İbn Haldun’un tarihe ve risalete bakışı
27 Mayıs 1331’te Tunus'ta doğan İbn Haldun (ö. 1405), beşeri ve İslâmî ilim dallarında eğitim gördü. 20 yaşlarından itibaren devlet idaresinde görevler üstlendi. Tunus, Fas ve İspanya'daki Beni Ahmer Devleti'nde önemli görevlerde bulundu. Ailesini bir salgın hastalık sonucu kaybetmesinin ardından bir süre inziva hayatı yaşadı. Eline esir düştüğü Timur onun bilgisine ve zekâsına hayran oldu. İbn Haldun onun parlak vaatlerini bir kenara iterek, tekrar Mısır'a geldi ve uzlete çekildi. İşte siyasi, fikri, sosyal, tarihi içeriğe sahip Mukaddime, bu dönemde yazılmış bir eserdir.
Eserinin, hilkatten beri yaşamakta olan bütün kavimlerin tarihini tamamıyla içine almasının dışında elde edilmesi zor olan pek çok hikmetleri de topladığını ileri süren yazar (İbn Haldun, I: 13) bu eserin; nadir olan ilimleri ve acayip hikmetleri içine aldığından, kendi benzerleri arasında tek ve mümtaz bir kitap olduğu kanaatindedir. Yazar eserini kaleme alırken ilahi lütfu göz ardı etmemektedir ancak eseri hakkında abartılı övgülerde bulunmaktadır: Allah (tarih ilmi konusunda) bize ilhamlarda bulundu. Bize bir ilim verdi ki, kendi fikir ve düşüncemizin mahsulü olan bu eseri telif etmekle emsal ve seleflerimizi geçtik. Meseleleri mükemmel bir surette anlatmaya muvaffak olduk. Eserim kendi konusuna yakın, kendisine benzeyen diğer eserlerden temeyyüz etmiş ise, bu başarı yüce Allah’ın bana, doğru yolu göstermesi ve beni muvaffak eylemesi sayesindedir.” (İbn Haldun, I: 96). Eserine bunca övgüde bulunmasına rağmen, yine de kusurlarının farkındadır ve derin bilgi olan şahsiyetlerden bu esere müsamaha gözü ile değil de, eksikliklerini meydana koymak üzere bakmalarını, bulabildikleri kusurları ıslah etmelerini talep etmektedir. Bilginler arasında bilgi, ortak bir değerdir (İbn Haldun, I: 14). Yine de yazar, ilim sahiplerinin tenkitlerine açıktır, vardığı sonuçları mutlaklaştırmaz.
Bu çalışmada, İbn Haldun’un bu eserinin birinci cildinde tarih ve risalet konusunda orijinal bulduğumuz kısımlar üzerinde duracağız.
A. Mukaddime’de Tarih anlayışı
Tarih insanların ve kavimlerin hallerinin nasıl değişmiş olduğunu, devlet sınırlarının nasıl genişlemiş, kudretlerinin nasıl artmış bulunduğunu, ölüm ve yıkılma çağı gelinceye kadar yeryüzünü nasıl imar ettiklerini bize bildirmektedir. Bu, tarihin zahiri anlamıdır. Tarihin içinde saklanan anlam ise; incelemek, düşünmek, araştırmak, varlığın (kâinatın) sebep ve hikmetlerini dikkatle anlamak, olayların vuku sebep ve tertibini inceleyip bilmekten ibarettir. İşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin kapsamındadır (İbn Haldun, I: 5). Din ve dünya işlerini bütünlemek isteyen kimse, tarihe başvurarak ondan ibret alır ve faydalanır (İbn Haldun, I: 18). İbn Haldun, tarihi nakiller bütünü olarak değil, ibret alınması gereken bilgiler içeren bir ilim olarak görmektedir. Onun din ve dünya işlerini bütünleme açısından anlam yüklediği tarih, Kur'an açısından bakıldığında kıssaların “ibret” vermek amacıyla vahiyde yer almasına tekabül etmektedir. Bir örnek vermek gerekirse “Rabbi’nin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?” (Fil, 105: 1) ayeti özelde Rasulullah (s)’ın genelde ise Kur'an okurlarının tarihi bir olaya dikkatini çekmekte ancak tarihi bir bilgi sunmayı değil, o bilgiden yola çıkarak ibret alıp risalet karşıtlığının cezasız kalmadığını vurgulamaktır.
