Tarihselcilikten gelenekselciliğe: Mehmet Paçacı’nın serüveni
Tarihselcilikten
Gelenekselciliğe: Mehmet Paçacı’nın Serüveni
Giriş
Türkiye’de ağırlıklı
olarak Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocaları tarafından gündeme
getirilen “Kur'an hükümlerinin tarihselliği” yaklaşımı Özal’la başlayan
liberalizm açılımıyla irtibatlandırıldı ve tartışıldı. Daha sonraları bu
tartışma gündemi zayıfladı ve sıradanlaştı. Bu yaklaşım biçiminin o zamanki
savunucularından Mehmet Paçacı, daha sonraları tarihselciliğin çıkmazlarını
görüp sorguladı ve “Çağdaş Dönemde Kur'an’a ve Tefsire Ne Oldu?” adlı eseriyle
“Kur'an’ı anlamada nasıl bir yol takip edilmesi” gerektiğine dair yeni
yaklaşımını okuyucuya sundu. Kitapta Paçacı, “İslâm çağdaşçılığı” akımından
nasıl uzaklaştığını gerekçelendirmekte, bu akımın İslâm geleneğinden
türemediğini ve çağdaş durumu İslâm üzerinden meşrulaştırmaya hizmet ettiğini
ileri sürmektedir. Ayrıca Paçacı bu çalışmasında, son iki yüz yıl içinde İslam
dünyasında gerçekleştirilen Kur’an çalışmalarını değerlendirmektedir.
A.
Bilimsellik Vurgusu ve Cahiliye Şiirinin Önemi
Paçacı, şiire karşı
Kur’an’da’ki uyarıya[1]
ve cahiliyenin[2] bizzat
reddine rağmen, onun Arap Divanı adıyla meşruiyet sınırları içine alınarak
kullanılmasını yorumbilimsel açıdan oldukça anlamlı bulurken, tefsir
ürünlerinde lafzın semantik ve gramatik yapısına ilişkin görüşlerin ve
tartışmaların verilmesinin çağdaş dönemde eleştirilmesini doğru görmemektedir.
Çağdaşçılar, tefsirin bu dilini kuru ve heyecandan yoksun bir dil olarak
eleştirmektedirler. Aslında bu, tam da tefsirin çalışma alanından ve metodundan
kaynaklanan bir özelliktir. Çağdaş eleştiriye karşın dilbilimsel çalışma,
yapılan işin ayrılmaz bir parçasıdır. (s. 119)
Paçacı eser boyunca genel
itibarıyla geleneksel bir çizgi takip ederken bir yandan da “bilimsellik” (s.
7) vurgusunu ihmal etmemektedir. Ona göre sözgelimi nüzul bilgisine dair
haberler ayetlerin gerçek iniş sebebine dair olmasalar bile o dönemi
yansıtmaları açısından kayda değerdir ve o haberleri dikkate almak dışında
bilimsel bir yol da söz konusu değildir (s. 4).
B.
Çağdaşçı İslâm Söylemleri Eleştirisi
Paçacı, Çağdaşçı İslâm
Söylemi kavramının başlangıç noktası olarak 19. yüzyılın bidayetini almaktadır.
Osmanlı İslâmcılığına dair Musa Kâzım Efendi (1858-1920) ve Elmalılı Hamdi
Yazır (1877-1942)’dan[3]
nakiller yapan yazar, o dönemde Osmanlı İslâmcılığının oryantalizme karşı
geliştirdiği cevabın yönünün, tarihin yakın ya da uzak sayfalarında başarılar
kazanmış, ideal bir İslâm’a çağrı karakteri taşıdığını söylemektedir. Ona göre
bu romantik idealizm; Batı karşısında geri düşmenin başlıca nedeni olarak,
geçmişte Müslümanları başarıdan başarıya koşturduğuna inanılan İslâm’ı yaşamayı
son zamanlarda bir türlü beceremeyişimizi görmektedir.
Paçacı ilk dönemi o kadar
ön plana çıkarır ki, sahabesiz Kur'an düşünülemez: Sünnet kaynakları bize bu
ilk Müslüman cemaat aracılığı ile ulaşmıştır. Ona göre, Kur’an üzerinde
Ashab’ın icmaı olmasaydı Müslümanlık için Kitab gibi bir delilin varlık bulması
mümkün olmayacaktı. (s. 160) Yazarın yaklaşımı, Kur'an’ın Korunmuşluğu Üzerine adlı eserinde Kur'an-ı Kerim'in
olağanüstü bir şekilde korunmadığını, diğer toplumların aksine İslam toplumunun
(sahabe) vahyi koruma görevini yerine getirdiğini söyleyen Hasan Elik’inkine[4]
benzemektedir.
Çağdaş dönemde
Kur'an-Sünnet ilişkisi üzerinde de duran yazar, “Sünnet’in Kur'an karşısındaki
konumunu belirleyen klasik Sünnet tanımı, Şafii’den sonra ondokuzuncu yüzyıla
kadar tartışma konusu olmamıştır.” (s. 161) derken anlaşılan “telifçi” bir
yaklaşımı benimsemektedir ve gelenekte çatlak
görmeme eğilimindedir.[5]
Fevzi Zülaloğlu[6] gibi
Paçacı da Kur'an’ın tek değil temel kaynak olduğu görüşündedir. Ona göre çağdaş
zihin, Sünnet’e ve geleneğe olan soğuk tutumuyla Kur'an’ı evrensel ve saf
İslâm’ı temsil eden birincil ve yegâne kaynak olarak görmüştür. Bu yüzden
Sünnet ihmal edilebilir bir kaynak olarak kabul edilir olmuştur (s. 8). Yazarın
“Sünnet’in ihmal edilebilirliği” yaklaşımı Türkiye’de dar bir çerçevede
kalmışken “çağdaşçı söylem”in tümünü bu kapsamda değerlendirmesi fazlaca
genellemecidir.
