Kur'an'ın doğru anlaşılabilmesi için gereken temel ilkeler
*KONYA-Konferans*
Modern Bir
Masal
Sizleri
selamların en güzeli olan Allah'ın selamı ile selamlıyorum. Konumuza bir modern
bir masal ile başlamak istiyorum.
Caddede resmi
bir geçit vardı ve bunu seyreden Kalabalığın arasından birinin şöyle bağırdığı
duyuldu:
"Akılsızlar
dikkat edin, yanlış yola yürüyorsunuz. Bu cadde bir yere çıkmıyor."
Yürüyüşçüler
durdu telaşlandı. Fakat bu olabilir mi diye düşündüler, hepsi birlikte ön
taraflara baktı, orada uzun ve gururlu bir şekilde yakışıklı liderleri
ilerlemekteydi.
"Doğru
yolda gidiyor olmalı" diye düşündüler...
"Çünkü
bakın ne kadar iyi yürüyor! Bakın ne kadar uzun görünüyor! Oh evet kesinlikle
doğru yolda gidiyor olmalı"!
....ve
yürüyüşe devam ettiler.
Yakışıklı
lider durakladı...telaşlandı...... "Fakat bu olabilir mi?"diye
düşündü ve arkaya bir göz attı.
"Doğru
yolda gidiyor olmalıyım" diye düşündü, "çünkü bakın beni kaç kişi
takip ediyor? Oh evet, kesinlikle doğru yolda gidiyor olmalıyım."
......ve
yürüyüşe devam etti.
Bunu
anlatırken benim bir amacım vardı. Siz de dinlediniz. Fakat kiminiz bundan
devlete tapınırcasına bağlı olan birini, kiminiz, önderlerine ulu, yüce
sıfatlarını yakıştıran, onların her yaptığında bir hikmet arayan
tanıdıklarınızı hatırladınız. Yani anlatılan tek bir masal muhataplarınca
farklı anlaşılabiliyor.
Kuran-ı Kerim
de Rabbimizden bize gönderilen bir Kitaptır. Onu farklı anlayanların olması
gayet normaldir. Kuran bir taraftan Allah'ın kitabında ayrılıklar çıkaran ve
dinde bölücülük yapanları sert bir dille eleştirirken, diğer taraftan Kuran'ın
o kadar farklı yorumları yapılmaktadır ki, hemen hemen hiçbir emir hakkında
ortak bir yorum yoktur. Sadece, sonraki dönemlerin alimleri birbirinden farklı
düşünmekle kalmıyor. Fakat Hz. Peygamber'in (sav) ashabını ve onlara tabi
olanları da içeren selef alimleri arasında da emir ve yasakların her
ayrıntısında görüş birliği olmadığı görülüyor. O halde bütün bu kimseler,
Kuran'da tevil yapmakla suçlanan kimselere dahil midirler? Öyle değilse, şu
halde hangi görüş ayrılıkları Kuran'da yasaklanmıştır? (Tefhim, I, 26)
Bu problem
çok geniş kapsamlıdır ve bu sorunu ayrıntılarıyla tartışmanın yeri de burası
değildir. Burada şunları söylemek yeterlidir. Kuran, İslam'ın temel ilkelerinde
anlaşma olduğu ve farklı fikirlere sahip olanlar İslam toplumunun sınırları
içinde kaldıkları sürece, direktifleri hakkında yapılan sağlıklı yorum
farklılıklarına izin vermiştir. Kuran, kendine tapınma ve sahtekarlıktan
kaynaklanan, kavga ve bölücülüğe neden olan farklılık ve ihtilafları yasaklar.
Bu iki tür ihtilafın ne yapıları ne de sonuçları birbirine benzemediği için
aynı kategoride ele alınmamalıdırlar. Birinci tür ihtilaf ilerleme için
gereklidir ve hayata canlılık verir. Bu nedenle akıllı ve düşünen üyelere sahip
her toplum bunu teşvik etmelidir. Onun varlığı hayat işaretidir ve sadece aptal
üyelere sahip olmak isteyen bir toplum onu yasaklar. İkinci tür ihtilaf ise,
herkesin bildiği gibi, kendisini körükleyen toplumu parçalar. Bu nedenle bu tür
ihtilafın bir toplumda bulunması sağlık işareti değil, bir hastalık
habercisidir ve hiçbir zaman iyi sonuçlar doğurmaz. (Tefhim, I, 26)
Kuran-ı
Kerimi anlama çabasında olanların hepsi meşru alanda mıdır? Hayır. Ancak buna
bir ölçü koymak gerekirse şunu söyleyebiliriz: Kuranı yanlış anlama, kanunla
baskıyla engellenecek bir şey değildir. Çünkü bu çevre, kalıtım, kişilik, algı
düzeyi gibi konularla yakından ilgilidir. Bu zindanlardan çıkabilmek için
insanlara süre tanımalıyız. Sorun olarak görebileceğimiz kimseler dini
kafirlerle işbirliği yapmak için anlamaya çalışan kimselerdir. İzzeti
kafirlerin yanında arayanlardır. Din anlayışlarını mevcut siyasi yapıya göre
ayarlayıp taleplerini siyasi rejimin talepleri doğrultusunda belirleyenlerdir.
Bu tür insanlarla hakkı sabrı tavsiye düzeyinde ilişkileri götürme imkanı
kalmamıştır. Çünkü diyalog kapısı onlar tarafından kapatılmıştır. Dini
hoşgörünün sınırları içine sadece siyasi iradenin icazetini alabilenler
alınmıştır. Kuran-ı Kerimi doğru anlayabilmek için onun nasıl bir Kitap
olduğunu bilmemiz gerekir. Bunu da onu okuyarak elde edebiliriz. Her şeyden
önce onu iyi tanıyabilirsek, onun özelliklerini onu anlamada önemli unsurları
ve onu doğru anlamadaki amacı kavrayabiliriz.
Bizim
yapmamız gereken farklı anlamaları nasıl azaltabileceğimizin bir yolunu
bulmaktır. Bunun için Kuran-ı Kerimi iyi tanımak özelliklerini bilmek ve onun
ardından doğru anlamak için nelere dikkat etmemiz gerektiğini ortaya koymamız
gerekiyor.
I-KURAN-I KERİM'İN ÖZELLİKLERİ
Kuran'ın akla
ve duygulara birlikte hitap ettiğini hatırda tutmalıyız. O, kısa, tam,
doğrudan, ve hatırlatıcıdır. O, dinleyicisini tercihlerle ve kararlarla
karşılaştırır ve onlara dikkatli olmayı ve eyleme geçmeyi ilham eder. Onun
dili, insanı derinlemesine etkileyen muhtevası kadar etkilidir. Onun argümanı
her zaman okuyucularının anlayabileceği, günlük deneyimleriyle içiçe, ve
insanın içinde yankı bulabilecek özelliği sahiptir. Her şeyin ötesinde soyut
değil, mantıkidir. Kuran, Anlaşılsın diye indirilmiştir. (Yusuf 12/2)
Anlamadan okuyan
insanlar Kuran'da kitap yüklü eşeklere benzetilmişlerdir.(Cuma 62/5)
"Kuran, düşünmek için kolaylaştırılmıştır. Öğüt alan insanları
beklemektedir."(Kamer 54/17, 22, 32, 40) Kuran üzerinde düşünmemek ancak
kalplerinde kilit olanların işidir.(Muhammed 47/24) Kuran müminlere dosdoğru
yolu gösterir. İyi işler yapanlara müjdeli haberler verir.(İsra 17/9) Kuran'da
her türlü misal açıklanmıştır. Ama insan cedelleşmede ileri giden bir
varlıktır. Kendilerine doğru yolu gösteren peygamberler geldiği halde, insanları
iman etmekten ve günahlarının bağışlanmasını istemekten alıkoyan şey ancak,
onlardan öncekilerin sünnetinin (yani belirlenmiş helakın) gelmiş olması veya
azabın gözleri önüne dikilmiş olmasıdır."(Kehf 18/54-55)
Ebu Derda
(ra)rivayet ediyor: " Peygamberimizin (sav) yanındaydık. Göğe baktı ve bir
olayı zikrederek dedi ki: "İlim ayrılıp gittiğinde olacak." Ziyad b.
Lebid Ensari (ra) sordu: "Biz Kuran'ı okurken, çocuklarımıza öğretirken,
onlar da diriliş gününe kadar çocuklarına öğretecekken nasıl olur da ilim bizi
bırakır?" Peygamberimiz (sav): "Sana şaşırıyorum Ziyad. Ben seni
Medine'de en bilgili adam sanıyordum. Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat ve
İncil bir şey anlamadan okumuyorlar mı?" (Tirmizi hasen garip olarak
zikrediyor.) Demek ki Kuran-ı Kerimi anlamadan okursak Ehl-i Kitab'ın durumuna
düşer, birtakım kuruntuları din zannederiz. Onların akıbetine uğramamak için
Rabbimizin Kitabını iyi tanımalı ve onun canlı şahitleri olmalıyız.
. (Said
Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 51)
A) KURAN-I
KERİM'İN ANLATIM TARZI
Okuyucu,
Kuran'ı incelemeye başlamadan önce, Onun okunan diğer kitaplardan farklı ve
eşsiz bir kitap olduğunu aklından çıkarmamalıdır. Sıradan kitapların aksine
Kuran, edebi bir sıraya göre tertip edilmiş belirli konular hakkında bilgi,
fikir ve tartışmaları ele almaz. Bu nedenle Kuran'a yabancı olan kişi, Onunla
ilk karşılaştığında, bölümler ve kısımlara ayrılmamış veya farklı yönleri ile
ilgili emirlerin düzenli bir şekilde verilmemiş olduğunu görünce şaşkınlığa düşer.
Buna mukabil, daha önceden hiç karşılaşmadığı ve onun kitap anlayışına hiç
uymayan bir şeyle karşılaşır. Kuran'ın iman ile ilgilendiğini, ahlaki
direktifler verdiğini, kanunlar koyduğunu, insanları İslam'a çağırdığını,
kafirleri uyardığını, tarihi olaylardan ibret dersleri verdiğini, uyarılarda
bulunduğunu, müjde verdiğini ve bunların hepsinin bir ahenk içinde sunduğunu
görür. Aynı konu Kuran'da farklı şekillerde tekrar edilir ve görünürde hiç
ilgisi olmayan bir konu diğerini takip eder. Bazen hiç görünür bir sebep
yokken, bir konunun ortasında başka bir konu anlatılır. Hiçbir yerde bölüm ve
konuları ayıran bir işaret yoktur. Tarihsel olaylar anlatılır fakat anlatım
tarih kitaplarındaki gibi değildir. Felsefe ve metafizik sorunlar bu
konulardaki ders kitaplarından çok farklı bir şekilde ele alınır. İnsandan ve
evrenden, tabiat bilimlerindekinden farklı bir dille bahsedilir. Aynı şekilde
kültürel, politik, sosyal ve ekonomik problemleri çözmede kendi metodunun
izler. Kanunları ve prensipleri sosyologlardan, hukukçulardan ve hakimlerden
farklı bir şekilde ele alır. Ahlak, bu konuda yazılan bütün eserlerden farklı
bir yolla öğretilir.(Tefhim, I, 13)
İşte bu
nedenle yabancı bir okuyucu, kendi kitap anlayışına hiç uymayan bu tip şeylerle
karşılaştığında şaşkına döner. Kuran'ın, ayetleri arasında hiç ilgi ve bağlantı
veya konularında süreklilik bulunmayan bir kitap olduğunu, anlaşılmaz bir
şekilde çeşitli konuları ele aldığını veya kelimenin kabul edilen anlamıyla bir
kitap olmadığı halde, kitap şeklinde düzenlendiğini düşünmeye başlayabilir.
Bunun bir sonucu olarak, Onun düşmanları Kuran'a çok garip iddialarla karşı
çıkmakta, Kuran'ın çağdaş izleyicileri ise bu şüphe ve karşı iddiaları çürütmek
için garip yöntemler kullanmaktadırlar. Ya kaçış psikolojisi içine düşmekte
veya zihinlerini yatıştırmak için garip yorumlara yeltenmektedirler. Bazen de
görünürde aralarında ilişki olmayan ayetleri açıklayabilmek için suni anlam
bağları kurmakta ve son kaçış olarak Kuran'ın hiçbir düzen ve anlam sırası
olmaksızın çok çeşitli konulara değindiği tezini kabul etmektedirler. Sonuç
olarak ayetler kendi yerlerinden alınmakta ve anlamda karışıklık ortaya
çıkmaktadır. (Tefhim, I, 14)
Tüm bunlar,
okuyucu, Kuran'ı eşsiz bir kitap olarak kabul etmediğinde ortaya çıkar. Diğer
kitapların aksine Kuran başlangıçta ele aldığı konuları ve ulaşmak istediği
amaçları liste halinde sunmaz. Açıklama üslup ve usulü de genelde okunan
kitaplara benzemez ve herhangi bir kitap düzenini takip etmez. Bunun da
ötesinde Kuran, kelimenin genelde anlaşılan anlamıyla bir din kitabı değildir.
Bu nedenle, okuyucu sıradan bir kitap beklentisiyle Kuran'a yöneldiğinde, onun
olayları sunuş üslubu karşısında şaşkınlığa düşmektedir. Kuran'ın birçok
yerinde arka plan tasvir edilmez ve pasajın özel nüzul sebebi olan durum ve
olaylara değinmez. Bunların bir sonucu olarak, sıradan okuyucu orada veya
burada birkaç parça cevher keşfetse de, Kuran'ın değerli hazinelerinden tam
olarak yararlanamamaktadır. Bu kimseler sadece, Kuran'ın eşsiz ve ayırıcı
özeliklerini bilmedikleri için bu tür şüphelerin kurbanı olurlar. Kuran'ın tüm
sayfalarına yayılmış halde birbirine benzer konulardan oluştuğunu düşünürler ve
bunu anlamada zorluk çekerler. Hatta anlamı çok açık olan ayetler bile, onlara
anıldıkları çerçeve içinde anlamsız görünür. (Tefhim, I, 14)
Okuyucu,
Kuran-ı Kerim'in yeryüzünde kendi türünde bozulmadan kalan tek kitap olduğu,
edebi üslubunun tüm diğer kitaplardan farklı ve eşsiz bir kitap olduğu, daha
önceden kafasında varolan kitap kavramının, onun Kuran'ı anlamasına yardımcı
olamayacağı bilinciyle hareket etmelidir. Bu sayede doğru anlamasına birer
engel teşkil eden bu tür zorluklardan kurtulabilir.
Mevdudi,
okuyucunun, Kuran'ın üslubunun, yazılı metin üslubu olmayıp, bir hitabet biçimi
olduğunu dikkate alması gerektiğini söyler. Ona göre, Kuran'ın söz konusu
hitabet biçimi, yazıya dökülürken, bu özelliği dikkate alınmaksızın kelime
kelime tercüme edilirse, ifadede bir kopukluk meydana gelir. Kuran'ın başlangıçta
bir risale şeklinde yayınlanmadığı herkesin malumudur. Kuran İslam davetinin
gelişim sürencinde, muhtelif zamanlarda Hz. Peygambere (sav) hemen oracıkta
bunları muhataplarına okumuştur. Yazı dili ile konuşma dili arasında çok önemli
bir fark vardır. Sözgelimi bir meseleyi yazarak izah edeceksek, önce sorunu
ortaya koyar, sonra izah etmeye geçeriz. Oysa hitabette, zaten söz konusu
meseleyi ortaya atanlar hazır bulunduğundan, muhaliflerin her dediğini beyan
etmeye her zaman gerek duyulmaz. Ancak konuşmacı, sözün gelişi içinde bir
cümleyle onların dediklerine değinir. Yazarken başka bir hususa değinilmek
istenildiğinde, sözün akışının bozulamaması için, bu husus ara bir cümleyle ele
alınır. Fakat konuşmacı ses tonunu kullanarak birçok ara cümleler kullanabilir
ve buna rağmen sözün akışında bir kopukluk meydana gelmez. Yine bir konu
yazılarak ifade edilecekse, konunu geçtiği ortamı hiç değilse bir iki cümleyle
ayrıca aktarmaya gerek duyulur. Oysa konuşma esnasında, ortam ile konuşma doğal
olarak bağıntılıdır ve konuşmacı çevreye işaret etmeye gerek duymaksızın
konuşsa dahi, konuşmada bir kopukluk ortaya çıkmaz. Konuşmacı,
mütekellim(söyleyen) ve muhatap(dinleyen) siygalarını (kalıplarını) birinci ve
ikinci tekil kipler sürekli değiştirerek kullanabilir. Konuşma yeteneğine göre,
konuşmacı yer ve zaman unsurlarını dikkate alarak, karşısında hazır duran
topluluğa, üçünü tekil bazen gaip (orada hazır bulunmayan) siygasıyla, bazen
muhatap kalıbıyla, bazen tekil, bazen çoğul olarak, bazen kendi adına, bazen
ilahi bir kuvvet adına, bazen ilahi kuvvetin kendisinden naklen konuşabilir. Ve
tüm bunlar bir konuşmanın en güzel yönleri olarak takdir toplar. Fakat aynı
üslup yazı yazılırken kullanılırsa bir irtibatsızlık, bir kopukluk meydana
gelir. Bu nedenle bir konuşma yazıya döküldüğünde okuyucunun o yazıda bir
kopukluk hissetmesi doğaldır. Okuyucunun konuşmanın yapıldığı yer ve zamandan
uzak olduğu ölçüde, bu kopukluğu daha çok hissedeceği ortadadır. Bu yüzden
Arapça bildiği halde birçok kimse, sırf Kuran'ın üslubunu kavramadığı için,
Kuran'ın üslubundaki irtibatsızlık ve kopukluktan şikayet etmektedir. Kuran'ın
kelimelerini değiştirmek haram olduğundan dolayı, Arapça metindeki kopukluk
ancak tefsir ve dipnotlar ile giderilebilmektedir. Dolayısıyla Kuran başka bir
dile çevrilirken, konuşma dili de ustalıkla yazı diline aktarılırsa, bu
takdirde kopukluğun kolayca giderilmesi mümkün olur. (Tefhim, I, 8-9)
Ancak
Mevdudi'nin iddia ettiği gibi Kuran'ın hitap oluşu bir yorumdur. Bir baba evde
"Bugün Ahmet'in okuluna gidiyorum" dese bu anne tarafından, beyin
çocuğu ile ilgilendiği oğul tarafından ise hocaların değerlendirmeleri
açısından bir baba tehdidi olarak algılar. Baba her ikisini de kastetmiş
olabilir. Yani Kuran'ı salt hitap kabul etmek de farklı anlamaları bitirmez.
