Tefhimu’l-Kur'an’da düşmanlık
Arapça’da adv (عدو), emre karşı gelmek (Ferâhîdî, ts., II:
213), düşmanlık göstermek (İbn Manzur, h. 1414, XV: 37) anlamında olup insanın
yaratılışından beri yaşadığı bir sorundur: “Bunun üzerine şeytan onları(n
ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz
de: “Birbirinize düşman (عدو) olarak inin, orada
belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasib vardır.” dedik.”
(Bakara, 2: 36). Bu ayetteki düşmanlıktan kasıt Ademoğlunun birbiriyle
çatışması, savaşması ya da onların cin vs. diğer düşmanlarıyla mücadelesidir.
Ancak bu durum sürelidir. Bu nedenle, ayette yeryüzünün onlar için bir karar
yeri ve bir nasib olduğu da ifade edilmektedir. Müslümanlar cihad ettikten
sonra da bir nasib elde ederler (Şarâvî, 1997, VII: 24). Dolayısıyla
zalimlere düşmanlık besleyip onlarla çatışmak meşru bir düşmanlık türüdür. Bu
çalışmamızda, -büyük oranda Ebu’l A’lâ Mevdudî'nin, Tefhîmu’l-Kur’an
adlı eseri bağlamında- Bakara, Al-i İmran ve Nisa surelerinde “ilahi bir lütuf
olarak düşmanlığın sona ermesi, Yahudilerin Müslümanlara düşmanlığı,
savaş-düşmanlık ilişkisi ve düşman kabul etmede ölçüsüzlük” üzerinde
durulacaktır.
A.
İlahi bir lütuf
olarak düşmanlığın sona ermesi
İslâm'dan önce Arap kabileleri
düşman kamplara bölünmüştü ve bu kamplar incir çekirdeğini doldurmaz nedenler
için birbirleriyle savaşıyorlardı. İnsan hayatı kutsiyetini kaybetmişti ve
insanlar vicdansızca öldürülüyordu. Eğer İslâm lütfedip onları kurtarmasaydı,
düşmanlık ateşi tüm Arabistan'ı yakabilirdi. Arapların İslâm'dan sonra içinden
çıktıkları dehşet verici durum karşısında ilahi lütuf, Medine'de elle tutulur
bir şekilde kendini gösterdi. Yıllardan beri birbirine düşman olan, kanlı
savaşlar yapan ve birbirlerine vahşi saldırılarda bulunan Evs ve Hazrec
kabileleri İslâm'ı kabul ettikten sonra birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Sadece
bununla da kalmamış, tarihte hiç eşine rastlanmayacak bir şekilde Mekke'den
gelen muhacirlerin rahat etmesi için benzersiz fedakârlıklarda bulunmuşlardı. (Mevdudi,
I: 248)
Allah'ın ipine sarılmaktan
kaynaklanan kardeşliği, yüce Allah ilk Müslüman topluma yani sevdiği kullarına
bahşetmiştir. Allah onlara bu nimetini hatırlatarak cahiliyye döneminde nasıl “düşman”
olduklarını hatırlatmaktadır: “Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı yapışın.
Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani
siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz
O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun
kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah,
size ayetlerini işte böyle açıklar.” (Al-i İmran, 3: 103). Daha önce
birbirine düşman olanlardan kasıt, “aralarındaki düşmanlığı teşvik eden
Yahudilere” komşu olan Medine'deki iki Arap kabilesi Evs ve Hazreç’tir.
İslâm'dan başka hiçbir gücün ve toptan sarıldıkları ve O'nun nimeti sayesinde
kardeş oldukları Allah'ın ipinden başkasının bir araya getiremeyeceği bu
kalpleri bir araya getirmek suretiyle yüce Allah, onların arasını uzlaştırmıştır
(Kutub, 1991, II: 142-143).
B.
Yahudiler ve
düşmanlık
Allah, risaletin Medine
dönemindeki Müslümanları, o civarda yaşayan Yahudilerin münafıkça tavırlarına
karşı şöyle uyarmaktadır: “Ey iman edenler, kendinizden olmayanı sırdaş
edinmeyin. Onlar size kötülük ve zarar vermeye çalışırlar, size zorlu bir
sıkıntı verecek şeyden hoşlanırlar. Buğz (ve düşmanlıkları) ağızlarından dışa
vurmuştur, sinelerinin gizli tuttukları ise, daha büyüktür. Size ayetlerimizi
açıkladık; belki akıl erdirirsiniz.” (Al-i İmran, 3: 118). Evs ve Hazrec
kabileleri eskiden beri Yahudilerle dostça ilişkiler içindeydiler ve İslâm'ı
kabul ettikten sonra bile bu samimi tutumlarına devam ettiler. Bunun aksine Hz.