Paçacı’ya göre, çağdaşçıl
yeni yorumsamanın öncülleri Batı Aydınlanması ve Fransız Devrimi ile
kristalleşen Batılı paradigmadan alınmış çağdaş ilkelerin etkisindedir. Böylece
çağdaş talepleri Kur'an üzerinden karşılama girişimleri, Fransız Devrimi’nin
eşitlik, kardeşlik, hürriyet vb. ilkeleri altında toplanabilecek ve kadının
eşitliği, şahitliği, tek eşlilik, kölelik kurumu, faiz, el kesme, recm, şura,
demokrasi meseleleri gibi bir elin parmakları sayısını aşmayacak konularda
sıkışıp kalacak, aslında çağdaş dönemde bütünüyle İslâm bu konulara indirgenmiş
olacaktır. (s. 15) Batılı paradigmadan etkilenen modernist ilayihatçılar bu
konuları bahane ederek indirgemeci davranmışlardır. Oysa şer’î tefekkürü
önceleyenler için bu konular yazarın söylediğinin aksine, indirgemecilik değil,
Müslümanların karşılaştıkları itirazlara cevap üretme cehdidir. Sözgelimi
başörtüsü yasağı (“İnsanın en değerli organı, ağrıyan organıdır.” metaforuna
benzer şekilde) çok sayıda Müslümanı ilgilendiren bir problem ise onların bu
konuya yoğunlaşmaları İslâm’ı dar kalıplar içine yerleştirmeye çalıştıkları
anlamına gelmemektedir.
Çağdaş
ölçülerde yüksek din eğitimi arayışının Osmanlı’da başladığını söyleyen yazar, Maarif
Nazırı Emrullah Efendi’nin (1858-1914) “Tuba ağacı” adıyla geliştirdiği bir
yeniden yapılanma önerisinden bahsetmektedir. Buna göre Emrullah Efendi,
tepeden başlayarak bütün bir din eğitimini akılcı ve çağdaş özelliklerle
yeniden yapılandıracaktır (s. 11). Bu anlamda kurulan ilk ilahiyat fakültesinde
dine varoluşsal bir biçimde değil de bir bilgi nesnesi olarak bakılmaktadır.
Artık din, genel kültür tarihinin bir şubesi haline gelmiştir (s. 12). Bu
teşebbüs Hindistan’da modernist ekolün önde gelenlerinden Sir Seyyid Ahmed
Han’ın (1817–1898) açtığı Aligarh okuluna benzemektedir. Yine de bu fakülte 11
Eylül 1919’da kapatılır.
Yazar dinin “genel kültür
tarihi içinde bir bilgi nesnesi” olmasına içerler, ama çağdaş dönemde sözgelimi
tefsir ilminin yaşadığı değişimden rahatsızdır: “Çağdaş dönemde Kur'an’a
yüklenen tanıma koşut olarak artık Tefsirin de klasik dönemden farklı bir
işlevle görevlendirilmesi gerekiyordu. Tefsir artık akademik bir çalışma
olmaktan çıkmalıydı. Böylece Kur'an’ ait bir işlev Tefsire yansıtılmış
oluyordu. Oysa klasik dönemde “hidayet” bir Kur'an yorum biçimi olan Kelamın
görevi idi” (s. 63). Marif
Nazırı’nın dine bilgi nesnesi olarak bakması, Paçacı’nın Tefsir ilmine bakışına
paralel görünmektedir. Kaldı ki, Tefsir ilminin klasik dönemdeki sınırlarında
kalma zorunluluğu nedir? Müfessir niçin Kur'an’ın temel gayesini yorumlarının
sınırlarına dahil etmesin? Kur'an’ın hidayet vurgusu ile ilgilenmeyen bir
müfessir yorumlarının “genel kültür bilgisi” düzeyinde kalmasına engel
olabilecek midir?
Yazara göre,
Oryantalizmin İslâm ve Müslümanlar hakkındaki eleştirilerini alan İslâmcı
söylem, gelenek eleştirisine yönelmiştir. Onlara göre geleneğin en büyük suçu
birçok yabancı, yerel ve tarihsel unsurlarla İslâm’ın saflığını, temizliğini ve
evrenselliğini bozmuş olmasıdır. Bu yüzden de Müslümanlar geri kalmışlardır.
İşte Çağdaşçı İslâm yorumu böyle bir söylemle kendisine sunulan İslâm tanımını
gelenek olarak yeniden kurgulamış ve karşısına koyarak onu eleştirmeye
girişmiştir (s. 33). Bu bağlamda Paçacı’nın, geleneksel söyleme bir eleştiride
bulunmamasından yola çıkarak “Özeleştiri yapmaya gerek yoktu.” gibi bir
yaklaşımı benimsediği söylenebilir. Yazarın, Clifford Geertz’den bir nakille
gelenek eleştirilerine karşı çıkması bu kanaati pekiştirir niteliktedir: “…
metinselci İslâm (Muhammed Abduh) bir bakıma otantik kültürün ve hatta beki de
dinin bizzat kendisinin çarpıtılmış şeklidir.” (s. 34). Ancak yazar, Geertz’in
yaptığı bu eleştiriyi niçin oryantalist söylem olarak görmeyebileceğimiz
konusunda sessiz kalmaktadır.