Anne kendi çerçevesinde çocuk da kendi algılamasında olayı doğru anlamıştır.
Rabbimiz bizi de anladığımız kadarıyla sorumlu tutar.
Kuran'ın
Kitab-ı Meknun'dan alındığını (Vakıa 56/78) ve Kitap oluşunu hesaba
kattığımızda onun konuşma üslubuyla yazıldığı anlayışı zaten zayıflamaktadır.
Kuran'ın ayetleri muhkemdir. Kuran'ın büyük kısmını açık anlaşılan ayetler
oluşturur. Onun anlamamız için kolaylaştırılmış bir kitap olduğunu
unutmamalıyız. Zaten okuduğumuz tüm yazılı metinler de açık ifadelere sahip
değildir. Bu onların da sözlü hitapları yazıya geçirdikleri anlamına gelmiyor.
Kuran'ın hitap olduğunu kabul edersek bir metinden beklenen fikri ve yazınsal
iç bütünlükten kurtulmuş oluyoruz. Ancak bu kabul edilse bile yine de konuşma
üslubumuz ile Kuran'ın hitap şekli arasında fark var. Biz Kuran'da var olduğu
gibi bazen bir konuya bir bazen de birkaç cümle ile değinip geçmiyoruz. Ayrıca
Kuran'ın hitap şekliyle geldiği için bazen konu arasına başka bir konunun
yerleştirildiğini ve geçildiğini kabul etmek onda siyak yani bağlam aramanın
yanlışlığını gösterir ki bu kesinlikle sakıncalıdır. Bu mantıkla hareket
edildiğinde beraberinde şu örnekte olduğu gibi bir yanlışa düşülebilir:
Ayetin siyakı
dikkate alınmadığında ayetin ne hale geldiğine bir örnek verelim. İnsan genel itibarıyla
yaşamaya eğilimlidir. Kolay kolay canından geçmez. Ancak Müslüman bir kimse
ise, "Allah yolunda öldürmek veya öldürülmek" ile ilgili ayetleri
görmezlikten gelemez. Ne var ki, kişinin İslam anlayışı tek yönlü olarak
"hoşgörü" ve "uzlaşma" üzerine kuruluysa, bu tür ayetlerin
anlamını gevşetebilir. Mesela cihat kavramının Peygamberimiz dönemindeki anlamı
nesh edilir. Artık o kalemle yapılmalıdır. Hem ülke içinde harp olmaz! Kardeş
kardeşi kırar. İslam buna kesinlikle müsaade etmez! İç savaş çıkarsa birçok
Müslüman telef olur. Buna delil bulmak için Müslümanların en önemli kaynağı
olan Kuran-ı Kerime başvurulur ve Kuran hevaya uygun olarak kullanılır.
Örneğin: "...Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın" ayeti kanıt
olarak öne sürülür. Şimdi bu ayeti öncesi ve sonrasıyla birlikte okuyalım:
"O halde artık zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnızca Allah'ın
oluncaya kadar onlarla savaşın. Ancak vazgeçerlerse, zulüm işleyenlerin
dışındakilere karşı tüm düşmanlıklar sona erecektir. Saldırmazlık örfünün geçerli
olduğu aylarda (haram aylar) size saldıranlara siz de karşılık verin. Zira
saldırmazlık örfünün ihlali adil karşılık yasasına tabidir. Böylece, eğer bir
kim size saldırıda bulunursa, siz de onun saldırdığı gibi saldırın. Ancak
Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve Allah'ın, kendisine karşı
sorumluluk bilinci taşıyanların yanında olduğunu bilin. Ve Allah yolunda
harcayın kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik yanmaya azimle
devam edin. Unutmayın ki, Allah iyilik yapanları sever"(Bakara 2193-195)
Görüldüğü
gibi sinmişliğe, pasifliğe, sığınmacılığa delil getirilen ayetin öncesinde
hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah'a ibadet edilinceye ve hiç kimse
başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar savaş
emredilmektedir. Yani müminler kendilerine saldırı yapıldığında topluca karşı
koymalıdırlar. Cihadın, Allah yolunda savaşanların yiyecek, binek ve silâh gibi
ihtiyaçlarını karşılayacak kendine özgü gerekleri vardır. Bunun için can ile
cihadın yanında mal ile cihat da zorunludur. Allah yolunda mal harcamak emrinin
hemen ardından, insanın kendini kendi eliyle tehlikeye atmaması emri gelmiştir.
Kendini tehlikeye atmama konusu ferdi planda da, cemaat palanında da geçerli
bir olgudur. Tabii ki bu da Allah tarafından kendini ve şehit olmak gibi bir
bağlayıcı emrin bulunmadığı durumlar için söz konusudur. Kendini kendi eliyle
tehlikeye atmak, olsa olsa ferdin veya cemaatin, makul hazırlıklar veya
gerçekleştirilmesi hikmetle planlanmamış büyük hedefler olmaksızın düşmanlarla
savaşa girişmesidir. Yoksa bu ayette zulme "birlik ve beraberlik"
adına ses çıkarmamak ve "evet efendim, evet paşam" cı tavırlar
takınmak, kafirlere karşı pasif tutum içinde olmak ve onlara boyun eğerek
zilleti kabullenmek şeklindeki pasif tutuma delil alınacak bir işaret yoktur.
Kendini eliyle tehlikeye atmak, mal ve can ile cihat etmekten kaçınmaktır.
(Murat KAYACAN, "Ayetleri Anlamada Siyak ve Sibakın Önemi", Haksöz
Derg., İst., 1997, S. 80, 47-48)
Kuran, İslam
davetinin başlangıcı ile aynı anda nazil olmaya başladı ve bu yirmi üç yıl
sürdü. Kuran'ın çeşitli bölümleri, İslam davetinin çeşitli merhalelerindeki
çeşitli ihtiyaçlara göre nazil oldu. Bu nedenle böyle bir kitapta, diğer
sıradan kitaplar ve din kitaplarındaki gibi bir üslup bütünlüğü ve ayniliği
aranmamalıdır. Kuran'ın çeşitli bölümlerinin indirildiği dönemde küçük
risaleler halinde yayınlanmak üzere değil, ihtiyaca göre apaçık hitabeler
şeklinde sunulmak üzere gönderilmiş olduğu ve bu amaca uygun bir şekilde
yayıldığı da unutulmamalıdır. Bu nedenle, Kuran'ın, kaleme alınmış bir eserin
üslubuna sahip olmaması normaldir. Ayrıca, bu hitaplar bir profesörün verdiği
derslerin mahiyetinden de farklı olduğu için doğal olarak üslubu da bu tür
derslerden farklıdır. Hz. Peygambere (sav) çok özel bir görev verilmişti. O hem
akla hem de duygulara hitap etmek zorundaydı. O, görevi sırasında farklı farklı
kafa yapısına sahip birçok insanla ilgilenmek, birçok farklı ortama uymak ve
çok çeşitli deneyimler yaşamak zorundaydı. Böyle bir kimse, bir mesajı yaymak
ve harekete öncülük etmek için gereken her şeyi yapmalıdır. O, kurulu bir
düşünce düzenini değiştirmek için, insanlara, mesajının farklı yönlerini sunmak
ve düşmanlarının güçlerine karşı koymak için duyguları da uyandırmak
durumundadır. O aynı zamanda, kendisine uyanları düzenleyip eğitmeli, onları
teşvik edip cesaretlendirmeli, karşı çıkanların iddialarına cevap vermeli,
ahlaki zaaflarını onlara göstermelidir. Bu yüzden Kuran'ın bölümlerinde,
bilinen kitaplardaki veya okul derslerindeki üslubu aramak yanlış olur.
(Tefhim, I, 20) Mevdudi, Allah rahmet eylesin Kuran-ı Kerimi anlamak çok zormuş
gibi bir hava veriyor. Ancak Kuran-ı Kerimi anlamak o kadar da zor değildir.
Yani anlamı elde etmek müfessirler sayesinde değildir. Örneğin Yahudiler için Talmud
tefsiri bizde hadisin karşılığıdır. Yani bize hadis ne ifade ediyorsa, onlar
için de o tefsir onu ifade etmektedir. Bir de Kuran-ı Kerim'in ayetlerinin
birbirinden kopuk olduğu iddiası istisnai durumlar hariç yaygın olarak dile
getirilen bir mesele değildir.
Bu durum aynı
zamanda bazı hususların tekrar tekrar ele alınışını da açıklar. Bir hareket ve
bir davet, belirli bir safhada sadece gerekli olan şeylerin sunulması ve
gelecek safhalarla ilgili hiçbir şey söylenmemesini gerektirir. Bir safha,
aylarca veya yıllarca sürse bile hareket bu safhada kaldıkça aynı şeylerin
tekrar tekrar vurgulanmasının nedeni işte budur. Elbette bunlar tekdüze
olmamaları için farklı kelimeler ve çarpıcı olmaları için güzel ve zarif bir
dille süslenmişlerdir. Bunun yanı sıra hareketi her safhada güçlü kılabilmek
ini, uygun yerlerde temel inanç ilkelerine dikkat çeker: Allah'ın birliği, Onun
sıfatları, ahiret ve hesaba çekilme, ceza ve mükafat, peygamberlik, kitaplara
iman vs.. Bütün sureler ibadeti, sabrı, sebatı, Allah'a inanıp güvenmeyi
öğretirler. Çünkü bu hususlar hareketin hiçbir safhasında gözden uzak
tutulamaz. Eğer bu temellerden biri herhangi bir safhada, hatta en son safhada
zayıflasaydı, İslami hareket gerçek anlamıyla bir ilerleme kaydedemezdi.
(Tefhim, I, 20)
B) EVRENSELLİK
Herkes, Kuran'ın
tüm insanlığı hidayete ulaştırmakla görevli olduğu iddiası taşıdığını bilir.
Fakat Kuran, okunduğunda, Onun nazil olduğu dönemdeki Arap toplumuna hitap
ettiği görülür. Bazı yerlerde diğer insanlara ve genelde tüm insanlığa hitap
ediyorsa da çoğunlukla Arapların ilgisini çeken ve onların çevresiyle,
tarihiyle ve gelenekleriyle ilgili konular ele alır. Bu tabii olarak şöyle bir
soruya neden olur: Tüm insanlığın hidayeti için indirilmiş olmasına rağmen,
Kuran, nazil olduğu dönemin yerel ve ulusal unsurlarına neden bu kadar çok yer
verir? Bunda Müslüman olmayanların Kuran'ı on dört yüzyıl öncesine ait çölden
gelen tarihi bir kitap olarak görmeleri etkili oluyor. (The Amazing Qur'an by
Gary Miller, Holy Qur'an Resources on the Internet)Yani onlara göre bu kitap
ancak çöl hayatından bahseder. Ancak Kuran ne indiği tarihten bahsediyor ne de
çöl hayatının özelliklerini bize anlatıyor.
Bunun hikmetini anlamayan kimseler, şöyle bir iddiaya
koyulurlar: Kuran, gerçekte o dönemin Araplarını ıslah etme amacıyla
indirilmişti. Fakat sonraları, nasıl olduysa, Onun bütün insanlık ve bütün
zamanları için indirildiği iddia edilmeye başlandı. (Tefhim, I, 25) Mevdudi,
soruya neden teşkil eden gerçek diye takdim ettiği şeyin aslında temelleri zayıftır.
Rabbimizin Araplara yönelik bir kitap indirmesinin ki Kuran'da "ey
Araplar" şeklinde bir hitap söz konusu değildir- sorulara neden olduğunu
ileri sürüyor. Ancak bu varsayım kaç ayetle temellendirilebilir? Birkaç konu
nasıl Kuran'ın tümüne şamil kılınabilir? Ayrıca Kuran'ın dörtte birini
oluşturan kıssalar onun sadece Arap toplumundan bahsetmediğini açıkça
göstermektedir. Tabi Mevdudi Kuran'da sadece ve sadece Arap topulumun
ilgilendiren ayetler değil, onların şahsında bütün insanları ilgilendiren hitapların
olduğunu söylüyor ama ben bunun da fazla iddialı olduğunu söylüyorum.
Devamla Mevdudi, eğer Kuran'ın Araplara hitap ettiğini
söyleyen kişi, sadece karşı çıkmış olmak için karşı çıkmıyor ve meselenin
aslını öğrenmek istiyorsa, ona Kuran'ı okumasını ve bu şüpheye neden olan
noktaları işaretlemesini tavsiye ederim diyor. O kişi, daha sonra orada, sadece
o dönemin Araplarını kasteden herhangi bir fikir, ilke veya görüş varsa onları
belirlemelidir. Evrensel uygulamaya uygun olmayan ve sadece o dönem Arapları
için geçerli olan ahlaki prensip, kanun veya düzenlemeleri belirli bir
topluluğun şirk dolu inançların reddedip kötü geleneklerini ortadan kaldırması
ve Allah'ın birliği ile ilgili burhanları (kesin deliller) onların çevresindeki
nesnelere dayandırması, bu davetin sadece yerel ve geçici olduğu fikrine bir
destek teşkil etmez. Meseleyi yakından incelemeli ve Kuran'ın Arabistan'ın
putperest halkı için söylediklerinin, her zaman ve her yerde kullanıp
kullanamayacağımıza kara vermeliyiz. Eğer bu sorulara verilen cevap olumlu ise,
o zaman böyle evrensel bir vahyin belli bir dönemde belli bir topululuğa hitap
ettiğinden ötürü, yerel veya geçici olarak kabul edilmesi için hiçbir sebep
yoktur. Dünyada, başından sonuna kadar hiçbir somut örneğe ve özel duruma yer
vermeksizin her şeyi soyut planda bir hayat tarzı ve modeli kurmak imkansızdır.
Bunun farzı muhal mümkün olduğunu kabul etsek bile böyle bir sistem daima kağıt
üstünde bir teori olarak kalır ve hiçbir zaman pratiğe yansımaz. (Tefhim, I,
25)
Bunun yanı sıra sonunda uluslararası plana yansıyacak
olan bir ideolojik hareketin daha işin başında uluslararası bir seviyeden
başlaması ne gerekli ne de yararlı olur. Ayrıca İslami Hareketin tarihi Hz.
Muhammed ile başlamıyor. Onun Arap toplumu ile sınırlamak nasıl mümkün olur?
Peygamberimiz bir türedi değil, varolan tevhidi geleneğin bir devamıdır. Bu
İslami mücadelenin zaman ve mekan ile sınırlı olmadığını göstermez mi? Buna
başlamanın en doğru yolu, hareketi, doğduğu ülkede başlatmak ve istenilen hayat
nizamının temelini oluşturacak olan ana ilkeleri ve öğretileri, sunmak
olmalıdır. Daha sonra hareketin temsilcileri, bu ilke ve öğretileri, ortak dil,
alışkanlık ve geleneklere sahip oldukları insanların kafalarına işlemelidirler.
