Yavuz Ünal'ın bu eseri Etüt Yayınları'ndan okuyucuya sunulmuş. Hadislerin sahih veya mevzu olarak değerlendirilmesinde akla uygunluk ve akla aykırılık konusunu ele alan yazar ilk bölümde aklın tanımına, ikinci bölümde rivayetlerin kaynağına üçüncü bölümde de rivayetleri değerlendirmede aklın rolüne işaret ediyor.
Hadis uydurmacılığının başlangıcı ile ilgili olarak İbn Lehia (ö. 174/790) adlı bidat işlemekten vazgeçen birisinin sözlerini naklediyor: "Bu hadisleri kimden aldığınıza bakınız. Çünkü biz bir görüşü benimsersek onu hadis yapardık."(15,16) Bu alanda milletlerin, kentlerin yiyeceklerin, günlerin ve gecelerin, muayyen zamanlarda yapılan ibadetlerin fazileti, Resulullah(s)'ı rüyasında ya da cennetteki kendi yerini görmek veya Kur'an-ı Kerim ezberlemek gibi belli amaçlarla, veyahut da yedirmek, yolda kalmışa kılavuzluk etmek gibi İslami açıdan övülen ahlaki hareketleri teşvik etmek gibi oldukça geniş bir yelpazede hadis uydurulduğu görülmektedir.(17)
Yazar güncel bir probleme işaretle aklın tanımı, istinbat edebileceği şeyler ve en önemlisi verdiği hükümlerdeki görecelik, bir taraftan da test edilen malzemenin yapısı ve ona yüklenen anlamın tarihselliği veya evrenselliği bugün için önemli bir problem oluşturduğunu ifade ediyor. Dolayısıyla rivayetlerin Hz. Muhammed (s)'e aidiyetini tespit edebilmek için öncelikle onların anlaşılması gerekmektedir. Anlama ise söz konusu olan olguya önceden yüklenen anlamı bulup ortaya çıkarmakla mümkündür. (26)
Eserde akla sahip olup olmama konusu Kur'an-ı Kerim'den ayetlerle ele alınıyor. Ayet-i kerimelerde inanmayanlar genellikle akletmemekle suçlanıyorsa da bu ayetler, onların akıllarının olmadığına delalet etmemekte aksine Kur'an-ı Kerim, onların akıllarının olduğunu ancak onu doğru bir şekilde kullanmadıklarını vurgulamaktadır.(36)
Yazar akılla ilgili hadislere de yer veriyor. Alimlerin bir kısmı bu hadislerin tümünü yalan olarak kabul ederken, diğerleri haberlerin bir kısmının isnadları zayıf bile olsa, ayetlerin ruhuyla özde uyum içinde olduğunu, zira bu hadislerin çağrıştırdığı aklın Yunan aklına benzeyen mücerret akıl olmadığını, hatta onun Allah'ı tanıma ve O'na itaat etmede kullanılması istenilen İslami akıl olduğunu beyan ederek kabul etmişler bu konuda da birçok hadisin varid olduğunu öne sürmüşlerdir(38)
Hz. Muhammed (s)'den akıl konusunda aktarılan hadislerin içinde, tıpkı diğer konularda olduğu gibi, hem sahih hem de uydurma haberlerin bulunması gayet doğaldır. Çünkü bu hadisler de aynı tarihi süreçten geçmişler, hatta farklı mezheplerin düşünce sistemlerinde anahtar terim olarak görüldüğü için onlara özel bir önem ve yer verilmiştir.(39)
İslam bilginlerini akılla ilgili değerlendirme ve tanımlarının ne zaman başladığını tam olarak ortaya koymak mümkün gözükmemektedir. Ancak "Zanda isabet etmek ve olmuş vasıtasıyla olacağı bilmek" tarzındaki Amr İbn'ul As'a (ö. 43/663) atfedilen bir akıl tarifine ya da Hz. Ali ve Muaviye'ye atfedilen akıl taksimatına bakarak daha ashap devrinde bu konuda fikir beyan edilmeye başlandığını söylemek mümkündür. Ancak aklın tarifi ve konumu çerçevesindeki tartışmaların, esas itibarıyla Mutezile kelamcılarının ortaya çıkmasından sonra başladığı anlaşılmaktadır.