Paçacı’ya göre
Afganistan, İran ve Mısır’da gelişen bir İslâmcılık çizgisi vardır ki bu çizgi
aydınlanmaya öykünen Cemaleddin Afgani,[7]
ile başlatılmaktadır. Afgani ve Urvetu’l Vüska Hareketi karşısında Paçacı’nın
bu eleştirisi, oryantalistlerin ve İslami modernistlerin ithamlarından
ayrışabilmiş değildir. Ona göre Afgani, Avrupalı ulusların kendilerini
Hıristiyanlığın yani dinin vesayetinden kurtardığı ve bilginin her dalında
hayret verici gelişmeler gerçekleştirdiği kanaatindedir ve aynı şeyin İslâm
dünyası için de söz konusu olmasına bir engel görmediğini ileri sürmektedir.
Paçacı Afgani’den naklettiği bu iddiasına kaynak olarak da Journal des
Debats’ta yayınlanan bir yazıyı kaynak göstermektedir (s. 27). Paçacı’nın
aksine, Afgani’nin kimi takipçileri; bazıları 1883 Mart’ının sonlarında
yayınlanan Renan’ın konuşmasına cevap mahiyetindeki bu konuşmadan iki ay sonra
yayımlanan bu mektubun söz konusu dergideki gibi olmadığını, mektubun aslının
Arapça olup sonradan Fransızca’ya çevrildiğini söylemektedir. Muhammed
Hamidullah da çeviri sırasında Afgani’nin mektubunun utanmazca tahrif edildiği
kanaatindedir.[8] Kaldı ki
yazarın 19. Yüzyılda İslam dünyasında Cemaleddin Afgani’nin natüralizme ilk
olarak yönelttiği eleştiriden[9]
de haberi yok gibidir.
Paçacı’ya göre İslâmcı
söylem için Batı’nın ilerlemesinin veya İslâm’ın gerilemesinin gerçek sebebinin
bulunmasının ve anlaşılmasının da o kadar önemi yoktur. Yeni mütekellimlerin cevapları
bir yandan Batı karşısında; İslâm’a, asıla, içe yeniden bir dönüşü, yeni bir
düzen arzusunu vurgularken, bir yandan da artık dönülmesi gereken kendi
benimsediği gerçek İslâm’ın tanımını da yapmaktaydı. Sözgelimi Batı’nın
ilerlemesine ilişkin savunmalarda, Batı’nın düşünsel ve teorik bir dönüşümü
gerçekleştirebildiği dine karşı bir arınma başarabildiği için öne geçtiği
şeklindeki bir açıklamayla, aynı zamanda Müslümanlığın bu ilerlemeyi yakalaması
için Müslümanların da buna benzer bir dönüşümü başarması gerektiği söylenmek
istenmiştir (s. 32). Yazar bu nakli Abduh ile birlikte Menar tefsirini kaleme
alan Reşid Rıza’dan yapmaktadır. Ancak onun bu sözünde İslâm’dan vazgeçmeyi mi
kastettiği, yoksa Batı’nın dini kullanarak kurulan tahakkümünden çekilen
eziyetten kurtulduğunu mu ifade etmeye çalıştığı net olarak Paçacı tarafından
ifade edilmemekte ve Reşid Rıza zan altında kalmaktadır. Ayrıca bu eleştiriler
yapılırken, Batı’ya cevap vermeyi gündemlerine bile almayan, alsalar bile ne
diyecekleri belli olmayan (geleneksel) Müslüman kesimin o fikrî ve fiilî işgal
döneminde ne yaptıkları/yapmadıkları konusunda Paçacı bir değerlendirme ya da
tenkitte bulunmamaktadır.
Yazara göre Çağdaşçılığın
Kur’anizmi de, Tarihselci İslâmcılar da İslâm’ın evrensel unsur ve ilkelerinin
Kur’an’da ve ilk dönemde bulunduğunu öne sürmektedirler. Kur’an’dan
türeteceğimiz bu evrensel ilkeler, kabullenmemiz gereken çağdaş durumun
karşımıza getirdiği sorunları çözmemizi sağlayacaktır. Öyleyse bu ilkelere
ulaşmamızı engelleyen gelenekteki unsurlar aşılarak Kur’an’a ve ilk döneme
gidilmelidir. Yazara göre burada da sergilenen bütün çabaları yönlendiren
politikayı “çağdaş duruma uyum gösterebilme” kaygısı belirlemektedir. Yazar,
Kur’anî ilkelerle hayatı karşılama ve değişen şartlar karşısında içtihadi
yorumları yenileme konusunda ıslah amaçlı, modernist tutumlu ve gelenekçi
perspektifli yaklaşımları ayrıştırmamakta; ıslah çabaları ile modernist
çabaları Çağdaşcılık başlığı altında aynı kategoriye sıkıştırmaktadır.
