Tefhimu’l-Kur'an’da ahlak kavramı
Giriş
Ahlâk kelimesi tabiat, yaratılış ve seciye anlamındaki hulk kelimesinin çoğuludur (İbn Manzur, X: 85). Hulk veya hulûk insanın beden ve ruh bütünlüğü ile alâkalıdır. Ahlâk bu çerçevede, "İnsanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak olmasıdır." şeklinde tanımlanmaktadır (Şamil İA, I: 111). Başka bir tanıma göre ise ahlak, insanın iyi veya kötü olarak vasıflandırılmasına yol açan manevi nitelikleri, huyları ve bunların etkisiyle ortaya koyduğu iradeli davranışlar bütünüdür (Çağrıcı, II: 1). Ahlâk duygusu; adaletli, merhametli, bağışlayıcı, kötülükten tiksinen iyiliği seven, göz ucuyla yapılan bakışları ve gönüllerin gizlediklerini dahi bilen bir ilaha inanmanın doğal hali ve sonucudur (Kutub, X: 553).
İslam, peygamberler aracılığıyla insanlara yapılmış ilahi bir vahiy inancını temel alır. İslam’ın kanunu ve ahlakı, tıpkı imanı gibi, ilahi emirlere dayanır. Ahlak konusunda insan aklının vahyedilmiş kanunla aynı sonuçlara varması mümkündür fakat İslam’da önemli olan asıl itibarıyla vahyedilmiş kanundur. Yoksa bir filozofun, bir hukukçunun bir ahlakçının akıl yürütmesi değildir. Çeşitli bireylerin akıl yürütmeleri farklılık gösterebileceği ve tamamen zıt sonuçlara varılabileceği için bu husus son derece önem taşır. İslam ahlakı Allah’tan başkasına her türlü tapınmadan vazgeçmekle başlar. Yani insanın kendisine tapmasından (egoizm/bencillik), elleriyle yaptıklarına (putlar, batıl inanışlar vb.) ibadet etmekten ve insanın değerini düşüren her çeşit tavırdan uzak durmaktan (ateizm, zulüm vb.) vazgeçmek (Hamidullah, ts.: 152-153).
Bu girişin ardından ahlak konusuna dair Mevdudi’nin Tefhimu’l-Kur'an adlı eserinde Araf, Yunus ve Nur surelerini tefsir ederken getirilen yorumların bir kısmını merkeze alarak şeytanın kötü ahlakı nasıl teşvik ettiği, ahlak ile ahiret arasında nasıl bir ilişki olduğu, faydacı ahlakın niteliğinin ne olduğu, Kur'an’ın ahlak karşıtlığıyla nasıl mücadele ettiği ve zinanın toplum ahlakına ne şekilde zarar verdiği konusunda bazı değerlendirmelerde bulunacağız.
A.
Şeytanın
Kötü Ahlakı Teşviki Karşısında İnsan
İnsana karşı çekemez bir tavır içinde olan şeytan, insanın hiçbir yönüyle kendisine üstünlüğünün olmadığını ispatlamak istedi. Nitekim, yasak meyveden yemesi için onu aldattı. Şeytan insanın Rabbine karşı isyan etmesinde başarılı olduysa da, yine de genellikle insan şeytana olan ahlakî üstünlüğünü kanıtladı. Bu üstünlüğü maddeler halinde ifade etmek mümkündür:
1) İnsandan üstün olduğu iddiası ile şeytan gururunu açığa vurdu. Fakat insan böyle bir iddia ileri sürmedi.
2) Şeytan herhangi bir dış etki olmaksızın, sadece gurundan dolayı Allah'a karşı geldi. Diğer taraftan insan, kendiliğinden Allah'a karşı gelmedi. Bilakis o kandırıldı.
3) İnsanı aldatan şeytan iyiliksever birisinin tavrı ile yaklaşarak bu aldatmayı gerçekleştirdi. Hatta o zaman bile insan, onun dediklerini daha üstün bir duruma yükseleceği umuduyla yaptığı için saptırıldı.
