İslam Hukuku: Evrensellik ve Süreklilik
“İslâm hukuku, tüm
yer ve zamanlarda uygulanmaya elverişlidir.” önermesi
doğru bir önermedir. Allah bu hukuk sistemini, yeryüzünde
onunla adaletin tevzii sağlansın, insanlar dünya ve ahiret
hayatında mutluluğa ulaşsın diye Hz. Peygamber (s)’e
göndermiştir. Vahiy ve peygamberî uygulamaların temelinde
yatan gerekçeler ortaya konduğunda bur durum net bir şekilde
ortaya çıkar. İslâm’ın önceki
şeriatlardan farklı olarak evrensel ve sürekli
kılınması da İslâm hukuku hakkındaki
önermeyi doğrulamaktadır.
Bu yazımızda Yusuf
Karadâvî’nin İslâm
Hukuku adlı eseri bağlamında İslâm hukuku
öncesindeki hukukun durumuna işaret edeceğiz. Ardından da
İslâm hukukunun kaynağı olan nassları ve
nassların değişmeyen ve esnek yönlerini, İslâm hukukunun
karşılaştığı sorunları ve
günümüzdeki durumunu ortaya koymaya
çalışacağız.
İslâm öncesinde hukuk
İlahi hikmet
gereği, Muhammed (s) nebinin risaletle görevlendirildiği zaman
dilimi öncesinde gönderilmiş olan rasullerin[1]
hukuk sistemleri sürelidir. Öyle olmasından yola
çıkarak, insanoğlunun ebedî/sürekli ve genel bir
hukuk düzeninin kabule henüz uygun bir süreçte
bulunmadığı sonucuna varılabilir. Bundan dolayı, Allah
bu eski şeriatların kutsal kaynaklarını korumayı
üstlenmemiş; bilakis onları, şeriatların
gönderildiği o toplumların korumasına
bırakmıştır.
İşte bu
sebeple Kur'an’dan[2]
önce inmiş olan kutsal kitaplar safiyetlerini koruyamamış
ve onlardan sorumlu olan toplumlar da mesajın hakikatlerini unutup
gitmiş ve vahiy ile beşer sözü birbirine karışmıştır.
Bu durum, hem Kur'an’ın hem de etraflı ilmî
araştırmaların ortaya koyduğu bir gerçektir. Bu
gerçeği kabul konusunda da günümüz Ehl-i
Kitab’ı oldukça rahattır. Zira içlerinde Tevrat
ve İncil’in indirildiği gibi kaldığına inanan
azdır ve onlar açısından kitaplarının tahrif
edildiğini kabul etmek dinden çıkmayı gerektiren bir
durum değildir.
Nassların sabit olup
olmadığı konusu ve anlaşılmasındaki hatalar
Bütün
eşsizliğine rağmen fıkıh külliyatında
artık terk edilmesi gereken içtihatlar söz konusudur.
Sözgelimi Şafiiler ve diğerleri tarafından delil olarak
kullanılan: “Kocası kaybolan kadın, kocasının
kesin ölüm haberi veya onu boşadığına dair
açıklaması kendisine ulaşıncaya kadar bekler
(sabreder).” Hadisi hakkında Hâfız ibnu Hacer (1448) der
ki: “Bu hadisi Dârakutnî, Muğîre b.
Şûbe’den “Haber kendisine ulaşıncaya kadar
bekler.”, Beyhakî ise,”Açıklama ona
ulaşıncaya kadar bekler.” şeklinde rivayet (Karadâvî,
145) etmişlerdir. Bu hadise Ebû Hâtim, Beyhakî,
Abdülhak, İbnu’l-Kattan ve daha başkaları zayıf
demişlerdir. Gerçekten kocası kaybolan kadını bir ömür
ya da kocasının yaşıtları ölünceye kadar
bekletmek ve onun hakkını yok sayıcı ve aleyhine olan bir
durumu bir hadise dayandırmak, delil ve burhana dayanmak değildir. Bu
nedenle, bu konuda başka bir hadis yoksa, Hz. Ömer gibi bu meseleye genel
kaideler ve mekasidu’ş-şeria[3]
bağlamında bakmak gerekir.
Fıkhî
hükümlerden bazıları vardır ki, bunların
dayandırıldıkları kaynaklar sahih olmakla birlikte bu
hükümlerin bu nasslardan çıkarılmaları
doğru değildir (Karadâvî, 150). Sözgelimi bazı
fakihlere göre, cizye[4]
alınırken zimmînin küçük
düşürülmesi ve ona hakaret edilmesi gerekir. Bunlar görüşlerini
desteklemek için: “Kendilerine
Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve
Rasulünün haram kıldığını haram saymayan ve
hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, ‘zelil ve hakir bir halde’
kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.”