1. İbn Haldun’un tarihi ele alırken kullandığı yöntem
Eserinde türlü memleketlerde yaşayan kavimlerin hal ve durumlarını anlatarak tarihlerini örten perdeleri kaldırdığını ifade eden İbn Haldun, onların ibret alınacak haberlerini ayrı ayrı bölümler halinde ele almaktadır. Yüzyıllar içinde Batı Afrika’yı imar eden ve bütün o bölge ve şehirleri dolduran kavimlere dair haberleri ve bu kavimler tarafından kurulan küçüklü büyüklü devletlerin ve bunlarda hüküm süren hükümdarların ve yardımcılarının tarihini anlatmaktadır (İbn Haldun, I: 10).
Yine bu kitabında, Arapların kavim, uruğ ve boylarının hilkatin başlangıcından bugüne kadar olan halleri ve Araplar tarafından kurulan devletlerinin tarihi anlatılmaktadır. Ayrıca Nabat, Süryan, Fars İsrailoğulları, Kıbt, Yunan, Rum, Türk ve Franklar gibi Araplarla çağdaş tanınmış kavimlerin ve devletlerinin tarihi gözden geçirilmiştir (İbn Haldun, I: 12). Birçok kültürü görme, devletlerin üst kademelerinde yer alarak iktidarları tanıma fırsatı bulan ve elde ettiği tecrübe ve birikimleri aktaran İbn Haldun, bu cehdiyle sünnetullah[1] bilgisini tarih alanına başarıyla uygulamıştır.
2. Mukaddime’de iktidarlara bakış
İbn Haldun, iktidarlar hakkında yorum yaparken rahat davranmaktadır ancak değerlendirmeleri belli bir yönetici veya yakını ile ilgiliyse temkinli hatta sitayişkâr bir üslup kullanmaktadır. Sözgelimi Halife Harun er-Reşid’in gördüğü aile terbiyesinin onun içki içmesine müsaade etmeyeceğini anlatmakta (İbn Haldun, I: 39-40), onun kız kardeşinin işlediği söylenen gayr-ı ahlaki bir suçun iftira oluşunu gerekçelendirirken, o kızın “soyunun iyiliğine” dair atıflarda bulunmakta ve onun böyle bir suçu işlemekten uzak olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır (İbn Haldun, I: 31-32).
Yazar, kitabını hediye ettiği sultan için de şunları söylemektedir: O sultan ki, nazarlıklar taktığı, sargıları kirlettiği çağdan beri dünyayı bırakarak ömrünü Allah’a ibadete tahsis eden ve Allah’tan sakınanların ahlakı ile süslenmiş, güzel menkıbe ve övülen vasıfların aydınlığı ile aydınlanmış en güzel kıyafet, vasıf ve ahlak ile ve genç kızların boyunlarına taktıkları gerdanlıklardan daha güzel faziletlerle süslenmiştir. O; azim, irade ve bilgi gibi meziyetlerle bezenmiştir. Onun talihi, yardır. O, şeref ve ululuk sahibidir. Onların devletlerinin şeref yüksektir. Onun yüceliği ve makamı azizdir. O her türlü ilim ve faydalı nesneleri kendi şahsında toplamıştır. Dağınık ve ele geçirilmesi zor olan ilimleri düzenleyen odur. Keskin ve pek ince fikri ile o, insanın idrak ve anlayışının şeref ve meziyetlerini takdir hususunda, rahman olan Allah’ın eser ve harikalarının zuhurunun kaynağıdır. Onun fikir ve düşüncesi ahd ve kefalet kaynağıdır. O, fikri ile mezhep ve inançları aydınlatır. Tanrı, yönelmesi gereken yolları açık olarak ona göstermiştir. Onun nimetinin kaynakları tatlıdır. Lütuf ve ihsanı, şiddetli hallere karşı koymak ve gözetlemek üzere pusu kurarak saklanmıştır. Rahmetinin anahtarı aziz ve şereflidir. Rahmeti ile bozuk ve kötü olan zamanı geniş bir surette düzeltmiş, bozuk olan hal ve adetleri ıslah etmiş ve yok edici felaketleri ortadan kaldırmıştır. Zamana, eski gençlik çağının parlaklığını iade etmiştir. Onun delil ve hüccetleri pek kuvvetli olup, bilerek inkâr edenlerin inkârları, inatçıların şüpheleri onun delillerini iptal edemez. Bu vasıflarla tavsif edilen zat, müminler emi Ebu Faris Abdülaziz’dir. O, ulu sultan ve kutlu mücahit, müminler emiri Ebu Hasan’ın oğludur. Onlar Merin oğullarıdır ki, dinin şerefini korudular ve doğru yolu tuttular. Allah milletimizi sultanımızın gölgesi ile gölgelendirsin, İslâmiyeti kabul için çağırmasına yardım ederek onun bu husustaki bütün dilek ve maksatlarına eriştirsin (İbn Haldun, I: 15-16). Yazarın bu övgüleri abartılı görünmekle birlikte “üstüne şimşekleri çekmeme/zarar görmeme” gibi bir niyetin eseri de olabilir.