İşte önce bu ilkeleri, kendi ülkelerinde uygulamalı, mutlu ve başarılı bir
hayat sistemi sergileyerek bu ilkelerin değerini ispat etmelidirler. Tabii
olarak bu, diğer ulusları etkileyecek ve onlardan akıllı olanlar, bu hareketi
kavrayıp, kendi ülkelerinde de başlatacaklardır. O halde belirli bir ideolojik
sistem, sadece ilk önce belirli bir topluma sunulduğu ve belirli bir topluluğa
hitap ettiği için ulusal olamaz.
Bu vesileyle belirtelim ki, ulusal bir sistemi
uluslararası olanından ve süreli bir sistemi geçici olandan ayıran nokta şudur:
Ulusal bir sistem, ya diğer uluslardan üstün olduğunu iddia eder ve bu
üstünlüğü sağlamaya çalışır ya da özellikleri nedeniyle başka uluslara
uygulanamayan ilke ve öğretiler sunar. Diğer taraftan uluslararası bir sistem,
tüm insanlara eşit statü ve hak verir. Ayrıca, her yer ve zamanda
uygulanabilecek ilkeler ortaya koyar. Oysa, geçici bir sistemin ilkeleri, belli
bir zaman sonra uygulanamaz hale gelir. Sürekli bir sistemin ilkeleri ise her
dönemde uygulanmaya müsaittir. Kuran'ı yukarıda belirtilen noktalar ışığında
inceleyen kimse, Onun öğretilerinin evrensellik özelliğine sahip olduğu
sonucuna varacaktır. (Tefhim, I, 26) Ey Araplar değil de ey müminler, ey
kafirler şeklinde hitaplar kullanılması da bunu göstermiyor mu?
Kuran-ı Kerim herkes için aynı şeyi söyleseydi dünyada bu
kadar kabul görmezdi. İyi bir kitap hem mürekkep yalamış, gazete yemiş birisine
hem de bir çobana hem de bir filozofa hitab edebilmelidir. Zaten Kuran bütün
insanlara gönderilmiş bir kitaptır. Tüm insanlarca anlaşılabilir bir mesaj sunabilmek
için Kuran herkes tarafından anlaşılan bir uslup ile konuşmalıydı. Bu sayede
İslam, Çin, Güney ve Doğu Asya'dan Afrika ve Avrupa'ya kadar yayılmıştır. Bu
insanlar farklı diller kullanıyorlar. Tabi bundan sadece organ olarak dillerini
değil kalp ve zihin dillerini de kastediyorum. Kuran kendi ifade biçimiyle
tümüne hitap edebilmiştir.
Buna bir örnek verecek olursak Kuran-ı Kerim Hz. İbrahim
kıssasında onun güneşe, aya ve yıldızlara battıkları yani var olan bir
belirlenime göre hareket ettikleri için onlara ibadetin mümkün olamayacağını
söylediği zikredilir. Anlatılan bu olay ilah bir şeye tabi olan olamaz. Güneş,
ay ya da yıldızlar doğup batmaları konusunda irade sahip olmadıkları için ilah
olmaya layık değildirler şeklinde de anlatılabilirdi. Ancak bu sefer de bu
köşeli hitaplar filozof olmayan büyük çoğunluğu sıkar ve okumak istemezlerdi.
Kuran-ı Kerim'in dili sıradan insanların anlayabileceği
düzeydedir. Günlük dilde kullanılan kelimeleri seçer. O, felsefenin, bilimin,
mantığın ya da herhangi bir diğer disiplinin teknik, akademik dilini kullanmaz.
Ama kelimelerin eski anlamlarına yenilerini ekler. Kuran tezlerini insanın
günlük tabiat, tarih ve kendi tecrübeleri üzerine kurar.
Kuran-ı Kerimi anlama çabasında bu gerçeğe dikkat
etmeliyiz. Bu özelliği sayesinde Kuran-ı Kerim okuma programları ilkokul
seviyesinden üniversite seviyesine uygun bir şekilde ayarlanabilir. Çocuklar
Peygamberlerin tevhid mücadelesini iyi kötü mücadelesi seviyesinde algılarken,
üniversite seviyesinde tevhidi mücadelenin karşılaştığı zorluklar, müminlerin
iç ilişkileri, olumsuz insanlar ile ilişkileri ve yaratıcı ile ilişkilerini
görebilir.
Kuran'ın evrenselliğine yapılan itirazlarda nüzul
sebebinin fazlaca vurgulanması da neden olmuştur. Bazı yazarlara göre, nüzul
sebeplerini bilmeksizin Kuran'daki birçok konu tam anlamıyla kavranamaz.
belirli bir konuyu açıklığa kavuşturan sosyal, tarihsel veya diğer şartlar
bilinmelidir. Çünkü Kuran'ın tümü bir anda bütün bir kitap olarak inmemiştir.
Allah, daha tebliğ görevinin başında yaymak ve insanları belirli bir hayat
nizamına çağırmak üzere Hz. Muhammed'e (sav) Kuran'ın bir kopyasını da
vermemiştir. Bunun yanı sıra Kuran, ana fikir etrafında mantıksal bir düzen
içinde genişletmekten ibaret olan sıradan edebi bir eser değildir. Zaten bu
böyle bir eserin üslubuna da uymaz. Kuran, Allah'ın emri ile Allah'ın Resulü
tarafından başlatılan İslami hareketin tebliğine uygun olan kendine özgü bir
üslup kullanır. bu nedenle Allah, Kuran'ı çeşitli safhalarda, İslami hareketin
gereklerine göre parça parça indirmiştir. (Tefhim, I, 17)
Kuran ayetleri, hakkında indikleri olaylara ve şahıslara
özgü değildir. Onlarla sınırlandırılamaz. Çünkü ayetin nüzul şartları olayın
başlangıç noktasında öte bir anlam ifade etmez. Zira bu, düşüncenin ilk
harekete geçtiği olaydır. Bütün gelişmeleri sınırlama ve hepsini kapsamına
almaktan uzaktır. Bu nedenle Kuran ayetleri yer ve zamana paralel biçimde her
alanda genişlemiş ve her tarafa uzamıştır. Ayetler, bu ilk örnek vasıtası ile
düşünceye ve kavramlara en geniş anlamda kaynaklık edebilmiştir. İşte Kuran
ayetlerinin bu özel sebeplerle ve belli şartlarla dondurulmamış olması bu ayetlerin
ilk Müslüman nesle verdiklerini bize de verme olanağı sağlamıştır. Kuran, ilk
Müslüman neslin samimiyetine, bağlılığına, özgür iradelerine, onların
sapıklıklara meydan okuyuşlarına, teorik ve pratik olarak özgürlüğü elde etmek
için bütün güçlerini kullanmalarına ışık tuttuğu gibi, bugün bizim küfre,
şirke, zulme ve azgınlığa karşı koymamızda da bizimle beraber yaşadığını,
yaşaması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz. (Min Vahy'il Kuran, I, 21)
Nüzul sebebi diye aktarılan bazı haberler ayeti bazen
sınırlamakta, hatta anlamsız hale getirmektedir. Bakara suresindeki: "Sana
hilalleri soruyorlar. De ki: 'Onlar, haccın ve insanların (öteki
faaliyetlerinin) vakitlerini gösterir. Öte yandan erdemlilik, evlere
arkalarından girmeniz değildir. Ama gerçek erdem sahibi, Allah'a karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun ki gerçek mutluluğa erişebilesiniz."
(2/189)ayetinin tefsirinde birtakım nüzul sebepleri zikredilir. Bu
rivayetlerden bazılarına göre yolculuğa niyetlenip de çıkamayanlar ya da
yolculuğa çıkıp geri dönenler böyle davranırlardı. Bu davranışı da bir hayır
olarak telakki ederlerdi. Bunun üzerine ayetin ikinci kısmı indirildi ve
böylece onlara bu davranışlarında bir hayır olmadığı anlatıldı.(Ibnu Kesir, I,
326-327) Müfessir bunu uzun uzadıya anlatıyor ve ayetin tefsirini bunlarla
bitiriyorsa okuyucunun zihninde bu nüzul sebeplerinden başka bir şey canlanmaz.
"Demek ki o dönem insanları böyle davranıyorlarmış" der, bu anlamsız
davranışlarına güler geçer. Bu haliyle ayetin tefsiri tamamen tarihseldir. .
(Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 336)
Allah razı olsun Fahreddin er-Razi bu ayet ile ilgili
nüzul sebepleri diye nakledilen haberleri veriyor. Ancak bunların hiçbirinin
ayetin anlamıyla örtüşmediğini söylüyor. "Evlere kapılarından"
girmenin meşhur bir kinaye olmasından hareketle "arkalarından evlere
girmenin" Resulullah (sav)'a onun bilgi alanı dışında sormanın
kastedildiğini söylüyor. İnsanların Kitaplarını arkalarına atmaları (Al-i İmran
3/187; Hud 11/92) zaten Kuran-ı Kerim'in kullandığı hitaplar içerisinde yer
almaktadır. Razi Rabbimizin bu kinaye ile anlattığı olayı gerçekten evlere
arkalarından girmek olarak anlamanın Allah'ın kelamını kötü bir tertibe
götürmüş olduğunu ve onun ise bundan münezzeh olduğunu söylüyor. (Razi,
Tefsir-i Kebir, 11 cilt, 2 bs., Beyrut, Darû İhyaî Turâs’il Arab, 1997, II,
286)
Ancak ayette bir Peygambere ayın geçirdiği evreler
soruluyor. Kuşkusuz peygamberin görevi, insanlara evrendeki kozmik olaylarla
ilgili bilgi vermek değildir. Onun görevi, hidayet konularıdır. İnanç, ibadet,
ahlak ve toplumsal kurum ve ilişkiler konusunda rehberlik etmektir. Nitekim
soru, ayın geçirdiği evrelerin nedenleriyle ilgili olduğu halde, ayın geçirdiği
bu evrelerin dini ibadetlerle ilgisi cevapta anlatılmaktadır. Kozmik olayların
izahını dinde aramak, evlere kapıla dururken arka duvardan giremeye benzer. .
(Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 337)
Müfessirler arasında "Nüzul sebebinin hususiliği hükmün umumiliğine engel
değildir" diyenler olmuştur. Ancak bu sözün söylenmiş olması yeterli
değildir. Müfessirin, hükmün umumiliğine dikkati çekmesi ve ayetin, müfessirin,
yaşadığı çağın olaylarıyla ilgisini belirtmesi gerekir. Kuran-ı Kerim'in
toplumsal hayatla bağlarının kopma nedenlerinden biri de müfessirlerin
tefsirlerini güncelleştirememeleridir. . (Said Şimşek, Günümüz Tefsir
Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 338)
Nüzul sebebinin gerekliliği konusu çok ötelere
taşındığında bazı problemler de çıkmaktadır. Mesela Mısır'lı Hasan Hanefi bu
konuda şöyle diyor: "Ayetlerin nüzul sebepleri ayetlerin indirilmelerinin
zorunlu şartıdır. Ayetler ancak o olaylara bağlı olarak geçerli olabilir. Buna
göre mesela Kuran'ın Arapça olması ile ilk muhataplarının Arapça konuşuyor
olmaları arasındaki alaka, vahyin muhtevası içinde yaşadıkları şartlarla
alakalıdır. Eğer şartlar başka olsaydı (mesela insanlar Arapça konuşuyor
olmasalardı, Kuran Arapça olmayacaktı, eğer müşrik olmasalardı, tevhit bu kadar
vurgulanmayacaktı, eğer içki içilmeseydi veya içki konusunda mutedil
davranılsaydı içkinin içilmesi haram olmayacaktı vs) bugün elimizde başka bir
Kuran olacaktı. (Tahsin Güngör, "Dil; Kavrayış ve Davranış", Kuran
Sempozyumu, Ank., 1997, 148) Görüldüğü gibi, nüzul sebepleri fayda düzeyinden
gereklilik düzeyine çıkınca ayetleri o döneme hapsetme tehlikesi de gündeme
geliyor.
Ayetlerin büyük bir kısmının herhangi bir olay olmaksızın
indiği olmuş olmaları, onların olaylar tarafından değil, olayların onlar
tarafından tayin edildiği anlamına gelmektedir ki, bu durum vahyin mevcut
karşısındaki aktif konumun ifade etmesi açısından oldukça önemlidir. Bu durum,.
Vahyin bizzat kendisinin kendisine bir geçerlilik alanı hazırladığı anlamına
gelmektedir. Diğer taraftan bazı soruların olması ve bazı ayetlerin o sorulara
cevap olarak denk düşmesi ve doğrudan o sorunun cevabı olması, cevabın sadece o
sorunun cevabı olması anlamına gelmez. Misal olarak gerçeği saklamak isteyen
birisine söylenen veya yalan söyleme eğilimi görülen birisine veya yalan
söylemenin hükmünü öğrenmek isteyen birisine söylenen "yalan söyleme,
çünkü yalan kötüdür" ifadesi, her ne kadar bir vesileyle söylenmiş olsa
bile, genel geçer bir doğruyu ifade etmektedir. Kaldı ki Kuran, bir dönemde
yaşayan sınırları belli bir insan grubunun mevcut sorunlarını halletmek amacıyla
gönderilmiş bir vahiy değil, insan cinsine gönderilmiş ve gönderilmesiyle de
insanlara sadece çözümler değil, meseleler de yüklemiş, yani onlara teklif
getirmiştir.( Tahsin Güngör, "Dil; Kavrayış ve Davranış", Kuran
Sempozyumu, Ank., 1997, 149-150)
C) KURAN HİDAYET ARAYANLARA DOSDOĞRU
YOLU GÖSTERİR
Kuran bir yol göstericidir, bir klavuzdur. Ama bizzat
Kuran'ın da dediği gibi, herkese değil, Allah'tan korkup sakınan, gaybe iman
eden, namazı kılıp zekatını verenlere, gerisine ne söyler? Kuşkusuz buna göre
onlara yol göstermez. Demek ki metnin kendisi her zaman herkese bir ve aynı
şeyi söylemiyor. Kılavuzluk özelliğini kabul etmeyenlerin kılavuzla ilişkileri,
kılavuza bakışları, ontolojik olarak farklı bir varlık alanına ait olacaktır.
(Aktay, a.m., 229)
Celaleddin Rumi'nin anlattığı fil hikayesinde körler fili
tutuyorlar. Her biri farklı tanımlar getiriyor. Hortumunu tutan yumuşak,
ayaklarını tutan sert bir hayvan olarak tanımlıyor. Şimdi biz de Kuran
ilimlerinin tümünü ve Kuran'ın bütün özelliklerini bilmiyoruz o halde okuyarak
hidayet bulmaya çalışmayalım mı? Hayır Kuran hakkında ne kadar haberimiz olursa
o kadar kardır. Hiç bilgi sahibi olmamaktansa az bilgi elde etmek iyidir. Yarım
hoca dinden ediyorsa dinden bu kadar da haberi olmayan insan ne yapar? Mesela
Amerika'da Cemil Wilkes, Mehdi Abdurrahman gibi Müslüman basketbolcuların bağıl
olduğu bir tarikat var. Bu tarikatın üyeleri birbirleriyle karşılaştıkları
zaman bismillah diyorlar. Namaz kılacakları zaman da beş vakit gusül alıyorlar.
İslami coğrafyada bu tür bir yanlışa düşülmemesi var olan yarım hocaların
topluma kazandırdıkları değil midir? Yanlış anlaşılmasın yarım hocaları
kutsadığım falan yok. Ancak öğrenme sürecinde biraz müsamahakar olalım.
İnsanları öğrenmeye yaşamaya teşvik edelim. İlk İslam toplumu da birden değil
23 yıllık süreçte kemale giden bir yolculuğa çıkmıştır.
"Sakınırsanız, Allah size doğruyu yanlıştan ayırma
özelliği var"(Enfal 8/29) diyor Rabbimiz. Hidayet bulmamız için onu
okumalı, onun canlı örnekleri olmalıyız.
Fakat dosdoğru yola ulaşmak gibi bir niyetimiz yoksa,
zaten diğer insanları da dosdoğru yola çağırmak gibi bir vazifemiz kalmamış
demektir. Sözgelimi S. Hüseyin Nasr, Hıristiyan akaidindeki baba ve oğul tanrı
anlayışı hakkında şunları söylüyor: "Bu inancı (her ne kadar tarihi
dökümanlar desteklemese dahi) Tanrı'ının Hıristiyanlar için (Müslümanlar için
değil) murad ettiğine inanıyorum. Fakat hadise şudur: Bana göre vahyin çeşitli
yorum ihtimalleri bu şekilde yorumlanmasına imkan vermektedir. Hz. İsa'yı
Tanrı'nın oğlu olarak temsil eden yorum "Mesih"in tek geçerli yorumu
değildir. Bu yorum Tanrı iradesinin, Hakk'ın tezahürlerinin yalnızbir cihetini
temsil etmektedir. Eğer bir kimse, "bu binlerce yıl inanılan korkunç bir
hatadır" derse, işte ben bunu kabul edemem" "...Mesih'in (Hz.