(Tevbe, 9: 29) ayetini ileri sürerler. Halbuki böyle bir
anlayış, “Sizinle din hususunda savaşmayan ve sizleri
yurtlarınızdan çıkarmamış olanlara iyilik ve
onlara adaletle muamele etmenizden Allah sizi men etmez.” (Mumtahine, 60:
8) ayetine aykırıdır. Aslında Tevbe süresindeki ayette
kastedilen, gayr-i Müslimlerin savaşa son vermeyi, cizye ödemeyi
ve kendileriyle ilgili olarak İslâmi hükmün yürürlükte
olmasını kabul etmeleridir.
Faiz
yasağıyla ilgili ayette geçen ed’âfen mudâafe (kat kat) ifadesini delil
göstererek faizi kısmen de olsa helal göstermeye
çalışmak nassların delaletini anlamada
düşülen hatalara diğer bir örnek olabilir. Bu iddia
sahiplerine göre: “Faizin[5]
haram sayılabilmesi için, kat kat olması gerekir. Buradaki ed’âfen mudâafe
sözü, faizin haram olmasının kayıt ve
şartıdır. Böyle olmasaydı, bu ifadenin ayette gelmesinin
ne anlamı olurdu? Haşa Allah, Kur'an’da anlamsız bir
söz söylemekten münezzehtir.” Ayette faizin tabii
özelliği olan “katlanma”yı kısmen de olsa faiz
almaya delil gösterenler acaba “Dünya hayatının
geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi
fuhşa zorlamayın. Kim onları zor altında
bırakırsa, bilinmelidir ki zorlanmalarından sonra Allah (onlar
için) çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”
(Nur, 24: 33) ayetini nasıl yorumlamaktadırlar? Nasıl bu ayetten
yola çıkarak cariyelerin iffetli kalmak istemeleri halinde
fuhşa zorlanmalarının haram ancak iffetli kalmak istemiyorlarsa helal
olduğu sonucu çıkarılamazsa ve ayetin hedefi bu fiilin çirkinliğini
teşhir etmek ise faizi haram kılan ayetteki ed’âfen mudâafe ifadesinin amacı da faizin
bir türünün helal olduğunu vurgulama amacı
taşımamaktadır.
Hz. Peygamber
(s)’in, günlük farz ibadete, yani dinin direği olan namaza
ve bu münasebetle yapılacak olan faydalı vaaz ve derslere katılımlarını
sağlamak için kadınların mescitlerden
alıkonmamalarını istediği sabittir. Bu hususta,
Müslim’in rivayetinde Hz. Peygamber (s): “Allah’ın
kadın kullarını mescitlerinden
alıkoymayınız.” buyurmuşlardır. Buna rağmen
Hz. Ayşe şöyle diyor: “Hz. Peygamber (s), kadınların
şu yaptıklarını görseydi, onları mescitlerden men
ederdi.”
Hz. Ayşe’nin
davranışlarını beğenmediği hanımları
kastederek söylediği ve İbnu Ömer’in karşı
çıktığı bu söz sonuçta onun bir
içtihadıdır (Karadâvî, 196). Ne yazık ki
sonraki asırlarda, Hz. Ayşe’nin bu içtihadı İslâm
toplumlarında kadın hakları konusunda bir gerilemenin
gerekçesi yapılmış ve iş, Müslüman
hanımların camilerde namaz kılmalarına engel olmaya,
hayatlarını evde geçirir ve hatta bazı coğrafyalarda
ancak vefat ettiği zaman evlerinden çıkabilir hale getirilmelerine
neden olmuştur.
Günümüzde
ise kadın, evinden çıkıp sosyal hayatta yerini aldı.
Caddelerde, iş yerlerinde, sosyal etkinliklerde, insan hakları
mücadelesinde ve yardım faaliyetlerinde ve daha birçok alanda
kamusal alana dahil oldu ama ne yazık ki, camiye henüz giremedi. Yani
o eski yasak halâ fiilen yürürlüktedir. Müslüman
kadının vakit namazlarını, Cuma namazını camide
kılmak talebine “modernizmin etkisinde kalmak” şeklinde
karşı çıkılması işten bile değildir.