3. Taklitçi tarih anlayışı eleştirisi
Taklit, tâbi olmaktan farklı olarak delili ve iradeyi geri plana iten bir yaklaşımdır. İbn Haldun, ilim sahiplerinin eserlerini okurken onların her sözünde hikmet arayan taklitçi yaklaşımı benimsememekte ve taklitçi tutum sahiplerini eleştirmektedir.
İbn Haldun’a göre, ulemadan Vakidî’nin (ö. 822) ve Mesudi’nin (ö. 956) eserlerinde tenkit edilecek noktalar çoktur. Fakat sonradan gelenlerin hepsi, bu bilginlerin eserlerindeki haberleri kabul ederek onların aktarımlarını örnek edinmişlerdir. Fakat dikkat ve bilgi sahibi kimseler bunların birtakım nakil ve rivayetlerinin doğru olmadığını anlar ve reddederler. İnsanların ve bireyin, dünyanın insan yaşayabilecek yerlerinde toplanarak yaşamalarından ve yeryüzünü imar etmelerinden ibaret olan ümranın türlü türlü tabiatları olup bu tabiatların hal ve eserleri de çeşitlidir. İşte nakiller bu tabiat kanunları ve halleriyle karşılaştırılır ve tabiat kanunlarına uygun ise kabul, değilse reddedilir (İbn Haldun, I: 7). Yazar görüldüğü kadarıyla, nakilleri akılla ve evrenin işleyişi hakkındaki bilgilerle karşılaştırıp doğruluğunun test edilmesi gerektiği kanaatindedir. Bu açıdan tarihi verileri ele almak, hadislerin nakillerini merkeze almakla metin tenkidi yapmak konusundaki tartışmaları akla getirmektedir ki, İbn Haldun’un yaklaşımı ufuk açıcıdır.
Bu taklitçiler, bir devletin tarihini anlatmak isterken, o devlete dair haberleri sıraladıklarında haberleri bazen vehim ve şüphe ile nakil, bazen de isabet ettiler. Fakat o devletin ilk kuruluşu, bayrağının yükselmesi, kudret ve hakimiyetinin parlaması, hedeflerine ulaştıktan sonra nihayet durması (tevakkuf devri) gibi olayların sebep ve illetlerini anmazlar. Bunların eserlerini gözden geçirenler, o devletin ilk kuruluşunu ve derece derece yükselişi keyfiyetini bilemezler. Onların eserlerini okuyanlar bu devletlerin birbirleriyle çekişmelerinin ve birinin arkasından başka bir devletin kuruluşunun sebebini araştırmaya ve yerlerine geçenlerin hareket ve kılıklarının kendilerinden önce hükümet sürenlerinkine hangi hususlarda uygun, hangi hususlarda uygun olmadığını ve sebeplerini incelemeye muhtaçtırlar (İbn Haldun, I: 9). Doğru okuma öncekilerin sözlerini aktarmak değil, aktarımlar arasındaki irtibatı, neden-sonuç ilişkisini, devletlerin yükselişleri ve çöküşleri açısından birbirlerine benzeyen yönlerini ortaya koyan bir okumadır.
