Özgürlük teolojisinin evrenselliği ve Filistin Sorunu
Özgürlük teolojisinin evrenselliği ve
Filistin Sorunu
İslâmî
İnsan Hakları Komisyonu haziran ayında özgürlük teolojisi ve direniş hakkı
konulu bir konferans düzenledi. Aşağıdaki metin Tahran Üniversitesi Kuzey
Amerika ve Avrupa Enstitüsü’nden Said Rıza Amelî’ye aittir.
“Bundan
dolayı İsrail oğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde
bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş
gibidir. Kim de onu(n hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa, bütün insanları
yaşatmış gibi olur.” (Maide, 5: 32).
Giriş
Filistin
ve direniş, çağımızda özgürlük hareketlerini tartışmada birbiriyle ilişkili ve
merkezi terimlerdir. Özgürlük teolojisi Filistin’deki direniş hareketinin niçin
önemli olduğunu anlamada nirengi noktasıdır.
Özgürlük
teolojisi bir hareket ve direniş teolojisidir (Jeanrond, 1992) ve “sivil
teoloji”nin aksine bir toplumun dini ile hükümeti arasındaki birtakım
ilişkilerin varlığı varsayımına dayalı bir konuşma ya da tartışmanın
parametrelerini göstermişti (Kidd, 1990:1010). Özgürlük teolojisi insanları
yoksulluktan ve zulümden kurtarma ve ayrıca dinin sosyal yönü bağlamında
siyaseti teşvik etmede sekülerliği sekteye uğratma (desecularization)
teşebbüsüydü. Bu teoloji, Latin Amerika ülkeleri Nikaragua, Brezilya ve Şili’de
kayda değer etkisi bulunan sosyalist ve Marksist özgürlük teorisine dini bir
tepki olarak da tanımlanabilir. Ne var ki, Hıristiyan dünyada özgürlük
teolojisi Tanrıya ve topluma sol bir yaklaşım olarak görüldü (Dodson, 1979).
Genelleme yapacak olursak, kiliseler sadece siyasî hareket olarak işlev
görmeleri için tasarlanmamış ayrıca manevi mekânlar olarak da görülmüştür (Wald
et al, 1988:534). Din ve siyaset sorunu Marks ve Weber tarafından ortaya atılan
bir soruyu aksettirir. Geleneksel dinî kurumlar değişen toplum için bir enerji
kaynağı olabilir mi (Silvert, 1967 ve Smith, 1975)?
Dinî
kurumları siyasî ve sosyal gerçeklikten kopuk gösteren zamanın sosyal ve siyasî
durumu, bu kurumlar için ciddi bir meydan okumaya neden olmuştur. Latin
Amerika’daki hareketler bu teorik ve pratik taleplere çözüm olarak ortaya
çıkmıştır. Özgürlük teolojisi, Hıristiyan dünyada birçok teologun; isyan, ifsat
ve dinin yanlış yorumu olarak kabul ettiği devrimci bir uzak görüşlülüktür.
Öyledir, çünkü Katolik düşünce doktrinine göre dinin siyasetle ve siyasî güçle
ilişkili olmaması gerekir. Fakat Latin Amerika kilisesi ise ya fakirleri ve
mazlumları desteklemek için birtakım ciddi faaliyetlerde bulunacak ya da
bağlılarını kaybedecek ve arenayı Marksizm’e bırakacaktı. Bu nedenle insan
diyebilir ki, özgürlük teolojisi Kilise için belirleyici bir tercih idi.
Öte
yandan özgürlük sosyolojisi mazlum bir toplumda “bilinç artırıcı” bir kavramdır
da. Gerçekten o akademik bir düşünce disiplininden ziyade eylemci bir disiplin
haline gelmiş belki de salt bilinç artırıcı oluştan daha fazla bir şey haline
gelmiştir. Bu aktivite mazlumların tarafında değildir ama onların kurum karşıtı
cephaneliklerine sosyolojik teorileri, yöntemleri ve bilgileri ekleyerek yine
onların bakış açısından dünyayı görmeyi öğrenerek gerçekleştirilir. Tartışılan
konu bağlamında özgürlük sosyolojisi kendi memleketinizde; yurdundan koparılmış
olmanın nasıl bir şey olduğunu anlamanız amacıyla yurtlarından edilmiş
Filistinlilerle; ebeveynini, çocuklarını kaybetmiş Filistinlileri bir araya
getirmeyi ele alır (Deutscher, 2002).
Özgürlük
teolojisinin gücü, fakirlere yönelik kendi merhametine ve Hıristiyanların kötü
durumlarına pasif ve lakayt kalmamaları gerektiğine vurgu yapar. Özgürlük
teolojisine göre din, seküler olsa bile tarafsız olamaz. Din emniyetli bir
hayat temini ve insanları yoksulluktan, acı çekmekten kurtarmak için vardır.
Din, sosyal problemler kadar bireyin sorunlarını da çözmek zorundadır ve
dinamik, tüm sosyal ve siyasî sorunlara uyarlanabilir olmalıdır. Ne var ki
sosyolojik bir perspektiften, özgürlük teorisi halkın talebine bir cevaptır,
adalet talebidir ve tüm haksızlıklardan kurtuluş arzusudur. Özgürlük teolojisi
Meksika’dan Şili’ye, Nikaragua’dan Brezilya’ya Latin Amerika’nın bir ucundan
diğerine eşsiz ve sürekli siyasî bir hareket olduğundan sadece belli bir
yerdeki talep değildir. Bu hareket “muhtaçların ve mazlumların” yanında sosyal
aktivizme bağlı geleneksel dini değerlerle bütünleşmede siyasî olarak etkili
bir harekettir (Pottenger, 1989).
Özgürlük
teologları, Ortodoks tanrı telakkisinin kapitalist sosyal yapının tarafında
Tanrıyı manipüle etmeye meyilli olduğuna inanmakta ve onun Tanrıyı insanlık
tarihinden uzak statik bir varlık olarak algılayan kadim Yunan Tanrı
telakkisine bağımlı olduğunu iddia etmektedirler. Bu sapkın, “Tanrının aşkın ve
haşmetli telakkisi” Tanrıyı “yukarıda” ve “olayların dışında” düşünen bir
teolojiyi de beraberinde getirmiştir. Bu nedenle çoğu Latin Amerikalılar adalet
konusunda pasif ve dindarlıklarında hurafeci olmuşlardır. Özgürlük teolojisi,
bu telakkiye Tanrının gerçekliğinin akıl ermez gizemliliğini vurgulayarak
karşılık verir. Tanrı, nesneleştirici bir dilde hülasa edilemez ya da bir
doktrinler listesi aracılığıyla bilinemez. O, insanlık akışının tarihinde
mevcuttur. Mükemmel, değişmez mevcudiyeti olan (ama) “dünyanın dışında bağdaş
kurup oturmuş” bir varlık değildir. Önümüzde yani tarihi geleceğimizin ufkunda
durur. O, Hıristiyanların “sürekli kültürel bir devrim” olarak aşkınlığı
tecrübe etmelerinin nedeni olan, tarihin itici gücüdür. Acı ve keder Tanrıyı
bilmede motive edici bir güç olmuştur. Geleceğin Tanrısı kendisini keder
dünyasına gömmüş çarmıha gerilen bir tanrıdır. O; güzellikten, güçten ya da
hikmetten ziyade mazlumların haçlarında mevcuttur.
Bu
çalışma bağlamsal arka planıyla birlikte özgürlük teolojisinin kavramsal yönünü
tartışmayı amaçlamaktadır. Biz bu sayede iki büyük soruna işaret etmeye
çalışacağız: İlk olarak, Latin Amerika’da ortaya çıktığı iddia edilen solcu
Hıristiyan bir teoloji olarak bu teori, “küresel yoksulluk” şeklindeki global
bir probleme ve küreselleşmiş bölgesel bir mesele olan “Filistin Özgürlük
Hareketi”ne uyarlanabilir mi? İkinci olarak, belli bir din, ırk veya etnisite
ile irtibatlı olmasına rağmen “küresel ve bölgesel sorunları” çözebilmesi için
özgürlük teolojisi nasıl yeniden inşa edilebilir? Başka bir deyişle,
çatışmaları, anlaşmazlıkları, yoksulluğu ve günümüz mahrumiyetlerini aşmada
özgürlük teolojisi nasıl evrensel bir güç olabilir?
Kavramın
Arka Planı
Çoğu
kimse, “özgürlük teolojisi”nin çıkışı için, Hıristiyan coğrafyada yaşayanların
çok çalışarak aşırı yoksulluk içinde yaşadığı gerçeğine ve Kilisenin dünyadaki
tek varlığını sürdürebilir cemiyeti temsil etmesi ile birlikte 20. yüzyılın son
yarısında Latin Amerikalı papazların karşı karşıya geldiği Latin Amerikan
özgürlük hareketine işaret eder. Bu farkındalık nedeniyle, Kilise faaliyetinin
en derin manasını yeniden anlamak gündeme gelmiştir. “Özgürlük teolojisi”
denilen hareket, insanların yiyecek, barınma ve insan onurunu dikkate almazken
ruhlarıyla ilgilenmenin kutsala saygısızlık olduğunun farkına varılmasıyla
gündeme gelmiştir. İsa, fakirlerin acılarıyla hemhal olduğundan ve onlara
adaletin ve özgürlüğün müjdelerini tebliğ ettiğinden, bugünün kiliseleri de bu
dünyada adalet için mücadele vermelidir (Gutierrez, 1973 and 1974, Greenberg,
2000 and C. Boff and L. Boff, 2004).
Bu
kesime göre, özgürlük teolojisiyle bir
çırpıda akla gelen imgeler Berrigan kardeşler örneğinde olduğu gibi 1960’taki
savaş karşıtlığı ya da son zamanlarda Rahip Samuel Ruiz Garcia ve onun ezilmiş
Kızılderililerin acılarını paylaşması ve Chiapas’taki Zapatista gerillalarıdır.
Birçok sosyal bilimci özgürlük teolojisini sınıfa dayalı Marksist bir teori ve
bağımsızlık talebi şeklinde yorumlamaya ve sınırlamaya çalışır. Sözgelimi,
Dodson (1979:206) din adamlarının, karşı karşıya kaldıkları sosyal ilişkileri
açıklamak için yetersizliklerle malul olduklarını ve içinde bulundukları
şartları iyileştirmek amacıyla bazı siyasî eylem biçimlerini savunmak için
radikalleştiklerini ifade eder. Bu nedenle, özgürlük teolojisi Marksist toplum
analizinin ve Hıristiyanlıktaki peygamberî geleneğin yeniden yorumlanmasının
bir bileşiği olarak gelişmiştir. Jim Tuck (2005)’a göre özgürlük teolojisi
Berrigan kardeşler ya da Rahip Ruiz ile başlamamıştır ve kökleri 15. ve 16.
yüzyıllara dayanır. Mesela, söz edilmeye değer bir kişi olan Las Casas, 92 yıl
süren hayatının büyük bir bölümünü İspanya imparatorluğunda yaşayan birçok
Kafkas kökenli olmayan insanın durumunu iyileştirmeye adamıştı. Başlangıçta
Kızılderililerin (Indians) koruyucusu olarak o, ayrıca İspanyollar tarafından
köle olarak getirilen siyah Afrikalıların savunucusu da olmuştu.
