Niçin köktenci Müslümanlar iktidara gelemiyorlar? 2
Niçin köktenci Müslümanlar iktidara gelemiyorlar?
- 2 -
Volume 2, No. 2 May 1998 MERIA
(Middle East Review of International Affairs) journal
Emmanuel Sivan
Çev: Murat KAYACAN
3-Meclis
Şiddetin ölümle biten sonu ve dava İslamcıları sık sık
öncekine nazaran meclis tercihini daha fazla göz önünde bulundurmaya
yönlendiriyor. Parlementerizmi destekleyenler onun birçok faziletini
sayıyorlar. O onlara yasal reformları politika yapma şekillerini gündeme
getirmeye izin veriyor. Köktencilerin kalplerindeki (yani İslami eğitimdeki)
amaçlara yakın çareler buluyor. Parlementerizm muhalifleri birkaç argümanla
sert yanıt veriyorlar.
İlk olarak onlar ideolojik olarak ona karşıdırlar. Onlara
göre aşağılık Batı sarhoşluğu içindeki elitler için demokrasi bir değerdir. O,
toplumun sadakatsizliğe doğru gidişini durduramaz. Haydi dönemeci tersine
çevirelim. İnsanın egemenliği üzerine kurulan bir sistem ALLAH'ın hakimiyetine
olan İslam'ın bağına karşı işler. O en fazla bir araç olarak kabul edilebilir
fakat o üzücü bir şekilde başarısızlığa götürür.
İkinci olarak, "dini karakterli partiler"in
yasadışı olduğu Cezayir, Tunus ve Mısır gibi ülkelerde köktenciler tamamen
seçimden alıkonurlar ya da sadece hile ile bağımsız adaylar şeklinde ya da
başka bir parti ile ortak liste çıkarma şartıyla izin verilir. Onlar gönüllü
kuruluşların, meslek örgütlerinin, devlete bağlı olmayan camilerin ve vaizlerin
denetlenmesi nedeniyle dava faaliyetlerinin sürekli rahatsız edilmesine tabi
tutulurlar. Onların eylemcileri fikir ve seyahat özgürlüğünden faydalanamazlar.
Onlar keyfi araştırma ve göz altılarla karşı karşıyadırlar ya da hükümeti
kaybedebilirler.
Bu açıdan, Mısır ve Ürdün arasındaki fark ya da Tunus ve Fas
arasındaki fark sadece bir derecedir. Birçok İslamcı, Arap rejimlerinin en
iyimser bakışla askeri yönetimden demokrasiye geçiş dönemindeki bazı Latin
Amerika ülkelerinde uygulanan tarzdaki demokrasilere (democracia pactada)
benzediğini ileri sürerler. Bunlar sosyologların "kısmi inisiyatif"
dedikleri aşırı partilerin etkisini en aza indirmek ve kırsal ve tarımsal
sektörleri desteklemek için tasarlanmış seçme hakkını ve seçim yasasını
kapsayan siyasi rekabetin ortak kuralları üzerine inşa edilmiş demokrasilerdir.
Bunlar evreninin ikinci sıradaki kabine bakanlıklarıyla sonsuz bir şekilde kendini
tatmin etmek için muhalefetin istekli olduğunu varsaydığı meselelerdir. Bazı
dini örgütler, Barış İçin Sosyal Hareket bayrağı altında 1997'de seçimlere
giren Şeyh Nannah yönetimindeki Cezayir Müslüman Kardeşleri gibi sistem içinde
tutulabilecektir. Cezayir FIS'ı gibi diğerlerine, üyelerine belki bir gün
bireysel olarak iştirak etmeye izni verilebileceğine karşın faaliyet müsadesi
verilmeyecektir.
Üçüncüsü, şüpheciler hiçbir Arap muhalefetinin seçimler
yoluyla iktidarı hatta çoğunluğu elde edemediğini söylerler. Seçimle kazanma
hemen her yerde gerçekten kurcalanır. Ve bir partinin oyla iktidara gelmeye en
yakın olduğu bir örnekte Cezayir'deki 1991 Haziran seçimlerinde FIS çoğunluğu
elde ettiğinde ordu tarafından sonuçlar iptal edildi.