4. Tarihi verileri sorgulamamanın eleştirisi
Tarihçiler, müfessirler ve rivayet üstatları (muhaddisler); naklettikleri haber ve rivayetlerin doğru mu zayıf mı olduğunu incelemeden, yalnız nakil ve rivayete güvenerek aktarımda bulunmaktadırlar. Bu kimseler; rivayetleri, hikmet ve felsefe bakından incelemedikleri ve varlık (kainat)ın tabiat ve kanunlarına göre ölçmedikleri, naklettikleri haberler üzerinde dikkatle düşünülerek haber verilen hadiselerin vukuunun mümkün olup olmadığına inanarak nakletmedikleri için çok yanılmışlar ve doğru yoldan saparak vehim ve hata çöllerinde yollarını kaybetmişlerdir. Özellikle mal, para ve askerlerin hesabında ve sayısını hikâye ettiklerinde akla uymayan pek çok söz söylemişlerdir ki, bunları akıl, tabiat, kanun ve kaidelerine göre incelemek gerekir (İbn Haldun, I: 19).
İbn Haldun sözlerini somutlaştırmak için müfessirlerin, Fecr suresi 7. ayetindeki: “Tanrının sütunlar sahibini İrem’i ne yaptığını görmedin mi?” ayetini açıklarken söylediklerini örnek olarak vermektedir. Yazarın eleştirdiği kimseler, İrem sözü ile sütunlarla bina edilmiş bir şehrin kastedildiğini söylemektedirler. Bu şehir (İbn Haldun, I: 28) her çeşit ağaç ve ırmakla süslü idi. Şehrin yapılışı bittikten sonra Şeddad[2] memleketin ahalisi ile beraber oraya gitmek üzere yola çıktı. Şehre bir gece ve bir günlük yol aldığında Allah’ın dilemesiyle onlara gökten korkunç sesler gelmeye başladı. Bu seslerin şiddetinden hepsi de helak oldu. Zemahşerî[3] ve başka tefsir bilginleri, Rasulullah (s)’ın sahabelerinden Abdullah bin Kilâbe’den rivayet ettiklerine göre, Abdullah bir gün kaybolan devesini aramak üzere yola çıkmış ve bu şehre rast gelmiş, götürebildiği kadar kıymetli şeyleri almış götürmüş. Bundan sonra Muaviye Kâbu’l-Ahbar’ı çağırtmış ondan bu hususta sorular sormuş. Kâb bu şehrin İrem (Zati’l-imâd) olduğunu haber verdikten sonra: “Çağımızda kırmızı, sarışın, kısa boylu, kaşı üzerinde ve boynunda beni bulunan Müslümanlardan biri bu şehre gider, o kaybolan devesini aramak üzere yola çıkar.” dedikten sonra yüzünü çevirip baktığından, Abdullah’ı görmüş ve “İrem şehrine gidecek adamın işte bu kimse olduğunu Allah’ın adıyla ant içerek teyit ederim.” demiş. Bundan sonra bu şehir hakkında yeryüzünün hiçbir bölgesinden haber alınmamıştır. Bu şehrin bina edilmiş olduğu iddia edilen Aden sahrası, Yemen’in ortasında bir yer olup, bu sahrayı bilen rehberler her çeşit vasıflarla tavsif etmekte iseler de bu şehir hakkında hiçbir haber alınmamış ve haber nakletmekte uzman olanlardan hiç kimse bu şehri anmamıştır.