Bu alanda İslam tarihinde akli uğraş verenlerin ilki olarak eserde, Vasıl b. Ata(ö. 131/478) ve Amr b. Ubeyd'le(ö. 144/761) başlayan mutezile hareketinden bahsediliyor. Müellife göre, İslami rasyonalize faaliyeti olarak değerlendirilebilecek bu hareket, başta Hıristiyanlık, daha sonra da antik Yunan düşüncesi olmak üzere yabancı düşünce sistemleriyle karşı karşıya gelindiğinde, İslam'ı akli plâtformda savunmak için bir tepki olarak doğmuştur. İlk merhalesi mutezileyle başlayan akılcılık, felsefi hareketin başlamasıyla çok daha sistemli bir hal aldı ve kalıcı bir miras bıraktı. Emeviler döneminin sonlarına doğru Kelam ilmi, yerleşik kadim inançlar Mutezile ve dış etkiler karşısında İslam inancını akıl temelinde savunmak amacıyla ortaya çıktı. Böylece İslam'ın 2. Yüzyılı teolojik rasyonalizmin doğuşuna şahit oldu. (45)
Yazar aklın izafiliğine dair ilginç örnekler veriyor. Aklın ulaştığı sonuçlardaki mutlaklığı kabul etmeyen bilim adamlarına göre bizim ani "ilhamlarımız" bile önceden oluşmuş şartlanmaya bağlıdır. Hatta kişinin bir şeyleri anlayabilmesi için önceki tecrübelerinden edindiği ön kabul ve yargılara ihtiyacı vardır. Kişi bu tecrübeleriyle anlama işine girişebilir. Bizde bulunan ön yargılarımızın kaynağı ise gelenektir. Belki de bu şartlanmanın sonucu olan bakış açılarındaki farklılıklar şaşırtıcı boyutlara varabilmektedir. Örneğin bugün çoğumuz nezaketin  evrensel bir değer olduğunu düşünmekteyiz. Oysa bazı ilkel topluluklar, nezaketi korkaklığın bir işareti olarak görmüşlerdir. Hırsızlığın bir erdem olduğuna inananlar olduğu gibi, yalan söylememeyi küçümseyenler de mevcuttur.(66) Araplar arasında kız çocuklarının toprağa gömülmesi yadırganmamaktaydı. Eskimoların aynı sebep ve mantıkla yaşlanan anne babalarının iglo dışına atıp onları beyaz ayılara yem yapmalara ya  da Kızılderililerin ebeveynlerini kendi elleriyle öldürmeleri akıl dışı olarak ilan edilemez. Çünkü onlar da kendi topluluklarının menfaati ve dinamizmi için doğrusunu yapıyorlardı.(72) Ancak yazar insanlığın genelinin verdiği örneklerdeki tavrı kabul edip etmemesine dikkat etmeliydi. Örneğin kız çocuklarını toprağa diri diri gömmek sadece bir Arap kabilesinde görülen bir uygulamaydı. Verilen diğer örnekler acaba o toplumlarda da ne kadar genelin kanaatini gösterir? Yazar her aklın farklı yaklaşımlara sahip olduğunu değil de farklı anlama düzeylerine sahip olduklarını ifade etseydi daha isabetli olurdu.
Eserde şöyle bir örnek daha veriliyor: "Deniz suyu balıklar için içilebilir ve hayat kaynağıdır. İnsan için ise içilemez ve yok edicidir. Bu durumda deniz suyunu balıklar için görece ussallığı vardır. İnsan için ise yoktur. Görece ussallık, farklılıkların, değişmelerin ve zıtlıkların ussallığıdır.(73) Ne var ki bu örnek aklın izafiliğine örnek alınamaz. Bu balıkların veya bizim tercihimiz değil, fiziki yapımızın özelliğidir. Örnek, aklın göreceli karar vermesi ile ilgili değildir.
 Yazar vahy-i gayr-i metluv ile ilgili olarak da Kur'an-ı Kerim'den deliller zikrediyor. Örnek olarak da Hz. Davud'a zırh, Hz. Süleyman'a kuş dilinin, Hz. Nuh'a gemi yapma sanatının öğretilmesini veriyor. Bunların risaletle ilgisi olmadığını da vurguluyor.(98) Daha sonra konunun Peygamber(s)'i ilgilendiren kısma geliyor. Namazın kılınışının Allah tarafından öğretildiğini söylüyor. (Bakara 2/238-239) Ancak bu öğretmenin sadece Cebrail vasıtasıyla değil de Hanifler'in sahip olduğu bilgilerden de kaynaklanabileceğini, Allah'ın bildirmesinin yegane şeklinin Kur'an-ı Kerim dışında bir vahiy ile olmayacağını söylemiyor.
