Gelenekçi cepheden tekfirci bir bakış: İslamcılık dindarları boğuyor!
Renkli dergisinin 12. Sayısı
(16-22 Temmuz 2007)’nda Müfit Yüksel ile yapılan “İslâmcılar dindarları
boğuyor!” isimli bir röportaj yayınlandı. Bu konunun haftalardır “içeriden”
kimselerle tartışılmasının güzelliği bir yana Yüksel’in İslâmcılığı zan altında
bırakma niyeti izlenimini veren röportajının kapaktan hem de ön plana
çıkarılarak verilmesi ilgi çekici değil, iticiydi doğrusu. Zira ılımlısına bile
egemen güçlerin tahammül edemediği ve hiçbir İslâmî çevrenin kimlik olarak
benimsemediği İslâmcılık Yüksel tarafından hedef tahtasına oturtulmuştu.
Müfit Yüksel molla Sadreddin
(ra)’in oğlu ve şehit edilen Metin ve Kur'an-ı Kerim’ın iki ayetini inkâr
ettiği halde mealinin Türkiye baskısına bu iki ayeti “takiyyeci” bir tavır ile
koyarak bastıran Edip Yüksel’in kardeşi. Yani renkli bir ailenin üyesi.
Röportajda Yüksel’in “İslâmcılara
Marksist etki altında kalma suçlaması” üzerinden sağcılık yaptığını söylemek
mümkün: “Ne talep ettiklerini bilmiyorlardı -İhvan-ı Müslimin etkisindeki
İslâmcıları kastediyor.- bence, o dönemde tam da Soğuk Savaş bitmiş üçünü dünya
ideolojisine oturan ütopik bir ideoloji oluştu. Yani biraz Marksizm’e öykünme
var burada. Bu yıllardan itibaren İslâmcılar Marksizm’e yöneldi. Marksist
ideolojiye öykünen, sosyal ideoloji, üçüncü dünyacı o Soğuk Savaş konjonktürüne
oturdu kaldı.” Yüksel’in ne talep ettiklerini bilmediğini iddia ettiği kimseler
İslâm dünyasında büyük etkiye sahip ihvan hareketinin izinden gittikleri için “ütopik”
olarak dışlanıyor. Çünkü İhvan “bu topraklar”ın ürünü değil. Ne var ki, benzer
şekilde Orta Asya’dan, Maveraünnehir’den Anadolu’ya sızan ve Anadolu’daki İslâm
öncesi kültüre ait pagan inançları aktaranların hurafeleri “gelenek” adı altında meşru. Yüksel’in
elindeki “günah keçisi” İslâmcılık olduğu için onları es geçiyor! Yani –doğru
kabul edilirse- İslâmcıların Marksizm’e öykünmesini bâtıl ama sözgelimi Türkiyeli
Müslümanların Anadolu dışından gelen Şaman kültürünü sürdürmesi “kutsalla
irtibatlı oluş” olarak görmek mümkün!
Yüksel’e Marksizm’den oldum olası
uzak durmuş geleneğe de sahip çıkan iki örnek sunalım. Süleymancılar ve Şubat’ın
sillesini yemiş Mehmet Kutlular’ın önderliğindeki Nurcu kesim. Her ikisi de önümüzdeki seçimde insan hakları
ve özgürlükleri için mücadele verenlerin indinde adı hiç de hoş çağrışımlara
sahip olmayan Mehmet Ağar yönetimindeki Demokrat Parti. Acaba bu, İslâmcılar
karşısında dindarları yücelten bir durum mu?