“Şehir artık eskimiş ve yıkılmıştır.” denilirse, eser ve harabelerinin ortadan kaybolması mümkün değildir. Kalan eserlerin yıkılmış olan söz konusu şehre benzemesi gerekirdi. Fakat sözlerinden bu şehrin henüz mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Bazıları, Âd kavminin ele geçirmiş olduğuna dayanarak Dimeşk’in İrem olduğunu söylerler. Akla uymayan bu hezeyanlar o dereceye varmıştır ki, İrem şehrinin ortadan kaybolduğunu ancak riyazet sahiplerinin ve sihirbazların bu şehri bulabildiklerini iddia ederler. Bunların hepsi de hurafe türü haberlerdir. Tefsir yazanları buna sevk eden i’rab ilmidir. Zati’l-imâd (kazıklar sahibi) sözünü İrem’in vasfı telakki etmişler ve İmad’ı da sütün diye anlamış ve “sütunlarla yapılan bina” anlamını tercih etmişlerdir. İbn Zubeyr’in ayeti Âd-ı İrem şeklinde izafe ile okuması bunu böyle göstermiştir ardından da insanlar uydurma kıssalara benzeyen hikâyelere vakıf olmuşlardır. Bu kıssalar insanları güldüren şeyler sırasında nakledilen yalanlara en yakındır. Gerçekte ise İmad’dan maksat çadır direkleridir. Müfessirler, Âd kavminin kuvvetleri ile tanınmış olmalarından yola çıkarak İreme Zatu’l-İmad şeklineki Kur’anî ifadeden sütun ve direklerle yükseltilen bina anlamı çıkarmışlardır. İbn Zubeyr’in Âd kelimesini tenvinsiz olarak Âd-u İrem şeklinde izafe ile okuması (İbn Haldun, I: 29-30) müfessirlerin ayetteki ifadeyi bu şekilde yorumlamasına neden olmuştur. Onlar, bunu İrem’e Zatu’l-İmâd’ın sahibi olan Âd kavmi diye anlamışlar ve İrem’i de Aden sahrasında veya başka bir yerde cennete benzeyen bir şehir diye anlamışlardır. İbn Zubeyr kıraatinde olduğu gibi Âd İrem’e izafe edilerek, boydan uruğ, yani İrem’den kabile ve Âd’dan bu kabileden türemiş olan boy kastedilirse fasilenin kabileye izafesi söz konusu olmuş olur. Ayeti bu manada uzak manalara hamledip, Kur'an’ı aslı olmayan hikâye ve kısalarla yorumlayarak zayıf rivayetlere boğmak zarureti yoktur (İbn Haldun, I: 31).
Anladığımız kadarıyla yazar bu eserinde, bir yandan rivayetlerin bazılarında tutarlılık, tarihi ve coğrafi gerçeklere uymamalarını bir yandan da müfessirlerin gramer kurallarından yola çıkarak yorum yapmalarını eleştirirken, Zati’l-İmâd kelimesine verilmesi gereken doğru anlam konusunda bir şey söylememektedir. Ne var ki, el-İber adlı eserinde İrem adında bir yer olmadığını İrem’in bir kabile adı olduğunu söylemektedir (Harman, XXII: 443).
B. Mukaddime’de risalete bakış
İbn Haldun Mukaddime’sinde risalet konusuna da yer vermekte ve bu kavramı çeşitli yönleriyle ele almaktadır.
1. Peygamber akrabası olmak ve imtiyaz
İbn Haldun, soyun bir peygambere dayanıyor oluşunun insana ahirette fayda sağlamayacağı kanaatindedir. Neseplerinin Allah elçisine ulaşması da küfürlerinden dolayı inkârcıları Allah katında sorumlu olmaktan kurtarmaz. Yüce Allah Nuh’a bir oğlu hakkında: “O, senin ailenden değildir. çünkü o iyi olmayan bir iş işlemiştir. Bilmediğin bir iş hususunda benden isteme.” (Hud, 11: 47-48) buyurmaktadır. Rasulullah (s)’ın kızı Fatma’ya öğüt verirken: “Ey Fatma! Bil ki ben seni Tanrı katında sorumu olmaktan hiçbir vakit koruyamam.” demiştir (İbn Haldun, I: 50). Dünyevi anlamda da peygamber yakını olmak suça verilecek cezayı ortadan kaldırmaz: Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmaktadır: “Sizden öncekileri helâk eden şey şudur: İçlerinden şerefli birisi hırsızlık yaptığında onu terk edip (ceza vermezlerdi). Aralarında kimsesiz zayıf birisi hırsızlık yapınca derhal ona had tatbik ederlerdi. Allah'a yemin olsun! Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapmış olsa mutlaka onun da elini keserdim."[4]
