Türkiye’de Müslümanca düşünme üzerine belli bir role sahip Umran Dergisi’nin Ağustos 2009 sayısında, günümüz Müslümanların sorunlarına çare arayan değerli araştırmacı Mustafa Tekin’in “Özne, Tarih ve İnsan” adlı bir makalesi yayınlandı. Tekin’in yazısı tarihte özne olmanın önemine ve İslâm toplumlarının karşısına dikilen medeniyetlerle hesaplaşmasına, ilmi, siyasal, sosyal ve kültürel yüzleşmesine dikkat çeken önemli vurgular mevcut. Ancak bu vurgulardan bir kısmı palyatif, tepkici, reaksiyoner vb. ifadelerle dışarıda tutulmakta. Yazıda ayrıca iktidarın[1] kendisini metafizikleştirmesi, eleştirilemez pozisyona gelmesi şeklindeki yanlışlara da dikkat çekilmekte.

Tekin yazısında, Danimarka’da Hz. Muhammed (s)’e hakaret içerikli karikatürlerin yayınlanmasına verilen tepkileri, asil bulduğu “yüzleşme/hesaplaşma” türünden tavırlara, çabalara dahil etmemekte. Halbuki Müslümanların Hz. Peygamber (s)’i sahiplenmelerinin bir yolu da ona karşı yapılan çirkinliği protesto etmek değil mi? Tekin’in, karikatürlerin yayınlanmasının ardından medyada yer alan yüzü maskeli silahlı kişi görüntülerine tepki gösterdiğini bilseydik o zaman sorun yoktu. Zira salt Hz. Muhammed (s)’e hakaretin cezası ölüm[2] değildir. Büyük düşünmek adına Müslümanların oturup, sadece medeniyetler/kültürler bazında yorumlar yapmaları, çirkinliği durdurmaya yeter mi? Fiili tepki verilmiyorsa bile, verenlere sahip çıkılmalı, onlar için dua edilmeli değil mi? Yazarın da eleştirdiği “Mesiyanik beklentileri” dışarıda bıraktığı rahatlıkla söylenebilecek bu tepkiler niçin “kötülüğü nehiy”[3] ve özne olma kapsamında görülmesin?

Bu bağlamda, Rasulullah (s)’ın risalet öncesi dönemde üyesi olmaktan gurur duyduğu Hılfü’l-fudûl’un[4] zulme tepki ve haksızlığı ortadan kaldırma amaçlı bir yapı olduğu gerçeğini hatırla(t)makta fayda var. Osmanlı’da bir dönem gösterilen reaksiyoner tavırları “anlaşılabilir” bulan yazarın tavrına paralel olarak, bizim de Hz. Peygamber (s)’e hakaret içerikli karikatürlere verilen tepkileri makul görmemiz pekâlâ mümkündür. “Kur'an’da “Müşrikler, kâfirler, zalimler, müstekbirler dediler ki..” türü ifadeler karşısında Rasulullah (s)’a “De ki..” emrinin verilmesinin ardından bu demenin salt entelektüel yüzleşme/hesaplaşma ile sınırlı düşünmek herhalde doğru olmaz.

Yazar Hz. Peygamber (s)’in vefatını müteakip coğrafi genişlemelere paralel giden kültürel genişlemenin, İslâm dünyasını çok farklı kültür, din ve daha üst düzeyde medeniyetlerle yüz yüze getirdiği kanaatindedir ve ona göre bu, bir açıdan da İslâm’ın medeniyetleşme sürecidir. Halbuki bu süreç belki de tepki vermenin en üst sınırı olan savaşları da içermektedir. Bu savaşlar zulme tepki sonucu yapılmadıysa o zaman haksız yere yapıldığını söylemek gerekmez mi?