Yazara
göre Tarihselci İslâmcılar, Çağdaşçılığın Kur'anizmini sürdürerek İslâm’ın
evrensel unsur ve ilkelerinin Kur'an’da ve ilk dönemde bulunduğunu öne
sürmektedirler. Kur'an’dan türeteceğimiz bu evrensel ilkeler, kabullenmemiz
gereken çağdaş durumun karşımıza getirdiği sorunları çözmemizi
sağlayacaklardır. Öyleyse bu ilkelere ulaşmamızı engelleyen gelenekteki
unsurlar aşılarak Kur'an’a ve ilk döneme gidilmelidir. Yazara göre burada da
sergilenen bütün çabaları yönlendiren politikayı “çağdaş duruma uyum
gösterebilme” kaygısı belirlemektedir. İslâm’ın ilk döneminin ve özellikle
vahyedilmiş tarihsel bir Kutsal Kitap olarak Kur'an’ın, evrensel ilkeleriyle
çağdaş döneme en uygun kaynak olabileceği kabul edilmiştir. Bunun için
Kur'an’daki yerel ve tarihsel içeriğin ve onun tarihsel ortamının aşağılanması
gerekmektedir. Bunun sonucunda tekeşlilik, kadın erkek eşitliği, İslâm’da
köleliğin bulunmadığı, hadlerin çağdaş biçemleri vb. bizzat Kur'an’dan
üretilebilmektedir. Kur'an’a olan bu inanç sebebiyle Çağdaşçılığın en
tarihselci taraftarları bile, böylece Kur'an’ın tarihsel ortamını görmezlikten
gelmenin daha gelişmiş örneklerini vermişlerdir (s. 40). Yazarın
“Kur'an’ı asrın idrakine tâbi kılmaya yönelik” çabalara dair bu ifadeleri
yerinde eleştiriler içermektedir.
Paçacı’ya göre, aslında
kendi içinde çatışıyormuş gibi görünse de en radikal ve siyasi ideolojik yanı
en ağır olandan, en liberal ve akademik kanadına kadar bütün çağdaş yorum, bir
bütünü oluşturmakta ve bu yorumun bütününe destek sağlamaktadır. Vahhabiliğin
veya Taliban’ın selefi[10]
tutumu ile, mesela ideoloji olduğu için bu çizgiye şiddetle karşı çıkan liberal
çizgideki Nasr Hamid Ebu Zeyd’in tarihcelci Kur'ancılığı aynı bütün içinde
durmaktadır. Her iki kanat ve arasında yer alan bütün İslâmcılık çeşitleri, bir
söylem bütünün unsurlarıdır (s. 40). Yazar bu noktada oldukça genellemeci
davranmaktadır. Sözgelimi lafızcılıktan ayrı düşünülemeyecek Vahhabilik hadler
ve kadın sorunu konusunda nasıl tarihselcilerle aynı safta düşünülebilir? Hem
sonra Taliban’ın dini, itikadi ve siyasi bakış açısı, cihad anlayışı konusunda
elimizde yeterli bilgi mevcut mudur? Taliban’ın din algısı (Türkiye’deki yaygın
mezhep olan) Hanefilikten hatta “gelenekten” ne kadar uzaktır? Yazar, genellemede
bulunurken bu soruların cevabını önemsememektedir.
C.
Geleneğin Konumu
Paçacı’ya göre, Batı’da
çağın aklı gereği, gelenek yerine Kutsal Kitap tek otorite ve kurtuluş kaynağı
olarak görülüyordu. Kutsal Kitap, İncil yazarlarının ölmesi ile birlikte sona
eren vahyin tamamını içeren tek kaynak olarak tanımlandı. Ayrıca kurtuluş ve
iman için gerekli ve yeterli bütün bilgileri içerdiği, bunlar sıradan müminlere
tarafından bile kolaylıkla anlaşıldığı için ilave kaynaklara ve din
bilginlerinin yorumlarına gerek bulunmuyordu. Kutsal Kitap’a beşeri
geleneklerle ve geldiği kabul edilen başka vahiylerle ve yorumlarla bir ilavede
bulunmak kesinlikle yanlıştı. Kitab-ı Mukaddes yeterli ve mükemmel idi ve onun
hiçbir beşeri katkıya ihtiyacı yoktu. İnsanı bağlayan tek bilgi Kutsal Kitap’ta
öğretilen bilgi olmalıydı. İslâm Çağdaşçılığıyla birlikte İslâm da bu kutsal
kitap anlayışının bütün belirgin özelliklerini görmeye başladı. Çağdaşçı İslâm
da geleneği dışarıda bırakmayı hedefleyen ve büyük oranda bir solo corano[11]
ilkesini benimseyen bir özellik ortaya koydu (s. 59).
Paçacı’ya göre çağdaş
görüşler, Müslüman çağdaşçılar tarafından yegâne kaynak olarak kabul edilen
Kur'an ve yegane meşru disiplin olarak görülen tefsir ortamında oluşturuldu (s.
69). Ona göre bu yaklaşımın belirgin niteliklerini, Çağdaşçılığın başlangıç
noktası olarak kabul edilen Muhammed Abduh ve Reşit Rıza’dan itibaren görmek
mümkündür (s. 59). Yazarın Abduh’a yüklenmelerinin aksine o, İslâm filozoflarının
yalnız Kur'an’ın değil Sünnet'in de teşvikleri doğrultusunda sanatı geliştirip
kâinatın sırlarını ve mutluluğa giden yolları keşfetme konusunda diğer din
mensuplarına göre daha özgürce hareket edebildikleri kanaatindedir.
Taklit zihniyetinin
İslâmî ilimlerin öğretimine de hâkim olduğunu söyleyen Abduh'a göre,
-Paçacı’nın iddia ettiğinin aksine- artık Kitap ve Sünnetle ve ilk döneme ait
eserlerle doğrudan iletişim içinde bulunan, delillere dayalı muhakeme yapan,
ilmî eleştiri ve tartışmaya açık, mezhep taassubundan uzak âlimlerin
yetiştirilmesi âcil bir ihtiyaç haline gelmiştir; bu husus, hurafelerin İslâm'a
mal edilmesini önleme açısından da önemlidir (Özervarlı, XXX: 482-486).
