sabrı tavsiye düzeyinde ilişkileri götürme imkanı kalmamıştır. Çünkü diyalog kapısı onlar tarafından kapatılmıştır. Dini hoşgörünün sınırları içine sadece siyasi iradenin icazetini alabilenler alınmıştır. Kuran-ı Kerimi doğru anlayabilmek için onun nasıl bir Kitap olduğunu bilmemiz gerekir. Bunu da onu okuyarak elde edebiliriz. Her şeyden önce onu iyi tanıyabilirsek, onun özelliklerini onu anlamada önemli unsurları ve onu doğru anlamadaki amacı kavrayabiliriz.
Bizim yapmamız gereken farklı anlamaları nasıl azaltabileceğimizin bir yolunu bulmaktır. Bunun için Kuran-ı Kerimi iyi tanımak özelliklerini bilmek ve onun ardından doğru anlamak için nelere dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koymamız gerekiyor.

I-KURAN-I KERİM'İN ÖZELLİKLERİ

Kuran'ın akla ve duygulara birlikte hitap ettiğini hatırda tutmalıyız. O, kısa, tam, doğrudan, ve hatırlatıcıdır. O, dinleyicisini tercihlerle ve kararlarla karşılaştırır ve onlara dikkatli olmayı ve eyleme geçmeyi ilham eder. Onun dili, insanı derinlemesine etkileyen muhtevası kadar etkilidir. Onun argümanı her zaman okuyucularının anlayabileceği, günlük deneyimleriyle içiçe, ve insanın içinde yankı bulabilecek özelliği sahiptir. Her şeyin ötesinde soyut değil, mantıkidir. Kuran, Anlaşılsın diye indirilmiştir. (Yusuf 12/2)
Anlamadan okuyan insanlar Kuran'da kitap yüklü eşeklere benzetilmişlerdir.(Cuma 62/5) "Kuran, düşünmek için kolaylaştırılmıştır. Öğüt alan insanları beklemektedir."(Kamer 54/17, 22, 32, 40) Kuran üzerinde düşünmemek ancak kalplerinde kilit olanların işidir.(Muhammed 47/24) Kuran müminlere dosdoğru yolu gösterir. İyi işler yapanlara müjdeli haberler verir.(İsra 17/9) Kuran'da her türlü misal açıklanmıştır. Ama insan cedelleşmede ileri giden bir varlıktır. Kendilerine doğru yolu gösteren peygamberler geldiği halde, insanları iman etmekten ve günahlarının bağışlanmasını istemekten alıkoyan şey ancak, onlardan öncekilerin sünnetinin (yani belirlenmiş helakın) gelmiş olması veya azabın gözleri önüne dikilmiş olmasıdır."(Kehf 18/54-55)
Ebu Derda (ra)rivayet ediyor: " Peygamberimizin (sav) yanındaydık. Göğe baktı ve bir olayı zikrederek dedi ki: "İlim ayrılıp gittiğinde olacak." Ziyad b. Lebid Ensari (ra) sordu: "Biz Kuran'ı okurken, çocuklarımıza öğretirken, onlar da diriliş gününe kadar çocuklarına öğretecekken nasıl olur da ilim bizi bırakır?" Peygamberimiz (sav): "Sana şaşırıyorum Ziyad. Ben seni Medine'de en bilgili adam sanıyordum. Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat ve İncil bir şey anlamadan okumuyorlar mı?" (Tirmizi hasen garip olarak zikrediyor.) Demek ki Kuran-ı Kerimi anlamadan okursak Ehl-i Kitab'ın durumuna düşer, birtakım kuruntuları din zannederiz. Onların akıbetine uğramamak için Rabbimizin Kitabını iyi tanımalı ve onun canlı şahitleri olmalıyız.
. (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 51)

A) KURAN-I KERİM'İN ANLATIM TARZI
Okuyucu, Kuran'ı incelemeye başlamadan önce, Onun okunan diğer kitaplardan farklı ve eşsiz bir kitap olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Sıradan kitapların aksine Kuran, edebi bir sıraya göre tertip edilmiş belirli konular hakkında bilgi, fikir ve tartışmaları ele almaz. Bu nedenle Kuran'a yabancı olan kişi, Onunla ilk karşılaştığında, bölümler ve kısımlara ayrılmamış veya farklı yönleri ile ilgili emirlerin düzenli bir şekilde verilmemiş olduğunu görünce şaşkınlığa düşer. Buna mukabil, daha önceden hiç karşılaşmadığı ve onun kitap anlayışına hiç uymayan bir şeyle karşılaşır. Kuran'ın iman ile ilgilendiğini, ahlaki direktifler verdiğini, kanunlar koyduğunu, insanları İslam'a çağırdığını, kafirleri uyardığını, tarihi olaylardan ibret dersleri verdiğini, uyarılarda bulunduğunu, müjde verdiğini ve bunların hepsinin bir ahenk içinde sunduğunu görür. Aynı konu Kuran'da farklı şekillerde tekrar edilir ve görünürde hiç ilgisi olmayan bir konu diğerini takip eder. Bazen hiç görünür bir sebep yokken, bir konunun ortasında başka bir konu anlatılır. Hiçbir yerde bölüm ve konuları ayıran bir işaret yoktur. Tarihsel olaylar anlatılır fakat anlatım tarih kitaplarındaki gibi değildir. Felsefe ve metafizik sorunlar bu konulardaki ders kitaplarından çok farklı bir şekilde ele alınır. İnsandan ve evrenden, tabiat bilimlerindekinden farklı bir dille bahsedilir. Aynı şekilde kültürel, politik, sosyal ve ekonomik problemleri çözmede kendi metodunun izler. Kanunları ve prensipleri sosyologlardan, hukukçulardan ve hakimlerden farklı bir şekilde ele alır. Ahlak, bu konuda yazılan bütün eserlerden farklı bir yolla öğretilir.(Tefhim, I, 13)

İşte bu nedenle yabancı bir okuyucu, kendi kitap anlayışına hiç uymayan bu tip şeylerle karşılaştığında şaşkına döner. Kuran'ın, ayetleri arasında hiç ilgi ve bağlantı veya konularında süreklilik bulunmayan bir kitap olduğunu, anlaşılmaz bir şekilde çeşitli konuları ele aldığını veya kelimenin kabul edilen anlamıyla bir kitap olmadığı halde, kitap şeklinde düzenlendiğini düşünmeye başlayabilir. Bunun bir sonucu olarak, Onun düşmanları Kuran'a çok garip iddialarla karşı çıkmakta, Kuran'ın çağdaş izleyicileri ise bu şüphe ve karşı iddiaları çürütmek için garip yöntemler kullanmaktadırlar. Ya kaçış psikolojisi içine düşmekte veya zihinlerini yatıştırmak için garip yorumlara yeltenmektedirler. Bazen de görünürde aralarında ilişki olmayan ayetleri açıklayabilmek için suni anlam bağları kurmakta ve son kaçış olarak Kuran'ın hiçbir düzen ve anlam sırası olmaksızın çok çeşitli konulara değindiği tezini kabul etmektedirler. Sonuç olarak ayetler kendi yerlerinden alınmakta ve anlamda karışıklık ortaya çıkmaktadır. (Tefhim, I, 14)

Tüm bunlar, okuyucu, Kuran'ı eşsiz bir kitap olarak kabul etmediğinde ortaya çıkar. Diğer kitapların aksine Kuran başlangıçta ele aldığı konuları ve ulaşmak istediği amaçları liste halinde sunmaz. Açıklama üslup ve usulü de genelde okunan kitaplara benzemez ve herhangi bir kitap düzenini takip etmez. Bunun da ötesinde Kuran, kelimenin genelde anlaşılan anlamıyla bir din kitabı değildir. Bu nedenle, okuyucu sıradan bir kitap beklentisiyle Kuran'a yöneldiğinde, onun olayları sunuş üslubu karşısında şaşkınlığa düşmektedir. Kuran'ın birçok yerinde arka plan tasvir edilmez ve pasajın özel nüzul sebebi olan durum ve olaylara değinmez. Bunların bir sonucu olarak, sıradan okuyucu orada veya burada birkaç parça cevher keşfetse de, Kuran'ın değerli hazinelerinden tam olarak yararlanamamaktadır. Bu kimseler sadece, Kuran'ın eşsiz ve ayırıcı özeliklerini bilmedikleri için bu tür şüphelerin kurbanı olurlar. Kuran'ın tüm sayfalarına yayılmış halde birbirine benzer konulardan oluştuğunu düşünürler ve bunu anlamada zorluk çekerler. Hatta anlamı çok açık olan ayetler bile, onlara anıldıkları çerçeve içinde anlamsız görünür. (Tefhim, I, 14)

Okuyucu, Kuran-ı Kerim'in yeryüzünde kendi türünde bozulmadan kalan tek kitap olduğu, edebi üslubunun tüm diğer kitaplardan farklı ve eşsiz bir kitap olduğu, daha önceden kafasında varolan kitap kavramının, onun Kuran'ı anlamasına yardımcı olamayacağı bilinciyle hareket etmelidir. Bu sayede doğru anlamasına birer engel teşkil eden bu tür zorluklardan kurtulabilir.
Mevdudi, okuyucunun, Kuran'ın üslubunun, yazılı metin üslubu olmayıp, bir hitabet biçimi olduğunu dikkate alması gerektiğini söyler. Ona göre, Kuran'ın söz konusu hitabet biçimi, yazıya dökülürken, bu özelliği dikkate alınmaksızın kelime kelime tercüme edilirse, ifadede bir kopukluk meydana gelir. Kuran'ın başlangıçta bir risale şeklinde yayınlanmadığı herkesin malumudur. Kuran İslam davetinin gelişim sürencinde, muhtelif zamanlarda Hz. Peygambere (sav) hemen oracıkta bunları muhataplarına okumuştur. Yazı dili ile konuşma dili arasında çok önemli bir fark vardır. Sözgelimi bir meseleyi yazarak izah edeceksek, önce sorunu ortaya koyar, sonra izah etmeye geçeriz. Oysa hitabette, zaten söz konusu meseleyi ortaya atanlar hazır bulunduğundan, muhaliflerin her dediğini beyan etmeye her zaman gerek duyulmaz. Ancak konuşmacı, sözün gelişi içinde bir cümleyle onların dediklerine değinir. Yazarken başka bir hususa değinilmek istenildiğinde, sözün akışının bozulamaması için, bu husus ara bir cümleyle ele alınır. Fakat konuşmacı ses tonunu kullanarak birçok ara cümleler kullanabilir ve buna rağmen sözün akışında bir kopukluk meydana gelmez. Yine bir konu yazılarak ifade edilecekse, konunu geçtiği ortamı hiç değilse bir iki cümleyle ayrıca aktarmaya gerek duyulur. Oysa konuşma esnasında, ortam ile konuşma doğal olarak bağıntılıdır ve konuşmacı çevreye işaret etmeye gerek duymaksızın konuşsa dahi, konuşmada bir kopukluk ortaya çıkmaz. Konuşmacı, mütekellim(söyleyen) ve muhatap(dinleyen) siygalarını (kalıplarını) birinci ve ikinci tekil kipler sürekli değiştirerek kullanabilir. Konuşma yeteneğine göre, konuşmacı yer ve zaman unsurlarını dikkate alarak, karşısında hazır duran topluluğa, üçünü tekil bazen gaip (orada hazır bulunmayan) siygasıyla, bazen muhatap kalıbıyla, bazen tekil, bazen çoğul olarak, bazen kendi adına, bazen ilahi bir kuvvet adına, bazen ilahi kuvvetin kendisinden naklen konuşabilir. Ve tüm bunlar bir konuşmanın en güzel yönleri olarak takdir toplar. Fakat aynı üslup yazı yazılırken kullanılırsa bir irtibatsızlık, bir kopukluk meydana gelir. Bu nedenle bir konuşma yazıya döküldüğünde okuyucunun o yazıda bir kopukluk hissetmesi doğaldır. Okuyucunun konuşmanın yapıldığı yer ve zamandan uzak olduğu ölçüde, bu kopukluğu daha çok hissedeceği ortadadır. Bu yüzden Arapça bildiği halde birçok kimse, sırf Kuran'ın üslubunu kavramadığı için, Kuran'ın üslubundaki irtibatsızlık ve kopukluktan şikayet etmektedir. Kuran'ın kelimelerini değiştirmek haram olduğundan dolayı, Arapça metindeki kopukluk ancak tefsir ve dipnotlar ile giderilebilmektedir. Dolayısıyla Kuran başka bir dile çevrilirken, konuşma dili de ustalıkla yazı diline aktarılırsa, bu takdirde kopukluğun kolayca giderilmesi mümkün olur. (Tefhim, I, 8-9)

Ancak Mevdudi'nin iddia ettiği gibi Kuran'ın hitap oluşu bir yorumdur. Bir baba evde "Bugün Ahmet'in okuluna gidiyorum" dese bu anne tarafından, beyin çocuğu ile ilgilendiği oğul tarafından ise hocaların değerlendirmeleri açısından bir baba tehdidi olarak algılar. Baba her ikisini de kastetmiş olabilir. Yani Kuran'ı salt hitap kabul etmek de farklı anlamaları bitirmez. Anne kendi çerçevesinde çocuk da kendi algılamasında olayı doğru anlamıştır. Rabbimiz bizi de anladığımız kadarıyla sorumlu tutar.
Kuran'ın Kitab-ı Meknun'dan alındığını (Vakıa 56/78) ve Kitap oluşunu hesaba kattığımızda onun konuşma üslubuyla yazıldığı anlayışı zaten zayıflamaktadır. Kuran'ın ayetleri muhkemdir. Kuran'ın büyük kısmını açık anlaşılan ayetler oluşturur. Onun anlamamız için kolaylaştırılmış bir kitap olduğunu unutmamalıyız. Zaten okuduğumuz tüm yazılı metinler de açık ifadelere sahip değildir. Bu onların da sözlü hitapları yazıya geçirdikleri anlamına gelmiyor. Kuran'ın hitap olduğunu kabul edersek bir metinden beklenen fikri ve yazınsal iç bütünlükten kurtulmuş oluyoruz. Ancak bu kabul edilse bile yine de konuşma üslubumuz ile Kuran'ın hitap şekli arasında fark var. Biz Kuran'da var olduğu gibi bazen bir konuya bir bazen de birkaç cümle ile değinip geçmiyoruz. Ayrıca Kuran'ın hitap şekliyle geldiği için bazen konu arasına başka bir konunun yerleştirildiğini ve geçildiğini kabul etmek onda siyak yani bağlam aramanın yanlışlığını gösterir ki bu kesinlikle sakıncalıdır. Bu mantıkla hareket edildiğinde beraberinde şu örnekte olduğu gibi bir yanlışa düşülebilir:
Ayetin siyakı dikkate alınmadığında ayetin ne hale geldiğine bir örnek verelim. İnsan genel itibarıyla yaşamaya eğilimlidir. Kolay kolay canından geçmez. Ancak Müslüman bir kimse ise, "Allah yolunda öldürmek veya öldürülmek" ile ilgili ayetleri görmezlikten gelemez. Ne var ki, kişinin İslam anlayışı tek yönlü olarak "hoşgörü" ve "uzlaşma" üzerine kuruluysa, bu tür ayetlerin anlamını gevşetebilir. Mesela cihat kavramının Peygamberimiz dönemindeki anlamı nesh edilir. Artık o kalemle yapılmalıdır. Hem ülke içinde harp olmaz! Kardeş kardeşi kırar. İslam buna kesinlikle müsaade etmez! İç savaş çıkarsa birçok Müslüman telef olur. Buna delil bulmak için Müslümanların en önemli kaynağı olan Kuran-ı Kerime başvurulur ve Kuran hevaya uygun olarak kullanılır. Örneğin: "...Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın" ayeti kanıt olarak öne sürülür. Şimdi bu ayeti öncesi ve sonrasıyla birlikte okuyalım: "O halde artık zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnızca Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Ancak vazgeçerlerse, zulüm işleyenlerin dışındakilere karşı tüm düşmanlıklar sona erecektir. Saldırmazlık örfünün geçerli olduğu aylarda (haram aylar) size saldıranlara siz de karşılık verin. Zira saldırmazlık örfünün ihlali adil karşılık yasasına tabidir. Böylece, eğer bir kim size saldırıda bulunursa, siz de onun saldırdığı gibi saldırın. Ancak Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve Allah'ın, kendisine karşı sorumluluk bilinci taşıyanların yanında olduğunu bilin. Ve Allah yolunda harcayın kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik yanmaya azimle devam edin. Unutmayın ki, Allah iyilik yapanları sever"(Bakara 2193-195)