Bu noktada Tekin, Bizans’ın yıkılışının, Endülüs ve Avrupa’ya kadar alınan yolun, İslâm dünyasının “öncülleri”nin tarihte emin adımlarla yol alışının bir sonucu olduğunu söylemektedir. Fakat yazıda sonuca giden yolda cihadın/kıtalin rolünün ne olduğu belirtilmemektedir. Bir de söz konusu emin adımlar atılmadan önce elimizde o dönemdeki Müslümanların çok zengin tartışmalar yaptıklarına ve bunun ardından Avrupa’ya kadar gittiklerine dair bilgiler mevcut mudur?

Tekin önemli olanın, kendi öncüllerinden hareket eden Müslümanların önüne çıkan bir kültürün, medeniyetin öncülleriyle yüzleşmesi ve bu sayede İslâm dünyasının tarih dışı bir felsefe ve efsane olarak kalmaması olduğunu söylemektedir. Ona göre, günümüzde önceki dönemlerin tam aksine, öncüller elde var kabul ederek, tekabüliyetler aranmaktadır.

Ancak yazıda bu öncüllerin ne olduğundan tam olarak söz edilmemektedir. Yüzleşilmesi gerekenler Tevrat mı, İncil mi, kapitalizm mi, sekülarizm mi? Kastedilen ilk ikisiyse, acaba Tevrat ve İncil ile mücadele doğru bir strateji olur mu? Kur'an onları bize “düşman metinler” olarak mı yoksa “doğruları tasdik edilen” metinler olarak mı gösterir? Sonrakilerse ve onlar İslâm karşıtlığını imliyorsa onların İslâmi değerleri aşağılayan mensuplarına karşı tavır almak, tepki göstermek niçin “yüzleşme/hesaplaşma” kapsamında görülmesin de reaksiyoner olarak dışlansın? Risaletin mensuplarının mücadelelerini risalet karşıtı kesimlerin öncülleri ile mücadeleyle sınırlı düşündükleri söylenebilir mi? Sözgelimi Hz. İbrahim’in babasına ve içinde yaşadığı topluma doğruları anlatmasının ardından putları kırması (Enbiya, 21: 51–67) niçin palyatif, tepkici ve reaksiyoner değildir? Yine öncüllerin elde var kabul edilip tekabüliyetler aranması yanlışının sözgelimi Bizans’ın devlet sistemini Osmanlı’ya uyarlayan atalarımız döneminde mevcut olmadığını söylemek pek kolay olmasa gerek.

Yazıda din adamlarının, hükümet edenlerin söylemlerini metafizikleştirdiklerinden ve onlara lojistik destek sağladıklarından, dinin siyasal iktidarların kendi konumlarını koruma aracına dönüştüğünden[5] ve yaftalamaların Türkiye’de konuşmayı giderek imkânsız hale getirdiğinden[6] söz edilmekte. Yine dindarların iktidar alanlarına daha yoğun mobilize olmalarının maliyetlerinden birinin de dinin giderek statükocu bir tarzda yorumlanması ve neticede konformizmin yaygınlaşması olduğu ifade edilmekte. Yine yazar “Kol kırılır yen içinde kalır”, “Bunlar bizden”, “İçinde bulunduğumuz bu zor zaman diliminde” türü söylemlerin sorgulamayı ötelediğini, yolsuzlukların açığa çıkarılmasını zorlaştırdığını, aksine şeffaflığın sözde kalmaması, her türlü otoritenin hesap vermesi ve imtiyazların sorgulanması gerektiğini söylemekte.