Zamanla değişebilen
maslahatlara bağlı hükümler
İçtihadi
hükümler içinde, zamana ve şartlara bağlı
olarak değişebilen maslahatlara dayalı olanlar vardır.
Buna, Hz. Ömer ve Ömer b. Abdülaziz’in tatbikatlarına
uyularak zimmîlerin Müslümanlarınkinden farklı
kıyafetlerle dolaşmaları gerektiğine dair fıkıh
kitaplarında yer alan hükmü örnek olarak verebiliriz
(Karadâvî, 162). Bu hükme dayanak olarak şöyle denir:
“Müslümanlarla beraber ve karışık
yaşadıklarından dolayı kendilerine Müslümanlara
uygulanacak hükümlerin uygulanma riski vardır ve bu farklı
giysi mecburiyeti olmazsa Müslüman olmayan birisi yolda aniden
ölse Müslüman zannedilerek cenaze namazı
kılınır ve yanlışlıkla Müslüman
mezarlığına gömülür. Bundan da, ne
Müslümanlar ne de zimmîler memnun olur.”
Müslümanlarla
zimmîler arasında farklı giysi giyme mecburiyeti, ilk
dönem Müslümanların fethettikleri yerlerde bir işleve
sahipse de, günümüzde böyle bir maslahat artık
gereksizdir. Çünkü herkesin yanında adını
soyadını, memleketini, hangi dine mensup olduğunu gösteren nüfus
cüzdanı mevcuttur. Nüfus kâğıtlarında din
hanesi mevcut olmayan ülkelerde de “big brother” usulüyle
vatandaşların neredeyse her anının kayıt altına
alındığı hesaba katıldığında ölen
kimsenin yakınlarına ölüm haberinin çok kısa
sürede ulaştırılması artık çok
kolaydır.
Hanefî
mezhebinde,[6]
“Âdet hakemdir.” prensibi, temel bir fıkıh kaidesi
halin gelmiştir. Onlar bu kaideye, İbnu Mesud’un şu
sözlerini delil gösterirler: “Müslümanlar güzel
gördükleri şeyler Allah’ın katında da güzeldir.”
Aynı bağlamda İbnu Âbidîn de der ki:
“Halkın örfünün değişmesi, zaruretlerin
ortaya çıkması ve devrin insanlarının bozulması
gibi sebeplerden dolayı, zamanın değişmesiyle birçok
hüküm değişir. Zira, hüküm olduğu
şekliyle kalacak olursa, bundan meşakkat doğar, insanlar zarara
uğrar ve dünya nizamını en güzel bir şekilde
fesadı ortadan kaldırma esasları üzerinde yükselen
İslâm hukukunun prensiplerine ters düşer.” (Karadâvî,
166). Sözgelimi insanların Kur'an öğretimini Allah
rızası ve ibadet için yaptıkları bir ortamda, Kur'an
öğretme karşılığında ücret almak
doğru değildir. Ancak Kur'an ve din öğretiminin
ücretsiz yapılmadığı yerlerde, ücret almakta
anormal bir durum yoktur.
Değişmezlik ve esneklik
Esneklik
özelliğiyle İslâm hukuku değişebilir ve yeni
gelişmelere uyum sağlarken, metot ve hedeflerdeki
kararlılık özelliğiyle de eriyip kaybolma ve doğru
yanlış her değişikliğe boyun eğme tehlikesinden
emin olur (Karadâvî, 40). Zaten İslâm hukukunun
kaynağı toplum olmadığı için durum ve
şartlara göre eğilip bükülmez. Onun amacı,
kendisine tabi olanları yüceltmeyi ve İslâm ile
onları doğru yola ulaştırmaktır. Kaynağı ise
Allah’ın kelimesidir. Fakat bu demek değildir ki, insan zihni
İslâm şeriatının önünde donup kalmakta ve
işlevsiz hale gelmektedir. Aksine söz konusu hukuk sisteminde, İslâm’ın
temel hukuki metinlerinin anlaşılması ve onlardan
hüküm çıkarılmasında içtihadın
büyük rolü vardır. Nassların kat’îlik ve
zannîlik, sübût ve delâletleri bakımından farklılık
arz etmesi onlardan hüküm çıkarma gayretindeki
müçtehitlere geniş bir alan açmaktadır.
İslâm
hukukunu sahip olduğu esneklik sayesinde, Müslüman lider,
yargı ve bunlara bağlı idari kademeleri ve müçtehitler
siyaset-i şer’iyye adıyla Müslüman toplumunun
İslâm’ın hükümlerine göre yönetilmesi
konusunda geniş yetkilere sahip olduklarını görüyoruz.
