Müslüman Davetçinin Özellikleri
Tevhid dini her zaman aynı biçimde
tebliğ edile gelmiştir ilk insandan bu yana temelde hiç
değişmediği ve aynı inanç ülkeleri üzerine
oturduğu için (Ünal, 113) tebliğ yöntemi de
büyük oranda benzerlik arz etmektedir. Yine bu bağlamda tüm
dönemlerde risalet karşıtı bir cephe oluştuğunu ve
adeta bu cephenin birbirlerine vasiyet etmişçesine benzer
tavırlar sergilediğini de söylemek mümkündür.[1] Müslüman
davetçilerin, insanları çağırdıkları
inanç sisteminin yükümlülüklerine katlanmaları
zorunludur. İnsanların bu inancı yalanlamalarına, bu
inanç uğruna kendilerine eziyet etmelerine sabretmelidirler.
Doğru ve güvenilir olduğu halde, insanın yalanlanması
gerçekten de insanın zoruna gider. Ama bu da peygamberliğin
gerektirdiği yükümlülüklerden birisidir. Bu
yüzden davet yükünü omuzlayanların sabırlı
olmaları, zorluklara katlanmaları kaçınılmazdır.
Kararlı olmaları ve direnmeleri zorunludur. Daveti tekrarlamaları,
yeniden anlatmaları gerekmektedir. Bu noktada Kur'an, Rasulullah
(s)’ı eğittiği gibi,[2] onun
ve diğer peygamberlerin şahsında Müslüman
davetçilere de yol göstermektedir.
Bu zorlu yolculuğun sorunlarını,
çözümlerini ve Müslüman bir davetçinin
niteliğini, daveti sırasında dikkat etmesi gerekenleri, geçtiğimiz
ay içinde şehit edilişinin 42. yılında rahmetle
andığımız Seyyid Kutub’un, Fî
Zilâli’l-Kur'an adlı eserinden yola çıkarak
ortaya koymaya çalışacağız. Davet ve davetçi
konusunun kapsamının geniş olması nedeniyle bu bahisle
ilişkili birkaç başlığı ele almakla
yetineceğiz.
A. Davet
sırasında sabır gösterme
Davetçilerin
karşılaştıkları problemler konusunda sabretmeleri
gerektiği yoksa görevlerini ihmal etmiş olacaklarına dair
Kur'anî vurgu, Hz. Yunus ile ilgili kıssada mevcuttur: O, Allah
tarafından bir şehre peygamber olarak gönderilir. Halkını
bir olan Allah'a kulluk etmeye çağırır.
Halk bu çağrıya olumsuz tepki gösterir. Karşı
çıkar. Bunun üzerine Hz. Yunus'un canı
sıkılır ve öfkelenerek onları terk eder. Onları
davet ederken karşı karşıya kaldığı
zorluklara sabretmez. Ve yüce Allah'ın yeryüzünü ona
dar etmeyeceğini sanır. “Yeryüzü geniştir,
şehirleri çoktur. Yeryüzünde birçok millet
yaşamaktadır. Bunlar davete olumsuz tepki gösterip
karşı çıkıyorlarsa, yüce Allah onu bir
diğer topluma gönderecektir.” diye düşünür.
Ancak bu düşüncesini onaylayan bir vahiy olmaksızın
–çağdaş davetçi açısından
baktığımızda vahyi dikkate almaksızın- oradan
ayrılır: “Zunnun'a (Yunus'a) gelince hani o öfke
içinde yurdundan ayrılırken artık bizim kendisini
sıkıntıya uğratmayacağımızı
sanmıştı. Fakat sonra karanlıklar içinde: ‘Senden
başka ilah yoktur, sen her türlü noksanlıktan
münezzehsin, ben gerçekten bir zalim oldum.’ diye bize
seslendi. Bunun üzerine duasını kabul ederek kendisini
içine düştüğü sıkıntıdan
kurtardık. İşte Müminleri böyle kurtarırız.”
(Enbiya 21: 87-88). Hz. Yunus peygamberliğin
yükümlülüklerine sabredememiş, milletinin
inanmaması yüzünden canı
sıkılmıştı. Davet sorumluluğunu bir kenara
bırakmış, öfkeyle bulunduğu yeri terk etmişti. Ne
var ki davetçiler; istedikleri kadar reddedilsinler,
yalanlansınlar, inatçılıkla, burun kıvırmakla
karşılaşsınlar; onların ruhların ıslah
olmasından, kalplerin olumlu tepki göstermesinden ümitlerini
kesmeleri doğru değildir.