Özgürlük
teolojisi birçok akademik çalışma yapan ilahiyatçının kafasını karıştırdı.
Formel teolojik anlamda, hem Katolik hem Protestan Avrupalı ve Kuzey Amerikalı
liberal teolojinin birçok ilkesini reddetti çünkü onlar emperyalizmin ve
burjuva kültürünün sosyal ve siyasal varsayımlarını bünyesinde barındırıyordu.
Guterrez’in dediği gibi, özgürlük teolojisi inkârcılarla diyalog kurmaya
çalışıyor ve meydan okumasını şüpheci “modern zihniyet” olarak görürken,
ilgisini “gerçek olmayan kişilere” yönlendiriyordu.
Cox’a
(2005) göre, aynı anda var olan sosyal, dinsel ve felsefî değişimler, Latin
Amerika’daki özgürlük teolojisini ortaya çıkarmıştır. İlk olarak, 1950’lerde
Latin Amerika’da yaşayan çoğu insanda, kötüye giden sosyal ve ekonomik şartlar
değişim arzusu ve beklentisini doğurdu. İkinci olarak, Latin Amerikan
bağımlılık (dependency) teorisinde yapısal yoksulluk sebeplerine göndermede
bulunuldu ve sınıf temelli eşitsizlikler kapitalist sistemin Marksist
eleştirisi içinde teşhis edildi. 1950’lerin sonlarına kadarki devrimci iklim
1959’daki Küba Devrimi ile bölgede bariz hale geldi. Üçüncü önemli büyük değişim
İkinci Vatikan Konsülü (1962-1965) ile geldi. Papa 13. John, Katolik
Kilisesinin “bir kez daha yoksulların kilisesi olabilirliği ümidini ifade
ederek Konsülü açtı. Ondan sonra 1968’de, Latin Amerikalı Rahipler Konferansı
(CELAM), rahiplerin Vatikan Konsülü’nün kararlarının kendi sorunlu toplumlarına
nasıl uyarlanacağını tartıştıkları, Kolombiya’nın Medellin şehrindeki ikinci
genel Latin Amerikalı rahipler konferansını düzenledi. Rahiplere teolojik
müşavirlik yapanlar arasında Peru’nun başkenti Lima’nın en fakir kesimlerinde
çalışan Perulu rahip Gustavo Gutierrez vardı. Onun düşüncesi, özgürlük
teolojisi hareketinin manifestosu olan Medellin belgesini büyük oranda
şekillendirmiştir (Harvey Cox, 2005)
Özgürlük
Teolojisinin Tipolojisi
Özgürlük
teolojisinin genellikle üç düzeyi kapsadığı kabul edilir (L. Boff & C.
Boff, 2004).
1. Profesyonel Düzey: Dilde ve Hıristiyan düşüncesinin
geleneğinde eğitim görmüş bilge kişilerce sürdürülür.
2. Papazlık Düzeyi: Yoksulluk ve mazlumluğun mevcut
olduğu bölgelerde Hıristiyan din adamları için uygun stratejilerle ilişkilidir.
3. Popüler Düzey: Bu düzey zor durumlarda insan hayatını
desteklemenin yolları olan ibadet ve bayramlarda odaklanan genellikle sözlü
kültürde veya geleneklerde ifadesini bulur.
Evrensel
özgürlük teolojisine göre, “Küresel Şebeke ve Popüler Hareket”in popüler
düzeyiyle ilişkili dördüncü bir seviye daha vardır. Bu tür özgürlük teolojisi,
adaletin inşasında ve yoksullarla ilgilenmede insanların rolü ile alakalıdır.
Her ne kadar ilahî dinlerden kaynaklansa da özgürlük teolojisinin küresel
düzeyi belli bir inanç grubu tarafından manipüle edilmez. Müslüman, Hıristiyan
ve Yahudi yoksul ve mazlumların özgürlüğü için çaba gösterirler çünkü bu, bütün
ilahî dinlerin en çok tavsiye edilen ilkesidir.
Onlar zulümle ilgilenirler çünkü mazlum toplumlar herkesin kendisini
sorumlu hissetmesi gerektiği “tek seçilmiş” toplumdur. Bu açıdan mazlumlar
–inancı ne olursa olsun- herkesin ilgilenmesi gereken Allah’ın yoksul
kullarıdır. Burada “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!” ilkesi olabildiğince
yürürlüktedir. Bu nedenle, onların şefkati dünyadaki her bir mazluma ulaşır.
Bazen ayrıma tabi tutulan bir kimsenin hakkını küresel olarak korumaya
çalışırlar ve bazen de topluca yoksun bırakılmış mesela evsiz barksız
bırakılmış Filistinli mültecilerin, onların çocuklarının ve taşlardan başka
kendilerini savunacak bir şeye sahip olmayan sivil insanlarının haklarını
savunurlar.
Özgürlük
Teolojisine Muhalefet
Özgürlük
teolojisinin birçok muhalifi, Latin Amerikan özgürlük teolojisinin oldukça
Marksist olduğunu ileri sürerler. Ne var ki Kee (1990)’ye göre bu teoloji
yeterince Marksist değildir ve sürekli Marksı sorgulamaksızın kabul etmekle
eleştirilir.
Özgürlük
teolojisinin eleştirisi Medellin konferansından hemen sonra başlamıştı. Hareket
hızla büyüyordu ama Latin Amerikan kiliselerindeki muhafazakâr güçler onu
engellemeye çalıştı. Daha geleneksel Katolik düşünürler onu aşırı derecede
Marksizm bağımlısı olmakla suçladı ve Vatikan otoriteleri ve muhafazakâr
rahipler onun cemaatini papalık otoritesinin hiyerarşisi dışında tehlikeli bir
kilise cemaati olduğu şeklinde eleştirdi (Harvey Cox, 2005).
Bu
arada Katolik ve Protestan liberal teologlar hareketi ideolojik eğilimli ve
derin bilgiden uzak olmakla suçladı. Feministler, siyahlar ve bazı yerli
liderler onu cins, ırk ve etnik ayrımcılık pahasına zulmün ekonomik tarzda
yapılanlarını vurguladığı için eleştirdi. Hatta kadınlar için adalet ve
toplumun dönüşmesi mücadelesi veren feminist teoloji bile, özellikle kadınların
yaşadığı birçok durumda bu dönüşüm süreci adına teolojinin ve dinin yeniden
inşasında özgürlük teolojisinin bağlısı olmayı tehlikeli gördüler (Grey, 2004:
89). Özgürlük teologları bu eleştirilere sert tepki verdi, yüzlerce kitap,
makale yazdı ve özgürlük teolojisini yüzyılın ikinci yarısının en provakatif ve
orijinal ilerleme hareketleri haline getirdiler (Cox, 2005).
Latin
Amerikalı rahipler konseyi, Meksika’nın Puebla şehrinde 1979 yılında Üçüncü
Genel Konferansı düzenlediklerinde, Kilise içindeki muhalifler harekete karşı
ciddi bir uyarıda bulunmakta ve özgürlük teolojisini benimseyen (base
communities) çevreleri kınamakta kararlıydılar. Ne var ki, piskoposlar var olan
harekete sıcak baktığı için başarılı olamadılar. Nihaî belgede özgürlük
teolojisi hakkında hiçbir şey söylenmedi ve özgürlük teologları gerçekten
desteklendi. Bununla birlikte Papa II. John Paul, yoksulları destekleyen
ifadeler kullanırken halk kilisesi ve özgürlük teolojisini onaylamadı. Bu
teolojiye gönül veren piskoposlar birer birer emekli olduklarında yerlerine
onlara düşmanca davrananlar tayin edildi (Cox, 2005).
Askeri
rejimler ve paramiliter ölüm mangaları tarafından tırmandırılan muhalefet daha
da eziciydi. Otoriter hükümetler, özellikle özgürlük teolojisinden doğrudan
etkilenen Nikaragualı Sandinistaların 1979’da ülkelerindeki diktatörlüğü
başarılı bir şekilde sona erdirmelerinden sonra özgürlük teolojisinin tehlikeli
fikirlerinden ve mensuplarının eylemliliğinden korktular. Latin Amerika’nın bir
ucundan diğerine rahipler, rahibeler ve kateşistler (Hıristiyan ilmihalcileri)
tutuklandı, işkenceye uğratıldı ve öldürüldü. En şiddetli baskı El Salvador’da
iç savaş sırasında (1979-1992) oldu. Mart 1980’de bir paramiliter ölüm mangası,
El Salvador’da hükümeti en açık bir şekilde eleştirenlerden birisi olan
Başpiskopos Romero’ya bir kilise faaliyetini yönlendirdiği sırada suikast
düzenledi. Sonra ulusal muhafızlar o yılın Aralık ayında üçü rahibe ve biri
cemaat üyesi 4 Amerikalı kadına tecavüz etti. Bu olay El Salvador’daki şiddete
uluslar arası toplumun ilgisini daha fazla çekti. Özgürlük teologları da bizzat
saldırıya uğradı: 1989 Kasımı’nda bir ordu birliği Cizvitlere ait Jose Simen
Canas adlı Orta Amerika Üniversitesi’ne girdi. Bu üniversitede öğretim elemanı
olarak Ingacio Ellacuria ve Jon Sobrino gibi meşhur özgürlük teologları
çalışıyordu. Bu birlik orada, ev sahipleri ve kızı dahil altı Cizvit’i öldürdü.
Diğer
faktörler de özgürlük teolojisini şekillendirdi. Latin Amerika’da askeri
rejimlerin yerini sivil hükümetlerin alması kilise cemaatinin artık muhalefetin
tek unsuru olmadığı anlamına geliyordu. Sendikalar, üniversiteler, siyasî
partiler ve sosyal hareketler de aynı rolü oynamaya başladılar. Ek olarak,
Brezilya’da Ivone Gebara gibi Latin Amerikalı feminist ve James Cone gibi siyah
teologlarca yapılan eleştiriler, büsbütün erkek ve beyaz özgürlük teologlarını
cins ve ırk üzerine vurgu yapmamalarını gözden geçirmeye zorladı. Pentecostal
Hıristiyanlığın 1980 ve 1990’lardaki muhteşem büyümesi birçok Latin Amerikalı
özgürlükçüyü, yaklaşımlarını sorgulamaya zorladı: Hareket çok politik ve
analitik miydi? Yeterince manevî yönü var mıydı? Duygulu muydu? Bu ara, Papa
II. John Paul yönetimindeki Vatikan Kilisedeki dünyevileşmeye aktif bir şekilde
direndi ve papazların doğrudan siyasete katılımına muhalefet etti (Harvey Cox,
2005).
Ne
var ki aynı zamanda, özgürlük teolojisi dünyanın diğer bölgelerinde ve
dinlerinde gelişmeye başladı. Yahudi, Budist ve Müslüman özgürlük teologlarını
geliştiren kitaplar ve makaleler bir bir görünmeye başladı. 1970 ve 1980’lerde
Güney Kore’de büyük oranda Latin Amerika etkisinde gelişen bir hareket, minjung
teolojisi (Kore dilinde “sokaktaki adam” anlamında) diye adlandırıldı.