Görüldüğü gibi sinmişliğe, pasifliğe, sığınmacılığa delil getirilen ayetin öncesinde hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar savaş emredilmektedir. Yani müminler kendilerine saldırı yapıldığında topluca karşı koymalıdırlar. Cihadın, Allah yolunda savaşanların yiyecek, binek ve silâh gibi ihtiyaçlarını karşılayacak kendine özgü gerekleri vardır. Bunun için can ile cihadın yanında mal ile cihat da zorunludur. Allah yolunda mal harcamak emrinin hemen ardından, insanın kendini kendi eliyle tehlikeye atmaması emri gelmiştir. Kendini tehlikeye atmama konusu ferdi planda da, cemaat palanında da geçerli bir olgudur. Tabii ki bu da Allah tarafından kendini ve şehit olmak gibi bir bağlayıcı emrin bulunmadığı durumlar için söz konusudur. Kendini kendi eliyle tehlikeye atmak, olsa olsa ferdin veya cemaatin, makul hazırlıklar veya gerçekleştirilmesi hikmetle planlanmamış büyük hedefler olmaksızın düşmanlarla savaşa girişmesidir. Yoksa bu ayette zulme "birlik ve beraberlik" adına ses çıkarmamak ve "evet efendim, evet paşam" cı tavırlar takınmak, kafirlere karşı pasif tutum içinde olmak ve onlara boyun eğerek zilleti kabullenmek şeklindeki pasif tutuma delil alınacak bir işaret yoktur. Kendini eliyle tehlikeye atmak, mal ve can ile cihat etmekten kaçınmaktır. (Murat KAYACAN, "Ayetleri Anlamada Siyak ve Sibakın Önemi", Haksöz Derg., İst., 1997, S. 80, 47-48)

Kuran, İslam davetinin başlangıcı ile aynı anda nazil olmaya başladı ve bu yirmi üç yıl sürdü. Kuran'ın çeşitli bölümleri, İslam davetinin çeşitli merhalelerindeki çeşitli ihtiyaçlara göre nazil oldu. Bu nedenle böyle bir kitapta, diğer sıradan kitaplar ve din kitaplarındaki gibi bir üslup bütünlüğü ve ayniliği aranmamalıdır. Kuran'ın çeşitli bölümlerinin indirildiği dönemde küçük risaleler halinde yayınlanmak üzere değil, ihtiyaca göre apaçık hitabeler şeklinde sunulmak üzere gönderilmiş olduğu ve bu amaca uygun bir şekilde yayıldığı da unutulmamalıdır. Bu nedenle, Kuran'ın, kaleme alınmış bir eserin üslubuna sahip olmaması normaldir. Ayrıca, bu hitaplar bir profesörün verdiği derslerin mahiyetinden de farklı olduğu için doğal olarak üslubu da bu tür derslerden farklıdır. Hz. Peygambere (sav) çok özel bir görev verilmişti. O hem akla hem de duygulara hitap etmek zorundaydı. O, görevi sırasında farklı farklı kafa yapısına sahip birçok insanla ilgilenmek, birçok farklı ortama uymak ve çok çeşitli deneyimler yaşamak zorundaydı. Böyle bir kimse, bir mesajı yaymak ve harekete öncülük etmek için gereken her şeyi yapmalıdır. O, kurulu bir düşünce düzenini değiştirmek için, insanlara, mesajının farklı yönlerini sunmak ve düşmanlarının güçlerine karşı koymak için duyguları da uyandırmak durumundadır. O aynı zamanda, kendisine uyanları düzenleyip eğitmeli, onları teşvik edip cesaretlendirmeli, karşı çıkanların iddialarına cevap vermeli, ahlaki zaaflarını onlara göstermelidir. Bu yüzden Kuran'ın bölümlerinde, bilinen kitaplardaki veya okul derslerindeki üslubu aramak yanlış olur. (Tefhim, I, 20) Mevdudi, Allah rahmet eylesin Kuran-ı Kerimi anlamak çok zormuş gibi bir hava veriyor. Ancak Kuran-ı Kerimi anlamak o kadar da zor değildir. Yani anlamı elde etmek müfessirler sayesinde değildir. Örneğin Yahudiler için Talmud tefsiri bizde hadisin karşılığıdır. Yani bize hadis ne ifade ediyorsa, onlar için de o tefsir onu ifade etmektedir. Bir de Kuran-ı Kerim'in ayetlerinin birbirinden kopuk olduğu iddiası istisnai durumlar hariç yaygın olarak dile getirilen bir mesele değildir.

Bu durum aynı zamanda bazı hususların tekrar tekrar ele alınışını da açıklar. Bir hareket ve bir davet, belirli bir safhada sadece gerekli olan şeylerin sunulması ve gelecek safhalarla ilgili hiçbir şey söylenmemesini gerektirir. Bir safha, aylarca veya yıllarca sürse bile hareket bu safhada kaldıkça aynı şeylerin tekrar tekrar vurgulanmasının nedeni işte budur. Elbette bunlar tekdüze olmamaları için farklı kelimeler ve çarpıcı olmaları için güzel ve zarif bir dille süslenmişlerdir. Bunun yanı sıra hareketi her safhada güçlü kılabilmek ini, uygun yerlerde temel inanç ilkelerine dikkat çeker: Allah'ın birliği, Onun sıfatları, ahiret ve hesaba çekilme, ceza ve mükafat, peygamberlik, kitaplara iman vs.. Bütün sureler ibadeti, sabrı, sebatı, Allah'a inanıp güvenmeyi öğretirler. Çünkü bu hususlar hareketin hiçbir safhasında gözden uzak tutulamaz. Eğer bu temellerden biri herhangi bir safhada, hatta en son safhada zayıflasaydı, İslami hareket gerçek anlamıyla bir ilerleme kaydedemezdi. (Tefhim, I, 20)

B) EVRENSELLİK
 Herkes, Kuran'ın tüm insanlığı hidayete ulaştırmakla görevli olduğu iddiası taşıdığını bilir. Fakat Kuran, okunduğunda, Onun nazil olduğu dönemdeki Arap toplumuna hitap ettiği görülür. Bazı yerlerde diğer insanlara ve genelde tüm insanlığa hitap ediyorsa da çoğunlukla Arapların ilgisini çeken ve onların çevresiyle, tarihiyle ve gelenekleriyle ilgili konular ele alır. Bu tabii olarak şöyle bir soruya neden olur: Tüm insanlığın hidayeti için indirilmiş olmasına rağmen, Kuran, nazil olduğu dönemin yerel ve ulusal unsurlarına neden bu kadar çok yer verir? Bunda Müslüman olmayanların Kuran'ı on dört yüzyıl öncesine ait çölden gelen tarihi bir kitap olarak görmeleri etkili oluyor. (The Amazing Qur'an by Gary Miller, Holy Qur'an Resources on the Internet)Yani onlara göre bu kitap ancak çöl hayatından bahseder. Ancak Kuran ne indiği tarihten bahsediyor ne de çöl hayatının özelliklerini bize anlatıyor.

Bunun hikmetini anlamayan kimseler, şöyle bir iddiaya koyulurlar: Kuran, gerçekte o dönemin Araplarını ıslah etme amacıyla indirilmişti. Fakat sonraları, nasıl olduysa, Onun bütün insanlık ve bütün zamanları için indirildiği iddia edilmeye başlandı. (Tefhim, I, 25) Mevdudi, soruya neden teşkil eden gerçek diye takdim ettiği şeyin aslında temelleri zayıftır. Rabbimizin Araplara yönelik bir kitap indirmesinin ki Kuran'da "ey Araplar" şeklinde bir hitap söz konusu değildir- sorulara neden olduğunu ileri sürüyor. Ancak bu varsayım kaç ayetle temellendirilebilir? Birkaç konu nasıl Kuran'ın tümüne şamil kılınabilir? Ayrıca Kuran'ın dörtte birini oluşturan kıssalar onun sadece Arap toplumundan bahsetmediğini açıkça göstermektedir. Tabi Mevdudi Kuran'da sadece ve sadece Arap topulumun ilgilendiren ayetler değil, onların şahsında bütün insanları ilgilendiren hitapların olduğunu söylüyor ama ben bunun da fazla iddialı olduğunu söylüyorum.

Devamla Mevdudi, eğer Kuran'ın Araplara hitap ettiğini söyleyen kişi, sadece karşı çıkmış olmak için karşı çıkmıyor ve meselenin aslını öğrenmek istiyorsa, ona Kuran'ı okumasını ve bu şüpheye neden olan noktaları işaretlemesini tavsiye ederim diyor. O kişi, daha sonra orada, sadece o dönemin Araplarını kasteden herhangi bir fikir, ilke veya görüş varsa onları belirlemelidir. Evrensel uygulamaya uygun olmayan ve sadece o dönem Arapları için geçerli olan ahlaki prensip, kanun veya düzenlemeleri belirli bir topluluğun şirk dolu inançların reddedip kötü geleneklerini ortadan kaldırması ve Allah'ın birliği ile ilgili burhanları (kesin deliller) onların çevresindeki nesnelere dayandırması, bu davetin sadece yerel ve geçici olduğu fikrine bir destek teşkil etmez. Meseleyi yakından incelemeli ve Kuran'ın Arabistan'ın putperest halkı için söylediklerinin, her zaman ve her yerde kullanıp kullanamayacağımıza kara vermeliyiz. Eğer bu sorulara verilen cevap olumlu ise, o zaman böyle evrensel bir vahyin belli bir dönemde belli bir topululuğa hitap ettiğinden ötürü, yerel veya geçici olarak kabul edilmesi için hiçbir sebep yoktur. Dünyada, başından sonuna kadar hiçbir somut örneğe ve özel duruma yer vermeksizin her şeyi soyut planda bir hayat tarzı ve modeli kurmak imkansızdır. Bunun farzı muhal mümkün olduğunu kabul etsek bile böyle bir sistem daima kağıt üstünde bir teori olarak kalır ve hiçbir zaman pratiğe yansımaz. (Tefhim, I, 25)

Bunun yanı sıra sonunda uluslararası plana yansıyacak olan bir ideolojik hareketin daha işin başında uluslararası bir seviyeden başlaması ne gerekli ne de yararlı olur. Ayrıca İslami Hareketin tarihi Hz. Muhammed ile başlamıyor. Onun Arap toplumu ile sınırlamak nasıl mümkün olur? Peygamberimiz bir türedi değil, varolan tevhidi geleneğin bir devamıdır. Bu İslami mücadelenin zaman ve mekan ile sınırlı olmadığını göstermez mi? Buna başlamanın en doğru yolu, hareketi, doğduğu ülkede başlatmak ve istenilen hayat nizamının temelini oluşturacak olan ana ilkeleri ve öğretileri, sunmak olmalıdır. Daha sonra hareketin temsilcileri, bu ilke ve öğretileri, ortak dil, alışkanlık ve geleneklere sahip oldukları insanların kafalarına işlemelidirler. İşte önce bu ilkeleri, kendi ülkelerinde uygulamalı, mutlu ve başarılı bir hayat sistemi sergileyerek bu ilkelerin değerini ispat etmelidirler. Tabii olarak bu, diğer ulusları etkileyecek ve onlardan akıllı olanlar, bu hareketi kavrayıp, kendi ülkelerinde de başlatacaklardır. O halde belirli bir ideolojik sistem, sadece ilk önce belirli bir topluma sunulduğu ve belirli bir topluluğa hitap ettiği için ulusal olamaz.
Bu vesileyle belirtelim ki, ulusal bir sistemi uluslararası olanından ve süreli bir sistemi geçici olandan ayıran nokta şudur: Ulusal bir sistem, ya diğer uluslardan üstün olduğunu iddia eder ve bu üstünlüğü sağlamaya çalışır ya da özellikleri nedeniyle başka uluslara uygulanamayan ilke ve öğretiler sunar. Diğer taraftan uluslararası bir sistem, tüm insanlara eşit statü ve hak verir. Ayrıca, her yer ve zamanda uygulanabilecek ilkeler ortaya koyar. Oysa, geçici bir sistemin ilkeleri, belli bir zaman sonra uygulanamaz hale gelir. Sürekli bir sistemin ilkeleri ise her dönemde uygulanmaya müsaittir. Kuran'ı yukarıda belirtilen noktalar ışığında inceleyen kimse, Onun öğretilerinin evrensellik özelliğine sahip olduğu sonucuna varacaktır. (Tefhim, I, 26) Ey Araplar değil de ey müminler, ey kafirler şeklinde hitaplar kullanılması da bunu göstermiyor mu?