Bu yolla İslâm devleti, sınırları aşmadan ve
başka sistemlere de muhtaç olmadan İslâm’ın hoşgörülü
hukukunun gölgesinde toplumun faydasına olan işleri
gerçekleştirebilir, zararına olanları da ortadan
kaldırabilir.
Hz. Peygamber (s),
üç dört kez cezasını çektiği halde
tekrar alkollü içki içenin öldürülmesini emretmiştir.
Gerçi bu hükmü daha sonra ortadan kaldırmamış
ve mutlaka uygulanması gerekli bir ceza olarak da belirlememiştir.
Aksine maslahatın gereğine göre davransın diye
yönetimde bulunanların görüş ve inisiyatifine
bırakmıştır. Bu sebepledir ki Ömer (r) içki
içene 40 değneklik cezayı artırmış ve buna bir
de sürgün cezasını eklemiştir (Karadâvî, 46).
Siyaset-i
şer’iyyenin çok geniş bir uygulama alanı olmasına
rağmen bazıları onu sadece cezalar ve önlemler konusuna ve
bunu destekleyecek tarzda ağırlaştırma ve şiddetlendirme
yönünü ön plana çıkarmışlardır.
Halbuki Hz. Peygamber (s)’in sünnetinden, Raşit halifelerin
uygulamalarından ve selef-i salihinin fıkıh
anlayışlarından siyasetin söylenenlerden çok daha
geniş ufuklu ve boyutlu olduğu ortaya çıkmaktadır.
İbnu’l-Kayyım
der ki; “Mezhep alimlerimize göre, imam homoseksüellerin
yakılmasına karar verirse bunu uygulayabilir. Çünkü
Halid b. Velid, bir Arap yerleşim yerinde tıpkı kadın gibi
kendisiyle evlenilen bir adam bulunduğunu ve ne yapılması gerektiğini
Hz. Ebu Bekr’e yazınca o, aralarında Hz. Ali’nin de
bulunduğu Rasulullah (s)’ın ashabıyla istişare etti.
Hz. Ali en ağır cezayı şöyle teklif etti: Bu
günahı şimdiye kadar sade bir tek topluluk işlemiştir.
Allah da onlara bildiğiniz cezayı vermiştir. Buna dayanarak ben
ateşte yakılmalarını uygun buluyorum.[7]
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr o adamı yakmasını Halid b.
Velid’e emretti o da yaktırdı (Karadâvî, 49).
Yine Hz.
Ömer’in üç boşamayı bir anda yapan
kişilere üçünü de geçerli sayma
yönündeki şiddetli tavrı da böyledir.
Çünkü onlar, düşünüp taşınarak
dikkatle yapmaları gereken bir işte aceleci
davranmışlardır. Dolayısıyla Hz. Ömer, siyaset-i
şer’iyye ve ta’zir cezalarındaki yetkisine dayanarak
bunları aleyhlerine geçerli saymıştır.
İbnu’l-Kayyım bu noktalarla ilgili olarak i’lâmu’l-muvakkıîn ile İğasetu’l-lefhân adlı
kitaplarında açıklamalarda bulunmuştur (Karadâvî,
50).
Bazen cezaların
hafifletilmesi veya tamamen kaldırılması da toplumun ıslah
olmasını sağlayabilir. Kimi zaman da birtakım
özgürlüklerin sınırlandırılması veya
mecburi olmayan şeylerin/mendupların bir süre için
zorunlu kılınması ya da toplum menfaatinin gerektirdiği bir
başka şeklin benimsenmesi daha isabetli olabilir. Bu bağlamda
belki de, yapılan siyaset tanımlarının en güzeli el-Bahr’daki şu
tanımdır: “Siyaset, hakkında özel bir delil olmasa da
hâkimin fark ettiği bir maslahattan dolayı bir şeyi
yapmasıdır.” Yani siyaset gereği yapılan fiil, genel
kaideler ve külli deliller çerçevesinde kalmalı ve
onlarla çelişmemelidir. Aksi takdirde bu uygulama geçersizdir
ve reddedilir (Karadâvî, 51).