Almanya’da rahipler, 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasına katkıda bulunan
Leipzig’teki şiddet dışı yürüyüşlere öncülük ettiklerinde kendilerini kimin ve
neyin etkilendiği sorulduğu zaman, Martin Luther King Jr.’ı, Alman direnişçi
rahip Dietrich Bonhoeffer’i ve Latin Amerikan özgürlük teolojisini zikrettiler.
ABD’de, Romen Katolik piskoposları, düşüncelerine uygun olarak fakirleri
öncelemek için “Herkes için ekonomik adalet” şeklinde ekonomi üzerine bir
mektup yayınladı. Yaklaşımları Latin Amerikan Kilesi tarafından da açıkça
desteklendi. Rahip Desmond Tutu ve Güney Afrika’daki diğer dini liderler kısmen
de olsa bu hareketten ilham aldılar ve özellikle Güney Afrika’da (1989)
Itumeleng J. Mosala’nın yaptığı İncil Hermenötiği ve Siyah Teolojisi
gibi ilmi çalışmalarda siyah Afrikalı İncil yorumu ekolü ortaya çıktı. Son
zamanlarda Asyalı özgürlük teologu Tissa Balasuriya’nın Meryem ve İnsan
Özgürlüğü (1977) adlı eseri, Vatikan’dan sert eleştiriler aldı ve
Balasuriya bir süre görüşlerinden dolayı aforoz edildi (Harvey Cox, 2005).
Latin
Amerika ve Karayiplerde bazı gözlemciler özgürlük teolojisinin çöküşte olduğunu
söylemektedirler. Bu teoloji hakkındaki diğer ve belki de daha doğru olan görüş
ise onun bakış açılarını genişleterek ve arındırarak ve dünyanın birçok
bölgesindeki benzer hareketleri etkilemeyi sürdürerek bir geçiş süreci içine
girdiği görüşüdür (Bkz. Sözgelimi, “Black Theology in Latin America and the
Carribbean: An Interpretation”, Harvey Cox, 2005).
İki
Nostalji: Adaletin ve Tanrının Yitirilmesi
Sorulacak
önemli soru, özgürlük teolojisinin niçin ortaya çıktığıdır. Cevap, akademik
çevrelerde ve Kilise, misyoner okulları gibi dini kurumlardaki teolojik
yaklaşımların özellikleri ile ilişkilidir. İki önemli tecrit nedeniyle teoloji
yavaş yavaş soyut papaz (clerical) tartışmaları haline gelmiştir: Teolojinin
toplum ve günlük hayattan tecridi ile dinin toplumsal eserlerinden insanların
soyutlanması. Bu iki tecrit, birbiriyle ilişkili sosyal durumlardan ortaya
çıkmıştır. İlki, Kilisenin iktidar alanına faydasız ve bencilce dâhil
olmasından kaynaklanan sosyal ve siyasî boşluğun düş kırıklığının sonucu
olarak. İkincisi, dini yanlış anlamanın semeresi olarak.
Dinin
toplumsal hayattan ve siyasetten uzaklaştırılması dini, “müzelik fikirlere”
dönüşmüş bir kavram haline getirdi. Ardından özellikle dünyevileşme sürecinde
din toplumsal hayatın önemli alanlarındaki gücünü kaybetti. Dinin kültürel
etkisini yitirdiği bile söylenebilir. Bu nedenle, bana öyle geliyor ki,
özgürlük teolojisi iki önemli bölgesel ve küresel nostaljiye tepkidir: İlki ve
en önemlisi adalet ikincisi de fizikötesi değerler nostaljisi. Adalet ve
fizikötesi değerler evrenseldir ve herhangi bir toplumsal eylemliliği evrensel
pratiğe aktarmada güçlü bir potansiyeli vardır. Ne var ki, herhangi bir sosyal
ve siyasî değerin evrenselliği kitlelerin rağbetine ihtiyaç duyar. Bireyi
mantıksal olarak ikna edebilen dünyadaki insan topluluklarının her bir üyesini
ikna edebilir. Bunlar geçmişteki her ilahi mesaj tarafından tavsiye edilen
evrensel değerlerdir ama inatla bölgesel ve kavmî (community) değerlere
indirgenmiştir.
Özgürlük
Teolojisinin Evrenselliği
Özgürlük
teolojisi, evrensel bir güç olarak etkinlik göstermesi için üç büyük unsura
gereksinim duyar. Bu nedenle Filistin sorununa ve farklı dinleri olsa da ve
hatta farklı ulusal ve etnik gruplara ait olsalar da mazlum toplumlarla
ilintili diğer küresel ve ortak problemlere uyarlanabilir:
İlki,
Tanrıya dönüştür: İster Müslüman, Hıristiyan veya Yahudi olalım hepimiz
Tanrıdan uzağız. Kendimize ve ötekilere karşı adil olamayız. Filistin’i
özgürleştirmek için onları aynı Tanrının yarattığı ve kendi toplumumuzun
üyeleri olan kimseler gibi görmemiz gerekir. Bunu yapmak için diğer inanç
grupları da özgürleştirilmeli ve “Uluslar arası Toplum” “Seçilmiş Millet”
kavramına ait herhangi bir anlayıştan Tanrı kavramını kurtarmaya zorlanmalıdır.
Tek “Seçilmiş Millet” mazlum ve yoksullardır. Bu, Filistinlilerin niçin
günümüzde “Seçilmiş Mazlum Toplum” olarak görüldüğünün de nedenidir.
Tanrıya
dönüşün iki önemli öğesi vardır. İlki hepimizin Ceza Günü’nde Rabbimizle
karşılaşacağım gerçeğidir. Bu, dünyada kendimize ve ötekilere yönelik
davranışlarımıza rehberlik etmelidir: “Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi
iş yapsın ve Rabbine (yaptığı) ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.” (Kehf, 18:
110).
İkincisi,
Tanrı kavramının evrenselliğidir. İnsanların Tanrı algısı Tanrılara
dönüşmüştür. Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer dinlerin mensupları
Tanrıyı değişmeceli (mecazî) olarak “Tanrım seninkinden farklı.” anlamına gelen
“Tanrı toplumu çeşitliliğine” indirgemiştir. Bu, gerçekten Tanrının diğer
kullarıyla ilişkilerimizi bilinçli veya bilinçsizce etkilemektedir. Sonuç
olarak, merhametin, şefkatin evrenselliği ve insanların acıları konusunda
sorumluluk hissetme, onları “Tanrının toplumunun” üyeleri olarak görüp
görmediğimize bağlı hale gelir. Tüm ilahî mesajlara göre, Tanrıya yakınlık
dereceleri hariç aralarında bir fark yoktur: “Ey insanlar, biz sizi bir erkek
ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve
kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, (günahlardan) en çok
korunanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.” (Hucurat, 49:13).
Küreselleşme
çağında, “sonluluk” (endness) eğilimi tüm “yeni fikirlerin” sunumu için “ilk
örnek” olmuştur. Öyle görünüyor ki, toplumun tüm hayata hükmeden ahlâksızlılığı
ortadan kaldırmak için insanın kökenine dönüşe ihtiyacı vardır ve bunu
dillendirip durmaktadır. Bu “dönüşlerin” biri, siyasette dinin yer almasına
dönüştür. Özgürlük teolojisi, dinin tekrar siyasî hayata müdahil olması için
bir dönüm noktası ve siyasetin dünyevilikten kurtarılmasına yönelik bir
eylemlilik olarak görülmüştür (Levine, 1990: 229). Amerikan anayasasındaki ilk
değişiklik “Kongrenin bir din kurumunu dikkate alarak yasa yapamayacağı ya da o
dinin yaşanmasını yasaklayamayacağı” (Kidd, 1999: 1007) vurgusuna sahipti. Bu
değişiklik çoğu uyuşmazlığın sebebi olmuştu. İtirazlarını yükselten din
adamları arasında Thomas Curry ve diğer muhafazakârlar da vardı. Sosyal
durumlar da toplumda dinin rolünün artmasına engel oldu. Ne var ki, din,
siyaset, kültür ve iktisat arasına net bir çizgi çekmek mümkün değildi.
Başkalarını
düşünmek, kişisel arzuların, milliyet, etnisite hatta dine dogmatik bağlanışın
en aza indirgenmesi mazlum ve yoksul olanlarla ilgilenme konusunda en önemli
diğer gerekliliklerdir. Bu, “bencil” olan herkesten uzak durmayı gerektirir. Bu
bağlamda “ben” kelimesi bir kişiyi ifade etmez ama “beni”i desteklemek için
“ötekini”n tamamen yok edilmesini gerektiren Avrupa merkezcilik, Amerika
merkezcilik ve Siyonizm gibi “kolektif merkezcilikleri” örtebilir. Başkasını
gözetme, Tanrının ruhunu hayatın tüm yönlerine ulaştıran bütün ilahî dinlerdeki
tanrısal ve mistik özelliklerdir. Bu durumda Filistin sorunu “ötekiyle”
ilgilenen her insan için küresel bir mesele olur. Bu, “hepimiz birimiz, birimiz
hepimiz için” ortaya çıktığı, birliğin çeşitlilikte, çeşitliliğin birlikte
göründüğü yerdir.
Berofsky
“Ben, ötekilerle etkileşim yoluyla şekillenir.” (1995:236) der. Ben, kendimiz
ve ötekiler deyince ne anladığımıza bağlıdır. “Ben”i ve “ötekiler”i belli bir
grup, ırk hatta dini grubun üstünlüğü ve önceliğini kabul etmeksizin aynı
varlık seviyesinde görenler, sosyal öngörülerini ve pratiklerini geliştirirler.
“Özgürlük
teolojisinin evrenselliği”ni etkili kılmak için üçüncü temel unsur, adaletin
merkeziliği ve etnisitenin merkezilikten uzak tutulmasıdır. Bu, Filistin’in
özgürlüğüne sosyolojik yaklaşımı destekleyen bir durumdur. Hıristiyanlığa göre,
kısmi ya da tüm köleliği dışarıda bırakan onursal bir eşitlik olduğundan ve
insanların eşitliği kavramını kapsamasından dolayı “eşitlik” ne bireyciliği ne
de kolektivizmi kabul edecektir (Drummond, 1955:2).
İslâm’a
göre “adalet” “bencillik” ya da “heva” ile zıt anlamda kullanılır. Hz. Ali’nin
“Adalet hararetli ve bencil arzuları yok eder.” ve “Adalet tüm insan haklarının
amir gücüdür.” (Gorar al-Hekam, 386) dediği şeydir.
Adale
güçle ilgilidir ve gerçekten dinle siyaseti birbirine bağlayan noktadır. Güç ve
Kilise ya da İslâm ve siyaset arasındaki ilişki birçok önemli araştırmanın ve
geçmişteki tarihî meydan okumaların özüdür (Misztal & Shupe, 1992, Percy,
1998).