İsa) bu dünyadaki hakikatini anlamayı, onun yalnızbir tarzda anlaşılmasına
münhasır kılamayız. Dolayısıyla Mesih'in İslam ve Hırisityanlıktaki iki değişik
tasvirinin ikisi de doğrudur.....birbiriyle çelişik olmalarına rağmen..(Fethi
Kılınç, "Kuran'ı Çok Anlamlı Okuma Sorunu", Haksöz Derg, İst, 1998,
S. 93, 29)
II-KURAN-I KERİM'İ ANLAMADA ÖNEMLİ UNSURLAR
A.RESULULLAH (SAV)'İN KONUMUNU DOĞRU TAYİN ETMEK
Zihinde
karmaşıklık doğruna başka bir husus da, Kuran'ın tam bir hayat düsturu olması
konusudur. Kuran'ı okuyan kimse, onda sosyal, kültürel, politik, ekonomik vs.
problemlerle ilgili ayrıntılı kanun ve düzenlemelere rastlayamaz. Bu nedenle
bir kimse, Kuran'da kitabın kendisinin de çok önem verdiği namaz ve zekatla
bile ilgili ayrıntılı düzenlemeler olmadığını görünce şaşkınlığa düşmektedir.
Sıradan bir okuyucunun, bu kitabın tam bir düstur olarak adlandırıldığını
anlayamamasının nedeni işte budur. Bu yanlış anlamanın nedeni, karşı çıkan
kişinin Allah'ın sadece kitap göndermekle kalmayıp, Onun öğretilerini pratikte
uygulayarak sunan bir Resul gönderdiği gerçeğini gözden uzak tutmasıdır. Bu
konuyu açıklığa kavuşturmak için, bir binanın yapımını örnek alabiliriz. Sadece
binanın bir planı hazırlanmış ve inşaatı yaptırıp yönetecek bir mühendis
görevlendirilmemişse ancak o zaman, tüm ayrıntılara yer verilmelidir. Fakat eğer
planla birlikte inşaatı yapmak için bir de mühendis görevlendirilmişse, o zaman
ayrıntılı bir palana gerek yoktur. Bu durumda istenilen özelliklerin, ana
hatlarıyla belirtildiği bir plan yeterlidir. Bu nedenle böyle bir plana eksik
diyerek kusur bulmak yanlış olur. Allah Kuran'la birlikte Resulünü de
gönderdiği için Kuran'da sadece temel ilkeleri ve önemli direktifleri
vurgulamış ve ayrıntılara yer vermemiştir. O halde Kuran'ın asıl fonksiyonu,
İslam dininin entelektüel ve ahlaki bazını açıkça ortaya koyup bunları
örneklerle güçlendirmek ve kalplere işlemektir. İslami hayat tarzının
uygulamaya ait yönü söz konusu olduğunda ise, Kuran, ancak hayatın her yönü ile
ilgili sınır ve hadleri belirler ve ayrıntılı kanun ve düzenleme koyulmaz.
Bunun yanı sıra bazı önemli yerlerde, parçaların, Allah'ın dilediğine uygun
biçimde nasıl birleştirileceğini öğreten kılavuzlar, yol işaretleri
yerleştirir. İslami hayat düzenini Kitaptaki ilkelere uygun bir şekilde pratiğe
aktarma görevi, özel olarak birey için, toplum için ve İslam devleti için,
Kuran ilkelerine uygun bir hayat tarzı kurmak üzere gönderilen Hz. Peygambere
(sav) verilmiştir. O halde Kuran, Hz. Peygamberin (sav) sünneti ile birlikte
gönderilen Hz. Peygambere (sav) verilmiştir. O halde Kuran, Hz. Peygamberin (sav)
sünneti ile birlikte alındığı ölçüde eksiksiz bir hayat düsturudur. (Tefhim, I,
26)
Resulullah'ın
(sav) Kuran'ı izahı onun en güzel örnek olması dolayısıyla bizi için büyük
öneme sahiptir. Onun gönderiliş sebeplerinden birisi de Kuran'ı açıklamadır.
Hadisler belirlenen ilkelerin noktalama işaretleri niteliğindedir. Genel
ilkelerin düşünce ve pratik olarak nasıl gerçekleşeceğini gösteren bir
açıklamadır. Haccın kaç defa yapılacağı, namazların rekatları, hırsızın kaç
elinin kesileceği vb, konularda muhakkak sünnete ihtiyaç vardır. Bununla
beraber Kuran, senet yönünden hadisten farklı bir niteliğe sahiptir. Kuran'ın
senedi bilimsel bir ispata ihtiyaç duymaz. Bilginler Kuran-ı Kerim'de yer alan
bir hükmün doğruluğuna kanaat getirmek için o hükmü aktaran ravilerin akide ve
ahlak olarak sağlama kişilikli insanlar olmasını araştırmak zorunda değildir.
Çünkü Kuran-ı Kerim'in senedi kesindir. Bunun yanında Peygamberimizin şöyle
söylediğini veya böyle yaptığını ispat eden hadisin senedi bu ölçüde sağlam ve
kesin değildir. Bunun sağlam ve kesin olduğunun ispatlanması gerekir. (Min
Vahy'il Kuran, I, 19)
Kuran'ı doğru
anlamak için Resul'ü (sav) de doğru anlamak gerekir. Peygamberleri sürekli
mucizelerle iş gören insanlar olarak algılarsak Kuran'ın canlı örneği Hz. Muhammed'i
(sav) hayatımızdan uzaklaştırmış oluruz.
Sahabenin
Kuran'ı anlaması da bizim için önemlidir ancak onların Kuran'ı yanlış anlamalar
mümkündür. Ancak onların bizden farklı olarak tamamen olmasa da yanlış
anlamaları ya da anlamamaları ihtimal dahilindedir. Örneğin Hz. Ömer'in (öl.
23/643), Abese suresinin otuzbirinci ayetinde geçen "ebben"
kelimesinin anlamını, İbnu Abbas'ın ( öl. 68/687 ) Fatır suresinde geçen
"fatır" kelimesinin anlamını bilmemesini, yine Adiy b. Hatim'in bakar
suresinin 178. Ayetini yanlış anlamasını örnek verebiliriz. (Said Şimşek,
Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 28) Peygamberimiz bu
kişilere, madem bu ayeti anlayacak kapasiten yok, o halde bundan böyle Kuran'ı
anlama gayreti içine girme demiş değildir. Adiy b. Hatim'in oruçta
"şafağın beyaz ipliğinin siyah ipliğinden ayırt edilinceye kadar
yenilebileceğini" bildiren ayeti (Bakara 2/187) elinde tuttuğu siyah ve
beyaz iplikle karıştıran bu sahabenin yanlış anlamasını düzeltimiş ama bundan
sonra Kuran'ı anlamaya çalışmayasın dememiştir. Elbette kişilerin
kabiliyetleri, birikimleri anlamalarında etkilidir. Ancak Kuran-ı Kerimi
anlamaya sınır getirme ve bunu belli kimselere hasretme kutsama döneminde
ortaya çıkmıştır. .. (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul,
1997, 49)
B) MEAL OKUMANIN ÖNEMİ
Kuran-ı
Kerim, sıradan bir Kitap olmadığı için onu üslup ve muhteva olarak başka bir
dile tam olarak aktarmak mümkün olmaz. Ancak bu Kuran'ın başka bir dile
aktarılmasının sakıncalı olduğu anlamına gelmemektedir. Kuran-ı Kerim başka
dillere çevrilmesi sayesinde yaygınlık kazanmıştır.
Muhammed
Hamidullah'ın verdiği bilgiye göre, Avrupa'da ilk Meal çalışmaları 1141'de
başlamış ve Kuran bu tarihlerde Latince'ye çevrilmiştir. İtalyanca'ya 1513,
Almanca'ya 1616, Fransızca'ya 1647 ve İngilizce'ye de 1648'de tercüme
edilmiştir. Bugün için, yaklaşık olarak Almanca'da 47, İngilizce'de 51,
Fransızca'da 31, Latince'de 36, Urduca'da 100'e yakın ve Farsça'da 100'ün
üstünde meal bulunmaktadır. Türkçe'de 65 civarında Meal olduğu söylenebilir. Bu
nispet zamanla artış göstermektedir. (Ali Bulaç, Kuran-ı Kerim ve Türkçe
Anlamı, 5 bs., Istanbul, XXVII ayrıca bu mealde Ali Bulaç Dücane Cündüoğlu'na
2. Ve 3. Baskılarını gözden geçirdiği için teşekkür ediyor.)
Demek ki
Kuran-ı insanların kendi dillerinde anlama çabalarının kökenleri çok eskilere
dayanmaktadır. Ancak Kuran-ı Kerim'i anlamak için yapılan çevirilerin İngilizce
mealler sayısına yakın oluşu bizim için üzücüdür.
Kuran meali
yazılırken çeviri biçimlerinden motamot tercüme okuyucuya, Kuran'ın her
kelimesine aşina olması ve her ayetin altında hemen tercümesini okuduğundan
ayetin manasını hemen anlaması konusunda yararlı olur. Bu yöntem, bazı
kolaylıkların yanı sıra beraberinde birtakım zaafları da taşır. Nitekim Arapça
bilmeyen Kuran okuyucuları bu yöntemden tam anlamıyla yararlanamamaktadırlar.
Çünkü motamot tercüme okunurken cümlenin akışı kesildiği gibi dilin edebi
güzelliği de yok olmaktadır. Böylece Arapça'nın belâgat ve etkileyiciliğinden
okuyucu mahrum kalmaktadır. Kuran satırları altında cansız bir tercüme
bulunduğundan dolayı okuyucu bu tercümeyi okurken ruhu vecde gelmemekte,
tüyleri ürpermeyip, gözlerinden yaş akmamakta velhasıl içinde fırtınalar
kopmamaktadır. Öyle ki okuyucu, Kuran'ın aklı ve düşünceyi fetheden, kalbin derinliklerindeki
ince noktaları etkisi altına alan üslubunu hissettirmemektedir. Değil okuyucuda
bu tür tesirler uyandırmak, zaman zaman bu kitabın herkese meydan okuyan
eksiksiz söz olduğundan bile kuşkuya kapılmaktadır. Tün bunların nedeni,
motamot tercümenin, eleğin altından akan kuru parçalar olup Kuran'ın, ruhunun,
edebi ve büyüleyici üslubunun yukarıda kalmasındandır. Gerçekten de bu üslubu
hiçbir motamot tercümenin aktarabilmesi mümkün değildir. Oysa Kuran'ın
etkileyiciliğinde, onun saf mesajı ve bahsettiği konularla birlikte büyüleyici
üslubunun da payı vardır. Bu edebi üslup, kaya gibi sert kalpleri dahi adeta
bir mum gibi eritmişti. Bu ilahi Kelam, bir yıldırım gibi tüm Arabistan halkını
tesiri altına almış ve en aşırı muhaliflerine bile kendisini kabul ettirmiştir.
Hatta bu kimseler, bu büyüleyici kelamın etkisi altında kalmaktan korkup onu
dinlemekten çekiniyorlardı. Şayet Kuran böyle bir özelliği sahip olmasaydı ve
motamot tercümelere benzeseydi, Arapların kalplerini kolayca yumuşatması ve
gönüllerini fethetmesi mümkün olmazdı.
Ne var ki
Kuran-ı Kerim'in gönderiliş amacı insanları vahiy doğrultusunda harekete
geçirmektir. Kuran'ın öne çıkarılması gereken yönü hakkı batıldan ayırdedici
özelliğidir. Duyguları harekete geçirme konusunda motamot çevirinin etkili
olamadığı kesindir. Ancak duygusal olarak okuyucuyu harekete geçirme arzusu
edebi yönü mesajın muhtevasını geri plana itebilir. Bu da vahyin amacını ikinci
plana iter. Bence motamot tercüme yapılıp dipnot şeklinde yazarın tercih ettiği
kelime karşılığını vermesi daha iyi olur.
Meal okuyalım
derken zaten onu İncilden farklı olarak Kuran yerine koymuyoruz. İncilin hangi
dilden olursa olsun böyle bir sorunu yok. Zaten hermenötik ilmi de farklı İncil
metinlerindeki anlam örgüsünü göz önünde bulundurarak Allah'ın kastettiğini
ortaya çıkarmaya çalışıyor. Bize göre Kuran'ın Arapça olması ve kelimelerin
ifade ettiği anlam son derece önemli. Öyle olmasaydı, müfessirlerimiz harfi
cerleri dikkate alarak sonuçlara varmaz ve kaideler çıkarmaya çalışmazdı. Bu
nedenle elimizdeki mealler sadece birer tercüme olmaktan öteye gidemezler.
Kuran Arapça olarak indirilmiş olan Kitaptır. Kuran-ı Kerim'in Farsça'ya
çevrilmesi İslam'ın ilk dönemlerinde gerçekleşti. Ancak bu namazda okunanın
anlamını bilmeyen insanlara yönelik bir çabaydı.
Kuran-ı Kerim
çevrilince her kelimeyi tam olarak vermek mümkün olmayabilir. Ancak bunun
yaratacağı sorunlar, Kuran üzerine yapılan çalışmalarla giderilebilir. Örnek
olarak enzelna (indirdik) ifadesinini geçtiği yerler ele alalım: "Ey Adem
oğulları! Size örtünün diye giysiler ve güzel elbiseler verdik(enzelna)"
(Araf 7/26)
Enzelna
ifadesi tam tamına "indirdik" anlamına gelir. Elbette gökten
elbiseler indirilmedi. Bu ayette enzelna ifadesi elbise yapma ya da kullanma
kabiliyetini size verdik anlamında düşünülmeli. Bu anlama biçimi Kuran'ın diğer
yerlerinde de kullanılabilecek niteliktedir: " O size demiri
indirdi."(Hadid 57/25) Biz bunu Allah demir indirdi diye anlayamayız. Ne
var ki bu ifadenin ne anlama geldiği çok büyük problem oluşturmamaktadır. Bu
ifadenin ilk bakışta garip görünmesi onun çevirisinin anlaşılmazlığından
değildir. Kuran'a aşina olmayan ve Arap olan birisi de bu ifadeyi
garipseyebilir. Bu tür ifadelerin iyi çevrilemediğini söyleyip insanları Kuran
mealinden soğutacağımıza hem okumalarını hem de araştırmalarını tavsiye edelim.
Rabbimiz
Yahudilere Tevratı kendi dillerinde gönderdi. Yahudiler İbraniceyi Allah'ın
özel/kutsal dili olarak kabul ettiler. Ancak dil ilahi mesajın iletilmesinde
bir araçtır. Rabbimizin toplumlara kendi mesajını o toplumun dili ile iletmesi
dil değişse de mesajın farklı dilde ifade edilebildiğini ve anlaşıldığını
gösterir. Bir buçuk milyara yakın insanın kendilerini Müslüman olarak ifade
etmeleri çeviriler sayesinde olmuştur.
Kuran-ı
Kerim'in edebi mükemmelliğini takdir etmek mümkün olmasa da onun bu yönü
çeviriler sonucu elde edilenler yanında az bir kayıptır. Edebi güzellik
insanları etkilemekte bir yöndür sadece. Diğer bir deyişle Arapça olmayan bir
dille mesajı anlamak Arapça konuşmayan birisi için bütün delilleri görmeden
sonuca varmak demektir. (Abu al-Qassim Razzaqi, An Introduction to the
al-Mizan, İnternet)
Rabbimiz
Kuran mesajının herhangi bir dilde tüm dünyaya verilebileceğini, Kuran'ın
Arapça veya başka bir dilde olmasının farketmeyeceğini bizlere şöyle
bildiriyor: "Biz onu, yabancı bir dilde Kuran yapsaydık, mutlaka,
'ayetleri açıklansa idi ya' diyeceklerdi. Arap (peygamber)e yabancı dil öyle
mi? De ki: "O iman edenlere bir hidayet ve şifadır. İman etmeyenlerin ise
kulaklarında bir ağırlık vardır. O, (Kuran)onlara karşı kötülüktür. Onlar
(sanki) uzak bir yerden çağrılmaktadırlar.(Maide 4/44)
Sonuç olarak
meal okumanın Kuran-ı Kerimi anlamada büyük bir öneme sahip olduğunu hatta onu
okumanın ibadet olduğunu söyleyebiliriz.