Kuran-ı Kerim herkes için aynı şeyi söyleseydi dünyada bu kadar kabul görmezdi. İyi bir kitap hem mürekkep yalamış, gazete yemiş birisine hem de bir çobana hem de bir filozofa hitab edebilmelidir. Zaten Kuran bütün insanlara gönderilmiş bir kitaptır. Tüm insanlarca anlaşılabilir bir mesaj sunabilmek için Kuran herkes tarafından anlaşılan bir uslup ile konuşmalıydı. Bu sayede İslam, Çin, Güney ve Doğu Asya'dan Afrika ve Avrupa'ya kadar yayılmıştır. Bu insanlar farklı diller kullanıyorlar. Tabi bundan sadece organ olarak dillerini değil kalp ve zihin dillerini de kastediyorum. Kuran kendi ifade biçimiyle tümüne hitap edebilmiştir.
Buna bir örnek verecek olursak Kuran-ı Kerim Hz. İbrahim kıssasında onun güneşe, aya ve yıldızlara battıkları yani var olan bir belirlenime göre hareket ettikleri için onlara ibadetin mümkün olamayacağını söylediği zikredilir. Anlatılan bu olay ilah bir şeye tabi olan olamaz. Güneş, ay ya da yıldızlar doğup batmaları konusunda irade sahip olmadıkları için ilah olmaya layık değildirler şeklinde de anlatılabilirdi. Ancak bu sefer de bu köşeli hitaplar filozof olmayan büyük çoğunluğu sıkar ve okumak istemezlerdi.
Kuran-ı Kerim'in dili sıradan insanların anlayabileceği düzeydedir. Günlük dilde kullanılan kelimeleri seçer. O, felsefenin, bilimin, mantığın ya da herhangi bir diğer disiplinin teknik, akademik dilini kullanmaz. Ama kelimelerin eski anlamlarına yenilerini ekler. Kuran tezlerini insanın günlük tabiat, tarih ve kendi tecrübeleri üzerine kurar.
Kuran-ı Kerimi anlama çabasında bu gerçeğe dikkat etmeliyiz. Bu özelliği sayesinde Kuran-ı Kerim okuma programları ilkokul seviyesinden üniversite seviyesine uygun bir şekilde ayarlanabilir. Çocuklar Peygamberlerin tevhid mücadelesini iyi kötü mücadelesi seviyesinde algılarken, üniversite seviyesinde tevhidi mücadelenin karşılaştığı zorluklar, müminlerin iç ilişkileri, olumsuz insanlar ile ilişkileri ve yaratıcı ile ilişkilerini görebilir.
Kuran'ın evrenselliğine yapılan itirazlarda nüzul sebebinin fazlaca vurgulanması da neden olmuştur. Bazı yazarlara göre, nüzul sebeplerini bilmeksizin Kuran'daki birçok konu tam anlamıyla kavranamaz. belirli bir konuyu açıklığa kavuşturan sosyal, tarihsel veya diğer şartlar bilinmelidir. Çünkü Kuran'ın tümü bir anda bütün bir kitap olarak inmemiştir. Allah, daha tebliğ görevinin başında yaymak ve insanları belirli bir hayat nizamına çağırmak üzere Hz. Muhammed'e (sav) Kuran'ın bir kopyasını da vermemiştir. Bunun yanı sıra Kuran, ana fikir etrafında mantıksal bir düzen içinde genişletmekten ibaret olan sıradan edebi bir eser değildir. Zaten bu böyle bir eserin üslubuna da uymaz. Kuran, Allah'ın emri ile Allah'ın Resulü tarafından başlatılan İslami hareketin tebliğine uygun olan kendine özgü bir üslup kullanır. bu nedenle Allah, Kuran'ı çeşitli safhalarda, İslami hareketin gereklerine göre parça parça indirmiştir. (Tefhim, I, 17)

Kuran ayetleri, hakkında indikleri olaylara ve şahıslara özgü değildir. Onlarla sınırlandırılamaz. Çünkü ayetin nüzul şartları olayın başlangıç noktasında öte bir anlam ifade etmez. Zira bu, düşüncenin ilk harekete geçtiği olaydır. Bütün gelişmeleri sınırlama ve hepsini kapsamına almaktan uzaktır. Bu nedenle Kuran ayetleri yer ve zamana paralel biçimde her alanda genişlemiş ve her tarafa uzamıştır. Ayetler, bu ilk örnek vasıtası ile düşünceye ve kavramlara en geniş anlamda kaynaklık edebilmiştir. İşte Kuran ayetlerinin bu özel sebeplerle ve belli şartlarla dondurulmamış olması bu ayetlerin ilk Müslüman nesle verdiklerini bize de verme olanağı sağlamıştır. Kuran, ilk Müslüman neslin samimiyetine, bağlılığına, özgür iradelerine, onların sapıklıklara meydan okuyuşlarına, teorik ve pratik olarak özgürlüğü elde etmek için bütün güçlerini kullanmalarına ışık tuttuğu gibi, bugün bizim küfre, şirke, zulme ve azgınlığa karşı koymamızda da bizimle beraber yaşadığını, yaşaması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz. (Min Vahy'il Kuran, I, 21)
Nüzul sebebi diye aktarılan bazı haberler ayeti bazen sınırlamakta, hatta anlamsız hale getirmektedir. Bakara suresindeki: "Sana hilalleri soruyorlar. De ki: 'Onlar, haccın ve insanların (öteki faaliyetlerinin) vakitlerini gösterir. Öte yandan erdemlilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama gerçek erdem sahibi, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki gerçek mutluluğa erişebilesiniz." (2/189)ayetinin tefsirinde birtakım nüzul sebepleri zikredilir. Bu rivayetlerden bazılarına göre yolculuğa niyetlenip de çıkamayanlar ya da yolculuğa çıkıp geri dönenler böyle davranırlardı. Bu davranışı da bir hayır olarak telakki ederlerdi. Bunun üzerine ayetin ikinci kısmı indirildi ve böylece onlara bu davranışlarında bir hayır olmadığı anlatıldı.(Ibnu Kesir, I, 326-327) Müfessir bunu uzun uzadıya anlatıyor ve ayetin tefsirini bunlarla bitiriyorsa okuyucunun zihninde bu nüzul sebeplerinden başka bir şey canlanmaz. "Demek ki o dönem insanları böyle davranıyorlarmış" der, bu anlamsız davranışlarına güler geçer. Bu haliyle ayetin tefsiri tamamen tarihseldir. . (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 336)
Allah razı olsun Fahreddin er-Razi bu ayet ile ilgili nüzul sebepleri diye nakledilen haberleri veriyor. Ancak bunların hiçbirinin ayetin anlamıyla örtüşmediğini söylüyor. "Evlere kapılarından" girmenin meşhur bir kinaye olmasından hareketle "arkalarından evlere girmenin" Resulullah (sav)'a onun bilgi alanı dışında sormanın kastedildiğini söylüyor. İnsanların Kitaplarını arkalarına atmaları (Al-i İmran 3/187; Hud 11/92) zaten Kuran-ı Kerim'in kullandığı hitaplar içerisinde yer almaktadır. Razi Rabbimizin bu kinaye ile anlattığı olayı gerçekten evlere arkalarından girmek olarak anlamanın Allah'ın kelamını kötü bir tertibe götürmüş olduğunu ve onun ise bundan münezzeh olduğunu söylüyor. (Razi, Tefsir-i Kebir, 11 cilt, 2 bs., Beyrut, Darû İhyaî Turâs’il Arab, 1997, II, 286)
Ancak ayette bir Peygambere ayın geçirdiği evreler soruluyor. Kuşkusuz peygamberin görevi, insanlara evrendeki kozmik olaylarla ilgili bilgi vermek değildir. Onun görevi, hidayet konularıdır. İnanç, ibadet, ahlak ve toplumsal kurum ve ilişkiler konusunda rehberlik etmektir. Nitekim soru, ayın geçirdiği evrelerin nedenleriyle ilgili olduğu halde, ayın geçirdiği bu evrelerin dini ibadetlerle ilgisi cevapta anlatılmaktadır. Kozmik olayların izahını dinde aramak, evlere kapıla dururken arka duvardan giremeye benzer. . (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 337) Müfessirler arasında "Nüzul sebebinin hususiliği hükmün umumiliğine engel değildir" diyenler olmuştur. Ancak bu sözün söylenmiş olması yeterli değildir. Müfessirin, hükmün umumiliğine dikkati çekmesi ve ayetin, müfessirin, yaşadığı çağın olaylarıyla ilgisini belirtmesi gerekir. Kuran-ı Kerim'in toplumsal hayatla bağlarının kopma nedenlerinden biri de müfessirlerin tefsirlerini güncelleştirememeleridir. . (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 338)
Nüzul sebebinin gerekliliği konusu çok ötelere taşındığında bazı problemler de çıkmaktadır. Mesela Mısır'lı Hasan Hanefi bu konuda şöyle diyor: "Ayetlerin nüzul sebepleri ayetlerin indirilmelerinin zorunlu şartıdır. Ayetler ancak o olaylara bağlı olarak geçerli olabilir. Buna göre mesela Kuran'ın Arapça olması ile ilk muhataplarının Arapça konuşuyor olmaları arasındaki alaka, vahyin muhtevası içinde yaşadıkları şartlarla alakalıdır. Eğer şartlar başka olsaydı (mesela insanlar Arapça konuşuyor olmasalardı, Kuran Arapça olmayacaktı, eğer müşrik olmasalardı, tevhit bu kadar vurgulanmayacaktı, eğer içki içilmeseydi veya içki konusunda mutedil davranılsaydı içkinin içilmesi haram olmayacaktı vs) bugün elimizde başka bir Kuran olacaktı. (Tahsin Güngör, "Dil; Kavrayış ve Davranış", Kuran Sempozyumu, Ank., 1997, 148) Görüldüğü gibi, nüzul sebepleri fayda düzeyinden gereklilik düzeyine çıkınca ayetleri o döneme hapsetme tehlikesi de gündeme geliyor.
Ayetlerin büyük bir kısmının herhangi bir olay olmaksızın indiği olmuş olmaları, onların olaylar tarafından değil, olayların onlar tarafından tayin edildiği anlamına gelmektedir ki, bu durum vahyin mevcut karşısındaki aktif konumun ifade etmesi açısından oldukça önemlidir. Bu durum,. Vahyin bizzat kendisinin kendisine bir geçerlilik alanı hazırladığı anlamına gelmektedir. Diğer taraftan bazı soruların olması ve bazı ayetlerin o sorulara cevap olarak denk düşmesi ve doğrudan o sorunun cevabı olması, cevabın sadece o sorunun cevabı olması anlamına gelmez. Misal olarak gerçeği saklamak isteyen birisine söylenen veya yalan söyleme eğilimi görülen birisine veya yalan söylemenin hükmünü öğrenmek isteyen birisine söylenen "yalan söyleme, çünkü yalan kötüdür" ifadesi, her ne kadar bir vesileyle söylenmiş olsa bile, genel geçer bir doğruyu ifade etmektedir. Kaldı ki Kuran, bir dönemde yaşayan sınırları belli bir insan grubunun mevcut sorunlarını halletmek amacıyla gönderilmiş bir vahiy değil, insan cinsine gönderilmiş ve gönderilmesiyle de insanlara sadece çözümler değil, meseleler de yüklemiş, yani onlara teklif getirmiştir.( Tahsin Güngör, "Dil; Kavrayış ve Davranış", Kuran Sempozyumu, Ank., 1997, 149-150)

C) KURAN HİDAYET ARAYANLARA DOSDOĞRU YOLU GÖSTERİR
Kuran bir yol göstericidir, bir klavuzdur. Ama bizzat Kuran'ın da dediği gibi, herkese değil, Allah'tan korkup sakınan, gaybe iman eden, namazı kılıp zekatını verenlere, gerisine ne söyler? Kuşkusuz buna göre onlara yol göstermez. Demek ki metnin kendisi her zaman herkese bir ve aynı şeyi söylemiyor. Kılavuzluk özelliğini kabul etmeyenlerin kılavuzla ilişkileri, kılavuza bakışları, ontolojik olarak farklı bir varlık alanına ait olacaktır. (Aktay, a.m., 229)
Celaleddin Rumi'nin anlattığı fil hikayesinde körler fili tutuyorlar. Her biri farklı tanımlar getiriyor. Hortumunu tutan yumuşak, ayaklarını tutan sert bir hayvan olarak tanımlıyor. Şimdi biz de Kuran ilimlerinin tümünü ve Kuran'ın bütün özelliklerini bilmiyoruz o halde okuyarak hidayet bulmaya çalışmayalım mı? Hayır Kuran hakkında ne kadar haberimiz olursa o kadar kardır. Hiç bilgi sahibi olmamaktansa az bilgi elde etmek iyidir. Yarım hoca dinden ediyorsa dinden bu kadar da haberi olmayan insan ne yapar? Mesela Amerika'da Cemil Wilkes, Mehdi Abdurrahman gibi Müslüman basketbolcuların bağıl olduğu bir tarikat var. Bu tarikatın üyeleri birbirleriyle karşılaştıkları zaman bismillah diyorlar. Namaz kılacakları zaman da beş vakit gusül alıyorlar. İslami coğrafyada bu tür bir yanlışa düşülmemesi var olan yarım hocaların topluma kazandırdıkları değil midir? Yanlış anlaşılmasın yarım hocaları kutsadığım falan yok. Ancak öğrenme sürecinde biraz müsamahakar olalım. İnsanları öğrenmeye yaşamaya teşvik edelim. İlk İslam toplumu da birden değil 23 yıllık süreçte kemale giden bir yolculuğa çıkmıştır.
"Sakınırsanız, Allah size doğruyu yanlıştan ayırma özelliği var"(Enfal 8/29) diyor Rabbimiz. Hidayet bulmamız için onu okumalı, onun canlı örnekleri olmalıyız.

Fakat dosdoğru yola ulaşmak gibi bir niyetimiz yoksa, zaten diğer insanları da dosdoğru yola çağırmak gibi bir vazifemiz kalmamış demektir. Sözgelimi S. Hüseyin Nasr, Hıristiyan akaidindeki baba ve oğul tanrı anlayışı hakkında şunları söylüyor: "Bu inancı (her ne kadar tarihi dökümanlar desteklemese dahi) Tanrı'ının Hıristiyanlar için (Müslümanlar için değil) murad ettiğine inanıyorum. Fakat hadise şudur: Bana göre vahyin çeşitli yorum ihtimalleri bu şekilde yorumlanmasına imkan vermektedir. Hz. İsa'yı Tanrı'nın oğlu olarak temsil eden yorum "Mesih"in tek geçerli yorumu değildir. Bu yorum Tanrı iradesinin, Hakk'ın tezahürlerinin yalnızbir cihetini temsil etmektedir. Eğer bir kimse, "bu binlerce yıl inanılan korkunç bir hatadır" derse, işte ben bunu kabul edemem" "...Mesih'in (Hz. İsa) bu dünyadaki hakikatini anlamayı, onun yalnızbir tarzda anlaşılmasına münhasır kılamayız. Dolayısıyla Mesih'in İslam ve Hırisityanlıktaki iki değişik tasvirinin ikisi de doğrudur.....birbiriyle çelişik olmalarına rağmen..(Fethi Kılınç, "Kuran'ı Çok Anlamlı Okuma Sorunu", Haksöz Derg, İst, 1998, S. 93, 29)