Rasulullah (s)’ın devlet
başkanı olarak yaptıkları
Hz. Peygamber
(s)’in tebliğ olarak söyledikleri ve yaptıkları,
kıyamete kadar sürekli bir hüküm teşkil eder. Fakat
Hz. Peygamber (s)’in müminlerin yöneticisi sıfatıyla
yaptığı tasarruflarına, herhangi bir kimsenin,
Müslüman idareciden bağımsız olarak girişmesi
uygun olmaz. Rasulullah (s)’ın savaş kararı alması,
ordunun saldırı yöntemi, ateşkes, barış imzalama,
elde edilen ganimetler ve ele geçirilen esirlere ne
yapılacağı gibi konular devlet başkanı
sıfatıyla yaptığı işlerdir.
Hz. Peygamber
(s)’in zina eden bekâr erkeği, zinayı irtikap ettiği
beldeden başka bir yere sürgün etmesi de böyledir. Bundan
dolayı, Hanefîler, Rasulullah (s)’ın bunu, siyaseten ve
ta’zîren yaptığı, yani devlet başkanı
sıfatıyla bu hükmü verdiği
görüşündedirler. Bu sebepten onlar (Hanefîler)
“Bir maslahatın gerçekleştirilmesi veya bir mefsedetin
ortadan kaldırılması gibi bir gereklilik olduğunu
düşünürse uygular.” diye bunu imama havale etmişlerdir
(Karadâvî, 189). Hz. Peygamber (s), adı geçen
hükmü, devlet başkanı sıfatıyla vermiştir.
Bu, Hz. Ömer’in sürgüne gönderdiği zina eden
kişinin Bizans’a iltihak etmesi üzerine, “Bundan sonra
hiçbir Müslümana sürgün cezası
vermeyeceğim!” demesini de izah etmektedir.
Suça uygun ta’zir
cezaları
Ta’zir ve siyaset
eşanlamlı kavramlardır. Ta'zîr engelleme ve geri
çevirme anlamına gelir ve had cezaları dışında
bir ceza ile tedip etmedir.[8]
Bu dövme şeklinde olabildiği gibi başka bir şekilde de
olabilir. Ta'zîrin mutlaka bir suç
karşılığında olması da gerekmez. Siyaset de
böyledir. Nitekim Hz. Ömer, Nasr b. Haccac’ı
sürgüne gönderirken “Günahım neydi ey müminlerin
emiri?” diye soran Nasr’a şu cevabı vermişti:
“Senin suçun yok. Asıl suç, hicret yurdunu senden temizlemezsem
bendedir.” (Karadâvî, 51) Nasr’ın sürgün
edilme nedeni ondan değil kadınların onun yüzünden
fitneye düşme tehlikesinden kaynaklanıyordu.
Ta'zîr
çeşit çeşittir. Ebu Bekr ve Ömer bir yorgan
altında yakalanan erkek ve kadına yüzer sopa vurmuşlardır
(Karadâvî, 54). Yine Hz. Musa’nın, kavmi tarafından
putlaştırılan buzağı heykelini yaktırması,
Hz. Ömer ve Ali’nin, içki satılan dükkânları
yaktırmaları, böyle cezaların verilebileceğinin birer
örneğidir (Karadâvî, 55).
Ebu Davud’un
Sünen’inde nakledildiğine göre Hz. Peygamber (s)
savaş halinde el kesme cezasını infaz etmeyi
yasaklamıştır. İbnu’l-Kayyım konuyla ilgili
olarak şu yorumu yapar: El kesme cezası Allah’ın
koyduğu hadlerden biri olduğu halde Hz. Peygamber (s), -suçlunun
o kızgınlık ve hamiyetle müşriklere
katılması gibi, cezanın uygulanmaması veya tehir edilmesine
nazaran Allah’a daha sevimsiz gelecek bir olayın meydana gelmesinden
korktuğu için- savaşta uygulanmasını
yasaklamıştır. Nitekim Ömer, Ebu’d Derdâ ve
Huzeyfe de bu yorumu yapar. İmam Ahmed, İshak b. Râveyeyh,
El-Evzâî ve diğer İslâm alimleri, düşman
topraklarında had cezalarının uygulanmayacağını
ifade etmişlerdir (Karadâvî, 57).
Hz. Ömer bir
genelge yayınlayarak savaş için sefere
çıkıldığında geri dönünceye kadar ordu
ve birlik komutanına ve herhangi bir Müslümana had cezası
uygulanmamasını emretmiştir (Karadâvî, 58). Nedeni,
suç işleyenlerin şeytana uyup inkarcılara
katılmasına engel olma arzusudur. Hamile ya da emzikli kadınların
cezalarının ertelenmesinin mümkün oluşu da benzer bir
maslahata dayanmaktadır (Karadâvî,
59).