Yüksel’e göre dünyevî iktidara
talip olmak da yanlış: “Yani dünyevi iktidarı hedefledi İslâmcılar. Ve bunu
ideolojik bir uzama dönüştürdüler. Yani kutsaldan arındırılmış bir hareket
oldu. İslâmcıların kutsalı kalmadı 80’den sonra. Kutsaldan arınmasının sebebi
ideolojik olmaktı. Bir de kendi geçmişine savaş açması… Yani kutsal olan her
şeyi şirk ve cahiliye diyerek geçmişle olan bağlarını kopardığı için
kutsallarından arındı. Halktan da koptu. Belli bir dönemden sonra gelenekten
tamamen koptu. Başlangıçta belli bir oranda gelenekle bağları vardı. Mesela
Mehmet Akif’in gelenekler bağları vardı. Tamamen kopmuş değildi.” Bu
genellemeci tanımlamayı bir anlık üzerimize alalım. Dünyevi iktidar talebimiz
niye olmasın? Yeryüzünün halifesi olmak sadece inkârcıların mı görevi? Bu görev
onlara bırakılamayacak kadar önemli bir vazife değil mi? İslâmcılar’ın 80’li
yıllardan sonra kutsalı kalmadıysa hepsi ateist mi oldu? Tevhid inancı kutsal
değil mi? Evet ise tevhide şirk gözüyle bakan İslâmcılar varsa eğer onları hâlâ
İslâmcı diye tanımlamak mümkün mü? İnsanlar geleneği, İbrahim’in İsmail’in
İshak’ın Yakup’un izinden gitmek şeklinde algılandığında nasıl oluyor da bu
“geleneksizlik” deyip dışlanıyor da İslâm dışı kültürlerin oluşturduğu gelenek
sahiplenildiğinde bu hurafecilik değil aksine kutsal ile birliktelik olarak
görülebiliyor?
Yüksel’in: “…kafalarındaki tevhid
anlayışını sadece ideolojik anlayışla özdeşleştirdikleri için onu da tasfiye
ettiler. Tıpkı ki Marksistler gibi.” ifadesi de evlere şenlik. Yüksel sayesinde
Marksistlerin de muvahhid olduklarını öğreniyoruz.
“İslâmcılar bir yerlere
geldilerse dinî söylemler sayesinde geldiler.” Dini söylem nasıl oluyor da
bunca engele rağmen insanların bir yerlere gelmelerini sağlıyor? Toplumda
İHL’li ya da ilahiyatlı olduğunuza tüm kapılar önünüze mi açılıyor? Yüksel’e
göre, Milli Görüşçü gelenekten gelen radikal İslâmcıların kurduğu AK Parti’nin
kurucuları konumlarını pekiştirmek ve cumhurbaşkanlığını da belirleyebilmek
için dini söylemi daha da sahiplenip: “Şeriat isteriz!” demeleri gerekmez mi?
Yine, “İslâmcıların birçoğu,
bugün 600 bin dolarlık, hatta bir milyon dolarlık dairelerde oturuyorlar.”
ifadesinden yola çıkarak: “Yüksel İslâmcılığı AK Parti’nin içinde veya
yakınında palazlanan kesimleri kastediyor.” diyeceğiz ama bu durumda da onların
da Marksist’lere ne zaman sempati beslediği gelenekten ne zaman koptukları izah
edilemez hale gelecek.
Röportajda “İslâmcıların boğduğu
dindarlar” ifadesinde yer alan dindar kavramı şöyle tanımlanıyor: Namazını
kılan, orucunu tutan, vahye Hz. Muhammed’e inanan insanlar. Zamanında resmî
ideolojinin baskısı altında olan bu insanlar şimdi İslâmcıların baskısı
altında.” Bu muhayyel kimlik öyle bir şey ki, zulme uğrama konusunda bir
mağduriyet yaşamadığı gibi kendisini özgürce ifade edip bir de dindarlara
eziyet ediyor. Bu eleştiriler karşısında insanın kendisini İslâmcılardan
koruması için (Yüksel’e göre baskısı eskilerde kalan) resmi ideolojinin
savunucularının kollarına bırakası geliyor!
Yüksel’in, “Geçmişi sorgulama
hatası yapıldı.” şeklindeki ifadesinden geçmişi sorgulamak gerektiği ama bu
sırada İslâmcıların yanlış yaptığı sonucunu çıkarmak isterdik ama onun sorun
ettiği geçmişin kutsanmaması. Yüksel’in elinden İslâmcıları kurtarmak zor zira
geçmişi sorgulasalar bir alem sorgulamasalar bir alem: “Militarist geçmişi
sorgulayıp bu sefer de cihadı inkâr etmeye başladılar.” Cihad, Kur'an-ı
Kerim’de şartlar oluştuğunda farz kılınan bir umde iken İslâmcıların onu inkâr
ettiğini söylemek “tekfirci bir zihniyetin” izdüşümünden başka ne olabilir? Cihadı
ön plana çıkarıyorlar, Marksist, Soğuk Savaş ideolojinin etkileri oluyor.