II-KURAN-I KERİM'İ ANLAMADA ÖNEMLİ UNSURLAR

A.RESULULLAH (SAV)'İN KONUMUNU DOĞRU TAYİN ETMEK
Zihinde karmaşıklık doğruna başka bir husus da, Kuran'ın tam bir hayat düsturu olması konusudur. Kuran'ı okuyan kimse, onda sosyal, kültürel, politik, ekonomik vs. problemlerle ilgili ayrıntılı kanun ve düzenlemelere rastlayamaz. Bu nedenle bir kimse, Kuran'da kitabın kendisinin de çok önem verdiği namaz ve zekatla bile ilgili ayrıntılı düzenlemeler olmadığını görünce şaşkınlığa düşmektedir. Sıradan bir okuyucunun, bu kitabın tam bir düstur olarak adlandırıldığını anlayamamasının nedeni işte budur. Bu yanlış anlamanın nedeni, karşı çıkan kişinin Allah'ın sadece kitap göndermekle kalmayıp, Onun öğretilerini pratikte uygulayarak sunan bir Resul gönderdiği gerçeğini gözden uzak tutmasıdır. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için, bir binanın yapımını örnek alabiliriz. Sadece binanın bir planı hazırlanmış ve inşaatı yaptırıp yönetecek bir mühendis görevlendirilmemişse ancak o zaman, tüm ayrıntılara yer verilmelidir. Fakat eğer planla birlikte inşaatı yapmak için bir de mühendis görevlendirilmişse, o zaman ayrıntılı bir palana gerek yoktur. Bu durumda istenilen özelliklerin, ana hatlarıyla belirtildiği bir plan yeterlidir. Bu nedenle böyle bir plana eksik diyerek kusur bulmak yanlış olur. Allah Kuran'la birlikte Resulünü de gönderdiği için Kuran'da sadece temel ilkeleri ve önemli direktifleri vurgulamış ve ayrıntılara yer vermemiştir. O halde Kuran'ın asıl fonksiyonu, İslam dininin entelektüel ve ahlaki bazını açıkça ortaya koyup bunları örneklerle güçlendirmek ve kalplere işlemektir. İslami hayat tarzının uygulamaya ait yönü söz konusu olduğunda ise, Kuran, ancak hayatın her yönü ile ilgili sınır ve hadleri belirler ve ayrıntılı kanun ve düzenleme koyulmaz. Bunun yanı sıra bazı önemli yerlerde, parçaların, Allah'ın dilediğine uygun biçimde nasıl birleştirileceğini öğreten kılavuzlar, yol işaretleri yerleştirir. İslami hayat düzenini Kitaptaki ilkelere uygun bir şekilde pratiğe aktarma görevi, özel olarak birey için, toplum için ve İslam devleti için, Kuran ilkelerine uygun bir hayat tarzı kurmak üzere gönderilen Hz. Peygambere (sav) verilmiştir. O halde Kuran, Hz. Peygamberin (sav) sünneti ile birlikte gönderilen Hz. Peygambere (sav) verilmiştir. O halde Kuran, Hz. Peygamberin (sav) sünneti ile birlikte alındığı ölçüde eksiksiz bir hayat düsturudur. (Tefhim, I, 26)
Resulullah'ın (sav) Kuran'ı izahı onun en güzel örnek olması dolayısıyla bizi için büyük öneme sahiptir. Onun gönderiliş sebeplerinden birisi de Kuran'ı açıklamadır. Hadisler belirlenen ilkelerin noktalama işaretleri niteliğindedir. Genel ilkelerin düşünce ve pratik olarak nasıl gerçekleşeceğini gösteren bir açıklamadır. Haccın kaç defa yapılacağı, namazların rekatları, hırsızın kaç elinin kesileceği vb, konularda muhakkak sünnete ihtiyaç vardır. Bununla beraber Kuran, senet yönünden hadisten farklı bir niteliğe sahiptir. Kuran'ın senedi bilimsel bir ispata ihtiyaç duymaz. Bilginler Kuran-ı Kerim'de yer alan bir hükmün doğruluğuna kanaat getirmek için o hükmü aktaran ravilerin akide ve ahlak olarak sağlama kişilikli insanlar olmasını araştırmak zorunda değildir. Çünkü Kuran-ı Kerim'in senedi kesindir. Bunun yanında Peygamberimizin şöyle söylediğini veya böyle yaptığını ispat eden hadisin senedi bu ölçüde sağlam ve kesin değildir. Bunun sağlam ve kesin olduğunun ispatlanması gerekir. (Min Vahy'il Kuran, I, 19)
Kuran'ı doğru anlamak için Resul'ü (sav) de doğru anlamak gerekir. Peygamberleri sürekli mucizelerle iş gören insanlar olarak algılarsak Kuran'ın canlı örneği Hz. Muhammed'i (sav) hayatımızdan uzaklaştırmış oluruz.
Sahabenin Kuran'ı anlaması da bizim için önemlidir ancak onların Kuran'ı yanlış anlamalar mümkündür. Ancak onların bizden farklı olarak tamamen olmasa da yanlış anlamaları ya da anlamamaları ihtimal dahilindedir. Örneğin Hz. Ömer'in (öl. 23/643), Abese suresinin otuzbirinci ayetinde geçen "ebben" kelimesinin anlamını, İbnu Abbas'ın ( öl. 68/687 ) Fatır suresinde geçen "fatır" kelimesinin anlamını bilmemesini, yine Adiy b. Hatim'in bakar suresinin 178. Ayetini yanlış anlamasını örnek verebiliriz. (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 28) Peygamberimiz bu kişilere, madem bu ayeti anlayacak kapasiten yok, o halde bundan böyle Kuran'ı anlama gayreti içine girme demiş değildir. Adiy b. Hatim'in oruçta "şafağın beyaz ipliğinin siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar yenilebileceğini" bildiren ayeti (Bakara 2/187) elinde tuttuğu siyah ve beyaz iplikle karıştıran bu sahabenin yanlış anlamasını düzeltimiş ama bundan sonra Kuran'ı anlamaya çalışmayasın dememiştir. Elbette kişilerin kabiliyetleri, birikimleri anlamalarında etkilidir. Ancak Kuran-ı Kerimi anlamaya sınır getirme ve bunu belli kimselere hasretme kutsama döneminde ortaya çıkmıştır. .. (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 49)

B) MEAL OKUMANIN ÖNEMİ
Kuran-ı Kerim, sıradan bir Kitap olmadığı için onu üslup ve muhteva olarak başka bir dile tam olarak aktarmak mümkün olmaz. Ancak bu Kuran'ın başka bir dile aktarılmasının sakıncalı olduğu anlamına gelmemektedir. Kuran-ı Kerim başka dillere çevrilmesi sayesinde yaygınlık kazanmıştır.
Muhammed Hamidullah'ın verdiği bilgiye göre, Avrupa'da ilk Meal çalışmaları 1141'de başlamış ve Kuran bu tarihlerde Latince'ye çevrilmiştir. İtalyanca'ya 1513, Almanca'ya 1616, Fransızca'ya 1647 ve İngilizce'ye de 1648'de tercüme edilmiştir. Bugün için, yaklaşık olarak Almanca'da 47, İngilizce'de 51, Fransızca'da 31, Latince'de 36, Urduca'da 100'e yakın ve Farsça'da 100'ün üstünde meal bulunmaktadır. Türkçe'de 65 civarında Meal olduğu söylenebilir. Bu nispet zamanla artış göstermektedir. (Ali Bulaç, Kuran-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, 5 bs., Istanbul, XXVII ayrıca bu mealde Ali Bulaç Dücane Cündüoğlu'na 2. Ve 3. Baskılarını gözden geçirdiği için teşekkür ediyor.)
Demek ki Kuran-ı insanların kendi dillerinde anlama çabalarının kökenleri çok eskilere dayanmaktadır. Ancak Kuran-ı Kerim'i anlamak için yapılan çevirilerin İngilizce mealler sayısına yakın oluşu bizim için üzücüdür.
Kuran meali yazılırken çeviri biçimlerinden motamot tercüme okuyucuya, Kuran'ın her kelimesine aşina olması ve her ayetin altında hemen tercümesini okuduğundan ayetin manasını hemen anlaması konusunda yararlı olur. Bu yöntem, bazı kolaylıkların yanı sıra beraberinde birtakım zaafları da taşır. Nitekim Arapça bilmeyen Kuran okuyucuları bu yöntemden tam anlamıyla yararlanamamaktadırlar. Çünkü motamot tercüme okunurken cümlenin akışı kesildiği gibi dilin edebi güzelliği de yok olmaktadır. Böylece Arapça'nın belâgat ve etkileyiciliğinden okuyucu mahrum kalmaktadır. Kuran satırları altında cansız bir tercüme bulunduğundan dolayı okuyucu bu tercümeyi okurken ruhu vecde gelmemekte, tüyleri ürpermeyip, gözlerinden yaş akmamakta velhasıl içinde fırtınalar kopmamaktadır. Öyle ki okuyucu, Kuran'ın aklı ve düşünceyi fetheden, kalbin derinliklerindeki ince noktaları etkisi altına alan üslubunu hissettirmemektedir. Değil okuyucuda bu tür tesirler uyandırmak, zaman zaman bu kitabın herkese meydan okuyan eksiksiz söz olduğundan bile kuşkuya kapılmaktadır. Tün bunların nedeni, motamot tercümenin, eleğin altından akan kuru parçalar olup Kuran'ın, ruhunun, edebi ve büyüleyici üslubunun yukarıda kalmasındandır. Gerçekten de bu üslubu hiçbir motamot tercümenin aktarabilmesi mümkün değildir. Oysa Kuran'ın etkileyiciliğinde, onun saf mesajı ve bahsettiği konularla birlikte büyüleyici üslubunun da payı vardır. Bu edebi üslup, kaya gibi sert kalpleri dahi adeta bir mum gibi eritmişti. Bu ilahi Kelam, bir yıldırım gibi tüm Arabistan halkını tesiri altına almış ve en aşırı muhaliflerine bile kendisini kabul ettirmiştir. Hatta bu kimseler, bu büyüleyici kelamın etkisi altında kalmaktan korkup onu dinlemekten çekiniyorlardı. Şayet Kuran böyle bir özelliği sahip olmasaydı ve motamot tercümelere benzeseydi, Arapların kalplerini kolayca yumuşatması ve gönüllerini fethetmesi mümkün olmazdı.
Ne var ki Kuran-ı Kerim'in gönderiliş amacı insanları vahiy doğrultusunda harekete geçirmektir. Kuran'ın öne çıkarılması gereken yönü hakkı batıldan ayırdedici özelliğidir. Duyguları harekete geçirme konusunda motamot çevirinin etkili olamadığı kesindir. Ancak duygusal olarak okuyucuyu harekete geçirme arzusu edebi yönü mesajın muhtevasını geri plana itebilir. Bu da vahyin amacını ikinci plana iter. Bence motamot tercüme yapılıp dipnot şeklinde yazarın tercih ettiği kelime karşılığını vermesi daha iyi olur.
Meal okuyalım derken zaten onu İncilden farklı olarak Kuran yerine koymuyoruz. İncilin hangi dilden olursa olsun böyle bir sorunu yok. Zaten hermenötik ilmi de farklı İncil metinlerindeki anlam örgüsünü göz önünde bulundurarak Allah'ın kastettiğini ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bize göre Kuran'ın Arapça olması ve kelimelerin ifade ettiği anlam son derece önemli. Öyle olmasaydı, müfessirlerimiz harfi cerleri dikkate alarak sonuçlara varmaz ve kaideler çıkarmaya çalışmazdı. Bu nedenle elimizdeki mealler sadece birer tercüme olmaktan öteye gidemezler. Kuran Arapça olarak indirilmiş olan Kitaptır. Kuran-ı Kerim'in Farsça'ya çevrilmesi İslam'ın ilk dönemlerinde gerçekleşti. Ancak bu namazda okunanın anlamını bilmeyen insanlara yönelik bir çabaydı.
Kuran-ı Kerim çevrilince her kelimeyi tam olarak vermek mümkün olmayabilir. Ancak bunun yaratacağı sorunlar, Kuran üzerine yapılan çalışmalarla giderilebilir. Örnek olarak enzelna (indirdik) ifadesinini geçtiği yerler ele alalım: "Ey Adem oğulları! Size örtünün diye giysiler ve güzel elbiseler verdik(enzelna)" (Araf 7/26)
Enzelna ifadesi tam tamına "indirdik" anlamına gelir. Elbette gökten elbiseler indirilmedi. Bu ayette enzelna ifadesi elbise yapma ya da kullanma kabiliyetini size verdik anlamında düşünülmeli. Bu anlama biçimi Kuran'ın diğer yerlerinde de kullanılabilecek niteliktedir: " O size demiri indirdi."(Hadid 57/25) Biz bunu Allah demir indirdi diye anlayamayız. Ne var ki bu ifadenin ne anlama geldiği çok büyük problem oluşturmamaktadır. Bu ifadenin ilk bakışta garip görünmesi onun çevirisinin anlaşılmazlığından değildir. Kuran'a aşina olmayan ve Arap olan birisi de bu ifadeyi garipseyebilir. Bu tür ifadelerin iyi çevrilemediğini söyleyip insanları Kuran mealinden soğutacağımıza hem okumalarını hem de araştırmalarını tavsiye edelim.
Rabbimiz Yahudilere Tevratı kendi dillerinde gönderdi. Yahudiler İbraniceyi Allah'ın özel/kutsal dili olarak kabul ettiler. Ancak dil ilahi mesajın iletilmesinde bir araçtır. Rabbimizin toplumlara kendi mesajını o toplumun dili ile iletmesi dil değişse de mesajın farklı dilde ifade edilebildiğini ve anlaşıldığını gösterir. Bir buçuk milyara yakın insanın kendilerini Müslüman olarak ifade etmeleri çeviriler sayesinde olmuştur.
Kuran-ı Kerim'in edebi mükemmelliğini takdir etmek mümkün olmasa da onun bu yönü çeviriler sonucu elde edilenler yanında az bir kayıptır. Edebi güzellik insanları etkilemekte bir yöndür sadece. Diğer bir deyişle Arapça olmayan bir dille mesajı anlamak Arapça konuşmayan birisi için bütün delilleri görmeden sonuca varmak demektir. (Abu al-Qassim Razzaqi, An Introduction to the al-Mizan, İnternet)
Rabbimiz Kuran mesajının herhangi bir dilde tüm dünyaya verilebileceğini, Kuran'ın Arapça veya başka bir dilde olmasının farketmeyeceğini bizlere şöyle bildiriyor: "Biz onu, yabancı bir dilde Kuran yapsaydık, mutlaka, 'ayetleri açıklansa idi ya' diyeceklerdi. Arap (peygamber)e yabancı dil öyle mi? De ki: "O iman edenlere bir hidayet ve şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında bir ağırlık vardır. O, (Kuran)onlara karşı kötülüktür. Onlar (sanki) uzak bir yerden çağrılmaktadırlar.(Maide 4/44)
Sonuç olarak meal okumanın Kuran-ı Kerimi anlamada büyük bir öneme sahip olduğunu hatta onu okumanın ibadet olduğunu söyleyebiliriz.
 