4) Şeytan günahından dolayı uyarıldığı zaman o, ne hatasını itiraf etti, ne de itaat yoluna döndü. Aksine daha da inatçı bir tutum sergiledi. Buna karşılık insan, günahı karşısında uyarıldığında ne inat etti ne de kibir gösterdi, aksine haya ve üzüntü duydu, günahından dolayı pişman oldu. Rabbine karşı itaat yoluna girdi ve Allah'tan affını diledi (Mevdudi, II: 22).
B.
Ahiret-Ahlak İlişkisi
ve Faydacı Ahlak
İnsanı diğer yaratıklardan ayıran şey, yalnız konuşma yeteneği ve toplumsal oluşu değil, bununla birlikte ahlâkî sorumlulukları, Allah'ın kendisine verdiği irade, iktidar ve bunlardan Allah'a karşı (ahirette) hesaba çekilmesi olacaktır. Bu, insanın bu dünyadaki hayatı konusundaki görüşünü tüm olarak değiştirecek, netice olarak insan, farklı bir hayat anlayışına, ahlâk sistemine, hukuk ve medeniyete talib olacaktır. O zaman insan, kendisi için hayatını bayağılaştıran sefil faktörler yerine, hayatına anlam verecek olan yüce prensipleri arayacaktır (Mevdudi, II: 16).
Yaşanan tecrübelerin göstermektedir ki, kendilerini sorumlu hissetmeyen ve Allahu Teala’nın huzurunda hesap vereceğini düşünmeyenlerin kendilerini kontrol edememeleri, ahlaksızlık etmeleri, Allah'ın arzını zorbalık ve kargaşayla doldurmaları yüzünden yoldan sapmışlar, dolayısıyla Cehennemi hak etmişlerdir: “Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olanlar ve bununla tatmin olanlar ve bizim ayetlerimizden habersiz olanlar. İşte bunların, kazanmakta olduklarından dolayı barınma yerleri ateştir.” (Yunus, 10: 7-8). Bu pasaj, hem bir iddiayı hem de bir delili ihtiva eder. İddia şudur: Ahiret öğretisini inkâr edenler kaçınılmaz olarak cehenneme gideceklerdir. Delil ise şudur: İnkar edenler ya da gafil olanlar bu kötü amelleriyle kendilerine cehennem ateşinden başka birşey hazırlamış olmuyorlar. Bu kaçınılmaz ve zorunlu bir durumdur. Eğer bir insan, hayatını, öte dünyanın olmadığı zannı üzerine kurarsa bu dünyadayken işlediği amellerin hesabını verme korkusunu hiç bir surette taşımayacaktır. Bu yüzden dünyadaki tüm amacı çalıp çırparak kazanmak, refah, mutluluk, iktidar ve şöhret olacaktır.[1] Dolayısıyla bu maddeci tutumlar insanları Allah'ın ayetlerinden gafil kılacak ve onları cehenneme götüren yanlış yollara götürecektir (Mevdudi, II: 290).
Cennet hayatı ile ilgili bu vakıalar iman edenlerin nasıl yüksek düşünceli olduklarını ve nasıl asil niteliklere sahip bulunduklarını açıkça göstermek içindir. Müminler bu dünya imtihanını başarıyla verdikten sonra cennete girdiklerinde bu dünyada sahip oldukları yüksek seciye örneğini aynen orada da gösterecekler. Lüks eşyalar, müzik aletleri, şarap ve kadın gibi hemen istenecek şeyler yerine onlar, Rabblerine hamdü sena ilahileri söyleyecekler.[2] Bu birtakım çarpık fikirli insanların çizdikleri cennet resmini de yalanlamaktadır. Gerçek şu ki, müminlerin bu dünyadayken sergiledikleri yüksek kişilikler, yüce düşünüş biçimleri, bu dünyadayken biçimlendirdikleri ahlaki seciye, duygu, istek ve arzularını tâbi tuttukları tavizsiz eğitim, cennetteki hayatta daha da bariz hale gelecektir. Tıpkı dünya hayatındayken yaptıkları gibi ve hatta daha fazlasıyla orada da Allah'a hamdedici ve O'nun ismini yüceltici, tesbih edici ilahiler söylemekten hoşlanmalarının nedeni budur. Onların Cennet'teki en büyük istek ve arzuları, tıpkı dünya hayatındayken cemaat içinde yaptıkları gibi birbirilerine selam vermeleridir (Mevdudi, II: 293-294).