Abduh’un rivayetler
karşısındaki tutumunu Menar tefsirinin mukaddimesinde görmek mümkündür:
“Kur'an’ın tefsirine dair Hz. Peygamber (s)’den gelen rivayetlere gelince, bu
rivayetlerden bir kısmı zorunludur. Çünkü hiç kimsenin yaptığı tefsir, Hz.
Peygamber (s)’den sahih bir rivayetle gelen tefsirin önüne alınamaz. Lafızların
lügat manaları ile çağlarının ameline dair sahabeden gelen sahih rivayetler de,
Hz. Peygamber (s)’den gelen rivayetlerin peşinden gelmektedir. Ancak tefsir
konusunda gerek Hz. Peygamber (s)’den ve gerek sahabeden gelen sahih rivayetler
azdır. Rivayete dayalı tefsirin çoğu, Yahudi ve İranlı zındıklarla Ehl-i
Kitap’ta olup İslâm’a girmiş olanlar kanalıyla gelmektedir.” (Abduh, I: 7-8;
Şimşek, 112).
Paçacı’ya göre, İslâm
Çağdaşçılığı ciddi bir meşruiyet sorunu yaşamaktadır. Geleneğe karşı dışlayıcı
ideolojik tutumundan kaynaklanan bu meşruiyet sorununu, onun İslâm’ın ilk
kaynağı olan Kur'an’a ve hatta parçacı bir tutumla Geleneğin üretimlerine
referansta bulunması da çözememiştir (s. 68). Yazar, geleneğin zamanla dinin
yerini alıp almadığı, gelenekte mevcut “her yüzyılda bir müceddid geleceğine”
dair rivayetin[12] hangi
bozulmayı düzelteceği konusuna değinmemektedir ve eserde tecdid vurgusu
neredeyse hiç yoktur.
Paçacı’ya göre Seyyid
Kutub da, farklı bir çağdaşçılığın temsilcisi olarak Kur'an’ı kendi kendine
yeterli bir kitap olarak görmekte ve Kur'an’ı gerçekten anlamak isteyen
kişinin, zihninde daha önce bulunan bütün fikirleri boşaltması ve kendisini
Kur'an’ın söylediklerine teslim etmesi gerektiğini düşünmektedir. Abduh ve
Reşid Rıza gibi o da Kur'an’ı tefsir edecek
kişinin zihnindeki bütün kültürel bağlardan ve Geleneğin üretimlerinden uzak
kalması ve Kur'an’ın kendine tefsirde tek kaynak olarak kabul etmesi gerektiği
görüşünü savunmaktadır (s. 165). Bu bağlamda Kutub, hadisleri hiç dikkate
almayan bir müfessir konumuna yerleştirilmiş olsa da tefsirinde hadislere
yaptığı göndermeler Paçacı’nın çizdiği imajı sarsmaktadır. Kutub’un yapmaya
çalıştığı şey, temel ölçü olarak Müslümanların zihnine rivayetleri ve geleneği
değil Kur'an’ı yerleştirmektir.
Bir ilahiyat
akademisyeninin modernist ve tarihselci havzalardaki Kur’an’ı nesneleştiren
yaklaşımlara tepkisini anlamak ve takdir etmek mümkündür. Ama söz konusu
zaaflara gösterilen bu tepkiyi, sanki paralel bir çizgi takip ediyormuş gibi
Rasulullah (s)’ın Sünneti’ni ve tüm İslami geleneksel kültürü Kur’an’ın muhkem
ölçüleriyle okuyarak anlamaya çalışan ıslahat önderlerine de göstermesini
anlamak mümkün değildir.
D.
Din Bilimleri ve Sekülerizm
Seküler dünya görüşünün
çağın aklının en önemli unsuru olmasıyla birlikte, hangi dinden olursa olsun
din ilimlerinin, diğer disiplinler arasındaki merkezi yerlerini yitirdiğini
ifade eden Paçacı’ya göre, dinî gelenekler modern döneme kadar insanlık
tarihinde uzunca bir süre oldukça kapsamlı dünya görüşleri sunmuşlardı. Dinî
dünya görüşleri yaratılıştan ölüm ötesine, ritüellerden hukuka kadar hayatın
bütün alanlarını içeriyordu. Böylece bütün zihinsel çabalar da buna göre
tanımlanıyor, bütün bilimler dini geleneklerin sunduğu dünya görüşlerinin
belirlediği çerçeve içinde görülüyordu. Bu ihtiyaç ise toplumların insani ve maddi
kaynaklarının bu alana aktarılmasına yol açıyor, bu da gerçekten din
bilimlerinin güçlü ve etkili bir şekilde temsil edilmesi sonucunu doğuruyordu.
Dini dünya görüşünün emrine verilen bu disiplinler ve ortaya koydukları ürünler
de diğer zihinsel çalışmaların ve kültürel etkinliklerin temelini
oluşturuyordu. Ancak çağdaşlık ile birlikte dini geleneklerin sunduğu bu
çerçeve köklü bir şekilde değişti, yerine aşkın varlık fikrinin dışlandığı bir
dünya görüşü konuldu. Daha önce gerek Doğu’da gerekse Batı’da ilahi kaynaklı
kutsal kitaplara dayanarak dünya görüşleri kurgulayan mütekellim ve fakihlerin
yerini, sadece insanın bilgi yetileri ile elde ettiği bilgilere dayanan
yetenekli bilim adamları aldı. Bütün bilimler artık bu temel anlayışla yeniden
tanımlandılar. Çağdaş dönemle birlikte, bütün bilim alanları bu defa din dışı
bir çerçevede üretilen dünya görüşünü meşrulaştırmak ve işler kılmak için bilgi
üretmeye koyuldular. Bugün din, beşeri bilimler genel alanı içinde, daha çok
felsefenin, sosyolojinin, psikolojinin ve tarihin alt alanlarından birisi,
tarihte yaşanmış ve izleri günümüz toplumlarında hala devam etmekte olan ve
kuralsal bir değeri bulunmayan bir olgu olarak ele alınmaktadır (s. 46).