C) KURAN-I KERİM'İN ELE ALDIĞI KONULARIN BİLİNMESİ
Okuyucu her şeyden önce, Kuran'ın mahiyetini kavramalıdır. Başlangıç noktası olarak kişi Onunu vahyedilmiş bir kitap olduğuna inansın ya da inanmasın, Kuran'ın kendisinin ve Onu bize ulaştıran Hz. Muhammed'in (sav) öne sürdüğü Kuran'ın ilahi bir kılavuz olduğu iddiasını göz önünde bulundurmalıdır. (Tefhim, I, 14)
Kuran'ın ele aldığı konu insandır. O insanı felaha veya helaka götüren hayat tarzlarını anlatır. Kuran metni boyunca vurgulanan ana fikir, Hakkın açıklanması ve buna dayanan doğru yola davettir dil incelemesi değil. Kuran, gerçeğin, Allah'ın, Hz. Adem'i (as) halife tayin ettiğinde kendisine vahyettiği ve Ondan sonra gönderdiği diğer bütün peygamberlere vahyettiği gerçek olduğunu ve bütün peygamberlerin aynı doğru yolu çağırdıklarını bildirir. İnsanlar tarafından bu hakka aykırı olarak, Allah, insanın evrenle, insanın Allah'LA ve diğer yaratıklarla ilişkisi hakkında icat edilen tüm teoriler yanlıştır ve bunlar üzerine kurulan hayat tarzı sonuçta insanı hüsrana götürür. (Tefhim, I, 16)
Vahyin hedefi ise, insanı doğru yola çağırmak ve cahilliği nedeniyle kaybettiği veya günahkarlığı nedeniyle yüz çevirdiği hidayeti onlara sunmaktır. Eğer okuyucu bu üç şeyi zihninde tutarsa, ne bu kitabın üslubunda bir uyumsuzluk, ne konusunun sürekliliğinde, ne de konuları arasında bir kopukluk olmadığını anlayacaktır. Konusu, ana fikir ve amacı göz önünde bulundurulduğunda bu kitapta lüzumsuz ve anlamsız tek bir nokta yoktur. Baştan sona ele alınan farklı konular, ana fikirle öylesine uyum içindedirler ki, onları, farklı renk ve boyutlarına rağmen onları aynı kolyenin güzel taşlarına benzetebiliriz. Kuran, göklerin, yerin ve insanın yaratılışını anlatırken olsun, evrendeki yaratıklara değinirken veya insanlık tarihinden olaylar aktarırken olsun aynı hedefi gözetir. Kuran'ın amacı tabiat bilimlerini, tarihi, felsefeyi, başka bilimleri veya sanatı öğretmek değil, insanı doğru yola ulaştırmak olduğundan, Kuran bu ilimlerin konularıyla ilgilenmez. Onun ilgilendiği tek şey, gerçeği anlatmak, onunla ilgili yanlış anlamaları ortadan kaldırmak, kafalara hakkı işlemek, insanların kötü davranışlarının sonucu ile uyarmak ve tüm insanlığı doğru yola davet etmektir. Aynı zamanda inançların insanların ve toplumların amellerinin, metafizikle ilgili tartışmaların vs. kritiği ile de ilgilenir. Bu nedenle Kuran, bir şeyi sadece kendi amaç ve hedefine uygun olduğu ölçüde anlatır, belirtir veya o şey hakkında hüküm verir. Gereksiz ve ilgisiz ayrıntılar üzerinde durmaz ve sözü tekrar tekrar bütün konuların çevresinde döndüğü ana fikre, hakka davete getirir. Kuran bu bakış açısıyla incelendiğinde, tümünün mantıklı olduğu ve tüm metin boyunca bir konu bütünlüğünün olduğu görülür. (Tefhim, I, 16-17)
Bundan yola çıkarak Kuran'ı okuyan insanın, orada belirlenmiş bir anlamı varsayacak, o anlamın tüketilircesine belirlenebileceğini düşünerek, bu anlama salt filolojik, gramatik ve mantıksal yaklaşımlarla ulaşılabileceğini öngörmek doğru olmaz. Çünkü Kuran içerdiği hukuki hükümleriyle bize filolojik, gramatik veya mantıksal bir anlam çözme işlemiyle bulunabilecek olanın ötesinde bir şeyler söyler. Ve bu çözümlemelere saplanıp kalındıkça bize söylediği gürültüye gider, unutulur. Onu tekrar hatırlamanın yolu ise, aslında şaşaalı, yöntemsel yaklaşımlar gerektiren bir şey değil, ona kulak vermek, söylemeye çalıştığı şeyi kalp kulağıyla dinlemek oradaki sesi duymaya, anlamı yakalamaya yeterlidir. Mistik çağrışımları olan bu yaklaşımın birebir İslami tecrübelere uyarlanması kuşkusuz mümkün değildir. (Yasin Aktay, "Kuran Yorumlarının Hermenötik Bağlamı", İslami Araştırmalar Dergisi, IX, Ankara, 1996, S. 1,2,3,4, 91)
Kuran-ı Kerim bir tarih veya coğrafya kitabı olsaydı bize bu bilgileri vermeyi amaç edinebilirdi. Ona yaklaşanlar bir bilim kitabı gibi yaklaşırlarsa ondan faydalanamazlar. Bununla Kuran-ı Kerim bilimle ilgili hiçbir şey anlatmıyor demek istemiyorum. Ancak onun sakınanlara yol gösterme özelliğini geri plana itip Batı ile boy ölçüşebilme arzusuyla bir bilim kitabı gibi okunmasının yanlış olduğunu düşünüyorum.
Kuran-ı Kerimi bir bilim kitabı görmek ayetleri amacından ve kastından oldukça uzaklaştırmaktadır. Rabbimiz Rahman suresinde azabından ne cinlerin ne de insanların yeri göğü aşıp Rabbimizin bir üstün güç (sultan) olmaksızın yaptıklarının hesabını vermekten kaçamayacaklarından bahsederken (55/33), bu gücü uzay gemisi olarak yorumlayanlar olmuştur. Yani bilimsel bilgiyi Kuran-ı Kerim'de de var demek için ayete Allah'ın azabından sadece uzay gemisi ile kurtulunabileceği anlamı verilmektedir ki, ayetlerin gerçek anlamından ne kadar da uzaktır.
Kuran-ı Kerimi bir bilim kitabından beklenecek unsurları barındıran bir kitap gibi gören büyük müfessir Fahreddin er-Razi (Allah rahmet etsin)'den de bir örnek vereyim. Razi "Arzı sizin için bir döşek kıldık" ayetini ele alıyor. Ve diyor ki yeryüzü hareketsizdir. Doğrusal hareket etseydi, zıplayan bir adam aynı noktaya inemezdi. Düşey hareket etseydi, insan hafif olduğundan yeryüzü ile aynı hızda düşey hareket edemeyeceğinden dünyaya yetişemez aradaki mesafe açılırdı, dairesel olarak doğuya doğru hareket etseydi batıya giden birisi bir türlü gidemezdi. (Fahruddin er-Razi, tefsir-i kebir, Ank., Cev: Suat Yıldırım vd.,, Akçağ Yay., 1988, c.2, 112-114)
Razi'nin burada düştüğü yanılgı dönemin vardığı bilimsel bilgi düzeyini Kuran'da bulma çabasıdır. Ayette yeryüzünün döşek olarak anlatılmasından kasıt onun bizim yaşamımıza müsait bir yer olması ve bizim buna şükretmemizin gerektiğidir. Yoksa bilimsel gerçekleri sunmak değil. Biz bilimsel araştırmalarımızı yapalım ancak ayetleri ya da bilimsel gerçekleri birbirine yapıştırma usulüyle Kuran okursak mesajından uzaklaşmış oluruz. İnsanları inandıracağız diye yanlışlanabilir bilgiyi kabul eden bilimin verilerinin Kuran ile uyuşmadığını gördüğünde insanları dinden uzaklaştırabiliriz de.

Ondokuz mucizesini Müslümanların bir ara ne kadar sahiplendiklerini Cenk Koray'ın da Mustafa Kemal'in hayatının ondokuz üzerine kurulu olduğuna dair yazılar yazdığını unutmayalım. Cenk Koray'ın oğlunun da ondokuz yaşında öldüğünü zikretmeden geçmeyelim.

D) KURAN-I KERİM'E GÖSTERİLEN YANLIŞ SAYGI ANLAYIŞI
Kuran-ı Kerim'i yücelteceğiz diye onda bütün ilimlerin saklı olduğu iddiasıyla bir yandan onun gönderiliş amacı geri plana itiliyor. Öbür yandan da onu anlayalım denildiğinde onu anlamak için hadis, nüzul sebebi, sarf, nahiv vb., engeller diziliyor. Bu nedenle Kuran-ı Kerim'in konumunu tespit kulluğumuz açısından büyük önem arzediyor.
Kuran'ı yüceltmek adına onun sayısız anlamlara sahip olduğu onun anlamanın mümkün olmadığı, onun akla hitap etmediği gibi iddialarla insanlar Kuran’dan uzak tutuluyor. Anlamak için anlayacağına inanmak gerekir. Kuran, anlamamız için kolaylaştırılmış olmasıyla yüce bir kitaptır. Zaten bir kitabın anlaşılmaması onun kalitesizliğini gösterir. Bununla birlikte bilgili bir insanın rehberliğinde Kuran-ı Kerim okunmazsa yanlış anlama ortaya çıkmaz mı? Evet özellikle insan hedef ve kişisel malzemesinin düzeyini bilmezse böyle olur. Fakat anlamaya çalışmamak okuyucu ve ümmeti için daha büyük bir kayıptır. Doğru anlama faaliyeti sırasında yaptığınız yanlışlar telafi edilebilir ancak anlama çabasında olmaksızın geçirilen zamanın telafisi yoktur.
Aksine Kuran, işitme, görme organlarını dinlemek, görmek ve anlamak için kullanmayanlar hayvanlardan daha kötüdür diyor: “Onların kalpleri vardır anlamazlar. Gözleri vardır görmezler. Kulakları vardır işitmezler. Sığır gibidirler. Hatta daha da sapık. Onlar uyarıları kale almıyorlar. (Araf 7/179).
Tamam kafirlerden bahsediyor ama bu kafirlerden şu münafıklardan der ve kendi üzerimize almazsak Kuran'ın birçok ayetini geçmiş olmaz mıyız? Kafirleri uyaran ayetler aynı zamanda bizim de kendimize çeki düzen vermemiz yolunda direktifler değil mi?
Maalesef günümüzde Kuran-ı Kerimi yücelteceğiz diye, onu yüksek bir yerde asılı tutuyoruz. Bunu aşanlarımız da onun önüne öyle engeller koyuyorlar ki adeta insan çarpılacağını sanıyor. Bu nedenle Kuran’a saygının boyutlarını belirlemek fevkalade öneme haizdir.
Müslim’de bir hadis var. O hadis-i şerife göre Resulullah (sav)'e İbn Ömer’e yolculuk sırasında yanına Kuran’ı almamasını tavsiye ediyor. Gerekçe olarak da düşmanın eline geçmesinden çekindiğini söylüyor. Anlaşılıyor ki sahabe Kuran ile oldukça samimiydi. Devenin üstünde giderken de yüklerinin içinde Kuran-ı Kerimi taşıyorlardı.
Kuran'ın yüceliğinin yanında niteliği vurgulanmalıdır. Yoksa Kuran-ı Kerimi yücelteceğiz kaygısıyla kulluk konusundaki rehber ile kullar arasındaki mesafe açılabilir. Osman Bey ile ilgili anlatılanlar doğru ise o bir gün konuk edildiği evde, ki o ev kayınpederi olan bilginin evidir ve ancak o evde bulunan bir Kuran'la, aynı odada yatmaya mecburdur. Biçare duvarda asılı Kuran'ı görünce sabaha kadar uyumamıştır. Niçin, çünkü Kuran'a karşı saygılıdır. Onun bulunduğu odada uyumaktan utanmıştır. Oysa o Kuran'ı açıp okusaydı, bu Kuran'ı gönderenin ondan şöyle bir talepte bulunduğunu görecekti: "Allah'ın vahyini okuyanlar, namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar ve kendilerine verdiğimiz rızktan gizli açık başkaları için harcayanlar: işte ancak bunlar hiç kesintiye uğramayacak bir kazanç umabilirler. Allah, onların hak ettiği karşılığı eksiksiz verir ve onu lütfuyla daha da artırır. Allah, şüphesiz çok bağışlayıcıdır ve şükrün karşılığını anında verendir." (Fatır 35/29-30) Onun bu tür tavrı doğru olsaydı hafızların yanında uyumak iyice gayr-i ahlaki bir tavır olurdu.
Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için oldukça hoşgörülü bir efendiden da nakilde bulunayım. Bir gün kendisini halisane bir arkadaşı ziyarete geliyor. Uyku vakti geldiğinde bakıyor ki odada bir yanda kitaplık, bir yanda kıble bir yanda da saygıdeğer arkadaşı. Maalesef o gün uyuyamıyor. Halbuki arkadaşını kitaplığın yanına alsaydı yine kendisi için koyduğu yasaklardan kurtulup dinlenmek için var olan geceyi değerlendirebilirdi.