C) KURAN-I KERİM'İN ELE ALDIĞI KONULARIN BİLİNMESİ
Okuyucu her
şeyden önce, Kuran'ın mahiyetini kavramalıdır. Başlangıç noktası olarak kişi
Onunu vahyedilmiş bir kitap olduğuna inansın ya da inanmasın, Kuran'ın
kendisinin ve Onu bize ulaştıran Hz. Muhammed'in (sav) öne sürdüğü Kuran'ın
ilahi bir kılavuz olduğu iddiasını göz önünde bulundurmalıdır. (Tefhim, I, 14)
Kuran'ın ele
aldığı konu insandır. O insanı felaha veya helaka götüren hayat tarzlarını
anlatır. Kuran metni boyunca vurgulanan ana fikir, Hakkın açıklanması ve buna
dayanan doğru yola davettir dil incelemesi değil. Kuran, gerçeğin, Allah'ın,
Hz. Adem'i (as) halife tayin ettiğinde kendisine vahyettiği ve Ondan sonra
gönderdiği diğer bütün peygamberlere vahyettiği gerçek olduğunu ve bütün
peygamberlerin aynı doğru yolu çağırdıklarını bildirir. İnsanlar tarafından bu
hakka aykırı olarak, Allah, insanın evrenle, insanın Allah'LA ve diğer
yaratıklarla ilişkisi hakkında icat edilen tüm teoriler yanlıştır ve bunlar
üzerine kurulan hayat tarzı sonuçta insanı hüsrana götürür. (Tefhim, I, 16)
Vahyin hedefi
ise, insanı doğru yola çağırmak ve cahilliği nedeniyle kaybettiği veya
günahkarlığı nedeniyle yüz çevirdiği hidayeti onlara sunmaktır. Eğer okuyucu bu
üç şeyi zihninde tutarsa, ne bu kitabın üslubunda bir uyumsuzluk, ne konusunun
sürekliliğinde, ne de konuları arasında bir kopukluk olmadığını anlayacaktır.
Konusu, ana fikir ve amacı göz önünde bulundurulduğunda bu kitapta lüzumsuz ve
anlamsız tek bir nokta yoktur. Baştan sona ele alınan farklı konular, ana
fikirle öylesine uyum içindedirler ki, onları, farklı renk ve boyutlarına
rağmen onları aynı kolyenin güzel taşlarına benzetebiliriz. Kuran, göklerin,
yerin ve insanın yaratılışını anlatırken olsun, evrendeki yaratıklara
değinirken veya insanlık tarihinden olaylar aktarırken olsun aynı hedefi
gözetir. Kuran'ın amacı tabiat bilimlerini, tarihi, felsefeyi, başka bilimleri
veya sanatı öğretmek değil, insanı doğru yola ulaştırmak olduğundan, Kuran bu
ilimlerin konularıyla ilgilenmez. Onun ilgilendiği tek şey, gerçeği anlatmak,
onunla ilgili yanlış anlamaları ortadan kaldırmak, kafalara hakkı işlemek,
insanların kötü davranışlarının sonucu ile uyarmak ve tüm insanlığı doğru yola
davet etmektir. Aynı zamanda inançların insanların ve toplumların amellerinin,
metafizikle ilgili tartışmaların vs. kritiği ile de ilgilenir. Bu nedenle
Kuran, bir şeyi sadece kendi amaç ve hedefine uygun olduğu ölçüde anlatır,
belirtir veya o şey hakkında hüküm verir. Gereksiz ve ilgisiz ayrıntılar
üzerinde durmaz ve sözü tekrar tekrar bütün konuların çevresinde döndüğü ana
fikre, hakka davete getirir. Kuran bu bakış açısıyla incelendiğinde, tümünün
mantıklı olduğu ve tüm metin boyunca bir konu bütünlüğünün olduğu görülür.
(Tefhim, I, 16-17)
Bundan yola
çıkarak Kuran'ı okuyan insanın, orada belirlenmiş bir anlamı varsayacak, o
anlamın tüketilircesine belirlenebileceğini düşünerek, bu anlama salt
filolojik, gramatik ve mantıksal yaklaşımlarla ulaşılabileceğini öngörmek doğru
olmaz. Çünkü Kuran içerdiği hukuki hükümleriyle bize filolojik, gramatik veya
mantıksal bir anlam çözme işlemiyle bulunabilecek olanın ötesinde bir şeyler
söyler. Ve bu çözümlemelere saplanıp kalındıkça bize söylediği gürültüye gider,
unutulur. Onu tekrar hatırlamanın yolu ise, aslında şaşaalı, yöntemsel
yaklaşımlar gerektiren bir şey değil, ona kulak vermek, söylemeye çalıştığı
şeyi kalp kulağıyla dinlemek oradaki sesi duymaya, anlamı yakalamaya yeterlidir.
Mistik çağrışımları olan bu yaklaşımın birebir İslami tecrübelere uyarlanması
kuşkusuz mümkün değildir. (Yasin Aktay, "Kuran Yorumlarının Hermenötik
Bağlamı", İslami Araştırmalar Dergisi, IX, Ankara, 1996, S. 1,2,3,4, 91)
Kuran-ı Kerim
bir tarih veya coğrafya kitabı olsaydı bize bu bilgileri vermeyi amaç
edinebilirdi. Ona yaklaşanlar bir bilim kitabı gibi yaklaşırlarsa ondan
faydalanamazlar. Bununla Kuran-ı Kerim bilimle ilgili hiçbir şey anlatmıyor
demek istemiyorum. Ancak onun sakınanlara yol gösterme özelliğini geri plana
itip Batı ile boy ölçüşebilme arzusuyla bir bilim kitabı gibi okunmasının
yanlış olduğunu düşünüyorum.
Kuran-ı
Kerimi bir bilim kitabı görmek ayetleri amacından ve kastından oldukça
uzaklaştırmaktadır. Rabbimiz Rahman suresinde azabından ne cinlerin ne de
insanların yeri göğü aşıp Rabbimizin bir üstün güç (sultan) olmaksızın
yaptıklarının hesabını vermekten kaçamayacaklarından bahsederken (55/33), bu
gücü uzay gemisi olarak yorumlayanlar olmuştur. Yani bilimsel bilgiyi Kuran-ı Kerim'de
de var demek için ayete Allah'ın azabından sadece uzay gemisi ile
kurtulunabileceği anlamı verilmektedir ki, ayetlerin gerçek anlamından ne kadar
da uzaktır.
Kuran-ı
Kerimi bir bilim kitabından beklenecek unsurları barındıran bir kitap gibi
gören büyük müfessir Fahreddin er-Razi (Allah rahmet etsin)'den de bir örnek
vereyim. Razi "Arzı sizin için bir döşek kıldık" ayetini ele alıyor.
Ve diyor ki yeryüzü hareketsizdir. Doğrusal hareket etseydi, zıplayan bir adam
aynı noktaya inemezdi. Düşey hareket etseydi, insan hafif olduğundan yeryüzü
ile aynı hızda düşey hareket edemeyeceğinden dünyaya yetişemez aradaki mesafe
açılırdı, dairesel olarak doğuya doğru hareket etseydi batıya giden birisi bir
türlü gidemezdi. (Fahruddin er-Razi, tefsir-i kebir, Ank., Cev: Suat Yıldırım
vd.,, Akçağ Yay., 1988, c.2, 112-114)
Razi'nin
burada düştüğü yanılgı dönemin vardığı bilimsel bilgi düzeyini Kuran'da bulma
çabasıdır. Ayette yeryüzünün döşek olarak anlatılmasından kasıt onun bizim
yaşamımıza müsait bir yer olması ve bizim buna şükretmemizin gerektiğidir.
Yoksa bilimsel gerçekleri sunmak değil. Biz bilimsel araştırmalarımızı yapalım
ancak ayetleri ya da bilimsel gerçekleri birbirine yapıştırma usulüyle Kuran
okursak mesajından uzaklaşmış oluruz. İnsanları inandıracağız diye
yanlışlanabilir bilgiyi kabul eden bilimin verilerinin Kuran ile uyuşmadığını
gördüğünde insanları dinden uzaklaştırabiliriz de.
Ondokuz
mucizesini Müslümanların bir ara ne kadar sahiplendiklerini Cenk Koray'ın da
Mustafa Kemal'in hayatının ondokuz üzerine kurulu olduğuna dair yazılar
yazdığını unutmayalım. Cenk Koray'ın oğlunun da ondokuz yaşında öldüğünü
zikretmeden geçmeyelim.
D) KURAN-I KERİM'E GÖSTERİLEN YANLIŞ
SAYGI ANLAYIŞI
Kuran-ı Kerim'i yücelteceğiz diye onda bütün ilimlerin
saklı olduğu iddiasıyla bir yandan onun gönderiliş amacı geri plana itiliyor.
Öbür yandan da onu anlayalım denildiğinde onu anlamak için hadis, nüzul sebebi,
sarf, nahiv vb., engeller diziliyor. Bu nedenle Kuran-ı Kerim'in konumunu
tespit kulluğumuz açısından büyük önem arzediyor.
Kuran'ı yüceltmek adına onun sayısız anlamlara sahip
olduğu onun anlamanın mümkün olmadığı, onun akla hitap etmediği gibi iddialarla
insanlar Kuran’dan uzak tutuluyor. Anlamak için anlayacağına inanmak gerekir.
Kuran, anlamamız için kolaylaştırılmış olmasıyla yüce bir kitaptır. Zaten bir
kitabın anlaşılmaması onun kalitesizliğini gösterir. Bununla birlikte bilgili
bir insanın rehberliğinde Kuran-ı Kerim okunmazsa yanlış anlama ortaya çıkmaz
mı? Evet özellikle insan hedef ve kişisel malzemesinin düzeyini bilmezse böyle
olur. Fakat anlamaya çalışmamak okuyucu ve ümmeti için daha büyük bir kayıptır.
Doğru anlama faaliyeti sırasında yaptığınız yanlışlar telafi edilebilir ancak
anlama çabasında olmaksızın geçirilen zamanın telafisi yoktur.
Aksine Kuran, işitme, görme organlarını dinlemek, görmek
ve anlamak için kullanmayanlar hayvanlardan daha kötüdür diyor: “Onların
kalpleri vardır anlamazlar. Gözleri vardır görmezler. Kulakları vardır
işitmezler. Sığır gibidirler. Hatta daha da sapık. Onlar uyarıları kale
almıyorlar. (Araf 7/179).
Tamam kafirlerden bahsediyor ama bu kafirlerden şu
münafıklardan der ve kendi üzerimize almazsak Kuran'ın birçok ayetini geçmiş
olmaz mıyız? Kafirleri uyaran ayetler aynı zamanda bizim de kendimize çeki
düzen vermemiz yolunda direktifler değil mi?
Maalesef günümüzde Kuran-ı Kerimi yücelteceğiz diye, onu
yüksek bir yerde asılı tutuyoruz. Bunu aşanlarımız da onun önüne öyle engeller
koyuyorlar ki adeta insan çarpılacağını sanıyor. Bu nedenle Kuran’a saygının
boyutlarını belirlemek fevkalade öneme haizdir.
Müslim’de bir hadis var. O hadis-i şerife göre Resulullah
(sav)'e İbn Ömer’e yolculuk sırasında yanına Kuran’ı almamasını tavsiye ediyor.
Gerekçe olarak da düşmanın eline geçmesinden çekindiğini söylüyor. Anlaşılıyor
ki sahabe Kuran ile oldukça samimiydi. Devenin üstünde giderken de yüklerinin
içinde Kuran-ı Kerimi taşıyorlardı.
Kuran'ın yüceliğinin yanında niteliği vurgulanmalıdır.
Yoksa Kuran-ı Kerimi yücelteceğiz kaygısıyla kulluk konusundaki rehber ile
kullar arasındaki mesafe açılabilir. Osman Bey ile ilgili anlatılanlar doğru
ise o bir gün konuk edildiği evde, ki o ev kayınpederi olan bilginin evidir ve
ancak o evde bulunan bir Kuran'la, aynı odada yatmaya mecburdur. Biçare duvarda
asılı Kuran'ı görünce sabaha kadar uyumamıştır. Niçin, çünkü Kuran'a karşı
saygılıdır. Onun bulunduğu odada uyumaktan utanmıştır. Oysa o Kuran'ı açıp
okusaydı, bu Kuran'ı gönderenin ondan şöyle bir talepte bulunduğunu görecekti:
"Allah'ın vahyini okuyanlar, namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar ve
kendilerine verdiğimiz rızktan gizli açık başkaları için harcayanlar: işte
ancak bunlar hiç kesintiye uğramayacak bir kazanç umabilirler. Allah, onların
hak ettiği karşılığı eksiksiz verir ve onu lütfuyla daha da artırır. Allah,
şüphesiz çok bağışlayıcıdır ve şükrün karşılığını anında verendir." (Fatır
35/29-30) Onun bu tür tavrı doğru olsaydı hafızların yanında uyumak iyice
gayr-i ahlaki bir tavır olurdu.
Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için oldukça hoşgörülü
bir efendiden da nakilde bulunayım. Bir gün kendisini halisane bir arkadaşı
ziyarete geliyor. Uyku vakti geldiğinde bakıyor ki odada bir yanda kitaplık,
bir yanda kıble bir yanda da saygıdeğer arkadaşı. Maalesef o gün uyuyamıyor.
Halbuki arkadaşını kitaplığın yanına alsaydı yine kendisi için koyduğu
yasaklardan kurtulup dinlenmek için var olan geceyi değerlendirebilirdi.
III. KURAN-I KERİM'İ DOĞRU ANLAMANIN AMACI NEDİR?
Allah rızası için Kuran okunmalıdır. Bu da doğruyu
kabullenme konusundaki istikrardır. Yoksa hayat boyu değişmemek tutarlılık
değildir. İnsanların bu ahlaka sahip olup olmamaları Kuran ile ölçülebilir.
İnsanların Kurani doğrulara zamanla ulaşabilmeleri Kuran'ın bir süreç içinde
inmesi ile doğru orantılıdır. İnsanlara hem akide hem de amel noktasında
doğruları yakalamaları için zaman tanımalı onların çabalarına destek olmalıyız.
"Allah'tan sakınırsanız O size doğruyu yanlıştan
ayırma yeteneği verir."(Enfal 8/29) Kuran'ın bu kelimeleri doğru ve
yanlışı ayırma yeteneğinin öngerekliliğinin Allah'a bağlılık olduğunu açıkça
gösterir.
Kuran okuyucusu Kitap doğrultusunda yeryüzünü ıslah
çabası içine girecekse dünyadan haberdar olmalıdır. Müslümanların ilminden
faydalandığı, Sadreddin Yüksel'e "efendim biz tesettürün yaygınlaşması
için faaliyetlerde bulunuyoruz, bunun reklamını yapabilir miyiz?" şeklinde
bir soru soran meşhur bir giyim şirketi evet cevabını almış. Eğer Sadreddin
hoca bu şirketin bu işi açığa vurmak anlamına gelen defileler aracılığıyla
yaptığını bilseydi böyle bir şeye alet olmazdı. Böyle bir hata belki dini yeni
öğrenen birisi için hoş görülebilir ama dini anlatan pozisyonunda birisi için
pek mazeret sayılamaz.
Doğru anlamaktan amacımız, ahirette kurtulanlardan
olmaktır. İslam, insana yaptıklarından sorulacağı inancını vererek, başıboş
bırakılmadığı düşüncesini yerleştirir ve başarıyı ölçü almayarak içten
çalışmayı yeter şart olarak değerlendirir. Bu bağlamda başarı uğruna haktan
sapmaları, Allah rızasına muhalif görüş ve samimiyetten uzak amelleri boş ve
riya mahsulü olarak hiçler. Ölümsüz, ahiret hayatı düşünülerek yapılmayan her
hareket, İslam'ın meşruluk sınırını aşmış olur. Kurani/İslami hareket de zaten,
bir bütün olarak, bireysel ve toplumsal hedeflerin Allah rızasına yönelik
olmasını denetlemeyi amaçlayan mücadelenin adıdır. (Kürşat Atalar,
"Türkiye'de Kuran'a Yöneliş Hareketi", II. Kuran Sempozyumu, Ankara,
1996, 263)
Kuran'ın gündeme getirdiği her şeyi yaşadığımız zaman
diliminde karşılığını bulmak durumunda değiliz. Bazı tartışmalar ve konular
tarihseldir. Örneğin Kuran mahluk mudur değil midir tartışması artık günümüzde
bir şey ifade etmemektedir. Lut toplumundaki sapıklık, Türkiye'deki baskılar,
fail-i meçhuller, çeteler ve başörtüsü zulmü göz önünde bulundurulduğunda zayıf
kaldığı için o konuyu toplumdaki varlığı ölçüde düşünmemiz gayet normaldir.
Zannediyorum bu örnekler niçin Müslümanların siyasi konulara bu kadar ağırlık
verdiklerini açıklamaktadır. Ekonomik zulümlere daha az ilgi göstermeleri o
sorunlarla ilgilenmeyi sol kesim için münasip görmeleri, biraz da namus
telakkisinin daha önde gelmesinden kaynaklanmaktadır.
Kuran-ı Kerim akademik gayelerle okunmaz. Akademik
çabalar ümmetin ihtiyacına yönelik bir anlama çabası düzeyinde kalmalı ve
kimlik olarak kariyer değil Müslümanlık ön plana çıkmalıdır. Ebu Hureyre
naklediyor: "(Ahirette bilgi edinen ve öğreten ve Kuran okuyan bir adam
getirilecek. Allah ona soracak: "Allah'a şükretmek için ne yaptın?"