Yazarın yukarıdaki
yaklaşımında iyisiyle kötüsüyle din olgusu olumlu bir tarafta din dışı dünya
görüşü ise kötü tarafta yer almakta ve yazar tarafından, dinden kaynaklanan
sorunlar görmezden gelinmektedir. Avrupa’da dini düşünceye karşı tavır,
Hıristiyanlığa insan düşüncesinin katılmasından, İncil’in yanlış yorumlanması
ve ona çeşitli eklemelerin yapılmasından ileri gelmektedir. Dikkat edecek
olursak Avrupa’da din ve din düşüncesine karşı olan akımların kaynağının
insanların çıkarları doğrultusunda tahrif edilmiş din ve Kilise despotizminin olduğunu
görürüz. Akılcı idealizmden tutun da deneyci pozitivizme kadar, ondan da
diyalektik materyalizme kadar bütün felsefî akımlar bu sapıklıktan doğmuştur.
İşte bu noktayı iyice kavradığımız zaman bugün insanlığı çepeçevre kuşatan bu
sıkıntıların, aslında ilahî düşünce kaynağının insan düşüncesiyle sentezlenmesinden kaynaklandığını görürüz (Kutub, I: 66). Papa’nın
İncil’in mutlak yorumucusu olduğu ve “Cennet Bileti” sattığı Ortaçağ boyunca
Kilisenin zulümlerinden kaçanların dine karşı tavırlarının ve söylemlerinin
dolaylı olarak da olsa, 18. ve 19. yüzyıla gelindiğinde Batılı entelektüellerin
bakış açılarını şekillendirmesi ve onları "Allah`ı inkâr” düşüncesine
yöneltmesi etkili olmuştur. Dinden uzak durmayı yeğleyen entelektüellerden
idealist olanları, Hegel gibi bu amaçları uğruna Allah'ın bütün özelliklerini
ve sıfatlarını akla yakıştırırken; materyalist olanları ise Marx gibi doğaya
uydurmayı tercih etmişlerdir.
E.
Kur'an’ın Kur'an ile Tefsiri İthal mi?
Antakya Okulu geleneğini
izleyen Augustine’in metindeki kapalı yerlerin açık olanlarına başvurularak
açıklanmasını önerdiğini söyleyen Paçacı, bu yaklaşımın, İslâm geleneğinde
“Kur'an’ın Kur'an ile tefsiri” şeklinde formüle edildiğini ileri sürmektedir
(s. 51). Bu yaklaşımıyla Paçacı, Kur'an’ın Kur'an ile tefsir edilmesini ithal
bir yaklaşım olarak takdim etmektedir. Ne var ki bu yöntem, tefsir usulü
kitaplarında ilk döneme ait bir aktarımla ele alınmaktadır. Sözgelimi Hz.
Muhammed (s) “İman edip imanlarına zulüm karıştırmamış olan kimseler için
emniyet vardır. Onlar doğru yoldadırlar.”
(Enam, 6: 82) ayetinin muhtevası kendilerine ağır gelen sahabiye: “Bu ayetin
manası sizin anladığınız gibi değildir. Çünkü Lokman, oğluna “Ey oğul! Sakın
hiçbir şeyi Allah’a ortak koşma. Zira Allah’a ortak koşmak büyük bir zulümdür.” (Lokman, 31: 13) demektedir.”[13]
Yani Rasulullah (s), ayetteki zulüm kelimesinin aslında şirk anlamına geldiğini
bu yöntem ile ortaya koymuştur.
“Suyuti Kur'an’ın tefsir
için bir kaynak olarak kullanılabileceğini belirtmektedir. Ona göre müfessir
önce ayetlerin tefsirini Kur'an’da aramalıdır. Çünkü Kur'an’ın bir yerinde
kapalı olan bir ayet başka bir yerinde açıklanmıştır.” diyen Paçacı Kur'an’ın
yine Kur'an’daki kapalı cümlelere açıklık getirmek için kullanılabileceğinin
kabulünün, Kur'an’da bir metinsel bütünlük görüldüğünü ortaya koyduğunu
söylemektedir. Ona göre, burada Kur'an-ı Kerim’in bir bütün olarak ayetlerin
tarihsel bağlamlarına ilişkin bir kaynak olarak değil, metinsel bağlam
açısından bir kaynak olarak kullanılması söz konusudur. Yukarıdaki kabule
karşın Rasulullah (s)’ın Sünneti tefsir için ilk ve gerçek kaynaktır (s. 132). Paçacı
benimsemese de gerek ilk dönemde gerek gelenekte Kur'an’ın Kur'an ile tefsiri
metodu mevcuttur.
F.
Kur'an’ın hitap oluşuna dair
Paçacı’ya göre, Mushaf
halinde elimize aldığımız ve okuduğumuz Kur'an metni, esasen Rasulullah (s)’a
vahyedilmiş ilahi sözün onun ağzında çıktığı anda yaşananların tamamının kayda
alınmış hali değildir. Mushaf sadece ayetlerin ses ve kelimelerinin yazıya
geçirilmiş ve sabitlenmiş halini içermektedir. Hitabın ikinci özelliği de
söylenen sözün kaydedilmesiyle onun zaman, mekân, özne ve muhatap gibi
unsurlardan bağımsızlaşmasıdır. Paçacı, vahyi hitabın lafız olarak sabitlenmesi
konusundaki bu tutarlı tespitinden sonra, konuşmanın hafızada veya yazı ile
sabitlenmesiyle sözün bu unsurlardan koparak genelleştiğini söylemektedir.