Davetin yolu kolay ve tehlikesiz değildir.
Kalplerin davete olumlu karşılık vermeleri o kadar çabuk
ve rahat olmaz. Çünkü kalpler üzerine
çöreklenmiş yığınlarca ağırlık
vardır. Batılın, sapıklığın, gelenek ve
göreneklerin, düzen ve rejimlerin bir sürü
kalıntısı vardır. Bu kalıntıları, bu
artıkları bertaraf etmek, her türlü yolu deneyerek kalpleri
diriltmek, kalplerde uyarılmaya müsait bütün noktaları
uyarmak kaçınılmazdır. İletişimi
sağlayacak kanallara yüklenmek zorunludur. Sabredilir ve
ümitsizliğe düşülmezse, bu uyarıcı
dokunuşlardan biri hedefe varabilir.
Şu halde davetçi her türlü
şart ve ortamda görevini yapmalı, gerisini Allah'a
bırakmalıdır. İnsanları doğru yola iletmekse
Allah'ın elindedir (Bakara, 2: 142). Hiç kuşkusuz Hz. Yunus'un
Rabb'ine dönmesinde, zulmettiğini itiraf etmesinde, dava
adamları için üzerinde düşünülmesi gereken
ibret noktaları vardır. Kuşkusuz yüce Allah'ın Hz.
Yunus'a yönelik rahmeti ve onun karanlıklar içinde
pişmanlığını dile getirdiği duasına olumlu
karşılık vermesi Müslüman davetçiler
için de bir müjde niteliğindedir.
B. Davet ve
evren arasında ilişki kurma
Davetçi, inkârcıların
Allah'a ortak koşmakla, ne ağır ve ne iğrenç bir
suç işlediklerini gözler önüne serer. Bu
amaçla onları uçsuz bucaksız evren sahasında;
göklerde ve yeryüzünde; onların ona oranla
küçük ve önemsiz bir şey oldukları varlık âleminde
gezdirir. İnkâr ettikleri yüce Allah'ın egemenliğini
ve kudretini, bir parçası oldukları evrenin öz
yaratılışında kendilerine göstermek için bu
alanlarda dolaştırır onları. Bununla güdülen bir
amaç da onları, “kendilerini ve kişiliklerini
oldukça büyük ve önemli gördükleri dar ve
küçük bakış açısından”
kurtarmaktır. Bu sayede İslam davasına ve neden kendilerinin
değil de Hz. Muhammed (s)'in bu davayı omuzlamak üzere
seçildiğine dikkatlerini çekilmiş ve kendi toplumsal
statülerine ve çıkarlarına ne kadar düşkün
oldukları ortaya konmuş olacaktır.
Onların risalet karşıtı
bakış açıları, onları Hz. Muhammed (s)’in
kendilerine sunduğu, Kur'an'ın da ayrıntılı
biçimde açıkladığı büyük
gerçeğe dikkat etmekten alıkoyuyordu. Yeri göğü
birbirine bağlayan, her çağda yaşayan tüm
insanları bütünleştiren ve onların
zamanlarını, yerlerini ve şahıslarını aşan
ve tüm evrenin planı ile bütünleştiren büyük
gerçeğe bakmaktan ve onu algılamaktan alıkoyuyordu:
“De ki: ‘Siz mi yeryüzünü iki günde yaratana
nankörlük ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz? O âlemlerin
Rabbi’dir. Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Onda
bereketler yarattı ve orada rızıklarını arayanlar
için dört günde düzene koydu. Sonra duman halinde bulunan
göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: ‘İsteyerek
veya istemeyerek buyruğuma gelin.’ dedi. ‘İsteyerek
geldik.’ dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök
olmak üzere yerine koydu ve her göğün görevini
vahyetti. Yakın göğü ışıklarla donattık
ve bozulmaktan koruduk. İşte bu bilen, güçlü olan
Allah kanunudur.” (Fussilet, 41: 9-12).