Dördüncü olarak İslamcıların parlamento oyununu oynamak için
göstermeye çok az şeyleri olduğunu söylerler ve hükümetin bir hata olduğu
kararına varırlar. Onların yasama ve politikadaki etkisi azdır. Sedat teknin
al-Şeria yasası (mevcut kanunların kaynağını İslam hukuku ile uyumu konusunda
düzenleme) çıkarmaya söz vermişti. Fakat Mısır Müslüman Kardeşleri bunu meclis
komisyonlarına bile getirmeyi beceremedi. Ürdün'de İslami Eylem Cephesi'nin
büyük bir bölümü (Müslüman Kardeşler) ne İsrail ile "şerir" barış antlaşmasının
imzalanmasını ne de İsrail devleti ile yakın bağların gelişmesini
engelleyebildi. Aynı durum Cemaat-i İslami (Sünni) ve Lübnan'daki Hizbullah
(Şii) milletvekilleri ve Kuveyt'teki, Bahreyn'deki ve Fas'taki benzerleri için
de doğrudur. Yemen'de Tecemmu el-Islah partisi hala Mayıs 1997 seçimlerindeki
mağlubiyetten ve sonradan hükümetten uzaklaştırılmasından dolayı acı çekiyor
Bunun da ötesinde İslami bir parti görünürdeki zor
başlangıcı geçtiğinde, çabalarının sık sık engellendiği küçük bakanlıklarla
idare etmek zorundadır. Sonuç olarak, söz konusu parti kendi seçmeni tarafından
ya bir hain ya da etkisiz diye inanılırlığını yitiriyor ve hükümetten
uzaklaştırılmasını müteakip seçimlerde oy kaybediyor. Bu 1993'te Ürdün'de,
1997'de Yemen'de oldu. Bunun da ötesinde septik düşünceyi destekleyen, sonuncu
fakat en küçük olanı, Necmeddin Erbakan'ın sonunda başbakan olmasına izin
verilmesi fakat attığı her adımda engellendiği ve iktidara geldikten bir yıl
sonra iktidarı bırakmaya zorlandığı Türkiye'deki durumdur.
Parlamenter adımlar daha çok ihtilaf çıkarır. Tunus'taki
Nahda hareketi içinde, kurucu Raşid el-Gannuşi (şu anda İngiltere'de sürgünde)
tarafından yönlendirilen bir azınlık hareketin platformunda bir değişiklik ve
demokrasiyi benimsemeyi talep etti. Terslenince rakip bir örgütü Tunus İslami
Cephesi'ni (FIT) kurdu. Mısır'daki Müslüman Kardeşlerin eylemcileri, Müslüman
Kardeşlerin liderliğinin muhalefetine rağmen parlamenter seçeneği destekleyen
yeni bir parti (medyatik ismiyle Vasat) kurmaya çalışıyorlar. Filistin
Haması'nın kurucusu Şeyh İmad el-Feluci, 1996 seçimlerinde yarışan muhalif
İslami Selamet Partisi'ni kurdu ve Arafat yönetimine katıldı.
Henüz bu doğru seçeneğin uzun süredir takip edildiği
ülkelerde şimdi o tartışmalı bir meseledir. Ürdün'de Müslüman Kardeşler,
liderlikte oy çokluğuyla orta ve aşağı seviyedeki militanların baskısı altında
Kasım 1997 seçimlerini boykot etme kararı aldı. Köktenci İslamcıların sorunları
sadece rejimlerden kaynaklanmıyor. Hatta Arap yönetici elit içindeki
demokrasiye geçişi destekleyen liberal elit bile toplumdaki en önemli muhalefet
gücü olan İran (veya Sudan) tarzında bir rejime geçişe götüren köktenci İslam'ın
antidemokratik yapısını dikkate almalıdırlar. Orta sınıf tarafından endişe
duyulan bu senaryo, demokrasinin yerini askeri yönetimin almasından kazanç elde
etme olasılığı olan Marksist-Leninist partilerin 1980'lerdeki Latin
Amerika'daki durumlarını anımsatıyor. Demokrasiyi kabul edip etmemek sadece
köktencilerin tecrübe ettiği büyük bir sorun değil birçok Arap yönetici eliti
için de büyük bir ilgi alanıdır.
Savunmacılığın Ötesinde
Köktenci çerçevedeki bazı özgür düşünürler son zamanlarda bu
açmaza çare buldular. Belki Lübnan'da yaşayan Kuzey Ürdünlü Hıristiyan mühtedi
olan Münir Şefik bunu büyük bir kavrayışla yaptı. Fetih hareketindeki uzun
aktiflik döneminden sonra Şefik, ulusçuluktan ve Marksizm'den vazgeçtiğine dair
yemin etti ve Müslüman ve büyük oranda okunan köktenci İslamcı bir düşünür
oldu. "Köktenci İslam korkuları yatıştırmak istiyorsa, politik bir süreç
oluşturur" Şefik devamla şöyle yazar: "O bir dönüşüm geçirmelidir yüz
değişikliği değil. O, tüm samimiyetiyle ve bir ilke olarak çoğulculuğu ve
(modern anlamda, Spinoza tarafından açıklanan) hoşgörüyü kabul etmelidir. Buna
her renk ve fikirden insanların temel insani ve medeni hakları kadar gücün
değişimi kavramını da ekler.