Hz.
Osman’ın, Hz. Ömer’in şehit edilmesi üzerine
öfkeyle babasının öldürülmesi olayında
parmağı vardır diye Hürmüzân’ı
öldüren Ubeydullah b. Ömer’e sahabeden bir cemaatin
tüm ısrarlarına rağmen kısas cezası uygulamaması
da ta’zîre diğer bir örnektir (Karadâvî, 60).
Hz. Osman’ın bu tavrı Hürmüzân’ı elinde
delil olmadan öldüren Ubedydullah’ın yaptığını
hoşgörü ile karşıladığı ya da
kısas ayetini hafife aldığı anlamına gelmez. O, muhtemelen kendisinden önceki
halifenin ve kısa süre ardından oğlunun kısas yoluyla
öldürülmesinin İslâm toplumunu olumsuz
etkileyeceğini hesaba katmış ve kendi bakış
açısından bir fitnenin önüne geçmiştir.
Genellik ifade eder
görünüp de özel olan hadisler
İslâm
hukukunun kaynaklarından olan hadislerin bir kısmı ilk
bakıldığında Müslümanların geneline hitap
eder görünse de belli bir kişiyi ya da birtakım kimseleri
ilgilendirmektedir ve söyleniş amacı her zaman ve durumu
kapsamamaktadır.
Sözgelimi, Rasulullah
(s)’ın helâda def-i hacet yapılırken, doğu veya
batıya dönülmesini emreden hitabı, herkse değil sadece
Medine ve aynı coğrafi boylamda yer alan bölgelerde bulunan
kimseleredir (Karadâvî, 193). Başka bölgelerde
yaşayan Müslümanlar ise bu hadisi içinde
yaşadıkları coğrafyayı dikkate alarak anlamalı ve
lafza değil söylenmek istenene göre hareket etmelidir. Aksi
takdirde Rasulullah (s)’a tâbi olmak niyetiyle onun istediğine
muhalefet edilmiş olacaktır.
Buhari ve Müslim,
İbnu Ömer’den Rasulullah (s)’ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmişlerdir: “Humma –veya
hummanın şiddeti-, Cehennem ateşindendir. Humma ateşini
suyla serinletin.” Hz. Peygamber (s)’in humma ile ilişkili
sözü de Hicaz ve civarında yaşayan insanlara hastır
(Karadâvî, 194). Çünkü o bölgede humma
denilen rahatsızlık yüksek hava sıcaklığı sonucu
meydana gelen güneş çarpmasıdır. Bu tür bir
rahatsızlığı olan kimseye su içmek veya banyo yapmak
faydalı olabilir. Bu hadis, tüm humma hastalarının
tedavisini mümkün kılacak bir tavsiye niteliğinde
görülmemelidir.
İslâm hukukunun
karşılaştığı engeller
İslâm
hukuku, üzerlerinden geçen yayılmacılık selinden
önce, tarih boyunca Müslümanların yasama ve yargı
işlerinde biricik kaynağı olmuştur ve
Müslümanların hakim olduğu coğrafyalarda
Haçlı emperyalizminin hücumuna maruz kalıncaya dek
yönetimde kalmıştır. Bu emperyalizm, İslâm
hukukunu, İslâm ülkesinden yavaş yavaş
kaldırmaya, ülkeyi İslâm’dan
uzaklaştırıp onun yerine ilahi hükümlere muhalif
beşeri kanunları koymaya başlamış, böylece faiz,
zina, içki ve kumar gibi haramları helal
kılmıştır. Emperyalizm, bu işi öylesine tedrici
bir şekilde yapmıştır ki, sonunda onun kanunları,
hayatı tümden kuşatıvermiştir. Hayatın
tümü içinde, şeriat, kala kala yalnız aile ve şahıs
hukukuna has kalmıştır (Karadâvî, 95).
Bu
sürecin ve birtakım Müslümanların içtihada
karşı tutumlarının sonucu olarak İslâm hukuku
bazı engellerle karşılaşmıştır:
- Yöneticilerin
adaletten sapmaları ve idari, iktisadî konularda
Allah’ın emirlerine karşı ilgisiz kalmaları
sonucu ortaya çıkan siyasal sapma.