Metin bundan sonra, sözün sahibinin kastından uzaklaşır. Kur'an’ın Mushaftaki
hali, aslında Rasulullah’ın ağzından döküldüğü andaki kastından bağımsızlaşmış
ve genelleşmiş halidir (s. 157).
Ayetlerin iniş ortamına
dair bilgilerin ayetlerin lafızlarıyla karışmasının istenmediğini söyleyen
yazar, bu bilgilerin, ayetlerin iniş olaylarını bizzat yaşayan Ashab tarafından
Mushaf’tan ayrı olarak kaydedildiğini ifade etmektedir. Ona göre, bu bilgiler
de ayetlerden ayrı olarak rivayetler halinde aktarıldılar. Bu durumda
Mushaf’taki kaydın ilk var olduğu ana, ancak bu anlatımlar ve rivayetler yani
hadisler ve onların sağladığı imkânla ulaşabilmek mümkündür (s. 158). Ayetlerin
tarihselliklerine ulaşabilmek de ancak Hz. Peygamber (s)’in ve Ashab’ın
yorumları üzerinden ve büyük oranda da onların imkân verdiği ölçüde mümkün
olabilir. Bu bakımdan ayetlerin indiği anda kastettikleri anlamlara yani doğru
anlamlara ulaşabilmenin Sünnet’in aracılığından başka bir yolu yoktur (s. 158).
Bu bağlamda Paçacı eleştirdiği kimselerin “ilk döneme dönelim” söylemini
sahiplenmektedir.
Yazara göre, bir sahabi
bir ayetin nüzul sebebini kendi gördüğü şekliyle ve kendi yorumuyla
aktarmıştır. Başka bir sahabi ise kendi durduğu yerden ve kendi hafızası
çerçevesinde bunu aktarmış olabilir. Ancak bu ilk nesilden gelen her haber
bizim Kur'an’ın iniş ortamına bir şekilde gidebilmemizin tek aracıdır ve bizim
için kaçınılmaz bir konumda bulunmaktadır. Böylece Rasulullah (s)’ın ve Ashabı’nın
tecrübesi, Kur'an metnini çevrelemiş ve belirlemiş olmaktadır. Bu bakımdan Paçacı’ya
göre “Sünnet Kur'an üzerinde belirleyicidir, Kur'an Sünnet üzerinde değil.”
sözü, bu gerçeği ifade etmektedir. Ahmed b. Hanbel’e bu ifade hakkında ne düşündüğü
sorulduğunda, o kendisini bu kadar cesur olamayacağını belirtmiştir. Ancak
sonuç itibarıyla aynı anlama gelen, Kur'an’ı “tefsir eder” ifadesini
kullanmıştır. Bu ifade de İslâm geleneğinin tarihteki şeklini almasında, Hz.
Peygamber (s)’in kişiliğinin ve ilk neslin Kur'an’ı algılama ve yorumlama
biçiminin belirleyici rolünü ortaya koymaktadır. Bu bakımdan yazara göre,
İslâmiyet Kur'an vahyi ile başlamış olsa da ona bütün karakterini veren tek
başına Kur'an olmamıştır (s. 159).
Paçacı, bu konuda da bir
karışıklık yaşamaktadır. Sünnet’in uygulamalı mütevatir kesinliğini
belirginleştirmeden, asıl ve kat’i olan Kur’an nassını, araç ve zanni olan
rivayetle anlamadaki imkanı, imkan olmaktan, mutlak ve vazgeçilmez noktasına
tırmandırmaktadır.
Sonuç
Bu çalışmasında Paçacı,
son iki yüzyılda İslâm dünyasındaki Kur'an’a yaklaşımları değerlendirmektedir.
Eserde Afgani-Abduh-Reşid Rıza çizgisi ve daha genelde Çağdaşçı söylem, “solo
corano, yorumsamacılık, Kur’anizm” gibi İslâmî kesimde olumsuz
çağrışımlara neden olabilecek kelimelerle tenkit edilmektedir. Tenkit elbette
ki geliştirici bir etkiye sahiptir; ne var ki, eser boyunca geleneksel çizgi
mensuplarının kimler oldukları ve Batı’ya cevap verme zahmetinde bulunup
bulunmadıkları ele alınmamakta ve bu konu bir soru işareti olarak kalmaktadır. Ayrıca
Çağdaşcı söylem adı altında modernist ilahiyatçılarla, ıslah çizgisi birbirine
karıştırılmaktadır. Yazarın tarihselcilere yönelik eleştirileri haklı olmakla
birlikte Vahhabiliği, Taliban’ı, tarihselci ve modernist olan Nasır Ebu Zeyd’i
bir bütünün parçaları gibi takdim etmesi izaha muhtaçtır. Bütün bunlarla
birlikte Paçacı’nın “tarihselcilik” yanlışından vazgeçmesi ve “hakikat arayışı”
içinde olması da tutarsızlık olarak görülmemeli aksine takdir edilmelidir.
Kaynakça
Abduh, Muhammed, Tefsiru’l-Menar,
2. bs., Daru’l-Menar, Kahire, 1947.
Afgani, Cemaleddin,
Abduh, Muhammed, Urvetu’l-Vuska, (çev: İbrahim Aydın), Bir Yay., İst.,
1987.