C. Davette
fedakârlık gösterme
İnsan ruhunun yamukluğuna,
kaypaklığına, cahilliğine,
alışkanlıklarını her şeyin üstünde
tutma eğilimine, sapıklıkta olduğunu kendisine
yediremeyecek kadar burnu havada olmasına, ihtiraslarına ve
çıkarlarına düşkün oluşuna,
bütün insanların huzurunda eşit olduğu tek ilaha davet
hareketinin tehdit ettiği toplumsal statüsüne, kişisel
ayrıcalığına büyük önem vermesine
karşı Allah'a davet hareketini yürütmek için
davetçi gerekli fedakârlığı göstermelidir: “İnsanları
Allah'a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’
diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilikle
kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en
güzel bir tavırla sav. O zaman bakarsın ki seninle arasında
düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost
oluvermiştir. Bu haslete ancak sabredenler nail olur. Buna ancak
hayırda büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur. Şeytandan
gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa,
hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işiten ve
bilendir.” (Fussilet,41: 33-36). Evet bu olumsuz şartlarda davet
görevini yerine getirmek çok zor bir iştir. Ama aynı
zamanda büyük ve saygın bir görevdir. Şu halde
yeryüzünde söylenen en güzel söz Allah'ın dinine
davet amacı ile sarf edilen sözlerdir. Ancak sözleri
doğrulayan salih amelle birlikte; insanın kendi kişiliğine
yer vermediği Allah'a bütünüyle teslim olma durumu ile
birlikte. Bu durumda davet tamamen Allah'a özgü
kılınmış olur ve davetçinin
açıkça anlatıp duyurmaktan başka bir
etkinliği olamaz.
Bundan sonra davetçinin sözleri itirazla,
terbiyesizlikle ve inkârda inatlaşma ile karşılanırsa
bunda onun için bir sorumluluk yoktur. Çünkü o,
insanlara iyilik sunmaktadır, çünkü o yüce bir
makamdadır. Ondan başkası elbette kötülük ileri
sürecektir. Çünkü aşağılık bir
konumdadır.
Davetçi kötülüğe
kötülükle karşılık vermez. Çünkü
iyiliğin etkisi ile kötülüğün etkisi bir olmaz.
Nitekim değerleri de bir değildir. İnsanların
kötülüklerine karşı sabır göstermek,
hoşgörülü davranmak, nefsin isteklerinin üstüne
çıkmak serkeş ruhları uysallaştırır, yatıştırır,
onlara güven duygusunu verir. Düşmanlığı
dostluğa, serkeşliği uysallığa
dönüştürür.
Birçok durumda bu kuralın
doğruluğu ortaya çıkmıştır. Güzel bir
söz, yumuşak bir konuşma, kontrolünü kaybetmiş,
kızgın, öfkeli ve gururlu kişinin yüzünde beliren
tatlı bir tebessüm, heyecanı yumuşaklığa,
kızgınlığı sakinliğe
dönüştürür. Oysa karşıdakinin
davranışının aynısı ile karşılık
verilecek olursa heyecan, öfke, kibir ve azgınlık
gittikçe artar. En sonunda utanma diye bir şey kalmaz. Kontrol
kaybedilir ve günahlarla övünme başlar.
Şu da var ki, böyle bir
hoşgörü, kötülükle karşılık
vermeye gücü yettiği halde hoşgörülü
davranmayı, şefkat göstermeyi tercih eden büyük bir
kalp sahibi olmayı gerektirir. Hoşgörünün gereken
etkiyi gösterebilmesi için böyle bir güce sahip bulunmak gerekir.
Ta ki kötülük yapan kişi bu iyiliğin
zayıflıktan kaynaklandığını sanmasın.
Eğer karşıdaki kişinin zayıf olduğu için
böyle davrandığını fark ederse ona saygı
göstermez. Ve iyiliğin hiçbir yararı olmaz.
Ayrıca bu hoşgörü insanın
şahsına yönelik kötülüklerle
sınırlıdır. İnanç sistemine yönelik
saldırılara ve Müminleri bu inanç sisteminden
döndürme amaçlı baskılara karşı
hoşgörülü davranılamaz. Böyle bir durumda her
türlü savunma önlemi almak ve sonuna kadar direnmek gereklidir.
Ya da yüce Allah sorunu çözümleyene kadar inanca
bağlılıkta sabredilmelidir.
Bir insanın ulaştığı bir
derece; kötülüğü iyilikle savma, kin ve öfke gibi
dürtüleri yenip hoşgörülü davranma, nereye kadar
hoşgörülü davranılacağını, nereye kadar
kötülüğe iyilikle karşılık verileceğini
dengeleyebilme her insanın ulaşamadığı bir derecedir.
Çünkü böyle bir düzeye erişmek sabır
gerektirmektedir. Bu, aynı zamanda yüce Allah'ın
çalışıp da onu hak eden kullarına
bahşettiği bir lütuftur.