2. Peygamberler hangi iklim bölgelerine gönderilmiştir?
İbn Haldun, peygamberlerin gönderildiği bölgeler açısından da bir genelleme yapmaktadır. Onlar, mutedil iklimlerin kişileri arasından seçilerek gönderilmeleri ile de diğer iklimlerin insanlarından ayrılmışlardır. Güney ve kuzeydeki iklimlerde yaşayanlar arasından peygamberler gönderilmiş olduğuna dair bir bilgi söz konusu değildir. Çünkü peygamberler ancak yaratılışları ve ahlakları yönünden en mükemmel olan insanlar arasından seçilir. Tanrı bu (mutedil) iklimlerde yaşayanlar hakkında: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” (Âlu İmran, 3: 110) demektedir. Bu iklimlerin ahalisinin böyle yüksek ve üstün özelliklerle yaratılmasının sebebi, Allah tarafından kendilerine gönderilen peygamberlerin dine çağırışını kabul edebilmeleri içindir. İklimleri mutedil olduğu için bu iklimlerin kişileri en mükemmel insanlardır (İbn Haldun, I: 194). Sözgelimi, Arabistan Yarımadası üç tarafından denizle çevrilmiştir. Bu denizlerin rutubet, havasının rutubetli olmasına tesir etmiş, kuraklık azalmış, denizin rutubetinin tesiri ile az çok itidal husule gelmiştir (İbn Haldun, I: 196).
Yer yuvarlağının ortasında, hava ve tabiatı mutedil olan üç iklimde yaşayan kavimler; kılık, ahlak ve yaradılışlarında, iş, hareket ve bütün hallerinde itidal sahibi olup, bunlar geçinme ve yaşayış kaide ve nizamlarını koymak, barınaklar yapmak, sanat, ilim ve fenler vücuda getirmek suretiyle yurtlarını bayındırlaştırmış olan, başkanlık ve devlet idaresi bu kavimlerin elinde olmuştur. Arap, Rum, Fars, İsrailoğulları, Yunan, Hint ve Çinliler gibi bu iklimlerde yaşayan kavimler her bakımdan diğerlerinden ayrılmış ve peygamberler dahi bunların arasından seçilmiş ve hükümdarlık etmişler, devletler kurmuşlardır. Din ve şeriat sahibi olan bu kavimler akıl ve zekâları ile ilim, fen ayrıca ince, güzel ve yüksek sanat eserleri vücuda getirmişlerdir. Bu kavimler belli başlı bu iş ve hallerinden dolayı bu adları almışlardır. Nesep bilginleri bu kavimlerin kendilerine mahsus ve mutat olan belge ve alametlerle diğerlerinden ayrılmakta oldukları özelliklerini gördüklerinde bu adları neseplerinden dolayı almış oldukları vehmine kapılmışlardır (İbn Haldun, I: 200).
Yazarın peygamberlerin gönderildiğini söylediği bölgeleri gerekçelendirirken yukarıda belirttiği ayetin tamamı şöyledir: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız: Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çıkmışlardır.” Bu ayetin konusu iklimlerin insana etkisiyle ilgili değildir. Öyle olsaydı o ılıman iklime sahip bölgede Ehl-i Kitab’ın çoğu yoldan çıkmaz, müşrikler de muhalefetlerini sözlü itirazlarla sınırlarlardı. Ayrıca, sıcak çatışmaların merkezi tarih boyunca ne kuzey ne de güney olmuştur. Allah, gönderdiği peygamberlerin hepsini değil bir kısmını bize bildirmiştir. Bu nedenle kuzey ve güney bölgelere peygamber gönderilip gönderilmediği bilgisi elimizde mevcut değildir. İbn Haldun’un belirttiği “içlerinden peygamber gönderilen” kavimlerin hepsinden değil bir kısmından Kur'an’da söz edilmektedir. bu gerçek dikkate alındığında “peygamber gönderilmiş kavimlerin” İbn Haldun’un söz ettiği kavimlere gönderilenlerden de fazla olabileceğini söylemek mümkündür.