Adam cevaplayacak: "İlmi Senin rızan için öğrendim, öğrettim ve Kuran'ı
okudum." Allah diyecek ki: "Yalan söylüyorsun. Sen ilmi seni alim,
Kuran okuru desinler diye okudun." Onun hakkında hüküm verilecek ve
yüzüstü sürülerek cehenneme atılacak. (Müslim)
Abdullah ibn Mesud'dan nakledildiğine göre o şöyle diyor:
"Büyük günah birisi diğerine Allah'tan kork der de diğeri "Sen
kendine bak" demesidir. İslamı anlama konusunda ilmi çalışma yapıyor
oluşumuz bizleri diğer Müslümanlara karşı müstağnileştirmemelidir. Çünkü
doğruları ne ilk keşfeden biziz ne de her zaman bizden önce yaşamış olanlardır.
Bir insanı eleştiren onun kötülüğünü istiyorsa ona
dokunmaz. Bozuk yolda devam eder dünyada veya ahirette zorlukla karşılaşır.
Yanlışlarımızı gösteren insanlara teşekkür etmeliyiz. Zaten eleştiri tahkir
gibi değildir.
Kuran-ı Kerim'i ilk anlamaya çalışan biz değiliz. 1998
kuşağının oluşturduğu insan zinciri gibi bu görevi üstlenen ve zengin bir
mirası oluşturan bir anlama zinciri söz konusu. Onu inkar edemeyiz. Bu nedenle
ne Kuran'ı daha önce kimse yaklaşmamış gibi düşünerek ne de öncekilerin yolunu
sürdürmek amacıyla okumalıyız. Peygamberimizin (sav) izah ettiği ve
uyguladığına zıt olan hiçbir yorum geçerli değildir. Ümmetin büyük çoğunluğunun
aynı sonuca vardığı konularda farklı bir sonuca varılmışsa elde edilen sonuç
dikkatlice gözden geçirilmelidir. Çünkü aslolan ihtilaf değil ittifak etmektir.
İhtilaf edenler hakkında Rabbimiz ahirette hükmünü verecektir.
Kuran'ı doğru anlamanın amacı, İslami diriliş hareketinin
sarsılması ve saptırılmasına asla izin verilmemesi gereken değişmez kurallara
dayandırmak için Kuran'a dayalı bir diriliş hareketini ortaya koymaktır. Çünkü
Kuran kültürü hem düşünce planında hem de pratik eylem sahasında yapılacak
inkılapçı İslami çalışmaların temelini oluşturur. Zira Kuran-ı Kerim akidevi
İslami dirilişte önünden ve ardından herhangi bir şaibenin ulaşamayacağı bir
kitabı temsil eder. (Fussilet 41/42) Çünkü Kuran-ı Kerim, sırf dilbilgisindeki
sözcüklerin bir araya getirilişi değildir ki sözlükteki sözcüklerin anlamları
ile dondurulabilsin. Aksine Kurani kavramlar manevi ve pratik bir atmosferde
harekete geçen kavramlardır. Bu nedenle biz, Kuran ayetlerini realitelerin
atmosferinden uzak, sırf düşünceye yönelik edebi metinler gibi ele almıyoruz.
Zira biz Kuran'ın doğru yola götüren doğru harekete geçiren, bilgi veren, ilham
eden, Rabbimize doğru yönlendiren bir hayat rehberi olduğunu kavramış
bulunuyoruz. Kuran ayetleri, İslam çağrısı hareketinin atmosferinde indiği
sırada bu hareketin zaaf noktalarını ve davanın aşamalarında ve realitenin
karşı koyuşlarındaki üstünlüklerini gözetiyordu ki, onun zaaf noktalarını
güçlendirecek, kuvvetli yılgınlığın etkilerinden koruyacak, aşamaları
hedeflerine doğru yönlendirecek, realitenin karşı koyuşlarını ısrarla
göğüsleyecek ana ilkelere, ciddi kaideler ortaya koyarak İslam toplumunun
hareketi içinde yeni bir atmosfer yaratabiliyordu. . (Min Vahy'il Kuran, I,
19-20) Nassın sürekli yöneldiği amaç, vakıanın kendisidir, yani bireysel ya da
toplumsal yaşamın çok yönlü ilişkiler ağı içinde teşekkül eden, sosyal
realitedir. Özellikle bu nedenledir ki, "Kuran'ın inişi ve İslam
toplumunun oluşumu tarihi bir ortamda sosyo-kültürel bir gelişim karşısında
cereyan etmiş" olup nihai tahlilde amaç insanı salt kişisel ve metafizik
olarak değil ama somut ve toplumsal çerçevede ahlaken eğitmektir. (Sadık Kılıç,
"Kuran'ın Anlaşılması Üzerine", II. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1996,
29) Kuran'ı en güzel okuma biçimi, dış realiteyi, beşeri vakıa ve oluş ufkunu
göz önünde bulunduran okuma biçimi olacaktır.
Kuran'ı okuyan insanın orada belirlenmiş bir anlamı
varsayarak, o anlamın tüketilircesine belirlenebileceğini düşünerek, bu anlama
salt filololjik, garamatik ve mantıksal yaklaşımlarla ulaşılabileceğini
öngördükçe Kartezyen nesnelcililiğin etik alanına yakalanmış olur. Spinoza'nın
söyledikleriyle de bir miktar süreklilik bulunabilecek böylesi bir yaklaşım
göre, bir kutsal metnin bize söyleyeceği şeyden de hızla uzaklaşmış oluruz.
Çünkü bir kutsal metin veya bir edebi metin anlattığı hikayelerle, içerdiği
hukuki hükümleriyle bize filolojik, gramatik veya mantıksal bir anlam çözme
işleminde bulunabilecek olanın ötesinde bir şeyler söyler. Ve bu çözümlemelere
saplanıp kalındıkça bize söylediği gürültüye gider, unutulur. Onu tekrar
hatırlamanın yolu ise, aslında şaşaalı, yöntemsel yaklaşımlar gerektiren bir
şey değil, ona kulak vermek, söylemeye çalıştığı şeyi kalp kulağıyla dinlemek
oradaki sesi duymaya, anlamı yakalamaya çalışmakla olur. Mistik çağrışımları
olan bu yaklaşımın bire bir İslami tecrübelere uyarlanması kuşkusuz mümkün
değildir. Ancak İslam'da Kuran'ın bir hukuk ve gündelik hayat kültürünün
oluşmasını sağlayan fıkıh etkinliği de, her şeyden önce Kuran'a böylesi bir
kulak vermenin bir sonucudur.(Yasin Aktay, "Kuran Yorumlarının Hermenötik
Bağlamı", İslami Araştırmalar Derg.,, C. 9, S. 1-2-3-4, Ankara, 1996,
90-91)
Kuran üslubunu bu açıdan ele aldığımızda Kuran-ı Kerimi
bir mesaj ve davet kitabı olarak anlamamız gerektiğini görüyoruz. Böylece
risalet ve davetin atmosferine girmemiz mümkün olur. Ancak bu atmosferi
oluşturabildiğimizde ilk Müslümanların ulaştığı büyük hedefe ulaşabiliriz. Bu
büyük hedef, bilinçli ve Kurani şahsiyetin oluşmasıdır. Bu şahsiyeti büyük
Peygamber (sav), hayatında en doğru biçimde temsil etmiştir. Bu nedenle onun
sözleri bir mesaj olduğu gibi hayatı da pratik bir mesaj olmuştur. Bunu
hayıtında çağrının yanında örnekli ve önderlik de birbirine paralel olarak gitmiştir:
"Andolsun ki Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'ı ve ahireti arzu eden
ve Allah'ı çok anan kimseler için (uyulacak) çok güzel bir örnek
vardır."(Ahzab 33/21)
Bir kimse Kuran'ın mesajını pratiğe aktarmaksızın Onun
ruhunu tam anlamıyla kavrayamaz. Çünkü Kuran, ne kolayca okunacak bir soyut
teori ve fikirler kitabıdır ne de ancak üniversite ve manastırlarda
incelenebilecek bir dini kitaptır. Kuran'ı anlama çabamız onu sosyal alana
hakim kılma amaçlı olmalıdır. Zira Peygamberimiz döneminde müşrikler onu iyi
anlıyorlardı. Ancak onlar Kuran'ın onları mahveden muhtevasına karşı
çıkıyorlardı. O, insanları bir harekete davet etmek ve bu harekete uyanların
etkinliklerini, bu amacı elde edebilmeleri için yönlendirmek üzere gönderilmiş
bir kitaptır. Bu nedenle Onun gerçek anlamını kavrayabilmek için kişi hayatın
bağrına atılmalıdır. Hz. Muhammed (sav) gibi yumuşak ve sessiz birinin,
sessizliğinden çıkıp İslam hareketini başlatmasının ve karşı çıkanlarla
savaşmasının nedeni işte budur. Onu her türlü yanlışlığa ve kötülüğe karşı
savaş ilan etmeye ve şartlar ne olursa olsun kafirlerle mücadele etmeye teşvik
eden Kuran'dı. Daha sonra Kuran her evden temiz mizaçlı kimseleri kendine çekti
ve onları, yeni harekete karşı çıkmak üzere kendilerini hazırlayan, eski düzenin
savunucularına karşı mücadele etsinler diye bir lider etrafında topladı. Yirmi
üç yıl kadar süren doğru ile yanlış, hak ile batıl arasındaki bu uzun ve
şiddetli savaş boyunca Kuran, İslami hayat tarzını mükemmel bir şekilde kurmayı
başarıncaya dek her an ve her safhada İslami harekete rehberlik etmeye devam
etti. (Tefhim, I, 28-29)
Kuran-ı Kerim'i daha iyi anlayabilmek için Kuran'da olan
olaylarda aktif rol almak gerekiyor. Yani putların bulunduğu ülkeyi terk
etmemeli, gerekirse hicret etmeli, Bedir, Uhud, Hendek tecrübelerini
yaşamalıyız. Silahları ile Müslümanları tehdit eden Ebu Cehil ile karşılaşmalı,
yardakçılarıyla birlikte tuzak kuran, İslami hareketin önüne engeller koyan Ebu
Leheb'e iki elin kurusun diyebilmeliyiz. Münafıklarla karşılaşmalı, onların
tuzaklarına karşı duyarlı olmalı, terörist İsrail'in komplolarına karşı
hazırlıklı olmalıyız. Bu sayede Rabbimizden sakındığımızı gösterebilir, Kuran-ı
Kerim'in yol göstericiliğinden faydalanmış oluruz.
Kuran atmosferinde yaşamak onu sadece okumak ve ilimlerine
muttali olmak demek değildir. Bizim kastettiğimiz ashabın Kuran'la yaşadığı
atmosferdir. Bugün insanın düşüncesini anlayışını, hayatını ve kalbini işgal
eden cahiliyeye karşı mücadele verildiği atmosferdir.
Kuran, tarih konusunda bize bir çatışmalar manzumesi
veriyor. Devlet talebimiz yok desek de biz de laikiz desek de bu Kuran ve onu
anlama ve yaşama çabası var oldukça insanlar onu pratiğe aktarma çabası içinde
oldukça bu söylemler havanda su dövme ile sınırlı kalacaktır.
Kuran-ı Kerim mücadelesi verilmemiş toplumsal proje
kaynağı değildir. Savaşım verilmeksizin projeleri devreye koymaya çalışmak,
hedefleri sürekli geriletir. Müslümanların devlet talebi olmadığı, (Ali Bulaç)
ulus ve ulusçuluğun normal olduğu, hatta ineklerin farklı farklı süt verdiklerinden
yola çıkarak ulusların, kimisinin diğerinden daha kaliteli olduğunu (Şevket
Eygi) ileri sürmek resmi tezleri kabulleniş fikir boyutta bile sağlam duruşun
sağlanamadığını göstermektedir. Kuran-ı Kerim kendisini ancak canlarıyla,
mallarıyla mücadele edenlere açar.
IV-KURAN-I KERİM'İ DOĞRU ANLAMAK İÇİN NASIL OKUMALIYIZ?
Kavramlar ilk dönemlerde saflığını korurken daha sonra
Müslümanların var olan kültürleri bu kavramlarda anlam kaymalarına yol
açmıştır. Bu bağlamda Kuran-ı Kerim'i konulu okumak kavramlarla anlaşan
insanoğlu için kaçınılmaz hale gelmiştir. Analitik okuma tarzıyla Kuranın
farklı insani faaliyetlerle ilgili görüşünü kavramak mümkün değildir. Bu tarz
tefsirle farklılıkları gidermek kolay olmayabilir. Ancak konulu okuma ile kelami
tartışmalara, ayrılıklara yol açan görüşlerde bir azalma olacaktır.
A) ANALİTİK VE KONULU OKUMA BİÇİMİ
Analitik metod, ictihada teşvik eden yaratıcı konulu
çalışmaya göre niçin gelişmeye engel oldu? Bu sorunun cevabını ancak iki metod
arasındaki farklara işaret edebilerek verebiliriz.
İlk fark analitik okumada okuyucunun pasif olmasıdır. O,
Kuran metninin bir bölümünü dikkate alır. Genellikle onun çabası belli bir
kısmını açıklanması ile sınırlıdır. Bunda, metnin rolü konuşmacının rolüne
benzemektedir ve okuyucunun pasif görevi dikkatle dinlemek ve anlamaya
çalışmaktır. Okuyucunun işi pak bir zihinle, klasik Arapça'ya olan aşinalıkla
dinlemek ve anlamaya çalışmaktır. Burada Kuran aktif bir rol oynar.
Buna karşın konulu anlamaya çalışan yapan okuyucu çalışmasına
Kuran metninden değil hayatın gerçeklerinden yola çıkar. O, insan düşüncesinin
ve deneyiminin ideolojik, sosyal ya da ekonomik problemlerle ilgili ortaya
koyduğu sorular ve çözümleri dikkate alarak tezahür eden problemlerden özel bir
konu üzerine odaklaşır. Bunun için Kuran'a yönelir ancak o, pasif değildir.
Kendisini Kuran'ın önüne birçok insan düşüncesinden bir problemi yerleştirir.
Kuran ile bir diyalog kurar. Okuyucu sorar, Kuran cevaplar.
Okuyucu konuya kapasitesi ölçüsünde eğilir. Meraklı ve düşünen
bir kafayla, araştırdığı konuyla ilgili Kuran'ın bölümlerinden başlayarak
Kuran-ı Kerim'e sorular sorar. Amacı, Kuran'ın araştırılan konuyla ilgili
kalkış noktasını o konudaki görüşler ile karşılaştırarak tespit etmek ve
metinin ilham ettiği sonuca ulaşmaktır. Konulu okuma biçimi, realiteden şeriata
giden bir yoldur.
Peygamberimiz döneminde konulu okuma metodunu çok az
uygulaması bu dönemde de az yapılmasını gerektirmez. Ayrıca o dönemde kelimeler
ve kavramlar hakkında farklı anlamalar söz konusu değildi. Olsa bile
Resulullah'ın manevi iklimi müminleri kuşatıyor ve bu farklılıklar
gideriliyordu. Aynı atmosfer günümüzde de devam etmediği için Kuran ve İslam
kavramlarında çalışmalara ihtiyaç var. Bu ihtiyaç, değişik alanlardaki geniş ve
çeşitli kültürel deneyimiyle Batı ve İslam dünyası arasındaki etkileşimin bir
sonucu olarak yeni görüş ve düşüncelerin ortaya çıkmasıyla daha da artmıştır.
Günümüzde İslam'ın bunlarla ilgili destekleyici ya da olumsuz görüşlerini
tespit etmek bir gerekliliktir. Bu görüşler tespit edildiğinde insanın zihni
deneyiminin hitap etmeye çalıştığı farklı insani tecrübe alanlarındaki
sorunları çözmemizde bize yardımcı olabilir. Analitik okumanın alternatifi
konulu okuma değildir. Konulu okuma bir ilerideki aşamadır. Konulu okumalarda
Kuran'ı baştan sona ayet ayet yorumlayan analitik tefsir kitapları zengin bir
birikimi oluşturmaktadır.
Kuran'ın anlaşılmasında birinci esas yine kendisidir.
Çünkü birçok ayet bir diğerinin anlaşılmayan ya da özet anlatılan kısmını izah
eder. Resulullah (sav), "iman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar"
ayetini " şirk en büyük zulümdür" ayetini okuyarak cevap vermiştir.
Demek ki bu tarz Kuranı anlamayı Hz. Peygamber de kullanmıştı.
Konulu okuma biçiminde Kuran-ı Kerim, ayet ayet okunmaz.