III. KURAN-I KERİM'İ DOĞRU ANLAMANIN AMACI NEDİR?

Allah rızası için Kuran okunmalıdır. Bu da doğruyu kabullenme konusundaki istikrardır. Yoksa hayat boyu değişmemek tutarlılık değildir. İnsanların bu ahlaka sahip olup olmamaları Kuran ile ölçülebilir. İnsanların Kurani doğrulara zamanla ulaşabilmeleri Kuran'ın bir süreç içinde inmesi ile doğru orantılıdır. İnsanlara hem akide hem de amel noktasında doğruları yakalamaları için zaman tanımalı onların çabalarına destek olmalıyız.
"Allah'tan sakınırsanız O size doğruyu yanlıştan ayırma yeteneği verir."(Enfal 8/29) Kuran'ın bu kelimeleri doğru ve yanlışı ayırma yeteneğinin öngerekliliğinin Allah'a bağlılık olduğunu açıkça gösterir.
Kuran okuyucusu Kitap doğrultusunda yeryüzünü ıslah çabası içine girecekse dünyadan haberdar olmalıdır. Müslümanların ilminden faydalandığı, Sadreddin Yüksel'e "efendim biz tesettürün yaygınlaşması için faaliyetlerde bulunuyoruz, bunun reklamını yapabilir miyiz?" şeklinde bir soru soran meşhur bir giyim şirketi evet cevabını almış. Eğer Sadreddin hoca bu şirketin bu işi açığa vurmak anlamına gelen defileler aracılığıyla yaptığını bilseydi böyle bir şeye alet olmazdı. Böyle bir hata belki dini yeni öğrenen birisi için hoş görülebilir ama dini anlatan pozisyonunda birisi için pek mazeret sayılamaz.
Doğru anlamaktan amacımız, ahirette kurtulanlardan olmaktır. İslam, insana yaptıklarından sorulacağı inancını vererek, başıboş bırakılmadığı düşüncesini yerleştirir ve başarıyı ölçü almayarak içten çalışmayı yeter şart olarak değerlendirir. Bu bağlamda başarı uğruna haktan sapmaları, Allah rızasına muhalif görüş ve samimiyetten uzak amelleri boş ve riya mahsulü olarak hiçler. Ölümsüz, ahiret hayatı düşünülerek yapılmayan her hareket, İslam'ın meşruluk sınırını aşmış olur. Kurani/İslami hareket de zaten, bir bütün olarak, bireysel ve toplumsal hedeflerin Allah rızasına yönelik olmasını denetlemeyi amaçlayan mücadelenin adıdır. (Kürşat Atalar, "Türkiye'de Kuran'a Yöneliş Hareketi", II. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1996, 263)
Kuran'ın gündeme getirdiği her şeyi yaşadığımız zaman diliminde karşılığını bulmak durumunda değiliz. Bazı tartışmalar ve konular tarihseldir. Örneğin Kuran mahluk mudur değil midir tartışması artık günümüzde bir şey ifade etmemektedir. Lut toplumundaki sapıklık, Türkiye'deki baskılar, fail-i meçhuller, çeteler ve başörtüsü zulmü göz önünde bulundurulduğunda zayıf kaldığı için o konuyu toplumdaki varlığı ölçüde düşünmemiz gayet normaldir. Zannediyorum bu örnekler niçin Müslümanların siyasi konulara bu kadar ağırlık verdiklerini açıklamaktadır. Ekonomik zulümlere daha az ilgi göstermeleri o sorunlarla ilgilenmeyi sol kesim için münasip görmeleri, biraz da namus telakkisinin daha önde gelmesinden kaynaklanmaktadır.
Kuran-ı Kerim akademik gayelerle okunmaz. Akademik çabalar ümmetin ihtiyacına yönelik bir anlama çabası düzeyinde kalmalı ve kimlik olarak kariyer değil Müslümanlık ön plana çıkmalıdır. Ebu Hureyre naklediyor: "(Ahirette bilgi edinen ve öğreten ve Kuran okuyan bir adam getirilecek. Allah ona soracak: "Allah'a şükretmek için ne yaptın?" Adam cevaplayacak: "İlmi Senin rızan için öğrendim, öğrettim ve Kuran'ı okudum." Allah diyecek ki: "Yalan söylüyorsun. Sen ilmi seni alim, Kuran okuru desinler diye okudun." Onun hakkında hüküm verilecek ve yüzüstü sürülerek cehenneme atılacak. (Müslim)
Abdullah ibn Mesud'dan nakledildiğine göre o şöyle diyor: "Büyük günah birisi diğerine Allah'tan kork der de diğeri "Sen kendine bak" demesidir. İslamı anlama konusunda ilmi çalışma yapıyor oluşumuz bizleri diğer Müslümanlara karşı müstağnileştirmemelidir. Çünkü doğruları ne ilk keşfeden biziz ne de her zaman bizden önce yaşamış olanlardır.
Bir insanı eleştiren onun kötülüğünü istiyorsa ona dokunmaz. Bozuk yolda devam eder dünyada veya ahirette zorlukla karşılaşır. Yanlışlarımızı gösteren insanlara teşekkür etmeliyiz. Zaten eleştiri tahkir gibi değildir.
Kuran-ı Kerim'i ilk anlamaya çalışan biz değiliz. 1998 kuşağının oluşturduğu insan zinciri gibi bu görevi üstlenen ve zengin bir mirası oluşturan bir anlama zinciri söz konusu. Onu inkar edemeyiz. Bu nedenle ne Kuran'ı daha önce kimse yaklaşmamış gibi düşünerek ne de öncekilerin yolunu sürdürmek amacıyla okumalıyız. Peygamberimizin (sav) izah ettiği ve uyguladığına zıt olan hiçbir yorum geçerli değildir. Ümmetin büyük çoğunluğunun aynı sonuca vardığı konularda farklı bir sonuca varılmışsa elde edilen sonuç dikkatlice gözden geçirilmelidir. Çünkü aslolan ihtilaf değil ittifak etmektir. İhtilaf edenler hakkında Rabbimiz ahirette hükmünü verecektir.
Kuran'ı doğru anlamanın amacı, İslami diriliş hareketinin sarsılması ve saptırılmasına asla izin verilmemesi gereken değişmez kurallara dayandırmak için Kuran'a dayalı bir diriliş hareketini ortaya koymaktır. Çünkü Kuran kültürü hem düşünce planında hem de pratik eylem sahasında yapılacak inkılapçı İslami çalışmaların temelini oluşturur. Zira Kuran-ı Kerim akidevi İslami dirilişte önünden ve ardından herhangi bir şaibenin ulaşamayacağı bir kitabı temsil eder. (Fussilet 41/42) Çünkü Kuran-ı Kerim, sırf dilbilgisindeki sözcüklerin bir araya getirilişi değildir ki sözlükteki sözcüklerin anlamları ile dondurulabilsin. Aksine Kurani kavramlar manevi ve pratik bir atmosferde harekete geçen kavramlardır. Bu nedenle biz, Kuran ayetlerini realitelerin atmosferinden uzak, sırf düşünceye yönelik edebi metinler gibi ele almıyoruz. Zira biz Kuran'ın doğru yola götüren doğru harekete geçiren, bilgi veren, ilham eden, Rabbimize doğru yönlendiren bir hayat rehberi olduğunu kavramış bulunuyoruz. Kuran ayetleri, İslam çağrısı hareketinin atmosferinde indiği sırada bu hareketin zaaf noktalarını ve davanın aşamalarında ve realitenin karşı koyuşlarındaki üstünlüklerini gözetiyordu ki, onun zaaf noktalarını güçlendirecek, kuvvetli yılgınlığın etkilerinden koruyacak, aşamaları hedeflerine doğru yönlendirecek, realitenin karşı koyuşlarını ısrarla göğüsleyecek ana ilkelere, ciddi kaideler ortaya koyarak İslam toplumunun hareketi içinde yeni bir atmosfer yaratabiliyordu. . (Min Vahy'il Kuran, I, 19-20) Nassın sürekli yöneldiği amaç, vakıanın kendisidir, yani bireysel ya da toplumsal yaşamın çok yönlü ilişkiler ağı içinde teşekkül eden, sosyal realitedir. Özellikle bu nedenledir ki, "Kuran'ın inişi ve İslam toplumunun oluşumu tarihi bir ortamda sosyo-kültürel bir gelişim karşısında cereyan etmiş" olup nihai tahlilde amaç insanı salt kişisel ve metafizik olarak değil ama somut ve toplumsal çerçevede ahlaken eğitmektir. (Sadık Kılıç, "Kuran'ın Anlaşılması Üzerine", II. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1996, 29) Kuran'ı en güzel okuma biçimi, dış realiteyi, beşeri vakıa ve oluş ufkunu göz önünde bulunduran okuma biçimi olacaktır.
Kuran'ı okuyan insanın orada belirlenmiş bir anlamı varsayarak, o anlamın tüketilircesine belirlenebileceğini düşünerek, bu anlama salt filololjik, garamatik ve mantıksal yaklaşımlarla ulaşılabileceğini öngördükçe Kartezyen nesnelcililiğin etik alanına yakalanmış olur. Spinoza'nın söyledikleriyle de bir miktar süreklilik bulunabilecek böylesi bir yaklaşım göre, bir kutsal metnin bize söyleyeceği şeyden de hızla uzaklaşmış oluruz. Çünkü bir kutsal metin veya bir edebi metin anlattığı hikayelerle, içerdiği hukuki hükümleriyle bize filolojik, gramatik veya mantıksal bir anlam çözme işleminde bulunabilecek olanın ötesinde bir şeyler söyler. Ve bu çözümlemelere saplanıp kalındıkça bize söylediği gürültüye gider, unutulur. Onu tekrar hatırlamanın yolu ise, aslında şaşaalı, yöntemsel yaklaşımlar gerektiren bir şey değil, ona kulak vermek, söylemeye çalıştığı şeyi kalp kulağıyla dinlemek oradaki sesi duymaya, anlamı yakalamaya çalışmakla olur. Mistik çağrışımları olan bu yaklaşımın bire bir İslami tecrübelere uyarlanması kuşkusuz mümkün değildir. Ancak İslam'da Kuran'ın bir hukuk ve gündelik hayat kültürünün oluşmasını sağlayan fıkıh etkinliği de, her şeyden önce Kuran'a böylesi bir kulak vermenin bir sonucudur.(Yasin Aktay, "Kuran Yorumlarının Hermenötik Bağlamı", İslami Araştırmalar Derg.,, C. 9, S. 1-2-3-4, Ankara, 1996, 90-91)
Kuran üslubunu bu açıdan ele aldığımızda Kuran-ı Kerimi bir mesaj ve davet kitabı olarak anlamamız gerektiğini görüyoruz. Böylece risalet ve davetin atmosferine girmemiz mümkün olur. Ancak bu atmosferi oluşturabildiğimizde ilk Müslümanların ulaştığı büyük hedefe ulaşabiliriz. Bu büyük hedef, bilinçli ve Kurani şahsiyetin oluşmasıdır. Bu şahsiyeti büyük Peygamber (sav), hayatında en doğru biçimde temsil etmiştir. Bu nedenle onun sözleri bir mesaj olduğu gibi hayatı da pratik bir mesaj olmuştur. Bunu hayıtında çağrının yanında örnekli ve önderlik de birbirine paralel olarak gitmiştir: "Andolsun ki Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) çok güzel bir örnek vardır."(Ahzab 33/21)
Bir kimse Kuran'ın mesajını pratiğe aktarmaksızın Onun ruhunu tam anlamıyla kavrayamaz. Çünkü Kuran, ne kolayca okunacak bir soyut teori ve fikirler kitabıdır ne de ancak üniversite ve manastırlarda incelenebilecek bir dini kitaptır. Kuran'ı anlama çabamız onu sosyal alana hakim kılma amaçlı olmalıdır. Zira Peygamberimiz döneminde müşrikler onu iyi anlıyorlardı. Ancak onlar Kuran'ın onları mahveden muhtevasına karşı çıkıyorlardı. O, insanları bir harekete davet etmek ve bu harekete uyanların etkinliklerini, bu amacı elde edebilmeleri için yönlendirmek üzere gönderilmiş bir kitaptır. Bu nedenle Onun gerçek anlamını kavrayabilmek için kişi hayatın bağrına atılmalıdır. Hz. Muhammed (sav) gibi yumuşak ve sessiz birinin, sessizliğinden çıkıp İslam hareketini başlatmasının ve karşı çıkanlarla savaşmasının nedeni işte budur. Onu her türlü yanlışlığa ve kötülüğe karşı savaş ilan etmeye ve şartlar ne olursa olsun kafirlerle mücadele etmeye teşvik eden Kuran'dı. Daha sonra Kuran her evden temiz mizaçlı kimseleri kendine çekti ve onları, yeni harekete karşı çıkmak üzere kendilerini hazırlayan, eski düzenin savunucularına karşı mücadele etsinler diye bir lider etrafında topladı. Yirmi üç yıl kadar süren doğru ile yanlış, hak ile batıl arasındaki bu uzun ve şiddetli savaş boyunca Kuran, İslami hayat tarzını mükemmel bir şekilde kurmayı başarıncaya dek her an ve her safhada İslami harekete rehberlik etmeye devam etti. (Tefhim, I, 28-29)
Kuran-ı Kerim'i daha iyi anlayabilmek için Kuran'da olan olaylarda aktif rol almak gerekiyor. Yani putların bulunduğu ülkeyi terk etmemeli, gerekirse hicret etmeli, Bedir, Uhud, Hendek tecrübelerini yaşamalıyız. Silahları ile Müslümanları tehdit eden Ebu Cehil ile karşılaşmalı, yardakçılarıyla birlikte tuzak kuran, İslami hareketin önüne engeller koyan Ebu Leheb'e iki elin kurusun diyebilmeliyiz. Münafıklarla karşılaşmalı, onların tuzaklarına karşı duyarlı olmalı, terörist İsrail'in komplolarına karşı hazırlıklı olmalıyız. Bu sayede Rabbimizden sakındığımızı gösterebilir, Kuran-ı Kerim'in yol göstericiliğinden faydalanmış oluruz.
Kuran atmosferinde yaşamak onu sadece okumak ve ilimlerine muttali olmak demek değildir. Bizim kastettiğimiz ashabın Kuran'la yaşadığı atmosferdir. Bugün insanın düşüncesini anlayışını, hayatını ve kalbini işgal eden cahiliyeye karşı mücadele verildiği atmosferdir.
Kuran, tarih konusunda bize bir çatışmalar manzumesi veriyor. Devlet talebimiz yok desek de biz de laikiz desek de bu Kuran ve onu anlama ve yaşama çabası var oldukça insanlar onu pratiğe aktarma çabası içinde oldukça bu söylemler havanda su dövme ile sınırlı kalacaktır.
Kuran-ı Kerim mücadelesi verilmemiş toplumsal proje kaynağı değildir. Savaşım verilmeksizin projeleri devreye koymaya çalışmak, hedefleri sürekli geriletir. Müslümanların devlet talebi olmadığı, (Ali Bulaç) ulus ve ulusçuluğun normal olduğu, hatta ineklerin farklı farklı süt verdiklerinden yola çıkarak ulusların, kimisinin diğerinden daha kaliteli olduğunu (Şevket Eygi) ileri sürmek resmi tezleri kabulleniş fikir boyutta bile sağlam duruşun sağlanamadığını göstermektedir. Kuran-ı Kerim kendisini ancak canlarıyla, mallarıyla mücadele edenlere açar.
 

IV-KURAN-I KERİM'İ DOĞRU ANLAMAK İÇİN NASIL OKUMALIYIZ?


Kavramlar ilk dönemlerde saflığını korurken daha sonra Müslümanların var olan kültürleri bu kavramlarda anlam kaymalarına yol açmıştır. Bu bağlamda Kuran-ı Kerim'i konulu okumak kavramlarla anlaşan insanoğlu için kaçınılmaz hale gelmiştir. Analitik okuma tarzıyla Kuranın farklı insani faaliyetlerle ilgili görüşünü kavramak mümkün değildir. Bu tarz tefsirle farklılıkları gidermek kolay olmayabilir. Ancak konulu okuma ile kelami tartışmalara, ayrılıklara yol açan görüşlerde bir azalma olacaktır.

A) ANALİTİK VE KONULU OKUMA BİÇİMİ
Analitik metod, ictihada teşvik eden yaratıcı konulu çalışmaya göre niçin gelişmeye engel oldu? Bu sorunun cevabını ancak iki metod arasındaki farklara işaret edebilerek verebiliriz.
İlk fark analitik okumada okuyucunun pasif olmasıdır. O, Kuran metninin bir bölümünü dikkate alır. Genellikle onun çabası belli bir kısmını açıklanması ile sınırlıdır. Bunda, metnin rolü konuşmacının rolüne benzemektedir ve okuyucunun pasif görevi dikkatle dinlemek ve anlamaya çalışmaktır. Okuyucunun işi pak bir zihinle, klasik Arapça'ya olan aşinalıkla dinlemek ve anlamaya çalışmaktır. Burada Kuran aktif bir rol oynar.
Buna karşın konulu anlamaya çalışan yapan okuyucu çalışmasına Kuran metninden değil hayatın gerçeklerinden yola çıkar. O, insan düşüncesinin ve deneyiminin ideolojik, sosyal ya da ekonomik problemlerle ilgili ortaya koyduğu sorular ve çözümleri dikkate alarak tezahür eden problemlerden özel bir konu üzerine odaklaşır. Bunun için Kuran'a yönelir ancak o, pasif değildir. Kendisini Kuran'ın önüne birçok insan düşüncesinden bir problemi yerleştirir. Kuran ile bir diyalog kurar. Okuyucu sorar, Kuran cevaplar.
Okuyucu konuya kapasitesi ölçüsünde eğilir. Meraklı ve düşünen bir kafayla, araştırdığı konuyla ilgili Kuran'ın bölümlerinden başlayarak Kuran-ı Kerim'e sorular sorar. Amacı, Kuran'ın araştırılan konuyla ilgili kalkış noktasını o konudaki görüşler ile karşılaştırarak tespit etmek ve metinin ilham ettiği sonuca ulaşmaktır. Konulu okuma biçimi, realiteden şeriata giden bir yoldur.
Peygamberimiz döneminde konulu okuma metodunu çok az uygulaması bu dönemde de az yapılmasını gerektirmez. Ayrıca o dönemde kelimeler ve kavramlar hakkında farklı anlamalar söz konusu değildi. Olsa bile Resulullah'ın manevi iklimi müminleri kuşatıyor ve bu farklılıklar gideriliyordu. Aynı atmosfer günümüzde de devam etmediği için Kuran ve İslam kavramlarında çalışmalara ihtiyaç var. Bu ihtiyaç, değişik alanlardaki geniş ve çeşitli kültürel deneyimiyle Batı ve İslam dünyası arasındaki etkileşimin bir sonucu olarak yeni görüş ve düşüncelerin ortaya çıkmasıyla daha da artmıştır. Günümüzde İslam'ın bunlarla ilgili destekleyici ya da olumsuz görüşlerini tespit etmek bir gerekliliktir. Bu görüşler tespit edildiğinde insanın zihni deneyiminin hitap etmeye çalıştığı farklı insani tecrübe alanlarındaki sorunları çözmemizde bize yardımcı olabilir. Analitik okumanın alternatifi konulu okuma değildir. Konulu okuma bir ilerideki aşamadır. Konulu okumalarda Kuran'ı baştan sona ayet ayet yorumlayan analitik tefsir kitapları zengin bir birikimi oluşturmaktadır.
Kuran'ın anlaşılmasında birinci esas yine kendisidir. Çünkü birçok ayet bir diğerinin anlaşılmayan ya da özet anlatılan kısmını izah eder. Resulullah (sav), "iman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar" ayetini " şirk en büyük zulümdür" ayetini okuyarak cevap vermiştir. Demek ki bu tarz Kuranı anlamayı Hz. Peygamber de kullanmıştı.
Konulu okuma biçiminde Kuran-ı Kerim, ayet ayet okunmaz. Tersine, Kuran-ı Kerim’in ilgilendiği çeşitli doktirinel, toplumsal konular arasından özel birini işlemeye çalışır. Örneğin Kuran’daki tevhid doktirinini, Kuran’daki peygamber kavramını, Kuran’ın ekonomiye yaklaşımını, tarihin işleyişini şekillendiren yasaları Kuran’a göre ele alır. Bu çalışmalar aracılığıyla bu metod, hayatla ve evrenle ilgili çeşitli konular arasından özel bir konuyla ilgili Kuran’ın görüşünü belirlemeye çalışır. Konulu okuma, çeşitli doktrinel ve sosyal problemler arasından birini ele alan ve Kuran’ın ona karşı tavrını belirlemeye çalışan bir yöntemdir.
Kuran okuyan kimsenin yüksek oranda kavrayış elde etmesi için üç şeye ihtiyacı vardır. Sakınan bir kalp, sakin ve almaya hazır bir beden ve okumak için uygun bir ortam. O Allah'tan sakınırsa melun şeytan ondan uzak durur. Rabbimiz, bize Kuran okurken melun şeytandan kendisine sığınmamızı istiyor.(16/98) Kuran-ı Kerim'i okuma süresi de anlamada oldukça önemlidir: Abdullah b. Ömer (ra) Allah resulünün şöyle dediğini rivayet eder: "Yüce Kuran'ın sürekli okuyucusu olman için uygun olanı söyleyeyim mi? Evet dedim: "Neden olmasın ya Resulullah! Her zaman dindarlığı ve fazileti arzuluyorum." Peygamberimiz şöyle dedi: "En güzel oruç Davut peygamberinkidir. O en büyük kuldu. Sana Tüm Kuran'ı bir ayda okumanı tavsiye ediyorum." "Fakat daha fazlasına gücüm yeter" dedim. "O zaman on günde bitir." Dedi. "Daha fazlasını yapabilirim" dedim. Sonra "Kuran okumayı yedi günde bitir" dedi. Daha az bir sürede bitirme" dedi. (Buhari) Demek ki Kuran-ı Kerimi doğru anlamaksa amacımız bunun için gerekli süreyi ayırmalıyız.
Yine Kuran dini Allah'a has kılarak (halisine fi'd-din) okunmalıdır. İnsanın kınamasından korkan kişi, Kuran'ı gereği gibi anlayamaz. Anlasa da yaşayamaz. Yaşama aksetmeyen bir inanç ise yok hükmündedir. Müminler, korkacaklarsa, korkulmaya layık olan Allah'tan korkmalıdırlar. Kuran'ın emirlerini yerine getirme hususunda, onlara hiçbir şey engel olmamalıdır. Peygamberlerin yolu budur. Müminler de böyle yapmalıdırlar. (Kürşat Atalar, "Türkiye'de Kuran'a Yöneliş Hareketi", II. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1996, 271)