Seçilmiş
Toplum Mazlum Toplumdur. Biz ve Ötekiler
Özgürlük
teolojisinin evrenselliği, insanları tüm mazlum ve yoksullara yardım etmeye
teşvik eden güçlü eylemci sosyal bir sisteme ihtiyaç duyar. Eylemci sosyal
sistemler çoğunlukla etnisite, ırk ve din sayesinde harekete geçer ve çoğu
durumda güçlü ile birleşerek yükselir. Siyonist Yahudiler kendilerini sadece
ekonomik ve siyasî arenada değil coğrafî açıdan da tüm dünyaya hâkim olması
gereken seçilmiş bir toplum olarak görürler. Bu eylemci sistem, hayatları riske
atacaktır ve dünyanın geriye kalan kısmına da sorun çıkaracaktır. Bu tür
teşvikler ciddi çatışmalara hatta küresel savaşa neden olabilir.
Zamanla
teoloji, yavaş yavaş günlük hayattan soyutlanmış bir kelamî tartışmaya
dönüşmüştür. O, paralel izolâsyonlar meydana getirmiştir; toplumsal hayattan
teolojinin uzaklaştırılması, dinin sosyal eserlerinden insanların izole
edilmesi. Bu iki izolâsyon dinin tarihi bağlamında manipüle edildiğini ve
fikirlerinin pratik, sosyal ve siyasî değerleri ifade etmekten ziyade tarihi
geçmiş fikirler olduğunu göstermişti. Özgürlük teolojisi, dini sosyal ve siyasî
yönlerde hayatın pratik cephesine taşımak için eylemci bir girişimdir.
Hıristiyanlık ilkelerine göre, özgürlük teolojisinin fakirlere vurgu yapması,
sadece fakirlerin ilahî endişenin konusu olmadığı ama kurtuluşun ve vahyin
öznesi olduğu izlenimini verir. Tanrının sesi sadece mazlumların çığlığıdır.
Başkası, kendine hizmet eden araçlarla Tanrıyı anlamak için tasarlanmış boş bir
teşebbüstür. Bu, karışık ve yanlış bir kavramdır. İncil teolojisi Tanrının
fakirlerin yanında olduğunu söyler ama günümüz dünyasında fakirlerin Tanrının
müşahhas hali olduğunu telkin etmez.
Özgürlük teolojisi İsa ile ya da o olmaksızın tedarik edilebilen bir
çözümün fakirlere sunulduğu noktaya kadar İncil’i politikleştirme tehdidinde
bulunur.
İslâm
ilahiyatında, yoksullara hürmet ve destek de müspet bir değer ve gerçekten de
onurlu bir ilkedir. Hz. Peygamber “Allah bu topluluğu, namazı, ibadeti ve
zayıflarının arılığı nedeniyle destekler.” demiştir.
Ayrıca
o: “Size cennetin hükümdarını söyleyeyim mi? Her güçsüz yoksul kimse.”
demiştir. İslâm’a göre, gelecek güçsüz ve yoksun bırakılanların elindedir.” Bu,
Kur'an’da şöyle ifade edilir: “Biz de istiyorduk ki o yerde ezilenlere
lütfedelim, onları önderler yapalım, onları (ötekilerin mülküne) mirâsçı
kılalım.” (Kasas, 28: 5). Tam tersine zulüm en büyük günah kabul edilir. Zulüm
helak edicidir çünkü yoksulluğa, marjinalleşmeye ve insanların sesinin
kısılmasına neden olur. Zulüm, yalnız, fakir ve destekten yoksun olan kimselere
karşı yapılıyorsa, gerçekten zarar verici bir hal alır. Hz. Ali, zulmün tüm
günahların anası olduğunu söyler (Goral al-Hekam, 804). O ayrıca “Zulüm yıkıcı
bir güçtür.” ifadesini de kullanmıştır (Gorar al-Hekam, 6).
Evrensel
özgürlük teolojisine göre, “biz” ve “öteki” arasındaki ayırıcı çizgi mecâzî
olarak adalet ve haksızlık kavramlarıyla ilişkilidir. “Biz” küresel olarak
kapsayıcıdır ve “Tüm dünya halkları içimizden biri ve ‘hakikat’ ailesinin
üyeleri olarak görülsün.” diye genişler. “Biz” sadece mesele, bireysel ya da
ortaklaşa “insan haklarını” yok eden zalimlere geldiğinde dışlayıcı olur.
İslâmî özgürlük teolojisine göre bu açıdan “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz
için!” ilkesi geçerlidir. Erkek ve kadınlar, siyah ve beyazlar, fakir ve
zenginler arasında bir fark yoktur. Haksızlık, Müslümanlara, Hıristiyanlara
hatta Allah’a inanmayanlara karşı yapılsa bile bu korkunç bir şeydir. Haksızlık
yoksula ya da zengine de yönelse yıkıcıdır ve milliyet, ırk, cins, sosyal
mevkii ve insanların statüsüyle ilişkili olan tüm etkenler anlamsızdır. Bu,
İslâmî teoloji perspektifinden, niçin var olan tek özelliğin “mazlum toplum”
olduğunu da gösterir. Onlar, şefkat ve özgürlük girişimi isteyen seçilmiş
toplumlardır.
Evrensel
Özgürlük Teolojisinin Filistin’e Uygulanabilirliği
Sömürgecilik
ve güç kullanarak toprak işgali en acı verici mahrumiyet olarak görülür. Bir
Avrupa devletinin gücü olursa diğerinin toprağına el koyması Avrupa’da siyasî
bir gelenekti. Bu, niçin Avrupa’nın beş yüz yılını müteakip 1930’larda deniz
aşırı emperyalist yayılmacılık yaptığını, koloniler kurduğunu ve eski
kolonilerinin dünyanın %85’ini kapsadığını da izah eder. Böylesine tarihi ve
coğrafî bir silkeleme genellemeleri imkânsız kılar ve sömürgeciliğin oluşumunun
kuramlaştırılmasını -yani nasıl Avrupa’nın siyasî, ekonomik ve kültürel
sisteminin deniz aşırı sınırları ezip geçtiğini- tartışılır hale getirir.
Sömürgeciliğin tabiatı, farklı Avrupa imparatorlukları arasında farklı
zamanlarda büyük çeşitlilik göstermiştir (Dixon ve Heffernan, 1991; Loomba, 1998).
Filistin’in işgali İngiliz sömürgeci tecrübesince teşvik edilen ideolojik bir
Siyonist küresel hakimiyetin sonucudur. Yaklaşık 50 yıl Anglo-Yahudi toplumu
birbirini takip eden İngiliz hükümetlerine Anglo-Yahudi toplumu için en ideal
yerin Filistin toprağı olduğu yolunda karışık sinyaller göndermişti (Zakeim,
1999).
Filistin’in
işgali açıkça veya gizlice belli bir küresel öneme sahiptir çünkü o, genel
olarak sömürgelerin sona ermesi çağında yeni bir sömürgecilik örneği olarak
önümüzde durur. Bu nedenle onun, güç ve askeri müdahale ile yapılan yeni
sömürgecilik olarak görülmesi gerekir. Filistin zulüm, yoksulluk ve haksızlığın
münasip simgesel ikonu haline gelmiştir. Bölge halkı haksızca şiddet ve güç
kullanılarak sürgün edilmiş, tazminat ödemeksizin evlerinden edilmiştir.
Filistinli mülteciler, dünya çapındaki mültecilerin %18’ini oluşturur.
Evrensel
özgürlük teolojisine göre, küresel düzeyde bir özgürlük yaklaşımının
uygulanabilirliğinde küreselleşmenin rolü vurgulanabilir. Küreselleşme çağında
yaşıyoruz. Küreselleşme, zamanı ve mekânı neredeyse anlamsız hale getiren bir
şey ve daha ziyade bağlantısallık ve iletişimdir. Bu, nerede olduğunuzun mesele
olmadığı anlamına gelir. Özgürseniz ve tüm terk, ihmal ve zulmedilmiş insanları
da özgür hale getirmeye çalışıyorsanız, onlarla birlikte olabilirsiniz. Eliniz,
bizzat Filistin’de olup olmadığınız ya da direniş topraklarından uzak olup
olmadığınız dikkate alınmaksızın Filistin’e uzanabilir. Her yer Filistin’dir ve
dünyanın tüm halkları Filistinlilerle dostluk hissedebilir.
İkinci
dünyanın (yani erdemli dünyanın) ortaya çıkışı direniş, destek ve zulme
muhalefet için sürekli bir fırsatı beraberinde getirmiştir. Özgürlük teolojisi
bu bağlamda hakikatin parçalanmasına neden olan tüm engellerden kurtulmak
anlamına gelir ve küresel bir “herkes için adalet” platformuna imkân sağlar.
Filistin
sadece vatanından olmanın üzücü bir örneği değildir, o aynı zamanda
yoksulluğun, hayat, sağlık ve yiyecek güvencesinden uzak olmanın, tipik bir
örneğidir. Bir milyondan fazla Filistinli yiyecek güvencesine sahip değildir ve
975 bin Filistinli de aynı duruma düşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu
durumun kaynağı (Batı Yaka’da %30’a ve Gazze Şeridi’nde %40’a ulaşan) işsizlik
ve düşük ücretle çalışmadaki kitlesel artış sonucunu getiren İsrail’in işgal
altındaki toprakları ablukaya alan ve hareket alanını sınırlayan politikasıdır
(Bkz. Humanitarian Practice Network).
Bu,
son elli yılda herhangi bir ciddi gelişme ya da karar ihtimali olmaksızın artan
bir şekilde zarar gören şiddetli ıstırabın yani Filistin’in yaşadığı felaket
öyküsünün kısa bir değerlendirmesiydi. Filistin erkek-kadın, çocuk-yaşlı tüm
yaş gruplarının ve sağlam olan özürlü olan kim varsa hepsi üzerinde feci
etkileri olan bir toprak parçasıdır. Vatansızlık ve yiyecekten yoksun olma tüm
insanları potansiyel olarak etkileyen kolektif olarak zulüm görmüş bir milletin
problemi olarak görülebilir. Bu nedenle soruna özgürlük teolojisi açısından
bakıldığında, zulmün kapsamı yoksulluk düzeyi, facianın artışı, dünya
halklarının günlük hayatını etkileyebilir. Bu sebeple Filistin’i milenyum
simgesi görebiliriz (Ameli, 2003). O, küresel acının ve insan hakları
mücadelesinin ve insan hayatının bir göstergesidir.
Sonuç
Evrensel
özgürlük teolojisine göre Filistin sorunu, dünya halkları mevcut durumu
değiştirmek için ortaklaşa harekete geçmediği sürece çözülemez. Öyle görünüyor
ki, “güç arenası”na yani kültürel ve siyasî arenada insanların hayatlarına
tahakküm etmeye çalışan siyasî ve ekonomik kurumlara karşı insanların
dayanışması bağlamında acının ve haksızlığın üstesinden gelmek gerçek bir
arzudur.