3. Peygamberlerin masumiyeti
İbn Haldun peygamberliğin belgelerinden birinin de vahiy gelmeden önce hayırlı işler işlemek ve salah ehlinden olmak her kötü sayılan işlerden ve bütün kir ve kötülükten uzak bulunmaları olduğunu söylemektedir. Peygamberlerin masumluğu işte bundan ötürüdür. Onlar zemmedilen şeylerin her birinden uzak onlara karşı nefret dolu bir tabiatta yaratılmış ve her kötülüğün onların yaratılış ve tabiatlarına aykırı imiş gibi bir tabiat ve halde olmalarıdır (İbn Haldun, I: 218-219). Yazarın masumluğu bu kadar geniş bir çerçevede alması Kur'an’daki verilerle örtüşmemektedir. Sözgelimi Hz. Musa bir adam öldürmüştür, Hz. Yunus, tebliği yarıda bırakıp kavmini terk etmiştir. Hz. Peygamber (s) yanına gelen âma kimseden yüz çevirdiği için tenkit edilmiştir. Bu veriler dikkate alındığında peygamberlerin masum oluşlarını aldıkları vahyi tahrif etmeden nakletme şeklinde algılamanın daha doğru olacağını söyleyebiliriz.
4. Peygamberlerin mucizeleri
İbn Haldun mucizeyi tanımlarken, kelamî çerçeveyi kullanmaktadır: Peygamberliğin belirtilerinden biri de davalarının doğru olduğunu ispat ve davasının doğruluğuna tanıklık eden harikalar izhar etmeleridir. Harika, insanların benzerini yapamayacakları ve kudretleri dışında olan nesne, demektir (İbn Haldun, I: 221) Mucize insanların kudreti dışında olan bir şeydir ve gerçekleşmesi, niteliği ve peygamberlerin davalarının doğruluğuna delaleti hakkında bilginler farklı görüşler ortaya koymaktadırlar. Mütekellimin fail-i muhtar –yani Tanrının her istediğini yapmasının kendi ihtiyarı dahilinde olduğu- nazariyesine dayanarak: “Mucize Tanrının kudretiyle vukua gelir ve peygamberin işi değildir.” demektedirler. Mutezile: “Tanrının kullarının işlerinin kaynağı kendileridir. Yani amellerinin failleri kendileridir.” derseler de mucize kulların işleri cinsinden değildir. Mütekellimine göre peygamberlerin, Tanrının izniyle yalnız meydan okuma ve insanların bunu yapmaktan aciz olduklarını göstermek gibi bir görevi vardır. Buna göre Tarı’nın elçisi davasının doğru olduğunu, yani kendisinin peygamber olduğunu ispat etmek üze, mucize izhar edeceğini söyler ve iddia ettiği harika Tanrının izniyle vukua geldiğinde bu, Tanrının onun hak peygamber olduğunu söylemesi anlamına gelmektedir. Bu takdirde harika onun peygamber olduğunu kesin olarak ispat etmiş olur. Mütekellimine göre: Meydan okuma nefsi olan bir sıfattır. Onların böyle demeleri meydan okumanın mucizenin bir parçası olmasına münafi değildir. Çünkü nefsî olan sıfat zatidir. Yani zata delalet eden sıfattır. Mucize hem harika hem medyan okumadır. Bundan dolayı meydan okuma mucizenin bir parçasıdır. Bu özellikle mucize, keramet ile sihirden ayrılır ancak tesadüf eseri keramet ve sihir de meydan okuma içerebilir (İbn Haldun, I: 222-223). Mucizelerin en şereflisi ve en açığı ise Kur'an’dır (İbn Haldun, I: 227).
Filozofların mucize ile sihri birbirinden başka cihetten ayırdığını söyleyen İbn Haldun, onlara göre iyilik ve hayırlı işle uğraşmanın ve kötülükten uzak olmak peygamberlerin yaradılışlarından gelen bir özellik olduğunu belirtmektedir. Bunun tersine sihirbazın her işi kötüdür (İbn Haldun, I: 226). Mucize ile keramet[5] arasında da derecelendirme açısından fark vardır.