- Çağdaş
fakihlerin içtihat kapısının kapandığını
söylemeleri ve taklidi ön plana çıkarmaları ve
kadı, müftü veya fakihlerin, belli bir mezhebe bağlanmasının
zorunlu olduğu kanaatini yaygınlaştırmaları
sonucu ortaya çıkan hukuki donukluk.[9]
- İçtihattan
uzak duranların/durulması gerektiğini
düşünenlerin daha önceki dönemlerde
oluşmuş devasa kültür karşısında
kendilerini yetersiz görmeleri.
- Bazı
Müslümanların, içtihat edebilecek
vasıfları taşımayanların kötü
niyetlerle ilahi hükümleri ifsat etmelerinden korkmaları ve
bunun soncunda da Müslümanlara içtihattan uzak
durmanın makul gelmesi.
Ancak
şurası kesindir ki, Müslümanlar bu hukukî ve
kültürel esaretten kurtulma cehdi içine girmişler ve bir
kısım başarılar elde etmişlerdir.
Günümüzde
İslâm hukukunun pratiği nasıl olmalı?
İçtihat,
İslâm hukukunun günümüzde tatbik edilebilmesinin
gerekli ilk şartıdır. Yani bu, gelişen ve değişen
şartları karşısında İslâm hukukunun teorik
gücü açısından gereklidir (Karadâvî,
207). Bunun yanında İslâm hukukunun toplumları
mutluluğa kavuşturması için birtakım pratik
şartlar vardır.
Bunların başında, İslâm’ın bir
bütün olarak ele alınarak toplumun oluşturduğu
tüm kurumlarda İslâm’ın ölçü
olması gelmektedir. Eğitim öğretim kurumlarının,
medyanın İslâm dışı kültürü
yaygınlaştırdığı bir ortamda İslâm
hukukunun mahkemelerde yürürlükte olması istenilen
amacı gerçekleştirmekte yetersiz kalacaktır.
Gerçek şu
ki, bugün toplumlarımıza hakim olan değerlerin, fikirlerin,
sistem ve ananelerin büyük bir kısmı, gerçek
İslâmî değer, düşünce, sistem ve ananeleri
zorla ve hileyle kovan yabancı sömürgecilerin malıdır
(Karadâvî, 210). Bu değerlerden kurtulmanın yolu
kapsamlı bir inkılâp, ahlak anlayışında
köklü bir değişiklik meydana getirmekle
mümkündür.
İslâm
toplumlarında bankaların, içki, kumar ve zinayı
teşvik eden yayınların ve mekânların, vahye muhalif
yasaların varlık bulabilmesi Müslümanların, maddi,
askeri, fikri ve ruhi hezimet ve zafiyet içinde olmaları İbnu
Haldun’un dediği gibi, mağlubun galibi taklit etmesi sonucunu
getirmiştir. Bundan dolayıdır ki, emperyalizm, hedef
aldığı Müslüman toplumlara benimsetmek istediği
değer ve uygulamaları kabul ettirmede pek zorluk
yaşamamış ve Malik Bin Nebi’nin ifadesiyle
“sömürülmeye müsait olma hali” yaşayan
İslâm toplumlarını büyük oranda
dönüştürmeyi başarmıştır.
İşte bu
emperyalizme yatkınlık kabiliyeti zail olup da asıla
dönmeye ve hayat olgumuzu emperyalizmin etkilerinden, fikri, ameli ve
psikolojik muhalefetinden temizlemeye karar verdiğimiz gün, iş
çok kolaylaşacaktır. Çünkü hedefi ve yolu belirlemiş
olacağız. Bugün artık, uyanış ve kendimize
dönüş sürecimizde, başkalarının elleriyle
değil, yalnızca kendi ellerimizle bu vakıayı
değiştirme kadir bulunuyoruz (Karadâvî, 214). İslâm,
insanı toplumda olup bitenlerden sorumlu görür ve onun, düşünce
ve yaşayış biçimini değiştirdiği takdirde
olup bitenler üzerinde etkili olabileceğini kabul eder. “Bir
toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah,
onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma
kötülük diledi mi, artık onun için geri
çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah'tan başka yardımcıları
da yoktur.” (Rad, 13: 11).
Kaynakça
Karadavî, Yusuf, İslâm Hukuku, Marifet Yay., İst., 1997.
Kayacan, Murat, Kur'an’da
Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
Şâtıbî, el-Muvafakât, (çev: Mehmet
Erdoğan), 4 c., İst., İz Yay., 1993.