B) KURAN-I KERİM'İ DOĞRU ANLAMAK İÇİN FARKLI YÖNTEMLER DENENMELİDİR
Yukarıda konulu Kuran-ı Kerim okumayı tavsiye ettim. Ancak Kuran'ın tek tarz okunmasının faydaların tümünü elde etmeyeceği kanaatindeyim. Bu nedenle, Kuran, farklı yöntemler kullanılarak okunmalıdır diyorum. Kuran, farklı yöntemlerin testine dayanıklı bir kitaptır ve bugüne kadar da her türlü testten başarıyla geçmiş bir kelamdır. Bu bağlamda, bir ayeti tek anlamla sınırlandırma anlayışı, hatalıdır. Bu son tahlilde, Kuran'ın evrenselliğine ters düşen bir anlayıştır. Dahası Kuran'ı tefsircinin yorumuna hapsetme sonucun doğurur. Kuran'ı, "10 ayet ezberleyip, sonra diğer 10 ayete geçme" yöntemiyle okumak da her zaman yarayışlı olmayabilir. Zira Kuran, kendi kendini tefsir eden bir kitaptır. Kuran'da aynı konuyla ilgili ayetlerin tamamı, bütüncül bir yaklaşımla tefsir edilmeli ve ancak bundan sonra bir hükme varılmalıdır. Ayetlerin siyakını sadece sure içindeki pasajları dikkate alarak açıklamak da her zaman tutarlı sonuçlar vermez. Sureler, kendi başlarına birer anlam dünyası oluştururlar. Bu yüzden surelerin bütünlüğü göz önünde tutularak tefsir yapılması da bir başka yöntem olarak tercih edilmelidir. (Kürşat Atalar, "Türkiye'de Kuran'a Yöneliş Hareketi", II. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1996, 270) Seyyid Kutub her surenin bir konu bütünlüğü olduğundan hareketle surelerin muhtevasındaki merkezi noktayı vurgulamaya çalışır.

ÖNERİLER
Kuranı Türkçeye tercüme ederken onun orijinal ibaresi iyice kavranılıp Türkçeye aktarılmalıdır. Bence mümkün olduğunca motamot tercüme yapılmalı, çevirmenin anlam tercihi mealin altında tercih olarak verilmelidir. Örneğin rahmetli Elmalalı'lı Hz. Nuh'un gemisinin buharlı gemi olabileceğini söylüyor. "Fare et-tennur" (Hud 11/40)(tandır kaynadı) ifadesinden bunun etrafı suyun kaplaması ile ilgili olamayacağını söylüyor. (Elmalı'lı, Hak Dini Kuran Dili, 10 cilt, İst., 1979, IV, 2780-2784) Hakkı yalanlayanların akıbetinin anlatıldığı bir ortamda birden bilimsel keşiflere geçilmesinin ne faydası olabilir? Ancak olayın dehşetinin anlatıldığı bir ortamda buharlı gemiden ya da ekmek fırınından bahsetmesinin ne anlamı olabilir? Kendisi gayet ahlaklı davranarak bu anlamı mealinde değil tefsirinde veriyor. Bu tür bir mealin anlam çevirilerine göre daha faydalı olacağına inanıyorum.

Kuran-ı Kerimi anlamaya çalışırken çok araştırırsak sapıtırız diye cahilliği meşrulaştırmamalıyız. İnsan derine dalınca sapıtmaz. Televizyonlarda radyolarda konuşan insanlar derinlemesine çaba gösterdikleri için davet edilirler. Yüzeysel bilgilerle insan nasıl doğru yolda olur? Nerede durduğunu tanımlamaktan aciz olan bir insan nasıl başkalarını çok araştırdı diye sapıtmakla suçlar? Dünyada okuyup araştırmadıkları düşünmedikleri için sapkın yolda olanlarla araştırdığı halde sapıtanlar daha azdır.

İslam'da din adamı sınıfı yoktur ama dini diğer insanlardan daha iyi bilen ve anlayanlar her zaman olacaktır. Yanlış olan onlara itibar etmek değil her görüşü doğru kabul etme eğilimidir. Sorgulayıcı bakış açısı hem öğrenen hem de öğreten için daha iyidir. Aksi takdirde toplumsal bozulma hızlanır. İnsanlar tüm örf ve adetlerinde bir hikmet aramaya yönelir. Diğer toplumlardan kendisini üstün görür.
İnsan Kuran-ı Kerimi okurken amacını ve birikimini tam olarak belirlerse, Kuran'ı anlaması çok kolay olur: "Şüphesiz Kuran'ı senin dilinle kolaylaştırdık. Olur ki akıllarını başlarına alırlar" (Dukhan 44/ 58). "Yemin olsun biz bu Kuran'da her türlü misali getirdik. Olur ki düşünürler." (Zümer 39/27). "Şüphesiz bunda aklı olan yahut huzurlu bir kalple nasihat dinleyen kimse için bir ibret vardır." (Kaf 50/37).

Bu ayetlerde geçen tezekkür kelimesi daha alt bir anlama düzeyi değildir. Kuran-ı Kerim'in temel amacıdır. Hayatımız boyunca tezekkür aracılığıyla nuru, dosdoğru yolu ve iyiliği elde etmeye çalışacağız. Bu süreç ile kişisel olarak sınırsız sayıda değerli olan unsurları toplamaya devam etmeliyiz.
Göz önünde bulundurulması gereken bir nokta daha vardır: Eğer bir kimse, Kuran'ın içeriği hakkında şöyle böyle bir fikre sahip olmak istiyorsa, o zaman bir kez okuması yeterlidir. Kuran'ı iyice incelemek isteyen kimseler, her şeyden önce, Onun ortaya koyduğu hayat tarzını anlayabilmek için tüm Kuran'ı en az iki kez okumalıdırlar Fakat eğer kişi, Onu derinlemesine anlamak istiyorsa, birçok kez ve her seferinde başka bir bakış açısıyla okumalıdır. Böyle bir kimse Kuran'ı okurken Onun temel ilkelerini ve bu ilkeler üzerinde kurmak istediği hayat tarzını da kavramaya çalışmalıdır. Bu ön çalışma sırasında zihninde bazı sorular belirirse bunları not etmeli ve okumaya devam etmelidir. Çünkü bunlara Kuran'ın diğer bölümlerinde cevap bulması mümkündür. Eğer bu sorulara cevap bulursa bunları da sorularla birlikte not etmelidir. Fakat eğer ilk okuyuşta zihninde beliren sorulara cevap bulamazsa, sabırla ikinci kez okumalıdır. (Tefhim, I, 28)

Kuran-ı Kerim okumanın amacı dil incelemesi değildir. Dil incelemesi uzmanların işidir. Herkes Kuran-ı Kerimi inceleme daha iyi anlama ve yaşama çabası içinde olmalıdır. Arapça'nın inceliklerini bilmiyorum o zaman Kuran okumayayım diye düşünmek yanlıştır. Bir şeyin tamamını elde edemiyorsak elde ettiğimiz kadarından vazgeçmemeliyiz. Bu anlamda Türkiye'de İslami Hareket mi varmış söylemlerini de yanlış bulduğumu ifade edeyim. İslami Harekette, Kuran'ı doğru anlama çabası da gökten zembille inmez. İslami Hareket Hakkın ve Tevhidin canlı şahitleri olarak, Kuran'ı doğru anlama çabaları da Kuran'ı okuyarak ve anlamaya çalışarak gerçekleşir.
Kuran'da dilin incelikleri bilinmeden ve Arap kültürü bilinmeden anlaşılamayacak birkaç ayetten hareketle Kuran'ın bilinmesini Arap kültürünün bilinmemesine bağlı görmek hatıldır. Zira bu tür ayetlerin sayısı son derece azdır. bunların yanlış ve eksik anlaşılması bile, mevcut çalışmalardaki durumu kast ederek söylüyorum, Kuran'ın genel mesajını anlamaya etki edecek düzeyde olamaz. Örnek verirsek, Kuran'da ahiret tablolarından birisi olarak Ebu Leheb'in hanımı ile ilgili hammalet'el hatab tabiri kullanılıyor. Bazı müfessirlere göre bu tabir dedikoducu anlamına geliyor. Şimdi bunu bilmesek ve onu odun hamalı olarak anlamış olsak ne sorun çıkar? Kaldı ki kadının daha ziyade peygamberimizin yoluna çalı çırpı, diken serpiştirdiğini biliyoruz. Dedikoducu karakteri varsa da, bize bu yönünün baskın olduğu haberi gelmiyor. Şimdi kulluk bilinicinde bizi ilgilendiren kulluk sorumluluğumuzu bu konu ne kadar ilgilendirmektedir?

Nüzul sebebi Kuran'ı anlamaya yardımcı olur. Ancak olmazsa Kuran'ı anlamak genel olarak imkansızdır demek doğru değildir. Çünkü Kuran'ın nüzul sebeplerini zikretmediği gibi nüzul bilgisi hadis de değildir. Sahabenin belirttiği kanaatlerdir. Onların görüşlerinin de bir değere sahip olmaları ile birlikte onların da ayetleri yanlış anlamaları ya da ayetin nüzul sebebini yanlış anlamaları muhtemeldir. Ayrıca nüzul sebebini fazlasıyla vurgulamak Kuran'ın tarihselliğini gündeme getirir.

Mevdudi, Kuran'ı anlamanın birinci şartı, Onu açık ve tarafsız kafa ile okumaktır diyor. Kuran'ın vahiy olduğuna inansın ya da inanmasın, bir kimse mümkün olduğu kadar, Onun lehinde veya aleyhinde sahip olduğu önyargıların tümünden zihnini temizlemeli, önceden edindiği tüm fikirleri yok etmeli ve bundan sonra sadece anlamak amacıyla Ona yaklaşmalıdır. Kendi önyargıları ile Kuran'a yaklaşan kimseler, satırlar arasında kendi düşüncelerini okurlar ve bu nedenle Kuran'ın iletmek istediği mesajı kavrayamazlar. Bu tür bir incelemenin diğer kitaplar için de verimsiz olacağı açıktır fakat Kuran söz konusu olduğunda daha da verimsiz hale gelir. (Tefhim, I, 27-28)

Bu mümkün olmayan bir beklentidir. Bunun yerine ahlaklı okumayı teklif edebiliriz. Biz ahirete gideceğiz ve Rabbimize hesap vereceğiz. Bu bilinçle Kuran-ı Kerimi anlama ve yaşama çabası içinde olursak farklı anlama ve zulme, baskılara karşı farklı tavırlar gösterme durumundan kurtulabiliriz. İçinde yaşadığımız dönemde görüyoruz ki ne geleneğe yaslanmak, ne de modern söylemleri benimsemek sahih İslami değerleri hakim kılmakta tek başına çözüm değildir. Her ikisinde de İslam'ın kullanabileceği unsurlar olduğu gibi, reddedeceği unsurlar da vardır.

Bu şekilde Kuran hakkında genel bir kanıya vardıktan sonra ayrıntılı bir incelemeye başlanıp öğretilerinin farklı yönleri hakkında notlar alınabilir. Örneğin, Onun hangi hayat şeklini tasvip edip, hangisini kötülediği not edilebilir. İyi ve kötü insanın özellikleri yan yana sıralanmalıdır ki, iki tür davranış kalıbı da aynı anda insanın gözünde canlanabilsin. Aynı şekilde, insanı kurtuluş ve başarıya götüren şeylerle, başarısızlık ve hezimete götüren şeyler yan yana sıralanmalıdır. Buna benzer bir şekilde Kuran'ın iman, ahlak, ibadetler, yükümlülükler, medeniyet, kültür, ekonomi, siyaset, hukuk, sosyal sistem, savaş, barış ve diğer insani konularla ilgili öğretileri ayrı başlıklar altında toplanmalıdır. Bu notlar öğretilerin her yönünü ele alacak bir şekilde bütünleştirmeli, sonra da tam bir hayat tarzı oluşturacak şekilde bir araya getirilmelidir. (Tefhim, I, 28)
Bir kimse, herhangi bir problemin Kuran'dan nasıl çözümlendiğini öğrenmek istiyorsa, ilk önce klasik olsun, modern olsun, bu meseleyle ilgili tüm literatürü incelemeli ve temel konuları not etmelidir. Bu meseleyle ilgili o zamana dek yapılmış araştırmalardan da yararlanmalıdır. Daha sonra bu kitap ve araştırmalarda ele alınan konulara cevap bulmak amacıyla Kuran'ı incelemelidir. (Tefhim, I, 28)
Ayrı kategorilerde önce Hicri I, II, III asırdaki fıkhi mezheplerin oluşum sürecini, tarihi, coğrafi, siyasi, sosyal kültürel, ekonomik ve ahlaki boyutları da ihmal edilmeden öğrenmeye çalışmak. III asırdan sonraki gelişmeleri, Müslümanların tarihi olması bakımından ana hatlarıyla öğrenmeyi de bu maddenin içinde mütalâa edebiliriz. Bunu kaçınılmaz bir şart olarak sunmadığımı ancak faydalı olacağını düşündüğümü ifade etmek istiyorum.
Üstünlük veya alçaklık kompleksine kapılmaksızın Hz. Peygamber'in vefatından günümüze İslam dünyasındaki önemli kilometre taşı olabilecek olayları, şahısları, siyasi, sosyal değişmeleri, Kuran'ı anlama ve yorumlamayla ilgili gelişmeleri uzmanların araştırmaları ışığında öğrenmeye çalışmalıyız.

Kuran'ın tarihe müdahalesine yeniden yön veren, sebep olan, kaynaklık eden günümüz dünyasının realitesini bilmek. Biz toplumu ve kendimizi değiştirmek istiyorsak bizi kuşatan modern veya geleneksel kuşatmaları, siyasi baskıları ciddi bir şekilde takip etmeliyiz. Bir arkadaşım anlatıyordu. Bir ilahiyat öğrencisi o zaman öğretmenlik hakları ellerinden alınmıştı tayinini Konya'ya aldırmanın hesaplarını yapıyormuş.