Özgürlük
teolojisine göre, haksızlık toplumlarda tüm dertlerin ve sorunların temel
etkenidir. O, “biz” ve “öteki” arasındaki tüm eşitsiz ayrımların temel
nedenidir. Bu bağlamda üç mühim noktaya işaret etmemiz gerekir.
İlki
“beni”in veyahut “toplum”un merkezîliği ya da hatta belli bir ırkın, ulusun ya
da inancın tüm bölgesel ya da küresel meydan okumaların temel sebebi oluşudur.
Ve bu, sosyal hayatta haksızlığın en önemli örneğidir. Burada “ben” sadece bir
kişiyi değil aynı zamanda kolektif bir ideolojiyi de ifade eder.
Benmerkezcilik, kavim merkezcilik ve etnik merkezcilik bireysel ve sosyal
düzeylerde “haksızlığın” temel etkenleridir. Filistin trajedisi ırkçılığın, din
ya da kavim merkezciliğinin yani Siyonizm’in sonucudur. Tersine, evrensel
özgürlük teolojisinin vurgusu, “Tanrı merkezli”dir ve “ben”i, “kavm”, ulusu ve
hatta belli bir inancı merkezilikten uzaklaştırır. İslâmî bakış açısına göre,
“ötekini önceleme” herkes için adaleti tesis etmenin temel kaynağıdır. Daha
genelleştirecek olursak, kavim merkezcilik Amerikanzim’in, Avrupa
merkezciliğinin, Siyonizm’in ve toplumun kitlesel olarak parçalanmasının temel
nedeni olan tüm bencilliğin epistemolojik nedenidir. Bundan dolayı insan
hakları sadece bireysel ve tarafsız vakalara yoğunlaşmamalı, bunların yanında
“ötekiler”in yok edilmesine neden olan toplumsal durumlara da vurgu yapmalıdır.
Filistinli çocukların soykırımı artar ve mülteci sayısı patlarsa, yiyecek ve
sağlık sorunları nedeniyle Filistinliler, hayatlarına yönelik ciddi tehditlerle
karşı karşıya kalırlarsa, bunların hepsi ben merkezci ve ırk merkezli kültürün
sonucudur. Böyle bir kültürde Filistin’in mazlum halkı kolayca göz ardı
edilebilir. Böyle bir çevrede, 11 Eylül 2001’de ABD’deki yıkıma gösterilen
tepkinin tam aksine Irak’taki kitlesel kıyımın önemsenmediği gibi, Filistinli
olan ama (sözgelimi) Avrupalı ya da Amerikalı olmayan Filistinli yoksul
çocuklar, kolayca görmezlikten gelinebilir. Ama evrensel özgürlük teolojisi
kimin olursa olsun tüm insanların hayatlarını önemli görür çünkü yaşama hakkı
açısından hepsi eşittir.
Sosyal
adaletsizlik, bireyler ve uluslar arasında ayrımcılık küresel haksızlıkların ve
çatışmaların yayılmasının temel nedenleridir. Başka bir deyişle, bir bireye
karşı sosyal ayrımcılık, bir toplumun toplu üyelerine karşı sosyal ayrımcılık
için potansiyel tehlike yaratır. Bunun sonucu olarak “küresel çatışma
kararı”nın bir bölümü olarak, akıllı toplumun tüm açılardan ve tüm düzeylerde
haksızlığı ortadan kaldırmaya kafa yorması gerekir.
Küreselleşme
“bireyliği” takviye etmede önemli bir rol oynamıştır. Bu bağlamda bireylik
toplumun hâkim sosyal, siyasal ve ekonomik ilkelerine rağmen kişisel olarak
görme, düşünme ve karar verme kabiliyeti anlamındadır. Yine bu bağlamda kitle
endüstrisi ve kültürü kavramı ciddi bir sorgulamayla karşı karşıyadır.
Bireyliğin güçlendirilmesi yavaş yavaş “mazlum toplumlar”dan kendisini sorumlu
hisseden “devletsiz bir toplum”u doğurur. Irkçılık ve milliyetçilik gibi ortak
ideolojik pozisyonlardan ayrılmanın sonucu olarak, kitlelerin tüm dünyadaki
haksızlıklara karşı içgüdüsel bir tepki verdiğine şahit oluruz. Bu toplum için
“biz” ve “öteki” arasındaki sınırlar anlamsız olur. Milliyeti, dini düzeni ya
da sosyal grubu ne olursa olsun tüm mazlumlar “kardeş toplum” kabul edilir. Bu
nedenle, onlar her yerdeki haksızlığa karşı tepki gösterir ve herkesin hakkını
savunurlar. Burada derin duygudaşlık (extensive sympathy) Filistinlilere ve
Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi dünyadaki tüm mazlumlara destek şeklinde
görünmektedir ve görünecektir. Bu duygudaşlık belli bir dine inanan mazlumlara
da yöneliktir.
Evrensel
özgürlük teolojisi inşasının acıyı, derdi ve zulmü hatta insanlık âleminden
silinip gideceğini düşünenlerin kötümserliğini azaltacağından, ümit var olabiliriz. Ötekiler için şefkat ve
merhamet, hiçbir cins, ırk, ulus ve dini sınır olmaksızın tüm dünya halkları
için merkezî bir teşvik unsuru olmuştur. “Ben” ve “kavim” merkezciliğinin
yerini insan hayatından acının azaltılmasını ya da bertaraf edilmesini ve daha
fazla toplumun ve mazlum insanların fakirliği üzerinde odaklanacak tüm dinlerin
“ortak mesajı”nın almasını ümit edebiliriz.
Bibliography
Ameli,
S. R. (2003), “Semiotic Understanding of Palestinian Movements versus Global
Exceptionalism: Euro-centrism and Americo-centrism”, in International
Conference on Jerusalem/Al-Quds: The City of Three Monotheistic Faiths and
Islamic Role. Paper is available on www.ihrc.org.
Berofsky,
B. (1995) Liberation from Self: A Theory of Personal Autonomy, Cambridge, Cambridge University Press.
Boff,
L. & Boff, C. (2004) Introducing Liberal Theology, Maryknoll & New
York, Orbis Books.
Cox,
H. (2005) Liberation Theology in Latin America and the Caribbean, Encarta
Reference Library Premium.
Deutscher,
I. (2002) “Gazing at the Disciplinary Bellybutton: A Review Essay on Liberation
Sociology”, Contemporary Sociology, vol. 31(4), pp. 379-382.
Dixon,
C. and Heffernan, M. (Eds) (1991) Colonialism and Development in the
Contemporary World, London: Mansell.
Dodson,
M. (1979) “Liberation Theology and Christian Radicalism in Contemporary Latin
America”, in Journal of Latin American Studies, vol. 11 (1), pp. 203-222.
Drummond,
W. F. (1955) Social Justice, USA, The Bruce Publishing Company.
Greenberg,
A. (2000), “The Church and the revitalization of politics and community”, in
Political Science Quarterly, vol. 115 (3): 377–394.
Grey,
M. (2004), “Feminist Theology: A Critical Theology of Liberation”, in C.
Rowland (ed.), The Cambridge Companion to Liberation Theology, Cambridge,
Cambridge University Press.
Gutierrez,
G, (1973), A Theology of Liberation, Maryknoll, New York, Orbis Books.
Gutierrez,
G. (1974), “Liberation theology and the proclamation”, in Claude Geffre and
Gustavo Gutierrez(eds.), The Mystical and Political Dimension of the
Gospel, Concilium Series 96. NewYork,
Herder and Herder.
Kee,
A. (1990), Marx and the Failure of Liberation Theology, London, SCM Press.
Kidd,
C. (1999), “Civil Theology and Church Establishments in Revolutionary America”,
in The Historical Journal, vol. 42(4), pp. 1007-1026.
Jeanrond,
W. G. (1992), “From Resistance to Liberation Theology: German Theologians and
the Non/Resistance to the National Socialist Regime”, in The Journal of Modern
History, vol. 64, pp. 187-203.
Levine,
D. H. (1990), “How Not to Understand Liberation Theology, Nicaragua, or Both”,
in Journal of Interamerican Studies and World Affairs, vol. 32(3), pp. 229-245.
Loomba,
A. (1998), Colonialism/Postcolonialism. London: Routledge.
Misztal,
B. & Shupe, A. eds. (1992), Religion and Politics in Comparative
Perspective: Review of Religious Fundamentalism in East and West, London,
Praeger Publisher.
Percy,
M. (1998), Power and the Church, Ecclesiology in an Age of Transition, London
and Washington, Cassell.
Pottenger,
J. R. (1989), The Political Theory of Liberation Theology: Towards a
Reconvergence of Social Values and Social Science, New York, State University
of New York Press.
Silvert,
K. (1967), Churches and States: the Religious Institution and Modernization,
New York, American Universities Field .
Smith,
B. (1978), The Catholic Church and Political Change in Chile, 1925-1975, PhD
dissertation, Yale University.
Wald,
K. D., Owcn, D. E. and Hill, S. S. (1988), “Churches as Political Communities”,
in The American Political Science Review, vol. 82(2), pp. 531-548.
Zakheim,
D. S. (1999), “The British Reaction to Zionism: 1895 to the 1990s”, in The
Round Table, no. 350, pp. 321-332.
The universality of liberation theology and
the case of Palestine
In
June, the Islamic Human Rights Committion convened a conference on liberation
theology and the right to resist. Here
we publish the keynote paper presented by DR SAIED REZA AMELI of the Institute
for North American and European Studies, University of Tehran.
“That
is why we decreed for the Children of Israel that whoever kills a soul, without
[its being guilty of] manslaughter or corruption on the earth, is as though he
had killed all mankind, and whoever saves a life is as though he had saved all
mankind…” (Surah al-Maidah, 32)
Introduction
Palestine
and resistance are two interconnected and central terms in discussing
liberation movements in our age. Liberation theology is central to
understanding why the resistance movement in Palestine is important and why
people of the world identify with the oppression of Palestinian society.
Liberation
theology is a theology of movement and resistance (Jeanrond, 1992). In
contrast, ‘civil theology’ marked the parameters of a conversation or debate
which rested on the shared assumption that there was some correlation between a
society’s religion and its government (Kidd, 1999:1010). Liberation theology
was an attempt to liberate people from poverty and oppression. It was also an
attempt at desecularization in order to reinforce politics in the social aspect
of religion. Liberation theology can also be defined as a religious response to
socialist and Marxist liberation theory, which had a considerable influence in
Latin American society in Nicaragua, Brazil and Chile. However, liberation
theology in the Christian world was
considered a leftist approach to God and Society (Dodson, 1979). Generally
speaking, churches are not regarded as intended to function as political
movements, but as spiritual agencies (Levine, 1989). The most effective limit
upon their political capacity is the resistance of members to excessive
political involvement (Wald et al, 1988: 534). The issue of religion and
politics reflects the question posed by Marx and Weber: can traditional
religious institutions be a source of energy for changing society (Silvert,
1967 and Smith, 1975)?
The
social and political context of the time created a serious challenge for
religious institutions, showing them as being detached from political and
social reality. The Latin American movements emerged as solutions to these
theoretical and practical demands. Liberation theology is a revolutionary
vision that many theologians in the Christian world considered a rebellion,
corruption and misinterpretation of religion.