Görüldüğü kadarıyla yazar Türkiye’de oldukça etkili bir hükümetin olduğu ve bu hükümetin dini siyasete alet ettiği ve yolsuzluklara bulaştığı bize düşenin ise şeffaflıkta ısrar edip –doğru bir şekilde- hükümeti “bizden” diye sorgu dışı tutmamayı tavsiye etmektedir. Bu yaklaşımın, hükümetin hükmetme yetkisini tam olarak kullanamadığı Türkiye’de insaf sınırlarını yeterince gözetmediği söylenebilir. Tekin’in –Yusuf Kaplan’ı çağrıştıran- “kendi öncülleri çerçevesinde yeniden inşa, meseleyi tümel ele almak,  sorunu ‘kurucu’ pozisyonda tartışmak” türü yaklaşımlarına Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu pek de yabancı olmasa gerektir. Yazarın “hesaplaşma, yüzleşme” türü ifadelerini A. Davutoğlu siyaset alanına indirmeye çalışıyor, desek yanlış söylemiş olmayız sanırım. Yazar bunu göz ardı eder bir tutum takınmakta, bu müspet durumları geri plana itmekte, şeffaf ortamı istemeyen kesimlere[7] değinmemekte ve bu kesimlerin sözgelimi “şehitlik” üzerinden nasıl kendilerine daha önce açtıkları iktidar alanını “muhkemleştirmeye” çalıştıkları konusuna girmemekte tabir caizse topu taca atmaktadır.

Hakkı ve sabrı tavsiyenin sınırları sadece Müslümanları kuşatmaz. Hukusuzluğun asıl saiklerini geri planda tutup, bu saikleri henüz bertaraf edemeyen ve etmesi beklenen hükümete ver yansın etmek tutarlı görünmemektedir. Dindar olmadıkları halde dini kullananların hiç mi suçu yoktur?

 

 

Kaynakça

Hamidullah Muhammed, İslâm Peygamberi, 2. c., (çev: Salih Tuğ), İrfan Yay., İst., 1993.

_________, “Hilü’l-fudûl”, İslam Ansikl., TDV Yay., İst., 1998.

 

 

Yazı Künyesi! Kayacan, Murat, “Özne Tarih ve İnsan üzerine”, Umran Derg., S. 182, İst., 2009, s.52-53.


[1] Bu eleştirilerin muhatabı büyük oranda hükümettir.

[2] Peygamber (s)’in hanımlarına hakaret sembolü haline gelmiş Ka’b b. Eşref’in bir suikast timi gönderilerek öldürülmesi olayı, onun Bedir’de Mekkelilerin uğradığı bozgundan sonra Mekke’ye gelerek, Kureyşlileri desteklediğini açıklamasından ve karşı saldırı için onları tahrik etmesinden bağımsız düşünülmemelidir bkz. Hamidullah Muhammed, İslâm Peygamberi, 2. c., (çev: Salih Tuğ), İrfan Yay., İst., 1993, I, 580-581.

[3] Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin. Bu kadarı imanın en zayıf mertebesidir." Müslim, İman 78; Ebu Dâvud; Salâtu'l-İydeyn, 248; Tirmizî, Fiten, 11; Nesâî, 17; İbnu Mâce, Fiten, 20.

[4] Hamidullah, Muhammed, “Hilü’l-fudûl”, İslam Ansikl., TDV Yay., İst., 1998, s. 31-32.

[5] İslâm dünyası ülke vatandaşlarına “kulum” diye hitap eden ve kendisini Allah’ın yeryüzündeki gölgesi gibi gören sultanlar görmüştür ve o dönemlerdeki “metafizikleştirmenin” bugünkünden çok daha yüksek olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ayrıca bu metafizikleştirmeye, yazarın ifadesiyle İslâm’ın medeniyetleşmesi sürecinde de (Emeviler) “kader” tartışmaları bağlamında şahit olunmuştur.

[6] Türkiye’deki fikir özgürlüğü eleştirilirken, Tekin tarafından genel itibarıyla olumlu bulunan tarihi dönemlerde belli bir soydan gelmeyenlerin iktidar olamamaları, farklı düşünenlerin iktidar tarafından “tez boynunun vurulabilmesi” gerçeği göz ardı edilmemelidir. Bu anlamda İslâm dünyasında-en azından Türkiye bazında- bir ilerlemenin yakalandığı dikkatten kaçmamalıdır.

[7] Yazar her türlü otoritenin hesap vermesi gerektiği vurgusunu yapsa da “hükümet dışında” bu vurgunun kapsadığı kişi ve kurumlar muğlak kalmaktadır.