Felsefe, bilim ve sanat alanındaki insanlığın arayışlarından, insani bilgi birikiminden olabildiğince yararlanmak da son derece faydalı olur. (Halis Albayrak, "Kuran'ın ne olduğunu anlamak", I. Kuran Haftası Sempozyumu, Ankara, 1995, 171-172)

İslami Hareketin seyrini Kurani bağlamda tespit edebilmek için nüzul sırasına göre Kuran-ı Kerim okunursa iniş dönemi ve merhaleleri daha açık bir biçimde izlemek mümkün olabilir. Aynı şekilde nebevi tavırdaki sürecin izlenmesi sağlanmış olmakta, öyle ya da böyle okuyucu Kuran'ın indiği ortama, onun karşılaştığı şartlar, ilişkiler boyutlar ve kavramların atmosferine girmekte, kendisi için tenzilin hikmeti berraklaşmaktadır.(Tefsir'ül Hadis, I, XI) Böylece Kuran-ı Kerim'in mücadele yöntemi ortaya konabilir ve hareketin safhaları tespit edilebilir. Ancak bunun sıra takip etmediği yani Mekke'de zamansal olarak Resulullah (sav) ile müminlerin karşılaştıkları her problemi bizim de beklememiz gereksizdir. Bu, tür bir okuma mutlak bir seyri değil o dönemki hareketin gelişim safhalarını bize verir. Günümüzdeki insanların sapkınlıklarını, yanlış itikat ve amellere sahip Müslümanlara biraz daha hoşgörülü davranmayı öğrenebiliriz.

Bir kimse sadece Onun kelimelerini okuyarak Kuran'daki doğruları kavrayamaz. Bunları kavrayabilmek için kişinin iman ile küfür, İslami olan ile olmayan, ve hak ile batıl arasındaki çatışmada etkin bir rol alması gerekir. Bir kimse, ancak, o hidayet üzere hareket ettiğinde onu anlayabilir. Ancak bu şekilde, Kuran-ı Kerim'in vahyedildiği dönemde olanları anlayıp tecrübe edebilir. Böyle bir kimse o dönemde, Mekke'de, Taif'te, Habeşistan'da karşılaştığı şartların benzeriyle karşılaşıp, Bedir'de Uhud'da, Huneyn'de Tebük'te yaşanana benzer bir ateş çemberinden geçecektir. Ebu Cehillerle, Ebu Leheblerle, iki yüzlülerle, Yahudilerle, kısacası Kuran'da bahsedilen her türlü insanla karşılaşacaktır. Bu mükemmel bir tecrübedir ve bu tecrübe etmeye değer bir husustur. Bu deneyimlerin herhangi bir safhasından geçerken kişi, şu şu safhalarda nazil olduğu ve hareketi yönlendirmek üzere, şu şu talimatları verdiği kendiliğinden belli olan bazı ayet ve surelere rastlayacaktır. Bu şekilde kişi, kelimenin sözlük anlamlarını tam kavrayamazsa, gramer ve belâgatın inceliklerini tam çözümleyemese bile, Kuran sahip olduğu ruhu kendiliğinden ortaya koyar. Aynı formül, Onun emirlerine, ahlaki öğretilerine, ekonomi ve kültürle ilgili talimatlarına ve insan hayatını çeşitli yönleri ile ilgili kanunlarına da uygulanabilir. Bunlar pratiğe aktarılmadıkça anlaşılmazlar. O halde, Onu pratik hayattan uzaklaştıran kişiler ve toplumlar, sadece dudaklarıyla okuyarak Onun anlamını kavrayıp ruhunu idrak edemezler. (Tefhim, I, 29)
Bunu sağlamak için eskiden insanların at, deve sırtında yüzlerce kilometre seyahat edip dinlerini sosyal hayata hakim kılma çabasında bulunduklarını hatırlayalım. Biz de üç dört kişilik toplantılarda kendimizi alim sanmayı bırakalım. Bu dini bizden daha iyi anlayabilenlerin gerçeğinden hareketle diğer Müslümanlarla birlikte vardığımız gerçekleri değerlendirelim. İslam'a karşı tek cephe olan kafirlere karşı biz de işbirliği yapalım. Bunu da Rabbimizin tavsiye ettiği gibi Allah'ın ipine sımsıkı sarılarak yapalım.

Kuran'ı yüceltme çabasıyla onun kavrayamayacağımız miktarda anlam yüklü olduğu, her harfine bir üniversite açılabileceğini düşünmek farkında olmadan onu işlevsiz hale getirir. Unutulmamalıdır ki, Kuran anlaşılmaz bir kitap değildir. "Biz Kuran'ı öğüt alsınlar diye kolaylaştırdık, öğüt alan yok mu?" buyrulduğu üzere anlamını en kolay ve açık bir surette anlatan ve tekellüfsüz apaçık bir kitaptır. Türkçe'de de bir insana namazlı niyazlı dendiğinde onun nasıl bir insan olduğunu herkes aynı ölçüde anlamaz. Birisi edepli olduğunu, birisi onun siyasal İslam'dan uzak durduğunu, birisi onun suya sabuna dokunmadığını çıkarabilir. Bu çıkarsamalar kişinin eğilimine ve birikimine göre değişebilir. Ancak herkesin bu ifadeden anlayacağı şey o şahsın namaz kıldığıdır.
Günlük hayatta da hitap edenin, ya da okuduğumuz bir kitapta yazarın ne kastettiğini tam olarak anlayamıyoruz. Şu anda da ben anlatıyorum, siz dinliyorsunuz. Birazdan belki de bana sorular yönelteceksiniz. Ben sorulara bakıp sizin ne kastettiğimi anlayıp anlamadığınıza bakacağım. Demek ki bir konuşan ve dinleyen varsa ya da bir kitap ve onu okuyan varsa, ifade edileni anlama noktasında bir riske giriyoruz demektir. Ancak kaplumbağa kafasını çıkarıp kendisini tehlikeye atmasa bir adım bile ilerleyemez. Biz insanız kendimizi geliştirmek kulluk etmek istiyorsak gerek anlama gerekse anladıklarımızı yaşama konusunda riske atılmalıyız. Zira biz yeryüzünün halifeleriyiz, bunu kimseye de kaptırmak istemiyoruz.

Mücahid, Allah’a ve ahiret gününe inanan birisi Arap dili edebiyatını bilmiyorsa Kuran’dan bahsetmesin diyor. (Mevlana Muhammed Zekeriya Kandehlevi, internet) Bu ifade belki Kuran-ı Kerimi anlama değil de anlatma pozisyonunda olan birisi için doğru olabilir. Yoksa tüm Müslümanlardan bu derece bir Arapça'ya sahip olmalarını beklememeliyiz.
Bir problemde Kuran-ı Kerim ilimlerini bilmiyorum, Arapça'm yok, okursam yanlış anlarım, sapıtırım diyenler ne kadar da doğru yolda olduğunu sanıyorlar, nasıl bunu tespit ediyorlar. Hangi yolda olduğunu bile sağlam temellere dayandıramayan nerede durmaktadır ki sapıtsın?

Doğru anlama çabamızdan azami fayda elde etmek istiyorsak tüm benliğimizi kalbimizi ve aklımızı yaptığımız çalışmaya vermeliyiz. Kuran sadece bir entellektüel çözümleme kitabı değildir. Sadece bir mutluluk tecrübesi de değildir. Bölünmüş bir kişilikle Kuran'a yaklaşmamalıyız. Ne zekamızı ne de duygularımızı çalışma sırasında geri plana itmeliyiz. Bunu başaramıyorsak Kuran'ı doğru anlama hedefimiz gerçekleşmez demiyorum. Ancak elde ettiğimiz verim bunlar sağlanamadığında daha düşük olur.
Kuran-ı Kerim'i soru sorarak okumalıyız. Soru sormayan ve nasıl soru soramayacağını bilmeyen kolay kolay bir şey de öğrenemez. Kendisini geliştiremez. Kuran'a sorular yöneltip öğrenmeye çalışmaktan çekinmemeliyiz. Anlama ve bilgi için soru sormak esastır. Her zaman ihtiyacımız kadar soru sormalıyız. Örneğin, bu ayet tam olarak ne anlama geliyor? Başka hangi anlamlar elde edilebilir? Biliniyorsa vahyin tarihi zemini, vakıası nedir? Her kelimenin, deyimin ya da cümlenin bağlamı, iç düzen ya da konu bütünlüğü nasıl ortaya konabilir? Ne deniyor? Nasıl deniyor? Nasıl bir anlam söz konusudur? Ana konular nelerdir? Merkezi konu nedir? Bana nasıl bir mesaj veriliyor şu an? Sorularımızı not etmeli ve cevaplarını çalışmamızı ve okumamızı sürdürürken bulmaya çalışmalıyız.

Soru sormaktan korkmamalıyız. Cevaplarını hemen, tek başımıza hatta yeterli yardım almamıza rağmen bulamayabiliriz. Bu sorun değil. Hangi soruya karşılık bulduksa o bizim için kardır. Bu çabayı güderken belli kurallara da riayet etmeliyiz. İlk olarak, insanı aşan müteşabihata ait konularda(Al-i İmran 3/7) kılı kırk yaran sorular sormamalıyız. İkinci olarak, gerekli bilgi ve mantık üzerine kurulmamış sorulara cevap vermeye çalışmamalıyız. Malatya'da bir öğrencim kendince beni zor durumda bırakmak için "Hocam Allah bizi yaratmadan önce ne yapıyordu?" diye bir soru sordu. Dedim ki: "Ben bu soruya cevap vermem. İki türlü soru vardır. Birisi öğrenmek için sorulur. İkincisi artistlik olsun diye sorulur. İkinci tür sorulara ben kapalıyım." Bir de Said Çekmegil'e garip soruları olan bir doktor getirmişler. Sorularına ancak Said Çekmegil cevap verebilir diye düşünmüşler. Adam demiş ki
-İslam iyi hoş da şu miras konusunda kadınlara erkeğin yarısı kadar pay verilmesi kafama yatmıyor.
-Sen Müslüman mısın?
-Müslümanım ama bu konu hiç mantıklı değil.
-O zaman sen kafirsin.
-Diyelim ki kafirim yine anlat.
-O bizim sorunumuz seni ilgilendirmez ki. Her iki örnekte de soru soranların soruları öğrenmek için değil muhatabı zor durumda bırakmak için sordukları görülüyor. Bu nedenle bu sorular doğru yolu bulmaya yönelik olmadığından cevaplarını aramaya da gerek yoktur. Rabbimiz inananların açıklandığında zorluğa neden olabilecek ve istenmeyen meraklı sorulara karşı inananları uyarmaktadır. (Maide 5/101)

Kuran-ı Kerim bize gereksiz soruları da öğretir. Mesela Kuran-ı Kerime "ateistlere karşı ne yapacağız?" sorusuyla gidildiğinde bu soru cevapsız kalacaktır. Zira Kuran'da kafirler de müşrikler de ateist değillerdir. Günümüzde de sanıldığının aksine ateistler kaale alınmayacak kadar azdırlar. Onlara kelebeklerin, kuşların uçuşunu kedilerin zikrini anlatmaya çalışmak beyhude bir çabadır. Ateist olanların kendilerini ikna etmek için güncel tabirle kendilerini ikna odalarında yaşattıklarını düşünüyorum. 80'li yılların sonlarında İstanbul'da oturduğum mahallede bir tanıdığımın solcu akrabası vardı. Ve Allah ile ilişkisinin zihin özürlü kız kardeşinin iyileşmesini istemekle sınırlı olduğunu söylüyordu. Futbolla ilgilenenler daha iyi bilirler. Ateist bir kaleci bile penaltılar sırasında Allah'a dua edermiş.
İnsan kabiliyetlerini ve birikimini tespit etmelidir. Kuran anlayışını, Arapça bilgisini, hadis-i şeriflere ve siyere aşinalığını ölçmelidir.

İstanbul'da Tasavvuf üzerine araştırmalarıyla bilinen Ferit Aydın adında bir yazar anlatıyordu. Libya'da Türkiye'den öğrencilerle hafızlık yarışmasına katılmış. Türkiye'den giden öğrencileri tanıtırken "Bu öğrenciler Arapça bilmemelerine rağmen Kuran'ı ezberlemişlerdir." Şeklinde bir övgüde bulunmaları üzerine Kaddafi "Türkler Arapça olan Kuran'ı anlamadan da okusalar yine de iyidir" diyerek Türkiye'den gelen hafızları alaya almış.

Kelime Çözümlemesi İle İlgili Öneriler
1.Önce o kelimenin ve türevlerini geçtiği bütün ayetleri sıralamak.
2.Daha sonra, esas kelimenin kitapta isim mi, sıfat mı, yoksa fiil olarak mı geçtiğini tespit etmek.
3.İsim, sıfat ve fiil hallerindeki kullanımlarını sınıflandırmak.
4.Kelime isim halinde geçiyorsa ona hangi fiillerin ve sıfatların uygulanabilir olduğunu tespit edip, buna göre anlamlılık çerçevesini çıkartmak.
5.Kelime fiil halinde geçiyorsa, onun hangi özneye bağlı olarak ve hangi şahıs zamirlerinde geçtiğini iyice anlamaya çalışıp, belirlemek. (sahhara fiili örneğin güneş, ay, yıldızlar ve nehirler gibi tabiatın unsurlarıyla ilgili kullanılıyor.)
6.Ayetlerde o kelimeye bağlı olarak geçen ve aynı çerçevelerde görünen diğer anahtar kelimeleri tespit etmek. Burada "anahtar kelime" den kastımız, o ayetin manasını büyük ölçüde etkileyen kelimedir. Anahtar kelimeler içinde daha önemli olanlar, esas kelimenin geçtiği ayetlerde onunla birlikte sık sık geçen kelimelerdir. (Musahharat kelimesi Kuran-ı Kerim'de üç defa geçiyor. İkisi emr kelimesine bağlı olarak zikredildiğinden emr sözcüğü bu kelimeyi anlamada anahtar kelimedir.)
7.Bundan sonra Kitapta esas kelimeye yakın anlamlı olarak görünen kelimeleri tespit etmek. Çünkü anlam karıştırmak en çok yakın anlamlı kelimeler arasında yapılmaktadır. Örnek olarak ceale, besse, ve kada kelimeleri ile halaka kelimesinin birbirine karıştırılması ve bunları eş anlamlı gibi çevrilmesini gösterebiliriz.
8.Sonra esas kelimeye zıt anlamlı olarak geçen kelimeleri de tespit etmek. Mesela, ilm kelimesinin gramerini araştırıyorsanız bunun karşıtı durumunda görünen la-ilm, zulm,, küfr, cehil kelimelerinin gramerlerini de göz önünde bulundurmalıyız. Bir dilde bir kelimenin tam olarak ne anlama geldiği ancak o kelimeye yakın anlamlı kelimelerle esas kelimenin kullanım farklılıklarını ve gene esas kelimeyle zıt anlamlı kelimelerin kullanım farklılıklarının iyice anlaşılması ile mümkündür. Mesela halaka (yaratma) kelimesini iyi anlamak için buna yakın görünen "yapmak" (ceale), "kurmak" (bena), "başlamak" (bedea), "bitirmek" (nebete), "şekil vermek" (besse), kelimeleriyle, bunun zıddı olan "yok etmek" (heleke) ve buna yakın anlamdaki kelimelerin anlaşılmasıyla mümkündür.
Dikkat edilmesi gereken önemli bir husus da Kitapta geçen kelimelerden bazılarının (din ve millet gibi) bugün de kullanılıyor olmasıdır. Bunların gündelik lisandaki kullanımları ile Kitaptaki gramerleri arasındaki farklılıklar ancak Kitap üzerine dikkatli bir gramer çalışmasıyla ortaya çıkarılabilir. Yapılacak böyle bir çalışmanın başlangıcında, bu kelimelerin gündelik lisandaki kullanımlarının tamamen bir kenara bırakılması gerekiyor.

*Bu konferans, Konya Ramazan Kültür Etkinlikleri Çerçevesinde Fuar Kültür Merkezinde 1999 yılında gerçekleştirilmiştir. 

Murat KAYACAN - 1999