Peygamber (s)’e ve getirdiklerine düşman olan Yahudiler, yeni harekete katılan
hiç kimseye dostluk göstermediler. Yine de Ensara dostmuş gibi göründüler;
fakat gerçekte, onların en azılı düşmanı idiler. Onlar bu görünüşteki
dostluktan yararlanarak Müslüman topluluğunda ayrılık ve karışıklık yaratmaya
uğraşıyorlardı. Aynı zamanda Müslüman topluluğun sırlarını öğrenip, düşmanlara
açıklamayı da ihmal etmiyorlardı. Bu nedenle Allah, Müslümanları, bu tip
insanlara güvenmemeleri için uyarmaktadır. (Mevdudi, 1986, I: 253)
C.
Savaş ve
düşmanlık
Hz. Peygamber, Uhud savaşında
Abdullah İbn Ubey'in ayrılışından sonra kalan yedi yüz kişiyle Uhud dağına
doğru yola çıktı. Bu dağ, Medine'den takriben dört mil uzaktadır. Adamlarını,
Uhud dağı arkalarına, Kureyş ordusu karşılarına gelecek şekilde düzenledi.
Böylece saldırıya müsait bir tek geçit kalıyordu. Hz. Peygamber (s) oraya da
Hz. Abdullah İbn Cübeyr'in kumandasında
elli okçu yerleştirdi. Allahu Teala bu olayı Kur'an’da şöyle anlatmaktadır: “Hani
sen, müminleri savaşmak için elverişli yerlere yerleştirmek için evinden
erkenden ayrılmıştın. Allah işitendir, bilendir.” (Al-i İmran, 3: 121).
Rasulullah (s) onlara şöyle dedi: “Düşmanlardan hiçbirinin bize yaklaşmasına
izin vermeyin ve hiçbir şekilde yerinizden ayrılmayın. Kuşların etlerimizi
gagaladığını görseniz bile sakın yerlerinizi terk etmeyin.” Sabır gösterip
Allah'tan korktukları sürece müminlere, düşmanlarının tuzakları hiçbir zarar
veremeyecektir (Mevdudi, 1986, I: 255).
Savaşın başlangıcında İslâm
ordusu üstün durumdaydı ve düşman ordusunu bozguna uğratmayı başarmıştı. Fakat
onlar, bu başarılı başlangıcı sonuca bağlayıp zafere ulaşmak yerine, mal
hırsıyla gözleri dönmüş bir şekilde ganimet toplamaya başladılar. Geçidi
koruyan okçular, arkadaşlarının kaçan düşmanı yağmaladıklarını görünce, ganimet
toplayanlara katılmak üzere yerlerini terk ettiler. Abdullah İbn Cübeyr boş yere onları vazgeçirmek için Hz.
Peygamber (s)’in kesin emrini hatırlattı. Sadece birkaç kişi onu dinledi.
Düşman süvarilerine kumanda eden Halid b. Velid bu fırsattan tam anlamıyla
yararlandı. Dağın çevresini dolaşarak geçitten geçti ve Müslümanlara arkadan
saldırdı. Abdullah İbn Cübeyr yanında kalan bir kaç kişi ile birlikte onları
durdurmak için elinden geleni yaptı. Fakat Halid b. Velid ganimet toplamaya
koyulan müminlere ansızın saldırdı. Müminler arkadan gelen bu saldırı
karşısında, geri dönüp kaçmaya başladılar. Mekke ordusu da geri dönüp saldırıya
geçmişti. Bu durum savaşın Müslümanların aleyhine dönmesine neden oldu. Savaş
alanında hâlâ sabırla savaşan cesur Müslümanlar da vardı. Fakat o sırada Hz.
Peygamber (s)’in şehit olduğu söylentisi yayılınca sahabe de bu söylentiden
etkilendi ve savaş alanında sebat edenler bile cesaretlerini kaybettiler ve
onun yanında sadece bir düzine kadar fedakâr Müslüman kaldı. Sahabe Hz.
Peygamber (s)’in yaralanmasına rağmen hâlâ yaşadığı haberini alınca tekrar
etrafında toplandılar ve dağın emin bir yerine çekildiler (Mevdudi, 1986, I:
255).
Bu arada gerçekleşen hayret
verici bir olayı belirtmekte yarar var: Kureyş ordusu bu fırsattan tam
anlamıyla yararlanamadı, aksine Mekke'ye geri döndü. Bu çok garipti; çünkü eğer
onlar kazandıkları zaferi sonuna kadar götürselerdi, önlerine hiçbir engel
çıkmazdı. Müslümanlar o kadar perişan olmuşlardı ki, onlara karşı koymaları
imkânsızd. (Mevdudi, I: 255). Bu da Allahu Teala’nın düşmanlarına karşı müminlere
bir rahmetidir.