Ahirete inanmanın gerçeğe ilişkin bir boyutu olmasaydı, bu inancı red ya da kabul etmenin sonuçları da asırlar boyunca ortaya çıkmamış olacaktı. Bir öğretinin kabulu halinde sonuçlarının doğru, reddi halinde de yanlış olması, o öğretinin doğru olduğunu gösterir. Her ne kadar yukarıdaki delilin öncülleri ve bunlardan çıkarılan sonuçlar açık seçik ve birbiriyle yakın ilişki içindeyse de, bu önermeyi kabul etmeyen bazı insanlar bulunmaktadır. Böyleleri şuna benzer bir değerlendirmeyi benimsemektedirler: “Ahireti inkâr eden ahlak felsefelerini ve davranış kurallarını bu inkâr üzere temellendiren birçok insan vardır. Ama buna rağmen onlar hala yüksek ahlaki seciyyelere sahiptirler ve her türlü kötülükten kaçınmaktadırlar. Kısacası işlerinde erdemlidirler ve insanlara büyük hizmetleri dokunmaktadır.” Fakat biraz durup düşünmek gösterecektir ki, bu zayıf bir iddiadır. Eğer maddeci felsefe ve sistemleri incelersek tüm bunların manevi olgunluk ile doğru ameller için sağlam temeller olmadığını görürürüz. Gerçekten bu felsefelerde doğruluk, tevazu, hakbilirlik, adalet, şefkat, kerem, fedakârlık, muhabbet, safiyet, görev ve yükümlülükleri icra, emanetleri ifa gibi ahlaki nitelikleri oluşturmak üzere itici hiçbir etken yer almaz. Bu öğretilerin yegane alternatifi "Tevhid" olduğu gibi, "faydacılık" (utilitarianism)ın da yegane alternatifi ahiret inancıdır. Apaçıktır ki, faydacılığın ahlak değerlerine sevk edici gücü oldukça sınırlıdır çünkü kişiyi bizzat fayda kavramının sınırları içine hapseder. Böylece bu felsefeye inanan bir kimse gerçeği, yalnızca kendi yararına, ailesi ve toplumu vs. yararına gördüğü ölçüde "gerçek" kabul edecektir ve tüm çabasını refahını, mutluluğunu artırmaya hasredecektir. Aynı şekilde manevi-ahlaki nitelikleri, yalnızca kendisinin veya halkının çıkarlarına hizmet ettiği sürece benimseyecektir. Fakat bu "gerçek"lerin zararlı olmaya başladığını düşündüğü zaman, onları terk edecektir. Bunun nedeni faydacının mutlak bir manevi sisteme inanmaması, yalnızca amacına uygun ve çıkarlarına hizmet eden şeyleri doğru-yanlış, namusluluk-namussuzluk, güvenilir-güvenilmez... biçiminde benimsemesidir. İngiliz toplumu faydacı ahlaka, en yatkın toplumdur. Onların ortaya koyduğu örnek, amacımızı ortaya koymamıza yardım edecektir. Allah'ın varlığını ve ahireti inkâr etse bile bir insanın yüksek bir ahlaki seciyeye sahip olabileceğini ileri sürenler, iddialarını desteklemek üzere İngiliz toplumunu zikrederler. Çünkü onlara göre genelde İngilizler maddeci olmalarına rağmen diğer uluslardan daha hakkaniyetli, daha adil, daha güvenilir ve daha mütevazıdır. Oysa gerçek şudur ki, İngiliz halkı faydacı ahlakın güvenilmezliği konusunda en canlı örneği teşkil eder. Nitekim uluslararası ilişkilerde İngiliz temsilcilerinin sefil ahlak şovları sergilemesi bunun kanıtıdır. Onlar insanın gözü içine baka baka yalan söylerler, düzenbazlık yaparlar; zorbalık, zulüm ve kaypaklık; ne ararsanız vardır onlarda. Bütün bir İngiliz ulusu bu ahlakın savunucuları olarak onlara arka çıkabilmektedir. Eğer onların sağlam ahlaki temelleri olsaydı bu diplomatların tek tek haktanır, mütevazı, adil, doğru, sözünde durur olmamaları mümkün müydü? Demek ki ahlak değerlerini ulus olarak terk etmişler. Bu durum İngilizlerin ahlak değerlerine yalnızca kendi çıkarlarına hizmet ettiği zaman inandıklarının kesin delilidir. Aksi takdirde gerek birey gerekse ulus olarak iki zıt durumu birden benimseyememeleri gerekir. Oysa ahlak mutlak olduğunda ahlaktır. Aksi halde politikadır, makyavelizmdir (Mevdudi, II: 290-291).