Tersine, Kuran-ı Kerim’in ilgilendiği çeşitli doktirinel, toplumsal konular
arasından özel birini işlemeye çalışır. Örneğin Kuran’daki tevhid doktirinini,
Kuran’daki peygamber kavramını, Kuran’ın ekonomiye yaklaşımını, tarihin
işleyişini şekillendiren yasaları Kuran’a göre ele alır. Bu çalışmalar
aracılığıyla bu metod, hayatla ve evrenle ilgili çeşitli konular arasından özel
bir konuyla ilgili Kuran’ın görüşünü belirlemeye çalışır. Konulu okuma, çeşitli
doktrinel ve sosyal problemler arasından birini ele alan ve Kuran’ın ona karşı
tavrını belirlemeye çalışan bir yöntemdir.
Kuran okuyan kimsenin yüksek oranda kavrayış elde etmesi
için üç şeye ihtiyacı vardır. Sakınan bir kalp, sakin ve almaya hazır bir beden
ve okumak için uygun bir ortam. O Allah'tan sakınırsa melun şeytan ondan uzak
durur. Rabbimiz, bize Kuran okurken melun şeytandan kendisine sığınmamızı
istiyor.(16/98) Kuran-ı Kerim'i okuma süresi de anlamada oldukça önemlidir:
Abdullah b. Ömer (ra) Allah resulünün şöyle dediğini rivayet eder: "Yüce
Kuran'ın sürekli okuyucusu olman için uygun olanı söyleyeyim mi? Evet dedim:
"Neden olmasın ya Resulullah! Her zaman dindarlığı ve fazileti
arzuluyorum." Peygamberimiz şöyle dedi: "En güzel oruç Davut
peygamberinkidir. O en büyük kuldu. Sana Tüm Kuran'ı bir ayda okumanı tavsiye
ediyorum." "Fakat daha fazlasına gücüm yeter" dedim. "O
zaman on günde bitir." Dedi. "Daha fazlasını yapabilirim" dedim.
Sonra "Kuran okumayı yedi günde bitir" dedi. Daha az bir sürede
bitirme" dedi. (Buhari) Demek ki Kuran-ı Kerimi doğru anlamaksa amacımız
bunun için gerekli süreyi ayırmalıyız.
Yine Kuran dini Allah'a has kılarak (halisine fi'd-din)
okunmalıdır. İnsanın kınamasından korkan kişi, Kuran'ı gereği gibi anlayamaz.
Anlasa da yaşayamaz. Yaşama aksetmeyen bir inanç ise yok hükmündedir. Müminler,
korkacaklarsa, korkulmaya layık olan Allah'tan korkmalıdırlar. Kuran'ın
emirlerini yerine getirme hususunda, onlara hiçbir şey engel olmamalıdır.
Peygamberlerin yolu budur. Müminler de böyle yapmalıdırlar. (Kürşat Atalar,
"Türkiye'de Kuran'a Yöneliş Hareketi", II. Kuran Sempozyumu, Ankara,
1996, 271)
B) KURAN-I KERİM'İ DOĞRU ANLAMAK İÇİN FARKLI YÖNTEMLER DENENMELİDİR
Yukarıda
konulu Kuran-ı Kerim okumayı tavsiye ettim. Ancak Kuran'ın tek tarz okunmasının
faydaların tümünü elde etmeyeceği kanaatindeyim. Bu nedenle, Kuran, farklı
yöntemler kullanılarak okunmalıdır diyorum. Kuran, farklı yöntemlerin testine
dayanıklı bir kitaptır ve bugüne kadar da her türlü testten başarıyla geçmiş
bir kelamdır. Bu bağlamda, bir ayeti tek anlamla sınırlandırma anlayışı,
hatalıdır. Bu son tahlilde, Kuran'ın evrenselliğine ters düşen bir anlayıştır.
Dahası Kuran'ı tefsircinin yorumuna hapsetme sonucun doğurur. Kuran'ı, "10
ayet ezberleyip, sonra diğer 10 ayete geçme" yöntemiyle okumak da her
zaman yarayışlı olmayabilir. Zira Kuran, kendi kendini tefsir eden bir kitaptır.
Kuran'da aynı konuyla ilgili ayetlerin tamamı, bütüncül bir yaklaşımla tefsir
edilmeli ve ancak bundan sonra bir hükme varılmalıdır. Ayetlerin siyakını
sadece sure içindeki pasajları dikkate alarak açıklamak da her zaman tutarlı
sonuçlar vermez. Sureler, kendi başlarına birer anlam dünyası oluştururlar. Bu
yüzden surelerin bütünlüğü göz önünde tutularak tefsir yapılması da bir başka
yöntem olarak tercih edilmelidir. (Kürşat Atalar, "Türkiye'de Kuran'a
Yöneliş Hareketi", II. Kuran Sempozyumu, Ankara, 1996, 270) Seyyid Kutub
her surenin bir konu bütünlüğü olduğundan hareketle surelerin muhtevasındaki
merkezi noktayı vurgulamaya çalışır.
ÖNERİLER
Kuranı
Türkçeye tercüme ederken onun orijinal ibaresi iyice kavranılıp Türkçeye
aktarılmalıdır. Bence mümkün olduğunca motamot tercüme yapılmalı, çevirmenin
anlam tercihi mealin altında tercih olarak verilmelidir. Örneğin rahmetli
Elmalalı'lı Hz. Nuh'un gemisinin buharlı gemi olabileceğini söylüyor.
"Fare et-tennur" (Hud 11/40)(tandır kaynadı) ifadesinden bunun etrafı
suyun kaplaması ile ilgili olamayacağını söylüyor. (Elmalı'lı, Hak Dini Kuran
Dili, 10 cilt, İst., 1979, IV, 2780-2784) Hakkı yalanlayanların akıbetinin
anlatıldığı bir ortamda birden bilimsel keşiflere geçilmesinin ne faydası
olabilir? Ancak olayın dehşetinin anlatıldığı bir ortamda buharlı gemiden ya da
ekmek fırınından bahsetmesinin ne anlamı olabilir? Kendisi gayet ahlaklı
davranarak bu anlamı mealinde değil tefsirinde veriyor. Bu tür bir mealin anlam
çevirilerine göre daha faydalı olacağına inanıyorum.
Kuran-ı
Kerimi anlamaya çalışırken çok araştırırsak sapıtırız diye cahilliği
meşrulaştırmamalıyız. İnsan derine dalınca sapıtmaz. Televizyonlarda radyolarda
konuşan insanlar derinlemesine çaba gösterdikleri için davet edilirler.
Yüzeysel bilgilerle insan nasıl doğru yolda olur? Nerede durduğunu
tanımlamaktan aciz olan bir insan nasıl başkalarını çok araştırdı diye
sapıtmakla suçlar? Dünyada okuyup araştırmadıkları düşünmedikleri için sapkın
yolda olanlarla araştırdığı halde sapıtanlar daha azdır.
İslam'da din
adamı sınıfı yoktur ama dini diğer insanlardan daha iyi bilen ve anlayanlar her
zaman olacaktır. Yanlış olan onlara itibar etmek değil her görüşü doğru kabul
etme eğilimidir. Sorgulayıcı bakış açısı hem öğrenen hem de öğreten için daha
iyidir. Aksi takdirde toplumsal bozulma hızlanır. İnsanlar tüm örf ve
adetlerinde bir hikmet aramaya yönelir. Diğer toplumlardan kendisini üstün
görür.
İnsan Kuran-ı
Kerimi okurken amacını ve birikimini tam olarak belirlerse, Kuran'ı anlaması
çok kolay olur: "Şüphesiz Kuran'ı senin dilinle kolaylaştırdık. Olur ki
akıllarını başlarına alırlar" (Dukhan 44/ 58). "Yemin olsun biz bu
Kuran'da her türlü misali getirdik. Olur ki düşünürler." (Zümer 39/27).
"Şüphesiz bunda aklı olan yahut huzurlu bir kalple nasihat dinleyen kimse
için bir ibret vardır." (Kaf 50/37).
Bu ayetlerde
geçen tezekkür kelimesi daha alt bir anlama düzeyi değildir. Kuran-ı Kerim'in
temel amacıdır. Hayatımız boyunca tezekkür aracılığıyla nuru, dosdoğru yolu ve
iyiliği elde etmeye çalışacağız. Bu süreç ile kişisel olarak sınırsız sayıda
değerli olan unsurları toplamaya devam etmeliyiz.
Göz önünde
bulundurulması gereken bir nokta daha vardır: Eğer bir kimse, Kuran'ın içeriği
hakkında şöyle böyle bir fikre sahip olmak istiyorsa, o zaman bir kez okuması
yeterlidir. Kuran'ı iyice incelemek isteyen kimseler, her şeyden önce, Onun
ortaya koyduğu hayat tarzını anlayabilmek için tüm Kuran'ı en az iki kez
okumalıdırlar Fakat eğer kişi, Onu derinlemesine anlamak istiyorsa, birçok kez
ve her seferinde başka bir bakış açısıyla okumalıdır. Böyle bir kimse Kuran'ı
okurken Onun temel ilkelerini ve bu ilkeler üzerinde kurmak istediği hayat
tarzını da kavramaya çalışmalıdır. Bu ön çalışma sırasında zihninde bazı
sorular belirirse bunları not etmeli ve okumaya devam etmelidir. Çünkü bunlara
Kuran'ın diğer bölümlerinde cevap bulması mümkündür. Eğer bu sorulara cevap
bulursa bunları da sorularla birlikte not etmelidir. Fakat eğer ilk okuyuşta
zihninde beliren sorulara cevap bulamazsa, sabırla ikinci kez okumalıdır.
(Tefhim, I, 28)
Kuran-ı Kerim
okumanın amacı dil incelemesi değildir. Dil incelemesi uzmanların işidir.
Herkes Kuran-ı Kerimi inceleme daha iyi anlama ve yaşama çabası içinde
olmalıdır. Arapça'nın inceliklerini bilmiyorum o zaman Kuran okumayayım diye
düşünmek yanlıştır. Bir şeyin tamamını elde edemiyorsak elde ettiğimiz
kadarından vazgeçmemeliyiz. Bu anlamda Türkiye'de İslami Hareket mi varmış
söylemlerini de yanlış bulduğumu ifade edeyim. İslami Harekette, Kuran'ı doğru
anlama çabası da gökten zembille inmez. İslami Hareket Hakkın ve Tevhidin canlı
şahitleri olarak, Kuran'ı doğru anlama çabaları da Kuran'ı okuyarak ve anlamaya
çalışarak gerçekleşir.
Kuran'da
dilin incelikleri bilinmeden ve Arap kültürü bilinmeden anlaşılamayacak birkaç
ayetten hareketle Kuran'ın bilinmesini Arap kültürünün bilinmemesine bağlı
görmek hatıldır. Zira bu tür ayetlerin sayısı son derece azdır. bunların yanlış
ve eksik anlaşılması bile, mevcut çalışmalardaki durumu kast ederek söylüyorum,
Kuran'ın genel mesajını anlamaya etki edecek düzeyde olamaz. Örnek verirsek,
Kuran'da ahiret tablolarından birisi olarak Ebu Leheb'in hanımı ile ilgili
hammalet'el hatab tabiri kullanılıyor. Bazı müfessirlere göre bu tabir
dedikoducu anlamına geliyor. Şimdi bunu bilmesek ve onu odun hamalı olarak
anlamış olsak ne sorun çıkar? Kaldı ki kadının daha ziyade peygamberimizin
yoluna çalı çırpı, diken serpiştirdiğini biliyoruz. Dedikoducu karakteri varsa
da, bize bu yönünün baskın olduğu haberi gelmiyor. Şimdi kulluk bilinicinde
bizi ilgilendiren kulluk sorumluluğumuzu bu konu ne kadar ilgilendirmektedir?
Nüzul sebebi
Kuran'ı anlamaya yardımcı olur. Ancak olmazsa Kuran'ı anlamak genel olarak
imkansızdır demek doğru değildir. Çünkü Kuran'ın nüzul sebeplerini zikretmediği
gibi nüzul bilgisi hadis de değildir. Sahabenin belirttiği kanaatlerdir.
Onların görüşlerinin de bir değere sahip olmaları ile birlikte onların da
ayetleri yanlış anlamaları ya da ayetin nüzul sebebini yanlış anlamaları
muhtemeldir. Ayrıca nüzul sebebini fazlasıyla vurgulamak Kuran'ın
tarihselliğini gündeme getirir.
Mevdudi,
Kuran'ı anlamanın birinci şartı, Onu açık ve tarafsız kafa ile okumaktır diyor.
Kuran'ın vahiy olduğuna inansın ya da inanmasın, bir kimse mümkün olduğu kadar,
Onun lehinde veya aleyhinde sahip olduğu önyargıların tümünden zihnini
temizlemeli, önceden edindiği tüm fikirleri yok etmeli ve bundan sonra sadece
anlamak amacıyla Ona yaklaşmalıdır. Kendi önyargıları ile Kuran'a yaklaşan
kimseler, satırlar arasında kendi düşüncelerini okurlar ve bu nedenle Kuran'ın
iletmek istediği mesajı kavrayamazlar. Bu tür bir incelemenin diğer kitaplar
için de verimsiz olacağı açıktır fakat Kuran söz konusu olduğunda daha da
verimsiz hale gelir. (Tefhim, I, 27-28)
Bu mümkün
olmayan bir beklentidir. Bunun yerine ahlaklı okumayı teklif edebiliriz. Biz
ahirete gideceğiz ve Rabbimize hesap vereceğiz. Bu bilinçle Kuran-ı Kerimi
anlama ve yaşama çabası içinde olursak farklı anlama ve zulme, baskılara karşı
farklı tavırlar gösterme durumundan kurtulabiliriz. İçinde yaşadığımız dönemde
görüyoruz ki ne geleneğe yaslanmak, ne de modern söylemleri benimsemek sahih
İslami değerleri hakim kılmakta tek başına çözüm değildir. Her ikisinde de
İslam'ın kullanabileceği unsurlar olduğu gibi, reddedeceği unsurlar da vardır.
Bu şekilde
Kuran hakkında genel bir kanıya vardıktan sonra ayrıntılı bir incelemeye
başlanıp öğretilerinin farklı yönleri hakkında notlar alınabilir. Örneğin, Onun
hangi hayat şeklini tasvip edip, hangisini kötülediği not edilebilir. İyi ve
kötü insanın özellikleri yan yana sıralanmalıdır ki, iki tür davranış kalıbı da
aynı anda insanın gözünde canlanabilsin. Aynı şekilde, insanı kurtuluş ve
başarıya götüren şeylerle, başarısızlık ve hezimete götüren şeyler yan yana
sıralanmalıdır. Buna benzer bir şekilde Kuran'ın iman, ahlak, ibadetler,
yükümlülükler, medeniyet, kültür, ekonomi, siyaset, hukuk, sosyal sistem,
savaş, barış ve diğer insani konularla ilgili öğretileri ayrı başlıklar altında
toplanmalıdır. Bu notlar öğretilerin her yönünü ele alacak bir şekilde
bütünleştirmeli, sonra da tam bir hayat tarzı oluşturacak şekilde bir araya
getirilmelidir. (Tefhim, I, 28)
Bir kimse,
herhangi bir problemin Kuran'dan nasıl çözümlendiğini öğrenmek istiyorsa, ilk
önce klasik olsun, modern olsun, bu meseleyle ilgili tüm literatürü incelemeli
ve temel konuları not etmelidir. Bu meseleyle ilgili o zamana dek yapılmış
araştırmalardan da yararlanmalıdır. Daha sonra bu kitap ve araştırmalarda ele
alınan konulara cevap bulmak amacıyla Kuran'ı incelemelidir. (Tefhim, I, 28)
Ayrı
kategorilerde önce Hicri I, II, III asırdaki fıkhi mezheplerin oluşum sürecini,
tarihi, coğrafi, siyasi, sosyal kültürel, ekonomik ve ahlaki boyutları da ihmal
edilmeden öğrenmeye çalışmak. III asırdan sonraki gelişmeleri, Müslümanların
tarihi olması bakımından ana hatlarıyla öğrenmeyi de bu maddenin içinde mütalâa
edebiliriz. Bunu kaçınılmaz bir şart olarak sunmadığımı ancak faydalı olacağını
düşündüğümü ifade etmek istiyorum.
Üstünlük veya
alçaklık kompleksine kapılmaksızın Hz. Peygamber'in vefatından günümüze İslam
dünyasındaki önemli kilometre taşı olabilecek olayları, şahısları, siyasi,
sosyal değişmeleri, Kuran'ı anlama ve yorumlamayla ilgili gelişmeleri
uzmanların araştırmaları ışığında öğrenmeye çalışmalıyız.