Cihaddan uzak duruyorlar bu sefer de cihadı inkâr ettiler oluyor!
Cihad eden dünyanın değişik bölgelerindeki
Müslümanların yaptıkları barışlara, ateşkeslere örnekler verilebilir ama
konumuz Türkiye ile sınırlı düşünüldüğünde Yüksel’in şu sözleri neye tekabül
eder: “Cihad rastgele şiddeti içermez, adalet var cihadda. Hz. Peygamber (s)
bir yandan savaşıyordu ama bir yandan Hudeybiye’de barış anlaşması
yapıyordu.” Gören de diyecek ki,
Türkiye’de Müslümanlar bir taraf olarak kabul görüyor, iktidar olanlara karşı
da cihad ilan etmişler ama barış anlaşmasına yönelmedikleri için bu tavır
cihadi değil militarist bir eylem olarak kalmış!
Yüksel röportajda biraz dışarıya
açılıp feda eylemlerine de sosyolojik bir değerlendirmede bulunmuş: “Canlı
bomba Selefilikten Vahhabilikten gelen bir durum.” Acaba hangi Selefi alim ya
da Vahhabi, hangi ayet ya da hadisten yola çıkarak bu fetvayı vermiş? Feda
eylemleri Şiilerin baş vurmadığı ve sadece Selefi anlayış sahibi Müslümanların
tercih ettiği bir mücadele yolu mudur?
Dindar kesimi boğan İslâmcıların
münharif (!) çabalarına karşı röportajın sonlarına doğru Yüksel şu sözleri sarf
ediyor: “Dindar kesimde Kur'an-ı Kerim’i yüzünden okuyabilme oranı hızla
düşüyor. Kur'an-ı Kerim’i yüzünden okuyamamak demek bütün geçmişle bağlarını
kesmek demektir. Türkiye’de dindar kesimlerin, ‘Kur'an-ı Kerim’ı ölülerin
arkasından okunan bir kitap haline getirdiler.’ eleştirisi, inananları Kur'an
meallerine yöneltti.” Yeryüzü halifeliğine talip olma talebi olarak
görülebilecek İslâmcılığı neredeyse tüm olumsuzlukların nedeni olarak görmenin
ardından sunulan teklif hiçbir “bilinç” içermiyor. Ayrıca İslâmcılığa karşı
kutsanan, mağdur gösterilen dindar kesime “gelenek” adına sahiplenilebilecek
Kur'an’ı “ölülere okunan” bir kitap olarak görme suçu (?) atfediliyor. Bu yaklaşımla vahyi anlam
çabalarına oldukça büyük katkı sağlayan meal okumaları da uzak durulması
gereken bir eylem gibi takdim edilmiş oluyor.
Görüldüğü gibi Müfit Yüksel’e
göre İslamcılık –Nurculuğu, Süleymancılığı da İslâmcılık bağlamında ele alan
Yasin Aktay’ın editörlüğünde İletişim Yayınları’ndan çıkan eserde ki kadar
olmasa da- geniş bir çerçeveye sahiptir. Çerçeve AK Parti’yi de kuşattığı için “gelenekten”
uzak Müslümanlar olarak tanımlaması yerinde değildir. Yine İslâmcılığın
“kutsalı olmayan” bir hareket olduğu iddiası da ateist Müslümanın olması muhal
olduğu için izmihlalden kurtulamayacak bir sosyolojik tahlildir. Bu nedenle zan
bile değildir! Yüksel’i bu “dışlayıcı” tenkitlerini hesaba katarak tekfirci “gelenekten”
gelen bir Müslüman olarak görmemiz de sanırım caizdir!