Bütün bunlara karşılık Allah'ı ve ahireti inkâr edenler arasında mutlak ahlak prensipleri olduğunu savunanlar varsa, onlar bu değerleri faydacı felsefeden almamışlar, farkında olmadan yüreklerine yerleşip kalmış olması muhtemel olan gizli dini etkilerden çıkarmışlardır. Bu durumda olanlar manevi-ahlaki olgunluklarının her ne kadar sekülarizme ve materyalizme bağlıyorlarsa da, gerçekte dine borçludurlar. Çünkü bu felsefeler içinde kendilerini bu değerlere sevkeden bir dürtü (saik) göstermeleri mümkün değildir (Mevdudi, II: 291).
C.
Kur'an’ın
Ahlak Karşıtlığı ile Mücadelesi
Allahu Teala’nın insanların mutluluğu için gönderdiği ayetler karşısında ahirete inanmayanlar inkârcı bir tavır sergilemektedirler: “Onlara ayetlerimiz apaçık belgeler olarak okunduğunda, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, derler ki: Bundan başka bir Kur'an getir veya onu değiştir.” (Yunus, 10: 15). Onlar bu sözleriyle iki şeye atıfta bulunmaktadırlar: "Muhammed'in ilahi vahy olarak sunduğu şey aslında kendi aklının bir ürünüdür fakat onu, sırf iddiasını güçlendirmek için Allah'a bağlıyor." İkinci olarak da şunu kastetmekteydiler: "Eğer kavmine lider olmak istiyorsan onlara öyle bir mesaj sun ki, bu dünyada mülk içinde yaşasınlar. Ayrıca Tevhid akidesinden, ahiret inancından ve öğretinde yer alan ahlaki kurallardan vazgeç. Bu mümkün olmayacaksa, Kur'an'da öyle değişiklikler yap ki, bizimle senin aranda değiş-tokuş usulü bir uzlaşma meydana gelsin. Bu değiş-tokuş öyle gerçekleşmeli ki, senin Tevhid'in içinde bizim şirkimize bir yer açılabilsin; kendi ibadetlerimizi yapabilelim; ahirette kurtuluşumuz sağlansın, dünyada yaptıklarımıza da bakılmasın. Senin mutlak ahlakını kabul etmediğimizi de bilesin. Bu yüzden önyargılarımıza, ibadet törenlerimize, geleneklerimize, bireysel ve kavmî çıkarlarımıza ve dahi şehvetlerimize meşruiyet vermelisin. Biz karşılıklı ittifakla, bu dini taleplerin bir listesini çıkarmalıyız, bu ittifakın Allah'ın haklarını icra etmek üzere üzerimizde bir yaptırımı olmalı; bununla birlikte de dünya işlerimizi kendi istediğimiz gibi özgürce yönetebilmeliyiz. Böyle bir uzlaşma zorunludur çünkü insan hayatının tüm yönlerini Tevhid öğretisinin ve ahiret inancının gereklerine ve İslami şeriatın düzenlemelerine göre tanzim edilmesini öngören isteğini kabul etmemiz imkansız." (Mevdudi, II: 296).
Onların, alışkanlıklarını, ahlak sistemlerini, sosyal sistemlerini kısaca hayatlarının her yönünü ıslah edip, Hz. Rasul'ün (s) mesajına göre biçimlendirmeye ve inanmayan hiç niyetleri yoktu. İnanmaya niyetleri olmayınca, mucizeyle karşılaşsalar bile, kendilerine mucize falan gösterilmediğini söyleyeceklerdi.[3] Kendilerini mutlak ahlak ilkelerine bağlayan gaybı (yani Tevhid ve Ahiret inancını) kabul etmeyip, arzu ve şehvetlerini tatmin ettikleri "özgürlük" fikrinden vazgeçmeyecekleri apaçıktı (Mevdudi, II: 301).