This was because, according to the Catholic doctrine of thought,
religion should not become involved with politics and political power. But the
church in Latin America came to a stage at which it either had to undertake
some serious action for the support of poor and oppressed peoples, or lose its
followers and leave the ground to Marxism.
One can argue, therefore, that liberation theology was a ‘determinative
choice’ for the Church.
On
the other hand the sociology of liberation is also a consciousness-raising
concept in an oppressed society. In fact, it is perhaps more than merely
consciousness-raising, as it has moved the sociology of liberation to an
activist discipline rather than an academic discipline of thought. That
activity is not on behalf of the oppressed, but it is achieved by learning to
see the world from their perspective and joining with them, adding sociological
theories, methods and data to their anti-establishment arsenal. In the case
under discussion, liberation sociology involves joining the Palestinian
homeless, and the Palestinians who have lost their parents or children, in
order to understand what homelessness in your own home means (Deutscher, 2002).
The
power of liberation theology returns to its compassion for the poor and its conviction
that Christians should not remain passive and indifferent to their plight.
According to liberation theology, religion cannot be neutral, even if it is
secular. Religion exists to give a safe life and to save people from
deprivation and suffering. Religion has to solve individual as well as social
problems, and should be dynamic and applicable to all social and political
problems. However, from a sociological perspective, liberation theory is a
response to public demand, the demand for justice and the demand for liberation
from all injustice. It was not only a demand in a particular place, since the
emergence of liberation theology has become a unique and permanent political
movement throughout Latin America; from Mexico to Chile, from Nicaragua to Brazil,
this movement has been politically effective in merging traditional religious
values with a commitment to social activism on behalf of the “poor and
oppressed” (Pottenger, 1989).
Liberation
theologians believe that the orthodox doctrine of God tends to manipulate God
in favor of the capitalistic social structure. They claim that orthodoxy has
been dependent upon ancient Greek notions of God that perceived God as a static
being who is distant and remote from human history. These distorted notions of
God’s transcendence and majesty have resulted in a theology which thinks of God
as “up there” or “out there.” Consequently most Latin Americans have become
passive in the face of injustice and superstitious in their religiosity.
Liberation theology responds by stressing the incomprehensible mysteriousness
of the reality of God. God cannot be summarized in objectifying language or
known through a list of doctrines; God is found in the course of human history.
He is not a perfect, immutable entity, “squatting outside the world”; He stands
before us on the frontier of the historical future. God is the driving force of
history, causing the Christian to experience transcendence as a “permanent
cultural revolution”. Suffering and pain become the motivating force for
knowing God. The God of the future is the crucified God who submerges himself
in a world of misery; He is found on the crosses of the oppressed rather than
in beauty, power or wisdom.
This
paper aims to discuss the conceptual aspect of Liberation Theology, together
with its contextual background, so we can try to address two major questions:
firstly, is this theory, as a leftist Christian theology which claims to have
been initiated in Latin America, applicable to a global problem such as ‘global
poverty’, and to the “Palestinian Liberation Movement” as a globalized local
issue? And secondly, how can liberation
theology be reconstructed so that it can solve ‘global and local problems’,
despite its association with a particular religion, race or ethnicity? In other words, how can liberation theology
become a universal force for resolving the clashes, conflicts, poverty and
deprivation of our day?
Background
to the concept
Many
date ‘Liberation Theology’ from the emergence of the Latin American liberation
movement, in which Latin American pastors were confronted in the latter half of
the 20th century by the fact that most of their parishioners lived in grinding,
abject poverty, and that the Church represented the only viable community
organization in their world. Out of this awareness came a new understanding of
the very meaning of the Church’s work. The movement that came to be called
“Liberation Theology” began with the awareness that it is blasphemous to care
for people’s souls while ignoring their needs for food, shelter and human
dignity. As Jesus participated in the suffering of the poor, and proclaimed to
them the good news of justice and freedom, so must today’s churches engage in
the struggle for justice in this world (Gutierrez, 1973 and 1974, Greenberg,
2000 and C. Boff and L. Boff, 2004).
For
this group, the images that immediately come to mind with liberation theology are
those of 1960s-style antiwar, anti-establishment priests such as the Berrigan
brothers or, more recently, Bishop Samuel Ruiz García and his obvious sympathy
with the downtrodden Indians and Zapatista rebels in Chiapas. Many social
scientists try to interpret and confine liberation theology as a Marxist theory
of class and dependence. For example Dodson (1979:206) stated that the ‘clergy
radicalized by direct involvement with the poor required tools for explaining
the social relationships they encountered, and for justifying some form of
political action to ameliorate those conditions. Hence, liberation theology
evolved as an amalgam of Marxist social analysis and reinterpretation of the
prophetic tradition in Christianity.’ For Jim Tuck (2005), liberation theology
began not with the Berrigan brothers or Bishop Ruiz, but back in the 15th and
16th centuries. Then, a remarkable man, Las Casas, devoted the greater part of
his 92 years on earth to ameliorating the lot of non-Caucasian people who lived
in the vast Spanish empire. First initially as a protector of Indians, he also
became a defender of black Africans who had been brought over by the Spaniards
as slaves.
Liberation
theology puzzled many academic theologians. In the formal theological sense, it
rejected many tenets of European and North American liberal theology, both
Catholic and Protestant, because they had accommodated the social and political
assumptions of imperialism and bourgeois culture. As Gutiérrez put it, while
liberal theology sought to speak to nonbelievers and saw its challenge as the
skeptical “modern mind,” liberation theology addressed itself to
“nonpersons.”
According
to Cox (2005) three coexisting social, religious and philosophical changes
caused the emergence of liberation theology in Latin America. First the worsening social and economic conditions
of most people in Latin America in the 1950s created a desire for and
expectation of change. Secondly, the structural causes of poverty were addressed
in Latin American dependency theory, and class-based inequities were identified
in Marxist critiques of capitalist systems. By the late 1950s a revolutionary
climate was apparent in the region, exemplified by the Cuban Revolution of
1959. The third important macro change
came with the Second Vatican Council (1962-1965). Pope John XXIII opened the
Council by expressing the hope that the Catholic Church “might become once
again…the church of the poor.” Then, in 1968, the Conference of Latin American
Bishops (Consejo Episcopal Latino Americano, or CELAM) held the Second General
Conference of Latin American Bishops in Medellín, Colombia, where the bishops
discussed how to apply the Vatican Council’s resolutions within their own
troubled communities. Among the theological advisers to the bishops was Gustavo
Gutiérrez, a Peruvian priest who had worked in the poorest sections of Lima,
Peru. His thinking substantially shaped the Medellín document, which became the
manifesto of the liberation theology movement (Harvey Cox, 2005).
A
Typology of Liberation Theology
It
is generally agreed that liberation theology encompasses three overlapping
levels (L. Boff & C. Boff, 2004):
1. The Professional Level: carried on by
scholars schooled in the language and tradition of Christian reflection.
2. The Pastoral level: concerned with the
proper strategies for Christian ministry in a world of poverty and oppression.
3. The Popular level: generally expressed
in oral or folk traditions, which centres on worship and festivals as ways to
nurture human life under difficult circumstances.
According
to universal liberation theology, there is a fourth level, related to the
popular level, that of the ‘Global Network and Popular Movement’. This type of liberation theology is about the
people’s involvement in the construction of justice and caring for poor people.
The global level of liberation theology, although it originated from divine
religions, is not manipulated by a particular faith group. Muslim, Christian
and Jew stand for liberation of the poor and oppressed peoples because this is
the most recommended principle in all the divine faiths. They care about oppression, because for them
oppressed societies are the only chosen society for which everybody should feel
responsible. From this angle, the oppressed people are poor creatures of God,
for whom everybody – no matter what their faith– should care. Here the paradigm
of ‘one is equal to all and all are equal to one’ is completely alive,
therefore their sympathy is extended to every single oppressed person in the
world. Sometimes they react globally for
a single person who has been discriminated against, and sometimes they stand
for the rights of the collectively deprived, such as the homeless refugees of
Palestine, its children and civilians, who do not have any means of
self-defense except stones.
Opposition
to Liberation Theology
Many
of the opponents of liberation theology claim that the Latin American theology
of liberation is too Marxist. However, for Kee (1990) it is not Marxist enough.
It is continuously criticized for its unquestioned acceptance of Marx.
Criticism
of liberation theology began immediately after the Medellín conference. The
movement was growing rapidly, but conservative forces within the Latin American
church tried to stem the tide. More traditional Catholic thinkers accused it of
being unduly dependent on Marxism, and Vatican authorities and conservative
bishops criticized its base communities as a dangerous parallel church outside
the hierarchy of papal authority (Harvey Cox, 2005).
Meanwhile,
liberal theologians, both Catholic and Protestant, accused the movement of
ideological bias and weak scholarship. Feminists, blacks and some indigenous
leaders criticized it for emphasizing economic forms of oppression at the
expense of gender, racial and ethnic discrimination. Even feminist theology,
which is committed to the struggle for justice for women and the transformation
of society, considered it critical that the theology of liberation engage in
the reconstruction of theology and religion in the service of this transformation process, specifically in the
many contexts in which women live (Grey, 2004: 89). The liberation theologians
themselves responded vigorously to these criticisms, wrote hundreds of books and
articles, and made liberation theology one of the most provocative and original
progressive movements of the second half of the century (Cox, 2005).
When
the bishops’ council of Latin America convened for its Third General Conference
in 1979 in
Puebla, Mexico, opponents within the Church were determined to issue a stern
warning against the movement and condemn the base communities outright. They
did not succeed, however, as bishops sympathetic to the movement prevailed.
Nothing was said about liberation theology in the final document, and base
communities were actually endorsed. Nevertheless, Pope John Paul II, while
issuing statements in support of the poor, clearly signaled that he disapproved
of a people’s church and of liberation theology. One by one, bishops who
supported base communities were replaced upon their retirement by churchmen
antagonistic to them (Cox, 2005).
The
opposition mounted by military regimes and paramilitary death squads was more
immediately crushing. Authoritarian governments feared the critical ideas of
liberation theology and the activism of the base communities, especially after
the Nicaraguan Sandinistas, who were directly influenced by liberation
theology, successfully overthrew their country’s dictatorship in 1979. Priests,
nuns and catechists were arrested, tortured and murdered throughout Latin
America. The most vicious repression occurred in El Salvador, during the
country’s civil war (1979-1992). In March 1980 a paramilitary death
squad assassinated Archbishop Romero, one of El Salvador’s most outspoken
critics of the government, while he was conducting a church service. Then
national guardsmen raped and murdered four American women—three nuns and a lay
worker—in December of that year, attracting further international attention to
the violence in El Salvador. Liberation theologians themselves also came under
attack: in November 1989, an army unit invaded the Jesuit-run Central American
University of José Simeón Cañas, where such noted liberation theologians as
Ignacio Ellacuria and Jon Sobrino taught and wrote, and murdered six of the
Jesuits as well as their housekeeper and her daughter.