D. Düşman ilan etmede acele etmemek
İslâm'ın ilk zamanlarında “Es-selamu
aleyküm” Müslümanların tanınmasını sağlayan bir semboldü. Bir Müslüman diğer
bir Müslümanla karşılaştığında bu sözlerle selam veriyor ve “Ben senin
topluluğundanım; senin arkadaşın ve dostunum. Senin için ancak barış ve
güvenlik sunabilirim. Bu nedenle bana
karşı düşmanlık göstermemelisin, benden de düşmanlık ve zarar beklememelisin.”
demek istiyordu. Bu, sanki orduda karanlıkta iken düşmanla dostu ayırmak için
kullanılan bir parola vazifesi görüyordu (Mevdudi, 1986, I: 348). Selam
vermenin tanınmaya yarayan bir sembol olarak kullanılmasının önemi özellikle o
dönemde çok büyüktü. Çünkü Müslüman bir Arap ile Müslüman olmayan bir Arab'ı
birbirinden ayırmaya yarayan açık bir işaret yoktu. Aynı şekilde giyiniyor,
aynı dille konuşuyorlardı. Müslümanlar bir kabileye saldırıp orada yaşayan bir
Müslümanla karşı karşıya geldiklerinde asıl zorluk baş gösteriyordu. Düşman
konumunda olan kişi “Es-selamu aleyküm” veya “La ilahe illahlah” derse, saldırı
konumunda olan Müslüman bundan şüphe ediyor ve onu öldürmekten kurtulmak için
yalan söyleyen bir kâfir olduğu kanısına varabiliyordu. Bu nedenle çoğunlukla
böyle kimseleri öldürüp mallarını ganimet olarak alıyorlardı (Mevdudi, I: 348).
Hz. Peygamber (s) yukarıda
anlatıldığı gibi bir durumda Müslümanların öldürmemeleri gerektiğini emrettiği
halde böyle olaylar tekrarlanıyordu. Bunun üzerine Allah bu sorunu çözümleyen
bir ayet indirdi: “Ey iman edenler, Allah yolunda adım attığınız (savaşa
çıktığınız) zaman gerekli araştırmayı yapın ve size (İslam geleneğine göre)
selam verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak, 'Sen mümin değilsin!'
demeyin. Asıl çok ganimet, Allah katındadır, bundan önce siz de böyle idiniz;
Allah size lütufta bulundu. Öyleyse iyice açıklık kazandırın. Şüphesiz Allah,
yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Nisa, 4: 94). Yani, kendisini
Müslüman olarak ilân eden kişinin yalan söyleyip söylemediğini merak ederek
araştırmak size düşmez. Gerçeği söylüyor olabilir, aynı şekilde yalan söylüyor
da olabilir ve derin bir araştırma yapmaksızın hangisinin doğru olduğuna karar
verilemez. Bu nedenle Müslüman olduğunu söyleyen yalancı bir kâfiri serbest
bırakmak muhtemel olduğu gibi, samimi bir mümini öldürme ihtimali de mevcuttur.
Her ne olursa olsun yanlışlıkla bir kâfiri serbest bırakmak, Müslümanlar için,
yanlışlıkla bir mümini öldürmekten daha hayırlıdır (Mevdudi, 1986, I: 348-349).
Sonuç
İnsanlar cennetten çıkmalarından
bu yana, düşmanlıktan uzak kalamamıştır. Aralarındaki düşmanlığı sona erdirmek
için çaba göstermeleri gerekir. Bu konuda nihai sonucun alınması ilahi lütuf
ile olur. Düşman Müslümanlarla savaşa giriştiğinde Müslümanların onlardan -taktik
gereği olan hariç- kaçmaması gerekir. Kendisinin Müslüman olduğunu beyan eden
kimsenin bu beyanının doğru olmadığı zannıyla hareket etmek yanlıştır. Olur ki,
o kimse gerçekten iman edenlerden birisidir ve sırf zan nedeniyle bir Müslümana
zarar verilmiş olur.
Kaynakça
Ferâhîdî, el-Halil b. Ahmed
(h. 170), Kitabu’l-Ayn, 8 c., Daru Mektebeti Hilal, yy., ts.
İbnu Manzur (h. 711),
Ebu’l-Fadl Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab, 15 c., Daru Sadır, Beyrut, h.
1414.
Kutub,
Seyyid (ö. 1966), Fî Zilâli’l-Kur'an, (çev. Mehmet Yolcu ve diğerleri),
10 c., Dünya Yay., İst., 1991.
Mevdudî, Ebu’l A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’an, (çev. Muhammed Han Kayani ve
diğerleri), 7 c., İnsan Yay., İst., 1986.
Şarâvî, Muhammed
Mütevelli, Tefsiru’ş-Şarâvî, 20 c., Metabiu Ahbari’l-Yevm, Kahire, 1997.
*Yazının künyesi: Kayacan,
Murat, "Tefhimu'l-Kur'an'da Düşmanlık", Kurani Hayat Derg., S. 30,
İst., 2013. (s. 87-90)