D.
Zina ve ahlak
Zina, aralarında karı-koca ilişkisi olmayan erkekle kadın arasındaki cinsel ilişkidir. Bu suçun cezası Kur'an’da şöyle belirtilmektedir: “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun.” (Nur, 24: 2). İnsanlık tarihinin en eski günlerinden bugüne değin bu fiilin ahlâkî açıdan kötü, dini açıdan günah ve sosyal açıdan şerli ve kabul edilmez olduğu konusunda tüm sosyal sistemler görüş birliği halindedir ve akıl ve mantıklarını şehvetlerine uydurmuş veya yolsuz düşüncelerine "orijinal" yaklaşımlarında felsefî olma çabasında görünen sapmış bireylerin dışında hiçbir aykırı ses de çıkarmamıştır.[4] Bu konudaki evrensel görüş birliği, insan fıtratının zinadan nefret ettiği gerçeğine bağlıdır. Gerçekten, insan soyunun ve medeniyetin geleceği, karı-koca ilişkisinin, kalıcı ve kırılmaz bir sadakat bağına dayanmasına bağlıdır. Bu olmadan insan türü varlığını sürdüremez. Çünkü, çocuk yaşaması ve gelişmesi için yıllarca sürecek bir bakıma ve şefkate muhtaçtır. Kadın, çocuğunun doğum nedeni olan erkeğin işbirliği olmadan bu yükü tek başına taşıyamaz. Aynı şekilde, insan medeniyeti de bir erkek ve bir kadının birlikte geçen hayatının, bir ev kurup, bir aile oluşturup, aileler arasında ilişkilere ve bağlantılara girmelerinin ürünüdür. Eğer erkekler ve kadınlar bu temel gerçeği, yani bir ev ve aile kurmayı gözardı ederler ve yalnızca zevk ve şehvetlerinin doyumu için serbestçe bir araya gelecek olurlarsa, insan toplumunun yapısı bütünüyle çöker. Böyle bir durumda, gerçekten insan medeniyeti ve kültürünün üzerine oturduğu temeller yıkılacak ve sosyal hayat kavramının tüm ana öğesi kaybolacaktır. İşte bu nedenledir ki, erkeklerle kadınların kabul edilmiş ve değişmez sadakat bağları olmadan serbestçe bir arada yaşamaları, insan fıtratına bütünüyle iğrenç gelen bir şeydir ve yine bu nedenledir ki zina her çağda ahlâkî bir şer ve dini terminolojide ağır bir günah sayılmıştır. Dolayısıyla, her çağda sosyal sistemler evlilik kurumunu kabul etmiş ve benimsenen önlemlerin şekli ise farklı sosyal, kültürel ve dinî sistemlere göre değişiklik göstermiştir. Bu farklılık, zinanın korkunç etkilerinin çeşitli derecelerde kavranmasının sonucudur (Mevdudi, III: 411)
Her ne kadar zina her zaman çirkin bir şey olarak görülmüşse de, yasal açıdan ceza gerektirici bir suç olup olmadığı noktasında farklı farklı görüşler ortaya çıkmış ve İslâm bu açıdan diğer din ve hukuk sistemlerinden ayrılmıştır. İnsan fıtratına yakın olan sosyal sistemler erkekle kadın arasındaki gayri meşru ilişkiyi ciddi bir suç saymış ve karşılığında ağır cezalar öngörmüşlerdir. Fakat, ahlâkî ölçülerde bozulmalarla birlikte bu ahlâkîlik gittikçe zayıflamış ve bu suça karşı çok daha hoşgörülü bir tutum takınılmıştır (Mevdudi, III: 411). Ağır cezaya Yahudi hukukundan örnek vermek gerekirse, bir hahamın kızı ahlâksızlık yaparsa yakılarak cezalandırılır ve ahlâksızlığında kendisine ortak olduğu belirtilen erkek de boğulur. (Everyman's Talmud, s. 319-320.) (Mevdudi, III: 412).[5]