[1] Kur'an’da rasul ile nebi aynı anlamda kullanılmış iki kelimedir bkz. Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
[2] Önceki Kitapların aksine, Allah İslâm hukukunun kaynağı olan Kur'an’ı korumayı dilemiştir. İslâm şeriatının hükümleri ve esasları; acziyet, zaman-mekân, durum ve kültür faktörünün duygu, heva, mizac ve öncekilerden kalan mirasın etkisine her zaman açık olan beşerî bir düzenlemenin ürünleri değildir (Karadâvî, 36). Bu hukuku, evrendeki varlıkların ve her işin sahibi olan, canlı-cansız her şeyin Rabbi olan ve insanları yaratıp da onların faydasına olan şeyleri “en iyi bilen” koymuştur. “Dikkat edin! Yaratan bilmez mi hiç? O çok lütufkâr ve haberdardır.” (Mülk, 67: 14).
[3] Mekasidu’ş-Şeria konusunda bkz. Şatıbi, el-Muvafakât, (çev: Mehmet Erdoğan), 4 c., İst., İz Yay., 1993.
[4] İslâmî bir yönetimde Müslüman olmayan erkeklerden can ve mallarını koruma bedeli olarak alınan yıllık vergidir. Bu vergiyi ödemekle yükümlü kiseye de zimmî denir.
[5] Faizi kötü gören yalnızca Müslümanlar değildir. İngiliz iktisatçı Keynes’e göre faiz yok edilmeden, insanların hak ettiği ücreti tam alması mümkün değildir (Karadâvî, 122).
[6] Hanefî mezhebi esas alınarak hazırlanmış olan, Osmanlı Devletinin son dönemdeki medenî kanununun ihtiva eden Mecelle’de: -Kuveyt ve Ürdün’de hâlâ yürürlüktedir.- “Zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi inkâr edilemez.” Bu maddeye, yer, durum ve adetlerin değişmesi de ilave edilir, “hükümler” sözü, “içtihadi hükümler” diye değiştirilirse , daha ihtiyatlı ve dakîk davranılmış olur (Karadâvî, 168).
[7] Hz. Ali’nin, hadlerini aşarak kendisine “Sen Allah’sın!” diyen zındıkları yaktırması da bu kabildendir. Hz. Ali dininden dönenin öldürülmesi hususundaki Hz. Peygamber (s) uygulamasını biliyordu ama diğer insanların aynı şeyi yapmalarını engellemek için cezaların en büyüğünü uygulamış ve şöyle demişti: “Gördüm ki işler çığırından çıkıp vahimleşmiş çağırdım Kunber’i ve tutuşturdum ateşi!” (Karadâvî, 44). Hz. Ali’nin verdiği söylenen bu cezada başka unsurlar da mevcut olmalıdır. Aksi takdirde inancı bozuk kimselere müellefe-i kulub muamelesinde bulunma ve onlara maddi yardımda bulunma uygulaması izah edilemez. Yine Abdulah b. Zübeyr ve Hişam b. Abdilmelik de iktidarda oldukları dönemde homoseksüelleri yaktırmışlardır.” (Karadâvî, 50).
[8] İbnu Teymiyye, ta'zîr cezasının mali olanlarını üç kategoriye ayırmaktadır: a. Telef etme (itlâf) b. Bozma (tağyir) c. Başkasına devretme (tahlîl li’l-ğayr) (Karadâvî, 55).
[9] Fıkhî donukluk karşısında İmam Malik’in tavrı önemlidir. O, bütün insanların, Muvatta’daki hadislere uymakla mükellef tutulmalarını kabul etmemiş ve dönemin halifesi Mansur’a şu sözleri söylemiştir: “Bunu yapma ey müminlerin emiri! Çünkü insanlar daha önce birçok hadis (ve görüşler)i duymuş ve her bir topluluk, kendilerine ulaşan bu hadis (ve görüşleri) benimsemiştir. Bu sebepten, her bölge halkını kendileri için seçtikleriyle baş başa bırak!” Bir başka rivayette, halifeye şöyle söylediği nakledilir: “Rasulullah (s)’ın ashabı, muhtelif şehirlere dağılmışlardır. Onlardan her bir topluluğun kendilerine göre ilimleri vardır. Onları tek bir görüşe zorlayacak olursan, fitne çıkar.” Bu hikmetli cevap karşısında Mansur ikna olmuş ve kararından vazgeçmiştir. Bu olayın Harun Reşit ile İmam Malik arasında geçtiği de anlatılır. Galiba, her iki halifeye de aynı teklifi yapmış olmalıdır (Karadâvî, 137).