İbn Haldun’un mucize ile sihir arasındaki farka işaret eden cümlelerine ek olarak mucizenin benzerinin yapılmasının imkân dahilinde olmaması zikredilebilir. Mûcizede el çabukluğu marifeti söz konusu olmayıp tabiat kanunlarının dışında bir niteliğe sahiptir. Büyücü peygamberlik iddiasında bulunamaz. Bulunsa bile gösterdiği büyünün, benzeri ya da daha iyisi getirilebilir bir mahiyete sahip olur.[6] Büyüde faydacılık, dinde ise özveri esastır. Menfaatin tükenmesiyle büyüye olan inanç da tükenmektedir. Oysa din bağını kuvvetlendiren şey fadakârlıktır.[7] Mûcize hakkın ispatını hedeflerken büyü öyle bir hedeften yoksundur. Mûcize büyüye galip gelir, büyü mûcize karşısında acizdir. Mûcizenin hakikati vardır, büyü ise göz boyamadan ibarettir.
Kaynakça
Baydar, Ahmet, Kuran Açısından Korku ve Büyü, Beyan Yay., İst., 1999.
Bulut, Halil İbrahim, “Sihrin Hakikati ve Mûcizeden Farkı” Marife Dergisi, S. 1, 2003.
Hakim, Said, Rabbani Yol ve Sünnetullah, 6 bs., İnsan Dergisi Yay., İzmir, 1993.
Harman,
Ömer Faruk, “İrem”, İslam Ansikl., TDV Yay.,
İst., 2000.
İbn Haldun, Muhammed b. Abdurrahman, Mukaddime, 3 c., (çev: Z. Kadiri Ugan), MEB Yay., İst., 1989.
Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
Küçük,
Ahmet, Kur'an’da Toplumsal Sınama, Beyan Yay., İst.,
2007.
Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Fecr Yay., Ank., 1994.
Said, Cevdet, Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları, (çev: İlhan Kutluer), 3. bs., İnsan Yay., İst., 1994.
Tok, Nuri, Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Etüt Yay., Samsun, 1998.
Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vil, 4 c., Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1995.
[1] Sünnetullah hakkında bkz. Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Fecr Yay., Ank., 1994; Said, Cevdet, Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları, (çev: İlhan Kutluer), 3. bs., İnsan Yay., İst., 1994; Hakim, Said, Rabbani Yol ve Sünnetullah, 6 bs., İnsan Dergisi Yay., İzmir, 1993; Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003; Tok, Nuri, Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Etüt Yay., Samsun, 1998, Küçük, Ahmet, Kur'an’da Toplumsal Sınama, Beyan Yay., İst., 2007, s. 142-154.
[2] İrem şehrinin mâliki olduğu söylenen Âd bin Avs İrem’in iki oğlundan hükümdar olabileni (İbun Haldun, I: 28).
[3] Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vil, 4 c., Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1995, IV, s. 736.
[4] Buhârî, Hudud 11, 12, 14, Şehâdat 8, Enbiyâ 50, Fedâilu'1-Ashâb 18, Megâzî 52; Müslim, Hudud 8, 1688; Tirmizî, Hudud 9; Ebü Dâvud, Hudud 4; Nesâî, Sârik 5.
[5] Yazara göre, peygamberlerin mucizeleri göğe çıkmak, koyu ve sert cisimlere nüfuz etmek, ölüleri diriltmek, meleklerle konuşmak ve havada uçmak gibi velinin kudreti dışında olan harikalardır. Veliler ise az nesneyi çoğaltmak ve gelecekte vuku bulacak bazı şeylerden haber vermek gibi harikalar gösterirler. Peygamberler, veli tarafından gösterilen bütün kerametleri gösterebilir fakat veli, peygamber tarafından gösterilen mucizeleri göstermek kudretinde değildir (İbn Haldun, I: 26). Onun veli kavramına çizdiği çerçeve tasavvufî yaklaşımın izlerini taşımaktadır. Velilerin özellikle gelecekten bazı haberler vermesi ise kesinlikle söz konusu olamaz. Allah’ın bildirmesiyle sadece peygamberler gaybı bilebilir.
[6] Bulut, Halil İbrahim, “Sihrin Hakikati ve Mûcizeden Farkı” Marife Dergisi, S. 1, 2003, s. 68.
[7] Baydar, Ahmet, Kuran Açısından Korku ve Büyü, Beyan Yay., İst., 1999, s. 64.