İslam özgür kadınlara nispetle zina fiilinden beri olma açısından dezavantajlı cariyeleri bu gayr-ı ahlakilikten korumayı hedeflemektedir.[6] Kur'an, statüsü özgür mümin kadınlar gibi olmayan cariyeler hakkında onların sahiplerine şöyle bir uyarıda bulunmaktadır: “Dünya hayatının geçici metaını elde etmek için -ırzlarını korumak istiyorsa -cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.” (Nur, 24: 33). Bu, “Cariyeler iffetli ve faziletli bir hayat yaşamak istemezlerse, fuhşa zorlanacaklardır.” demek değildir. Denmek istenen, bir cariye kendi iradesiyle ahlâksızlıkta bulunursa, bundan onun sorumlu olduğu ve kanunun yalnızca kendisine karşı uygulanacağıdır. Buna karşın, eğer sahibi cariyeyi ahlâksızlığa zorlarsa, bu durumda sorumluluk onun olur, kanun da ona karşı işleyecektir. " Dünya hayatının geçici metaını elde etmek için” ifadesi ise, “Efendinin cariyesinin gayri ahlâkî kazancına ortak olmadığı takdirde cariyeyi fuhşa zorlamakla günah işlemiş olmaz.” anlamında bir şart ve sınırlama getirmek için değildir. Burada amaç, bu yolla elde edilen her türlü kazancın, gayri meşru ve gayrı ahlâkî yollardan geldiği için haram olduğunu açıklamaktır (Mevdudi, III: 484).
Kaynakça
Çağrıcı, Mustafa, “Ahlâk”, İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İst., 1989.
Hamidullah Muhammed, İslâm’a Giriş, (çev: Cemal Aydın), TDV Yay., Ank., ts.
İbn Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab, 15 c., Daru Sadır, Beyrut, ts.
Kayacan, Murat, Kur'an’da
Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
Kutub, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kur'an, (çev. Mehmet Yolcu ve diğerleri), 10 c., Dünya Yay., İst., 1991.
Mevdudî, Ebu’l A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’an, (çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri), 7 c., İnsan Yay., İst., 1986.
Mustafa Sabri Efendi, Kadınla İlgili Görüşüm, (çev: Mustafa Yılmaz), Esra Yay. (Konya), İst., 1994.
Şamil İslam Ansiklopedisi, “Ahlâk” md., 8 C.,
İst., 2000.
Şimşek, M. Sait, “Cariye” Şamil
İslam Ansiklopedisi, 8 C.,
İst., 2000.
[1] Ahirete inanmayanların tümünün amacının çalıp çırpmak olduğunu söylemek, müminlerin tümünün işlerini helal yollardan gerçekleştirdiklerini söylemek gibi bir genelleme içermektedir.
[2] Müminler cennette şöyle diyecekler: “Bizden tasayı gideren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok bağışlayan, çok nimet verendir.” (Fatır, 35: 34).
[3] Toplumların peygamberlerinden önce mucize talebinde bulunup sonra da genellikle nasıl inkârcılıklarını sürdürdükleri konusunda birtakım değerlendirmeler için bkz. Kayacan, 2004: 180-188.
[4] Zina şeklindeki gayr-ı ahlaki suçun topluma, bireye verdiği zararlar ve İslam’ın onu yasaklamasının nedenleri ve insanları ondan alıkoymak için aldığı tedbirler konusunda bkz. Mustafa Sabri Efendi, 1994.
[5] Mevdudi’nin Yahudi hukukuna dair aktarımına kaynaklık ettiğini söyleyebileceğimiz Tevrat ayeti şöyledir: “Ve bir kâhinin kızı fahişelik ederek kendisini bozarsa, babasını bozmuş olur, ateşle yakılacaktır.” Tevrat, Levililer, 21: 9.
[6] Câriyeliğin kaynağı, savaş esiri kadınlardır. İslâm hukukunda câriyeler diğer kadınlardan farklı bir statüye tâbidirler. Efendileri nafakalarını ödemek ve iffetlerini korumak mecburiyetindedir. Onlara iyi davranılması da Kur'an'da (Nisa, 4: 36) emredilmektedir (Şimşek, I: 355).