Other
factors also reshaped liberation theology. The replacement of military regimes
by civilian governments in Latin America meant that community churches were no
longer the sole bases for opposition. Unions, universities, political parties
and social movements began to play that role as well. In addition, criticisms
by Latin American feminist theologians such as Ivone Gebara in Brazil and by
black theologians such as James Cone forced the largely male and white
liberation theologians to reconsider their lack of emphasis on gender and race.
The spectacular growth of Pentecostal Christianity in the 1980s and 1990s led
many Latin American liberationists to wonder whether their approach had been
too political and analytical, and not sufficiently spiritual and emotional.
Meanwhile, the Vatican under Pope John Paul II actively resisted secularization
in the Church and opposed direct political participation by priests (Harvey
Cox, 2005).
At
the same time, however, liberation theology began to flourish in other regions
of the world and in other religions. Books and articles developing Jewish,
Buddhist and Muslim liberation theologies appeared. In South Korea in the 1970s
and 1980s, a movement developed, largely under Latin American influence, called
minjung theology (Korean for “ordinary people”). In Germany, when the pastors
who led the nonviolent marches in Leipzig that contributed to the toppling of
the Berlin Wall in 1989 were asked about what had influenced them, they
mentioned Martin Luther King Jr., the German resistance pastor Dietrich
Bonhoeffer, and Latin American liberation theology. In the US, Roman Catholic
bishops issued a pastoral letter on the economy, “Economic Justice For All,”
which explicitly credited the Latin American church for contributing the
preferential option for the poor to their thinking. Bishop Desmond Tutu and
other religious leaders in South Africa were also inspired in part by the
movement, and a specifically black South African school of Biblical
interpretation has emerged in scholarly works such as Itumeleng J. Mosala’s
Biblical Hermeneutics and Black Theology in South Africa (1989). Recently,
Asian liberation theologian Tissa Balasuriya’s Mary and Human Liberation (1997)
drew sharp criticism from the Vatican, and Balasuriya was for a time
excommunicated for his views (Harvey Cox, 2005).
In
Latin America and the Caribbean, some observers have suggested that liberation
theology is in decline. Another, and perhaps more accurate, view is that it is
going through a period of transition, enlarging and refining its perspectives
and continuing to influence similar movements in many parts of the world. (See,
for example,”Black Theology in Latin America and the Caribbean: An
Interpretation”, Harvey Cox, 2005.)
Two
Nostalgias: Loss of Justice and Loss of God
The
important question to ask is why liberation theology emerged. The answer is
related to the characteristics of theological approaches in the academic sphere
and within religious organizations such as the Church and missionary schools.
Theology gradually became an abstract clerical debate because of two
significant isolations: the isolation of theology from public and everyday
life, and the isolation of people from the social products of religion. These two isolations arose from two
interrelated social contexts; firstly, the result of the frustration of social
and political spaces resulting from a useless and selfish interference of the
Church in the arena of power, and secondly, the result of a false understanding
of religion.
The
isolation of religion from public life and politics turned religion into a
phenomenon which turned out ‘museum types of ideas’. Then religion –
particularly in the process of secularization – lost its power in significant
areas of societal life and, one can further argue, that religion lost its
cultural influence. Therefore, it seems to me that liberation theology is a
response to two important local and global nostalgias; firstly, and most
importantly, the nostalgia for justice, and secondly, a nostalgia for metaphysical values. Both justice and metaphysical values are
universal and have strong potential for turning any social action into universal
practice. However, the universality of any social and political values requires
popularity among the masses. What can convince an individual logically can
convince every single member of human society in the world—these are universal
values that were recommended by every divine message in the past, but have
perversely been degraded to local and community values.
The
Universality of Liberation Theology
Liberation
theology requires three major elements to work as a universal force, and hence
be applicable to the Palestinian problem and other ‘global and collective
problems’ that are related to oppressed societies even if they have different
religions and even belong to different national and ethnic groups:
The
first is a return to God: we are all far from God whether we are Muslims,
Christians or Jews; if we are not fair to God, we cannot be fair to ourselves
and we cannot be fair to others. To liberate the Palestinians, we need to see
them as creatures of the same God and members of their own community. To do
this other followers of faith must be liberated, and force “the International
Community” to liberate the concept of God from any sense of belonging to a
“Chosen Community”. The only “Chosen People” are the oppressed and the poor.
This is why Palestinians should today be considered “The Chosen Oppressed
Community.”
The
return to God has two important elements.
The first is the fact that we will all encounter our Lord in the final
reckoning. This must guide our conduct on this earth, with ourselves and with
others: “So whoever expects to meet his Lord, let him act righteously, and not
associate anyone with the worship of his Lord” (al-Qur’an 18:110).
The
second is the universality of the perception of God. People’s perceptions of God have been
fragmented to many Gods; Muslims, Jews,
Christians and followers of other religions have divided God
metaphorically into a variety of ‘God’s communities’, which effectively means
that “My God is different to your God.”
This is indeed consciously and unconsciously affects our relations with
other creatures of God. As a result the universality of mercifulness, the
universality of sympathy and the commitment to the pain of people becomes
dependent on whether we regard them as a members of ‘God’s community’ or not.
According to all divine messages there is no difference between people except
by their level of closeness to God: “O mankind! Indeed We created you from a
male and female, and made you nations and tribes that you may identity with one
another. Indeed the noblest of you in the sight of Allah is the most Godwary
among you. Indeed Allah is all-knowing, all-aware” (al-Qur’an 49:13).
While
in the age of globalization, the trend for ‘endness’ has become the ‘archetype’
for the presentation of all ‘new ideas’, it seems society needs and expresses a
desire for a return to human origins to remove the impurities have come to
dominate all life.One of these ‘returns’ is the return to an involvement of
religion in politics. Liberation theology was considered as a turning point for
the repoliticization of religion and an act towards the desecularization of
politics (Levine, 1990:229). While the first amendment to the constitution of
America emphasized that ‘Congress shall make no law respecting an establishment
of religion, or prohibiting the free exercise thereof’ (Kidd, 1999:1007), this
amendment became the cause of much conflict, raising objections among clerics
such as Thomas Curry and other conservatives. Social situations also helped
hinder the expansion of religion’s role in society. However, it was not
possible to draw a precise line between religion, politics, culture and
economics.
Selflessness,
the minimization of personal desires and
dogmatic attachments to nationality, ethnicity and even religion, is another
major requirement for caring for the oppressed and poor people. This entails
avoiding all those who are ‘selfish’. ‘Self’ here is not only a person, but it
can cover all ‘collective centralities’ such as Eurocentrism, Americocentrism
and Zionism, which ultimately require the destruction of ‘others’ to support
the ‘self’. Selflessness is a divine and
mystical quality in all divine religions, which brings God’s spirit to all
aspects of life. In this situation, the Palestinian problem becomes a global
issue for all human beings who care about ‘others’; this is where’all become
equal to one and one becomes equal to all’, and where one can observe unity
within diversity and diversity within unity.
Berofsky
argues that “the self is formed through interactions with others” (1995:236) .
It depends on what our understanding about ourselves is, and what we understand
about others. Those who see ‘self’ and ‘others’ in the same level of existence,
without making any priority and advantage for a particular gender group, race
or even religious group, enhance their social vision and their social practice.
The
third essential element for the empowerment of the ‘Universality of Liberation
Theology’ is the centrality of justice and the decentralization of ethnicity.
This is the position which advocates the sociological approach to the
liberation of Palestine According to
Christianity, equality is not to admit either individualism or collectivism,
for it is an equality of dignity which excludes the slavery of some or all, and
involves the notion of the equality of men (Drummond, 1955:2).
In
the Islamic interpretation,’justice’ is used in contrast to ‘selfishness’ or
‘sinful desire’. That is why Imam Ali (ra) said that “justice is destructive of
enthusiastic and selfish desires”, and that “Justice is the master force for
all human rights” (Gorar al-Hekam, 386); without justice, all religious orders
are meaningless. He also emphasised that ‘the core of life is justice’ (Gorar
al-Hekam, 247).
Justice
is about power and it is indeed the point of engagement which links religion
and politics. The relationship between power and the Church or Islam and
politics is at the core of many important researches and historical challenges
in the past (Misztal & Shupe, 1992, Percy, 1998).
Chosen
Society is Oppressed Society - the Us
and Others
The
universality of liberation theology needs a strong proactive social system
which motivates people towards support for all oppressed and needy people.
Proactive social systems are usually activated by ethnicity, race, religion and
in many cases arise through affiliation to power. Zionist Jews consider
themselves a chosen nation who should
dominate all over the world, not only in the economic and political arena but
also geographical arenas. This proactive system will cause risk to lives and
trouble for the rest of the world. Such
motivations can create serious conflicts and even global war.
With
time, theology gradually became a clerical debate abstract from ordinary
life. It created parallel isolations;
the isolation of theology from public
life, and the isolation of people from the social products of religion. These
two isolations indicated that religion had become manipulated in a historical
context and its ideas outdated rather than expressing practical, social and
political values. Liberation theology is a reactive attempt to bring religion
in a practical aspect of life in social and political directions. According to
Christian principles, liberation theology’s emphasis on the poor gives the
impression that the poor are not only the object of God’s concern but the
subject of salvation and revelation; only the cry of the oppressed is the voice
of God. Everything else is projected as a vain attempt to comprehend God by
some self-serving means. This is a confused and misleading notion. Biblical
theology reveals that God is for the poor, but it does not teach that the poor
are the embodiment of God in today’s world. Liberation theology threatens to
politicize the Gospel to the point that the poor are offered a solution that
could be provided with or without Jesus Christ.
In
Islamic theology, respect and support to the poor is also a positive value,
indeed a privileged principle. The Prophet Muhammad (saw) addressed that,
saying “Indeed God supports this community because of the prayer, worship and
purity of the weak.”
He
also said: “Shall I let you know about the kings of Heaven? Every powerless deprived.” According to Islam, the future is in the hand
of those who have been kept powerless and deprived. It is stated in the Book
that: “And We desired to show favour to those who were deprived in the land,
and to make them Imams, and to make them inheritors” (28:5). Conversely, oppression is considered the most
damaging sin. Oppression is destructive because it causes deprivation,
marginalisation and the muting of the voices of the people. Oppression becomes positively damaging when
it happens against those who are alone, poor and without any support. Imam Ali
said: “Oppressing the poor is the worst oppression” (Nahjal Balagha, Book
31). For Imam Ali (ra), oppression was considered the mother of all
sins (Goral al-Hekam, 804). He also emphasized that “Oppression is a
destructive force” (Gorar al-Hekam, 6).
According
to universal liberation theology, the distinctive boundary between ‘us’ and
‘others’ is symbolically related to the concept of justice and injustice. ‘Us’
is globally inclusive and extends so that all people of the world can be
considered as insiders and members of the family of ‘truth’. Us is exclusive
only when it comes to oppressors who individually or collectively destroy the
‘right of the people’. According to Islamic liberation theology, in this
respect ‘one is equal to all and all are equal to one’. There is no difference
between males and females, black and white, poor and rich. Injustice is dreadful regardless of whether
it takes place against Muslims, Christians or even those who don’t believe in
God. Injustice is destructive no matter whether it is turned against poor or
rich; and all other factors, such as nationality, race, gender, social position
and anything else related to man’s status, are meaningless. That is why, from an Islamic theological
perspective, the only particularity that exists is that of ‘oppressed society’.