Kuran'ın
tarihe müdahalesine yeniden yön veren, sebep olan, kaynaklık eden günümüz dünyasının
realitesini bilmek. Biz toplumu ve kendimizi değiştirmek istiyorsak bizi
kuşatan modern veya geleneksel kuşatmaları, siyasi baskıları ciddi bir şekilde
takip etmeliyiz. Bir arkadaşım anlatıyordu. Bir ilahiyat öğrencisi o zaman
öğretmenlik hakları ellerinden alınmıştı tayinini Konya'ya aldırmanın
hesaplarını yapıyormuş.
Felsefe,
bilim ve sanat alanındaki insanlığın arayışlarından, insani bilgi birikiminden
olabildiğince yararlanmak da son derece faydalı olur. (Halis Albayrak,
"Kuran'ın ne olduğunu anlamak", I. Kuran Haftası Sempozyumu, Ankara,
1995, 171-172)
İslami
Hareketin seyrini Kurani bağlamda tespit edebilmek için nüzul sırasına göre
Kuran-ı Kerim okunursa iniş dönemi ve merhaleleri daha açık bir biçimde izlemek
mümkün olabilir. Aynı şekilde nebevi tavırdaki sürecin izlenmesi sağlanmış
olmakta, öyle ya da böyle okuyucu Kuran'ın indiği ortama, onun karşılaştığı
şartlar, ilişkiler boyutlar ve kavramların atmosferine girmekte, kendisi için
tenzilin hikmeti berraklaşmaktadır.(Tefsir'ül Hadis, I, XI) Böylece Kuran-ı
Kerim'in mücadele yöntemi ortaya konabilir ve hareketin safhaları tespit
edilebilir. Ancak bunun sıra takip etmediği yani Mekke'de zamansal olarak
Resulullah (sav) ile müminlerin karşılaştıkları her problemi bizim de
beklememiz gereksizdir. Bu, tür bir okuma mutlak bir seyri değil o dönemki
hareketin gelişim safhalarını bize verir. Günümüzdeki insanların
sapkınlıklarını, yanlış itikat ve amellere sahip Müslümanlara biraz daha
hoşgörülü davranmayı öğrenebiliriz.
Bir kimse
sadece Onun kelimelerini okuyarak Kuran'daki doğruları kavrayamaz. Bunları
kavrayabilmek için kişinin iman ile küfür, İslami olan ile olmayan, ve hak ile
batıl arasındaki çatışmada etkin bir rol alması gerekir. Bir kimse, ancak, o
hidayet üzere hareket ettiğinde onu anlayabilir. Ancak bu şekilde, Kuran-ı
Kerim'in vahyedildiği dönemde olanları anlayıp tecrübe edebilir. Böyle bir kimse
o dönemde, Mekke'de, Taif'te, Habeşistan'da karşılaştığı şartların benzeriyle
karşılaşıp, Bedir'de Uhud'da, Huneyn'de Tebük'te yaşanana benzer bir ateş
çemberinden geçecektir. Ebu Cehillerle, Ebu Leheblerle, iki yüzlülerle,
Yahudilerle, kısacası Kuran'da bahsedilen her türlü insanla karşılaşacaktır. Bu
mükemmel bir tecrübedir ve bu tecrübe etmeye değer bir husustur. Bu
deneyimlerin herhangi bir safhasından geçerken kişi, şu şu safhalarda nazil
olduğu ve hareketi yönlendirmek üzere, şu şu talimatları verdiği kendiliğinden
belli olan bazı ayet ve surelere rastlayacaktır. Bu şekilde kişi, kelimenin
sözlük anlamlarını tam kavrayamazsa, gramer ve belâgatın inceliklerini tam
çözümleyemese bile, Kuran sahip olduğu ruhu kendiliğinden ortaya koyar. Aynı
formül, Onun emirlerine, ahlaki öğretilerine, ekonomi ve kültürle ilgili
talimatlarına ve insan hayatını çeşitli yönleri ile ilgili kanunlarına da
uygulanabilir. Bunlar pratiğe aktarılmadıkça anlaşılmazlar. O halde, Onu pratik
hayattan uzaklaştıran kişiler ve toplumlar, sadece dudaklarıyla okuyarak Onun
anlamını kavrayıp ruhunu idrak edemezler. (Tefhim, I, 29)
Bunu sağlamak
için eskiden insanların at, deve sırtında yüzlerce kilometre seyahat edip
dinlerini sosyal hayata hakim kılma çabasında bulunduklarını hatırlayalım. Biz
de üç dört kişilik toplantılarda kendimizi alim sanmayı bırakalım. Bu dini
bizden daha iyi anlayabilenlerin gerçeğinden hareketle diğer Müslümanlarla
birlikte vardığımız gerçekleri değerlendirelim. İslam'a karşı tek cephe olan
kafirlere karşı biz de işbirliği yapalım. Bunu da Rabbimizin tavsiye ettiği
gibi Allah'ın ipine sımsıkı sarılarak yapalım.
Kuran'ı
yüceltme çabasıyla onun kavrayamayacağımız miktarda anlam yüklü olduğu, her
harfine bir üniversite açılabileceğini düşünmek farkında olmadan onu işlevsiz
hale getirir. Unutulmamalıdır ki, Kuran anlaşılmaz bir kitap değildir.
"Biz Kuran'ı öğüt alsınlar diye kolaylaştırdık, öğüt alan yok mu?"
buyrulduğu üzere anlamını en kolay ve açık bir surette anlatan ve tekellüfsüz
apaçık bir kitaptır. Türkçe'de de bir insana namazlı niyazlı dendiğinde onun
nasıl bir insan olduğunu herkes aynı ölçüde anlamaz. Birisi edepli olduğunu,
birisi onun siyasal İslam'dan uzak durduğunu, birisi onun suya sabuna
dokunmadığını çıkarabilir. Bu çıkarsamalar kişinin eğilimine ve birikimine göre
değişebilir. Ancak herkesin bu ifadeden anlayacağı şey o şahsın namaz
kıldığıdır.
Günlük
hayatta da hitap edenin, ya da okuduğumuz bir kitapta yazarın ne kastettiğini
tam olarak anlayamıyoruz. Şu anda da ben anlatıyorum, siz dinliyorsunuz.
Birazdan belki de bana sorular yönelteceksiniz. Ben sorulara bakıp sizin ne
kastettiğimi anlayıp anlamadığınıza bakacağım. Demek ki bir konuşan ve dinleyen
varsa ya da bir kitap ve onu okuyan varsa, ifade edileni anlama noktasında bir
riske giriyoruz demektir. Ancak kaplumbağa kafasını çıkarıp kendisini tehlikeye
atmasa bir adım bile ilerleyemez. Biz insanız kendimizi geliştirmek kulluk
etmek istiyorsak gerek anlama gerekse anladıklarımızı yaşama konusunda riske
atılmalıyız. Zira biz yeryüzünün halifeleriyiz, bunu kimseye de kaptırmak
istemiyoruz.
Mücahid,
Allah’a ve ahiret gününe inanan birisi Arap dili edebiyatını bilmiyorsa
Kuran’dan bahsetmesin diyor. (Mevlana Muhammed Zekeriya Kandehlevi, internet)
Bu ifade belki Kuran-ı Kerimi anlama değil de anlatma pozisyonunda olan birisi
için doğru olabilir. Yoksa tüm Müslümanlardan bu derece bir Arapça'ya sahip
olmalarını beklememeliyiz.
Bir problemde
Kuran-ı Kerim ilimlerini bilmiyorum, Arapça'm yok, okursam yanlış anlarım,
sapıtırım diyenler ne kadar da doğru yolda olduğunu sanıyorlar, nasıl bunu
tespit ediyorlar. Hangi yolda olduğunu bile sağlam temellere dayandıramayan
nerede durmaktadır ki sapıtsın?
Doğru anlama
çabamızdan azami fayda elde etmek istiyorsak tüm benliğimizi kalbimizi ve
aklımızı yaptığımız çalışmaya vermeliyiz. Kuran sadece bir entellektüel
çözümleme kitabı değildir. Sadece bir mutluluk tecrübesi de değildir. Bölünmüş
bir kişilikle Kuran'a yaklaşmamalıyız. Ne zekamızı ne de duygularımızı çalışma
sırasında geri plana itmeliyiz. Bunu başaramıyorsak Kuran'ı doğru anlama
hedefimiz gerçekleşmez demiyorum. Ancak elde ettiğimiz verim bunlar
sağlanamadığında daha düşük olur.
Kuran-ı
Kerim'i soru sorarak okumalıyız. Soru sormayan ve nasıl soru soramayacağını
bilmeyen kolay kolay bir şey de öğrenemez. Kendisini geliştiremez. Kuran'a
sorular yöneltip öğrenmeye çalışmaktan çekinmemeliyiz. Anlama ve bilgi için
soru sormak esastır. Her zaman ihtiyacımız kadar soru sormalıyız. Örneğin, bu
ayet tam olarak ne anlama geliyor? Başka hangi anlamlar elde edilebilir?
Biliniyorsa vahyin tarihi zemini, vakıası nedir? Her kelimenin, deyimin ya da
cümlenin bağlamı, iç düzen ya da konu bütünlüğü nasıl ortaya konabilir? Ne
deniyor? Nasıl deniyor? Nasıl bir anlam söz konusudur? Ana konular nelerdir?
Merkezi konu nedir? Bana nasıl bir mesaj veriliyor şu an? Sorularımızı not
etmeli ve cevaplarını çalışmamızı ve okumamızı sürdürürken bulmaya
çalışmalıyız.
Soru
sormaktan korkmamalıyız. Cevaplarını hemen, tek başımıza hatta yeterli yardım
almamıza rağmen bulamayabiliriz. Bu sorun değil. Hangi soruya karşılık bulduksa
o bizim için kardır. Bu çabayı güderken belli kurallara da riayet etmeliyiz.
İlk olarak, insanı aşan müteşabihata ait konularda(Al-i İmran 3/7) kılı kırk
yaran sorular sormamalıyız. İkinci olarak, gerekli bilgi ve mantık üzerine
kurulmamış sorulara cevap vermeye çalışmamalıyız. Malatya'da bir öğrencim
kendince beni zor durumda bırakmak için "Hocam Allah bizi yaratmadan önce
ne yapıyordu?" diye bir soru sordu. Dedim ki: "Ben bu soruya cevap
vermem. İki türlü soru vardır. Birisi öğrenmek için sorulur. İkincisi artistlik
olsun diye sorulur. İkinci tür sorulara ben kapalıyım." Bir de Said
Çekmegil'e garip soruları olan bir doktor getirmişler. Sorularına ancak Said
Çekmegil cevap verebilir diye düşünmüşler. Adam demiş ki
-İslam iyi
hoş da şu miras konusunda kadınlara erkeğin yarısı kadar pay verilmesi kafama
yatmıyor.
-Sen Müslüman
mısın?
-Müslümanım
ama bu konu hiç mantıklı değil.
-O zaman sen
kafirsin.
-Diyelim ki
kafirim yine anlat.
-O bizim
sorunumuz seni ilgilendirmez ki. Her iki örnekte de soru soranların soruları
öğrenmek için değil muhatabı zor durumda bırakmak için sordukları görülüyor. Bu
nedenle bu sorular doğru yolu bulmaya yönelik olmadığından cevaplarını aramaya
da gerek yoktur. Rabbimiz inananların açıklandığında zorluğa neden olabilecek
ve istenmeyen meraklı sorulara karşı inananları uyarmaktadır. (Maide 5/101)
Kuran-ı Kerim
bize gereksiz soruları da öğretir. Mesela Kuran-ı Kerime "ateistlere karşı
ne yapacağız?" sorusuyla gidildiğinde bu soru cevapsız kalacaktır. Zira
Kuran'da kafirler de müşrikler de ateist değillerdir. Günümüzde de sanıldığının
aksine ateistler kaale alınmayacak kadar azdırlar. Onlara kelebeklerin,
kuşların uçuşunu kedilerin zikrini anlatmaya çalışmak beyhude bir çabadır.
Ateist olanların kendilerini ikna etmek için güncel tabirle kendilerini ikna
odalarında yaşattıklarını düşünüyorum. 80'li yılların sonlarında İstanbul'da
oturduğum mahallede bir tanıdığımın solcu akrabası vardı. Ve Allah ile
ilişkisinin zihin özürlü kız kardeşinin iyileşmesini istemekle sınırlı olduğunu
söylüyordu. Futbolla ilgilenenler daha iyi bilirler. Ateist bir kaleci bile
penaltılar sırasında Allah'a dua edermiş.
İnsan
kabiliyetlerini ve birikimini tespit etmelidir. Kuran anlayışını, Arapça
bilgisini, hadis-i şeriflere ve siyere aşinalığını ölçmelidir.
İstanbul'da
Tasavvuf üzerine araştırmalarıyla bilinen Ferit Aydın adında bir yazar
anlatıyordu. Libya'da Türkiye'den öğrencilerle hafızlık yarışmasına katılmış.
Türkiye'den giden öğrencileri tanıtırken "Bu öğrenciler Arapça
bilmemelerine rağmen Kuran'ı ezberlemişlerdir." Şeklinde bir övgüde
bulunmaları üzerine Kaddafi "Türkler Arapça olan Kuran'ı anlamadan da
okusalar yine de iyidir" diyerek Türkiye'den gelen hafızları alaya almış.
Kelime Çözümlemesi İle İlgili Öneriler
1.Önce o
kelimenin ve türevlerini geçtiği bütün ayetleri sıralamak.
2.Daha sonra,
esas kelimenin kitapta isim mi, sıfat mı, yoksa fiil olarak mı geçtiğini tespit
etmek.
3.İsim, sıfat
ve fiil hallerindeki kullanımlarını sınıflandırmak.
4.Kelime isim
halinde geçiyorsa ona hangi fiillerin ve sıfatların uygulanabilir olduğunu
tespit edip, buna göre anlamlılık çerçevesini çıkartmak.
5.Kelime fiil
halinde geçiyorsa, onun hangi özneye bağlı olarak ve hangi şahıs zamirlerinde
geçtiğini iyice anlamaya çalışıp, belirlemek. (sahhara fiili örneğin güneş, ay,
yıldızlar ve nehirler gibi tabiatın unsurlarıyla ilgili kullanılıyor.)
6.Ayetlerde o
kelimeye bağlı olarak geçen ve aynı çerçevelerde görünen diğer anahtar
kelimeleri tespit etmek. Burada "anahtar kelime" den kastımız, o
ayetin manasını büyük ölçüde etkileyen kelimedir. Anahtar kelimeler içinde daha
önemli olanlar, esas kelimenin geçtiği ayetlerde onunla birlikte sık sık geçen
kelimelerdir. (Musahharat kelimesi Kuran-ı Kerim'de üç defa geçiyor. İkisi emr
kelimesine bağlı olarak zikredildiğinden emr sözcüğü bu kelimeyi anlamada
anahtar kelimedir.)
7.Bundan
sonra Kitapta esas kelimeye yakın anlamlı olarak görünen kelimeleri tespit
etmek. Çünkü anlam karıştırmak en çok yakın anlamlı kelimeler arasında
yapılmaktadır. Örnek olarak ceale, besse, ve kada kelimeleri ile halaka
kelimesinin birbirine karıştırılması ve bunları eş anlamlı gibi çevrilmesini
gösterebiliriz.
8.Sonra esas
kelimeye zıt anlamlı olarak geçen kelimeleri de tespit etmek. Mesela, ilm
kelimesinin gramerini araştırıyorsanız bunun karşıtı durumunda görünen la-ilm,
zulm,, küfr, cehil kelimelerinin gramerlerini de göz önünde bulundurmalıyız.
Bir dilde bir kelimenin tam olarak ne anlama geldiği ancak o kelimeye yakın
anlamlı kelimelerle esas kelimenin kullanım farklılıklarını ve gene esas
kelimeyle zıt anlamlı kelimelerin kullanım farklılıklarının iyice anlaşılması
ile mümkündür. Mesela halaka (yaratma) kelimesini iyi anlamak için buna yakın
görünen "yapmak" (ceale), "kurmak" (bena), "başlamak"
(bedea), "bitirmek" (nebete), "şekil vermek" (besse),
kelimeleriyle, bunun zıddı olan "yok etmek" (heleke) ve buna yakın
anlamdaki kelimelerin anlaşılmasıyla mümkündür.
Dikkat
edilmesi gereken önemli bir husus da Kitapta geçen kelimelerden bazılarının
(din ve millet gibi) bugün de kullanılıyor olmasıdır. Bunların gündelik
lisandaki kullanımları ile Kitaptaki gramerleri arasındaki farklılıklar ancak
Kitap üzerine dikkatli bir gramer çalışmasıyla ortaya çıkarılabilir. Yapılacak
böyle bir çalışmanın başlangıcında, bu kelimelerin gündelik lisandaki
kullanımlarının tamamen bir kenara bırakılması gerekiyor.
*Bu
konferans, Konya Ramazan Kültür Etkinlikleri Çerçevesinde Fuar Kültür
Merkezinde 1999 yılında gerçekleştirilmiştir.
Murat KAYACAN
- 1999