İnsanları tefrikaya düşüren faktörler.
Mahmut Balcı'nın İnsanları
Tefrikaya Düşüren Faktörler adlı eseri İhtar Yayıncılık tarafından basıldı.
Yazar ihtilafı ele almadan önce Kur'an-ı Kerim'de insanın özelliklerini
veriyor. Ancak ayetleri özenle seçmediği için bir insan grubuna dair verilmiş
ayetleri (2/96. 170; 107/5-7) sanki insanların genel özelliği gibi
değerlendirmiş.(s. 13) İnsanı eşref-i mahlukat ile esfel-i safilin arasında
dolaşan bir varlık olarak tanımlayan yazar, insanın nasıl varlıkların en şereflisi
olduğuna dair bir delil zikretmiyor. Halbuki Rabbimiz insanı yarattığı
varlıkların çoğuna üstün kıldığını zikrediyor. Bu yaklaşım biraz da melekleri
iradesiz varlıklar olarak kabul etmekten kaynaklanıyor. (s. 20)Halbuki onlar
yeryüzünü yönetme talebinde bulunan varlıklar. Onların da iradesi var fakat
insanlar ve cinlerden farklı olarak onlar iradelerini itaat yönünde
kullanıyorlar.
Yazar, Elmalı'lıdan nakil ile
bir halife yaratılmasının Allah'ın insanı kendi namına yeryüzünde hüküm vermesi
ve onu yönetmesi anlamına geldiğini söylüyor. (s. 29)Ancak Allah Kur'an-ı
Kerim'in hiçbir yerinde insanı kendisine halife kıldığını söylemiyor. İnsan,
yeryüzünün halifesi ve yeryüzünde halife şeklinde tanımlanıyor.
Eserde, ihtilafı Allah'ın
dilediği, ihtilaf etmenin insanları ileriye itmeye yarayan bir faktör olduğu
anlatılıyor. Yani ona olumlu bir anlam da yükleniyor.(s. 47) Ancak ihtilafın
olması onu Allah'ın varlığına müsaade ettiği bir şey olarak kabulü gerektirdiği
hatırdan çıkarılmamalıdır. Zira Allah, ihtilaf edenleri şiddetle eleştiriyor.
Ortadan kaldırılması gereken bir şey övgü vesilesi olmaz. Nasıl dünyanın oyun
ve eğlence olması, Allah'ın bunu teşvik etmesini gerektirmiyorsa, biz de daha
fazla ileriye gitmek adına ihtilafı körükleyemeyiz. Hedefimiz ihtilafı bitirmek
olmalıdır.
Yazar, Müslümanların gruplar,
cemaatler, hizipler şeklinde bulunmasını eleştiriyor. (s. 65) İslam'da liderin
de cemaatin de bir olacağını söylüyor. Ancak bunun nasıl becerilebileceğinden
bahsetmiyor. Müslümanların birlikte düşünüp birlikte hareket etmeleri
gerektiğini söyleyen yazar(s. 117) bireysel tavırların zararlarından
bahsetmiyor. Halbuki cemaatler bazında da olsa, birlik sağlayabilmek bir başarı
olarak kabul edilmelidir. Bu, daha büyük birlikteliklerin nüvesi olarak
görülmelidir.
Yazar hedef olarak tefrikadan
uzaklaşmayı koyuyor. Aksi halde tarihi gerçekleri ortaya çıkarmak adına,
ayrılığa düşebileceğimizi ve işimizin başkalarını yargılamak olmadığını
söylüyor. (s. 76-77) Ne var ki, iyiliği emr, kötülüğü nehy, hakkı-sabrı tavsiye
gibi Kurani emirlerin hangi çerçevede ele alınması gerektiğine değinmiyor.
Hz. Osman'ın zulüm ile
öldürüldüğünü ifade eden yazar, (s. 79) onun yönetimine getirilen eleştirileri
zikretmiyor. Halbuki yalnızca Şia değil Sünni kaynaklarda da onun yönetimin
ikinci dönemine yönelik ciddi eleştiriler var.
Eserde günümüz Mekke müşrik
devletine hizmet etmeyi, o devletin ekonomik çıkmazının giderilmesi için çalışmayı,
Ebu Cehil'in kanunları üzerinde insanları Milli birlik ve beraberliğe
çağırmanın Allah'ın dinine ihanet olduğunu söylüyor. (s. 90)Ehven-i şer diyerek
iki kötü yöneticiden birini seçmenin mecbur olmadığını ifade ediyor. Tabi haklı
yönleri olsa da ulus devlet evinizde yatak odasının, mutfağın nerede olduğun
bilmek istemektedir. Bu derece vatandaşlarını gözetleyebilen bir ulus-devlet
gerçeği karşısında böyle bir tavır sahibi olmak çare olmuyor. Ulus devlet
hayatın her alanına müdahale hakkını kendinde görüyor ve bu gücü kendisinde
buluyor. İnsanların ya da toplumsal grupların bağımsız olduklarını iddia
etmeleri onları otoriter rejimlerden bağımsız hareket alanı açmıyor. Kötülerin
iyisi(ehven-i şer) tercih edildiğinde de, her ikisi reddedildiğinde de özgürlük
mücadelesi vermekten başka doğru bir yol gözükmüyor.
Müslümanların ayrılığa
düşmelerinde etken bir faktör olarak münafıkların desiseleri veriliyor(s. 94)
onların kendilerine ait bir görüşlerinin olmadığı rüzgarın yönüne göre hareket
ettikleri ifade ediliyor. Aslında münafıkların yönü bellidir. Onlar kafirdir ve
İslam'a karşı komplo kurmaktadırlar.
Yazar mescid-i dırar
kavramını ele alarak, onun yapımının kafirlere ait olmasının değil, müminlere
karşı tuzak kurmak olduğunu bu yüzden bu işleve sahip her mescidin bu kapsama
gireceğini söylüyor.(s. 96) Malesef Mescid-i Haram'ı da bu statüde görüyor
yazar. Mescid-i Haram'ın Suudilerin elinden kurtarılması ayrı onun Mescid-i
Dırar oluşu ayrı şeylerdir. Diğer mescidler işgal altında onları ele geçirelim
kendi mescidlerimizi inşa edelim ya da yıkalım diyen yazar, Mescid-i Haram'ı da
işgal altında kabul etmesine rağmen orada durmasını biliyor. Mescidlere karşı
tavsiye edilen yenilerini inşa etmek ve oraya gitmeden oranın kontrolünü ele
geçirmek ulus devlette mümkün olmadığına göre geriye tek çare kalıyor.
Bu yorum oldukça dikkatsiz ve
tehlikelidir. Mescid-i Dırar'dan bahseden ayette yıkma nedeni onun yapılış
nedenidir, yoksa işlevi değil. Mescid-i Dırar'da namaz kılmayı yasaklayan
ayetin devamında takva üzere imar edilen mesicdde namaz kıl denmesi niyetin
önemini ortaya koymuyor mu? (Tevbe 9/109) Öyle olsaydı Hz. Peygamber (sav)'in
putlardan arındırılmamış Kabe'de umre yapmak istemesini nasıl anlayacağız?
Günümüzde Mescid-i Aksa'da namaz kılan Müslümanlar orayı terk mi etsinler?
Balcı, Mahmut, İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler,
2 bs., İhtar Yay., Erzurum, 1995.