Devamla Tahrim suresinin 3. Ayetinde Hz. Peygamber ile arasındaki bir sırrın eşi tarafından ifşa edildiğinden Peygamber(s)'in haberdar olması ve bunu hanımına söylemesini de gayr-ı metluv vahiy olarak değerlendiriyor. (100)Ne var ki ayette Kur'an-ı Kerim dışında bir bildirim olduğunu kabul edersek, o zaman Peygamber(s)'in vahyin bir kısmını gizlediği sonucu da çıkar ki bu risalet açısından muhaldir. Zaten yazar da Hz. Aişe'den: "Kim Muhammed Allah'ın indirdiğinden bazı şeyleri gizledi derse şüphesiz yalan söylemiştir" (Buhari, tevhid, 97/46)şeklinde bir nakilde bulunuyor.
Peygamberin ilk kıblesinin değişmesinin de vahiy ile olduğunu ancak Kur'an-ı Kerim'de yer almadığını söylüyor. Resul Mekke'de hanifler gibi, Medine'de Ehl-i Kitap gibi namaz kılıyor. Ancak onların alaylı ifadeleri sonucu Rabb'inden kıblenin tekrar Kabe olması için istekte bulunuyor ve kıble değişiyor. Onun kıble konusundaki tavrı Kur'an-ı Kerim'in önceki kitapları "doğrulayan vasfıyla uyum içindedir.
Eserde Peygamber(s)'in dindeki yeri tespit edilirken onun Allah'ın mutlak ayetini tahsis edebileceğini söylüyor ancak verdiği ayet bu kaideye uygun değil.(129) Bakara suresinin 187. ayetinde bulunan "beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar..." ifadesinde ipliğin güneşin doğması ile ilgili olduğunu açıklamasını örnek veriyor. Ancak burada Adiy b. Hatim dikkat etmediğinden olsa gerek ayette bu ipliğin "fecr"e ait olduğunu göremediğinden anlamıyor yoksa ayette müphem bir durum yok.
Peygamber(s)'in Kur'an-ı Kerim dışında da hüküm koyduğunu öne süren yazar örnek olarak bir kadınla evlenen kimsenin aynı zamanda onun teyzesini ve halasını alamayacağını söylüyor. Kur'an-ı Kerim bir kimsenin kızı ve annesini aynı anda nikahı altına alamayacağını belirtiyor, peygamberimiz bunu kızın hala ve teyzesine de şamil kılıyor. Kafirlerden korkulduğunda namazın kısaltılması ayetinin yolculuğa da şamil kılınması gibi.
Peygamber(s)'in beşeri olarak yaptığı işleri anlatırken yazar, hastalanan müminleri tedavi ederken vahiy gelmemişse dönemin imkanlarını kullandığını söylüyor.(131) Ancak vahyin hedefleri arasına zaten hastaları iyileştirmek yoktur. O kalbinde hastalık bulunanlar arınmak isterse onları iyileştirir. Amacı insanlara doğru yolu göstermektir.
Akla göreceli bir anlam yükleyen yazar, daha sonra hadislerin de böyle değerlendirilmesinin doğru olacağına vurgu yapıyor. Örneğin "Kur'an-ı Kerim havan derisine sarılıp ateşe atılsa yanmaz" hadisine İbn Kuteybe'nin "bu Peygamber(s) dönemindeki bir mucize idi. O ölünce bu mucize bitti" demesini anlatıyor. Ancak hadis bu mucizeyi(!) bir döneme hasretmiyor, genel bir ifade. Yani günümüzdeki kafirler de böyle bir mucize isteyebilirler. Kuteybe'nin yorumu doğru kabul edildiğinde günümüz kafirlerine ne diyeceğiz? İlk dönem kafirlerinin ayrıcalığı nereden kaynaklanıyor?
Eserin sonuç bölümünde yazar, akla aykırı rivayetleri o dönemi yansıtan bir vasıta olarak görelim diyor. Mutlak akıl olmadığı için hadislerin sahihliğinin aklın devreye sokularak tespit edilmesi gerektiğini söylüyor. Ancak bu tuhaf bir çıkarsama. Kitabın espirisi, yazılma nedenini bulanık hale getiriyor. Akıl tanıtılırken onun izafiliği vurgulanırken kitabın bitiminde aklın mümeyyiz vasfına işaret ediliyor. Herhalde bu biraz da hadislerin doğruluğunun tespitinde vahiyden sonra aklın gerekliliğini teslim etme zorunluluğundan kaynaklanıyor.                                                                                                         
                                                                                                                               28/8/99

Yazı Künyesi! Yavuz Ünal, Hadisleri Tespitte Yöntem Sorunu,Etüd Yay., Samsun, 1999.