They are the chosen society which demands sympathy and the drive for
liberation.
The
applicability of universal liberation theology to Palestine
Colonialism
and the occupation of land by force is regarded as the most painful
deprivation. It was a political tradition in Europe that if a European state
had power, it should overwhelm others’ territory. That is why in the 1930s,
following almost five centuries of European overseas imperialist expansion,
colonies and ex-colonies covered about 85 percent of the land surface of globe.
Such a historical and geographical sweep makes generalizations impossible and
the theorization of the formation of colonialism—namely, how the political,
economic and cultural systems of Europe overpowered overseas
territories—disputable. The nature of colonialism varied enormously within and
among different European empires in different times (Dixon and Heffernan, 1991;
Loomba, 1998). The occupation of Palestine was the result of an ideological Zionist
global domination, which was stimulated by the British colonialist experience.
For nearly 50 years the Anglo-Jewish community sent mixed signals to successive
British governments about the land of Palestine as an ideal land for the
Anglo-Jewish community (Zakeim, 1999).
The
occupation of Palestine, overtly and covertly, is of particular global
significance because it stands as an example of new colonialism at the time of
general decolonization; it should be seen, therefore, as neocolonialism by force
and military action. Palestine has
become the central symbolic icon for oppression, deprivation and injustice. The
people of the land, deported unjustly with violence and force, became homeless
without any recompense. Palestinian refugees comprise 18 percent of all
refugees worldwide.
According
to Universal liberation theology, one can articulate the role of globalization
on the applicability of a liberation approach in the global level. We are
living in the age of globalization. Globalization is about more connectivity
and communication, rendering time and place almost meaningless. This means it does not matter where you are;
wherever you are, if you are liberated and seeking the liberation of all
abandoned, neglected and oppressed people, then you can be with them. Your hand can be with the Palestinians,
regardless of whether you are physically in Palestine or far away from the land
of resistance. Everywhere is Palestine and all people of the world can feel fellowship
with the community of Palestinians.
The
emergence of the second world (i.e. the virtual world) has given an instant
opportunity for resistance, for support and for opposition to oppression. Liberation Theology here means freedom from
all the barriers that caused the fragmentation of truth, and it provides a global platform for a
campaign for justice for all.
Palestine
is not only a tragic example of homelessness, it also provides a typical
example of poverty, life-insecurity,
health-insecurity and food-insecurity. Over a million Palestinians are
food-insecure, and another 975,000 are at risk of becoming so. This food
insecurity is caused primarily by Israel’s policy of closures of the occupied
territories and restrictions of movement, which have resulted in massive
increases in unemployment and underemployment (up to 30% in the West Bank and
40% in the Ghazzah Strip). (Source: Humanitarian Practice Network).
This
was a short review of the catastrophic story of Palestine, the agony of which
in the last fifty years has become increasingly damaging without any serious
improvement or prospect of a resolution.
Palestine is a land of disastrous effects on all age-groups, men and
women, infants and elders, infirm and disabled.
Homelessness and the lack of food can be seen a problem of a collectively
oppressed nation, which potentially can affect all human beings. Therefore if
one looks at the problem from the perspective of liberation theology, the
extent of oppression, the level of poverty and multiplicity of tragedy can
affect the ordinary lives of people all over the world. It is therefore appropriate to see Palestine
as a millennial symbol (Ameli, 2003); it is indicator of the global pain and
global struggle for human rights and human life.
Conclusion
According
to Universal Liberation Theology, the issue of Palestine cannot be resolved
unless world society collectively moves to change the situation. It seems there
is a positive desire to overcome the pain and injustice in the solidarity of
people against the ‘arena of power’—the
political and economic institutions that seek domination over people’s lives in
both the cultural and political arenas.
According
to liberation theology, injustice is the master force for all pains and
troubles in human society. Injustice is the main cause for all inequal
distinctions between ‘us’ and ‘others’.
Here we need to emphasis three central points.
The
first is that centrality of ‘self’ or ‘community’, or even a particular race,
nation or faith, is the main cause for all local and global challenges, and it
is indeed the most significant example of injustice in social life. Here self
not only reflects one person, but it can also express a collective ideology.
Self-centrism, community-centrism and ethnocentrism are major forces
for’injustice’ at the individual and social levels. The tragedy of Palestine is
the result of racism, religio-centrism and community-centrism, ie. Zionism.
Universal liberation theology’s emphasis, in contrast, is on ‘God-centrism’ and
the decentralization of ‘self’, ‘community’, nation and even particular
‘faith’. From an Islamic point of view, ‘selflessness’ is a central source of
establishment of ‘justice for all’ and reinforcement of the paradigm of ‘one is
equal to all and all are equal to one’. More broadly, community centrism is an
epistemological reason for the emergence of Americanism, Eurocentrism, Zionism
and all selfishness that is the main cause of the mass disintegration of human
society. So human rights should not only concentrate on individual and
objective cases, but should emphasise the social context which causes
destruction of ‘others’. If the genocide
of Palestinian children increases and the number of refugees explodes, if
Palestinians face serious threats to their lives because of food and health
issues, and yet there is no serious response, these are all the result of the
culture of self-centrism and community-centrism. In such a culture, the
oppressed people of Palestine can easily be ignored. In such an environment,
the poor children of Palestine, being Palestinian rather than (for example)
European or American, can simply be ignored, as the mass destruction in Iraq
has been ignored in sharp contrast to the reaction to the destruction in the US
on September 11, 2001. But universal
liberation theology views all life as important, no matter whose life it is,
because all are equal in terms of our right to life.
Social
injustice and social discrimination against individuals and nations are the
main causes for the extension of global injustices and conflict. In other
words, social discrimination against an individual creates the potential for
social discrimination against collective members of a society. So, as a part of
‘global conflict resolution’, a wise society should think of demolishing
injustice in all aspects and all levels.
Globalization
has played a important role in reinforcing ‘individuality’. Individuality here
means the ability to see, think and decide personally despite the dominant
social, political and economic norms of the society. Here the concept of mass industry and mass
culture is under serious question. The empowerment of individuality gradually
results in the emergence of a ‘community without a state’, a community that
feels responsibility for ‘oppressed society’.
As a result of this detachment from collective ideological positions
such as racism, and nationalism, we see the instinctive reaction of the masses
against injustice all around the world. For this community, boundaries between
‘us’ and ‘others’ become meaningless. All the oppressed, of whatever
nationality, religious order or social group, are considered as the ‘home
community’. Therefore they react to injustice anywhere, and they stand for the
rights of all. Here, extensive sympathy is and will be observable for support
of Palestinian and all oppressed peoples in the Muslim, Christian and Jewish
world. This sympathy is even applicable to those oppressed people who don’t
believe in any particular religion.
We
can be hopeful, therefore, that the construction of universal liberation
theology can reduce pain, suffering and oppression, or even, being optimistic,
that they can disappear from human society. Caring and compassion for others
become the central motivations for people around the world, without any gender,
racial, national and religious boundaries. We can hope to see the replacement
of ‘self’ and ‘community’ centrism by the realization of a ‘common message’ of
all divine religions which will stand
for the reduction or elimination of pain from human life and more focus on the
poor of society and oppressed people.
Bibliography
Ameli,
S. R. (2003), “Semiotic Understanding of Palestinian Movements versus Global
Exceptionalism: Euro-centrism and Americo-centrism”, in International
Conference on Jerusalem/Al-Quds: The City of Three Monotheistic Faiths and
Islamic Role. Paper is available on www.ihrc.org.
Berofsky,
B. (1995) Liberation from Self: A Theory of Personal Autonomy, Cambridge, Cambridge University Press.
Boff,
L. & Boff, C. (2004) Introducing Liberal Theology, Maryknoll & New
York, Orbis Books.
Cox,
H. (2005) Liberation Theology in Latin America and the Caribbean, Encarta
Reference Library Premium.
Deutscher,
I. (2002) “Gazing at the Disciplinary Bellybutton: A Review Essay on Liberation
Sociology”, Contemporary Sociology, vol. 31(4), pp. 379-382.
Dixon,
C. and Heffernan, M. (Eds) (1991) Colonialism and Development in the
Contemporary World, London: Mansell.
Dodson,
M. (1979) “Liberation Theology and Christian Radicalism in Contemporary Latin
America”, in Journal of Latin American Studies, vol. 11 (1), pp. 203-222.
Drummond,
W. F. (1955) Social Justice, USA, The Bruce Publishing Company.
Greenberg,
A. (2000), “The Church and the revitalization of politics and community”, in
Political Science Quarterly, vol. 115 (3): 377–394.
Grey,
M. (2004), “Feminist Theology: A Critical Theology of Liberation”, in C.
Rowland (ed.), The Cambridge Companion to Liberation Theology, Cambridge,
Cambridge University Press.
Gutierrez,
G, (1973), A Theology of Liberation, Maryknoll, New York, Orbis Books.
Gutierrez,
G. (1974), “Liberation theology and the proclamation”, in Claude Geffre and
Gustavo Gutierrez(eds.), The Mystical and Political Dimension of the
Gospel, Concilium Series 96. NewYork,
Herder and Herder.
Kee,
A. (1990), Marx and the Failure of Liberation Theology, London, SCM Press.
Kidd,
C. (1999), “Civil Theology and Church Establishments in Revolutionary America”,
in The Historical Journal, vol. 42(4), pp. 1007-1026.
Jeanrond,
W. G. (1992), “From Resistance to Liberation Theology: German Theologians and
the Non/Resistance to the National Socialist Regime”, in The Journal of Modern
History, vol. 64, pp. 187-203.
Levine,
D. H. (1990), “How Not to Understand Liberation Theology, Nicaragua, or Both”,
in Journal of Interamerican Studies and World Affairs, vol. 32(3), pp. 229-245.
Loomba,
A. (1998), Colonialism/Postcolonialism. London: Routledge.
Misztal,
B. & Shupe, A. eds. (1992), Religion and Politics in Comparative
Perspective: Review of Religious Fundamentalism in East and West, London,
Praeger Publisher.
Percy,
M. (1998), Power and the Church, Ecclesiology in an Age of Transition, London
and Washington, Cassell.
Pottenger,
J. R. (1989), The Political Theory of Liberation Theology: Towards a
Reconvergence of Social Values and Social Science, New York, State University
of New York Press.
Silvert,
K. (1967), Churches and States: the Religious Institution and Modernization,
New York, American Universities Field .
Smith,
B. (1978), The Catholic Church and Political Change in Chile, 1925-1975, PhD
dissertation, Yale University.
Wald,
K. D., Owcn, D. E. and Hill, S. S. (1988), “Churches as Political Communities”,
in The American Political Science Review, vol. 82(2), pp. 531-548.
Zakheim,
D. S. (1999), “The British Reaction to Zionism: 1895 to the 1990s”, in The
Round Table, no. 350, pp. 321-332.
http://www.muslimedia.com/pal-libtheology.htm