İnayet, Hamid, Arap
Siyasi Düşüncesinin Seyri, (çev. Hicabı Kırlangıç), Yöneliş Yay., İst.,
1991.
Karaman, Hayreddin,
“Cemaleddin Efgânî”, İslam Ansikl., TDV Yay., İst., 1994.
Kayacan, Murat,
“Cahiliyenin Dünü Bugünü”, Haksöz Derg., S. 62, İst., 1996.
________, “Selefilik
nedir?” http://www.muratkayacan.net/content/view/84/32/ 19.04.2009.
________, “Kur'an'ın
Korunmuşluğu Üzerine Bir Değini” Haksöz Derg., S. 96, İst., 1999.
Kutub, Seyyid, İslâm Düşüncesi (çev:
Ç. Hamid Şükrü), 3 c., 4. bs., Dünya Yay., İst. 1991.
Özervarlı, M. Sait,
“Muhammed Abduh”, İslâm Ansik. DİB Yay., İst., 2005.
Paçacı, Mehmet, Çağdaş
Dönemde Kur'an’a ve Tefsire Ne Oldu?, Klasik Yay., İst., 2008.
Şekerci, Hülya, “Toplum
Değerlendirmesinde Cahiliye Kavramı”, Haksöz Derg., S. 46-47, İst., 1995.
Şimşek, Sait, Günümüz
Tefsir Problemleri, Esra Yay., Konya, 1997.
Taylan, Necip, “Selefiyye”
Şamil İslâm Ansikl. İst., ts.
Yavuz, Yusuf Şevki,
“Elmalılı Muhammed Hamdi”, İsl. Ansikl., İst., 1995.
Zülaloğlu, Fevzi, Temel
Kaynağımız Kur'an, Ekin Yay., İst., 2004.
Yazının künyesi: Kayacan,
Murat, “Tarihselcilikten Gelenekselciliğe: Mehmet Paçacı’nın Serüveni” Haksöz
Derg., S. 218, İst., 2009, Mayıs (56-62).
[1] “Şeytanların kime ineceğini size haber
vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üzerine inerler.
Onlar, (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdır. Şairler(e gelince),
onlara da sapıklar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve
gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip iyi
ameller işleyenler, Allah'ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında
kendilerini savunanlar müstesna; haksızlık edenler, hangi akibete
döndürüleceklerini yakında bileceklerdir.” (Şuara, 26/221-227)
[2]
Cahiliye konusunda bkz. Şekerci, Hülya, “Toplum
Değerlendirmesinde Cahiliye Kavramı”, Haksöz Dergisi, Sayı: 46-47, İst.,
1995; Kayacan, Murat, “Cahiliyenin Dünü
Bugünü”, Haksöz, Sayı: 62, İst., 1996.
[3]
Elmalılı Hamdi Yazır hakkında
bilgi için bkz. Yavuz, Yusuf Şevki, “Elmalılı
Muhammed Hamdi”, İslam Ansiklopedisi, İst., 1995, XI, 57-62.
[4]
Kayacan, Murat, “Kur'an'ın Korunmuşluğu Üzerine Bir Değini”,
Haksöz, Sayı: 96, İst., 1999, s. 76.
[5]
Yazar, çağdaş dönemde
Şatıbi’nin Muvafakat adlı eserinden
yola çıkarak klasik bir kavram olan makasıdın “metnin zahiri anlamını aşmak”
amaçlı kullanıldığını ileri sürmektedir. (s. 65) Aslında bu iddiası, zımnen
“gelenekten yola çıkarak” da dinin yanlış anlaşılabileceğinin kabulüdür.
[7]
Afgani’nin din ve siyaset algısı için bkz. Afgani, Cemaleddin, Abduh, Muhammed,
Urvetu’l-Vuska, (çev: İbrahim Aydın), Bir Yay., İst., 1987.
[8]
İnayet, Hamid, Arap Siyasi Düşüncesinin Seyri, (çev: Hicabi Kırlangıç), Yöneliş
Yay., İst., s. 127; Karaman, Hayreddin, “Cemaleddin Efgânî”, İslam Ansikl., TDV
Yay., İst., 1994, X, 465.
[9]
Afgani, Cemaleddin, Dehruniyyeye Reddiye, Ekin Yayınları, İstanbul 1999.
[10]
Selefilik konusunda bkz. http://www.muratkayacan.net/content/view/84/32/
(19.04.2009); Taylan, Necip, “Selefiyye” Şamil İslâm Ansikl. İst., ts.
[11]
Yalnızca Kur'an. Paçacı, bu söylemi Batı’da Katolik geleneği bir kenara bırakmak
ve bu geleneğin Kutsal Kitap üzerindeki egemenliğinden kurtulma yaklaşımına
sahip Protestan zihninin Sola scriptura (Yalnızca Kutsal Kitap) ilkesine
göndermede bulunmaktadır (s. 58-59).
[12]
Ebu Davud, Melahim, 1.
[13]
Yöntem olarak bu rivayet doğru bir yaklaşım içerse de “imanlarına zulüm
karıştırmayanlar” ifadesinin geçtiği ayetin öncesindeki iki ayet, zulmün şirkle
ilişkilendirilmesi konusundaki zorluğu ortadan kaldırmaktadır. Dolayısıyla Hz.
Peygamber (s)’in Kur'an’ın bir ayetini diğeriyle anlamanın güzel oluşunu ifade
etmiş olsa bile onun bu sözleri, bu ayetin “siyakından farklı bir zamanda
indiği varsayımı doğru kabul edilirse” söylemiş olabileceği kanaatindeyiz.