Şefik çok dürüstçe ideoloji ve pratik konusunda tekrar
düşünmeye davet eder. Sadece vitrin giysisi, savunmacı argümanlara başvurma işe
yaramaz diye uyarır.
İçinde şura (halife seçmek için danışma) ilkesini barındıran
İslam'ın demokrasiyle aynı olduğunu ileri süren argümanlar yeterli değildir.
Bir şey için, savunmacı yaklaşım tarihi olarak doğru değildir: Şura altın
dönemde bile nadiren uygulanmıştır ve hatta sadece ileri gelenleri kapsamıştır.
Diğer bir sebep, bu tür bir demagoji katı yöneticileri, onların şüpheli emniyet
birimlerini ya da liberal orta sınıflarını, İran, Afganistan ve Sudan
tecrübelerinden ve Müslüman köktenciliğinin şiddet imajı ile uzun süreli fikir
ayrılığından sonra asla ikna etmeyecektir.
Gereken der Şefik ve takipçileri, şura kavramını modern
çoğulcu değerlerle aşılamak için ciddi bir ictihad çabası (meşru yorum) dır.
Daha da öte bu değerler, daha kötü değilse günümüzde otokratik olan köktenci
İslam'ın iç yönetim tarzına enjekte edilmesi gerekir. Bu uzun bir yol. Bu
çizgilerde bir kısım yeniden düşünüş kabaca yapılmıştır fakat yapılacak çok şey
var daha. Şefik bunu itiraf eden ilk köktenci İslamcı olacak.
Bunun da ötesinde Şefik gibi sesler, şimdilik sessizler.
Parlamento seçeneğini tercih eden çoğu köktenci gruplar "şura demokrasiyle
eşittir" klişesini seslendirmekten memnunlar. onlar hile-i şeriyye ile
dini azınlıkların ya da ifade hürriyetinin agnostikleri, ateistleri ya da
ikonoklastik (sapkın) İslami doktrinleri kapsayıp kapsamayacağı konusunu
geçerler. Daha nöbet değişimini garanti eden hiçbir anayasal-siyasi teminat
getirmediler.
Tabi bunların hepsi, 1950'lerdeki Müslüman Kardeşler
şiddetinin olduğu günlere özlem duyan İslamcılara derin güvensizlik duyan
rejimleri ya a liberal kamuoyunu ikna etmek için yeterli değildir. 1980ler'deki
şura konusundaki en üretken yazar Hasan Turabi, günümüz Sudan rejiminin eli
kana bulaşmış bir lideri olmuştur. O, İslami saflardaki demokrasi taraftarı
sözcüler oldukları sanılanların güvenirliğine katkıda bulunmaz.
Sürgündeki Tunuslu lider Raşid el-Gannuşi birkaç yıl önce
demokrasiye dönüşümünü ilan etti. Sonra Nahda (Yeniden Doğuş) hareketini böldü,
bu konuda Neo-Destur Partisine karşı şiddet hareketinde yer aldığı geçmişi hala
zihinlerde tazedir. Onun samimiyetindeki şüpheler sadece despot Tunus
cumhurbaşkanı ve dalkavuklarından değil bununla birlikte cesur muhalefet gücü
Tunus İnsan Hakları Derneğinden de kaynaklanıyor. Mısır hükümeti Vasat
Partisi'ne yasal izin vermedi (konu hala temyizde) ve liberal düşünce, partinin
açıklanmış demokrasiye bağlılık sözüne inanma konusunda bölünmüş durumda.
Arapça konuşan köktenciler gibi fakirlerin iktidarı ele
geçirme ihtimalleri olabilir. Onları siyasi başarısızlığa mahkum etmek yanlış
olacaktır. Hatta onların günümüzdeki anti-demokratik zihin yapıları, tepeden
inmeci tercihleri, ekonomik ve siyasi çevredeki değişimlere bağlı olarak
yeniden hayata başlamayı sağlayabilir. İktidar hala, askeri bir mağlubiyetten
ortaya çıkan, rejim krizini takip eden ya da ekonomik durumun büyük ölçüde
kötüleşmesinden kaynaklanan mermiler ya da seçimler aracılığıyla, onların
ulaşabileceği bir menzildedir.
*Middle East Quarterly'nin izniyle tekrar basıldı. Emmanuel
Sivan'ın bu yazısı taraflı da olsa emperyalist bakış açısını yansıtması
açısından önemlidir.
Murat KAYACAN - 12.10.1999