Öfke insana vesvese verir.
Kötülüklere karşı fazla sabretmeme veya
hoşgörülü davranmama isteğini uyandırır.
Dolayısıyla böyle bir durumda şeytandan Allah'a
sığınmak koruyuculuk işlevini görür. Şeytanın
öfkeyi istismar etmesini, bu gediği kullanıp insanın
duygularına etki etme amaçlı girişimlerini boşa
çıkarır. İnsan kalbini yaratan, onun giriş ve
çıkış noktalarını, gücünü ve
yeteneklerini, şeytanın hangi noktalardan onu kontrol altına
alacağını bilen yüce Allah, davetçinin kalbini
kızgınlığın tahrik edici etkisine,
dolayısıyla şeytanın vesvesesine karşı korur.
D. Daveti delil
üzerine bina etme
İslâm davetçisi, insanlara zarar
dokundurmaktan gerçekten kaçınmak istiyorsa ve onlara
yararlı olmayı amaçlıyorsa şu ayetin tavsiye
ettiği yöntemi takip etmelidir: “Rabbinden sana indirileni
tebliğ et! Bunu yapmazsan tebliğ görevini yapmamış
olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah, kâfirler
toplumunu doğru yola iletmez. De ki: Ey kitap ehli! Tevrat'ı,
İncil'i ve Rabbinizden size indirileni uygulamadıkça bir esas
üzerinde değilsiniz. Şüphesiz ki, Rabbinden sana indirilenler,
onların çoğunun azgınlığını ve
inkârını artıracaktır. Şu halde kâfir olan
bir toplum için üzülme!” (Maide, 5: 67-68). Karşısındakilerin
inanç açısından boşlukta olduklarını,
inandıkları ve hayatlarına yansıttıkları
yargıların asılsız ve eğri olduğunu
açık açık söylemelidir. Onları,
bağlı oldukları ve hayatlarında uyguladıkları
düşüncelerden tamamen farklı bir inanç ve
düşünce sistemine
çağırdığını belirtmelidir. Kendilerini
köklü bir değişime, uzak amaçlı bir
dönüşüme, uzun bir yolculuğa;
düşüncelerinde, sosyal kurumlarında, düzenlerinde ve
ahlâk sistemlerinde çok boyutlu bir başkalaşıma
çağırdığını peşinen
açıklamalıdır. Böylece insanlar davetçilerin
aydınlatıcı açıklamaları sayesinde benimsemeye
çağrıldıkları gerçekle aralarındaki
mesafeyi net olarak öğrenmelidir. Davetçi, Rasulullah (s)
gibi, doğruları anlatmaya önce en yakınlarına
başlamalıdır (Ünal, 113).
Bazı davetçiler, insanların
inandıkları ve pratik hayatlarında uyguladıkları bâtıl
ile benimsenmesine çağırdıkları hak arasındaki
köklü farklılığı, savundukları gerçek
ile karşılarındakilerin uyduğu eğrinin arasındaki
uçurumu belirtmekten kaçınırlar. Söz konusu davetçiler
ya içinde bulundukları özel şartların
baskısı ile ya da insanların hayat tarzlarının,
düşüncelerinin ve inançlarının kendilerine
dikte ettiği pratik realiteye ters düşmekten çekindikleri
için, bu tavizci yola başvururlar. Fakat onlar iyi bilmelidirler
ki, bu durumda karşılarındaki insanları aldatmış,
kayba uğratmış olurlar. Çünkü onlara,
kendilerinden ne yapmalarını istediklerini olduğu gibi
anlatmamışlardır. Üstelik yüce Allah'ın,
kendilerini duyurmakla görevlendirdiği gerçekleri insanlara
duyurmamış olurlar.
İnsanları yüce Allah'a
çağırırken gösterilmesi gereken yumuşaklık
davetçinin kullanacağı davet üslubunda
bulunmalıdır, yoksa duyurduğu gerçeğin
içeriğini yumuşatması
düşünülmemelidir.[3]
Gerçek; insanlara olduğu gibi, hiçbir
kısıntıya yeltenmeksizin, insanlara duyurulmalıdır.
Duyurmanın ve tanıtmanın üslubuna gelince, temelde etkili
olmaya ve tatlı öğüt vermeye özen gösterilmesi
gereken bu faaliyet, uygulamaya konduğu çevrenin ve zamanın
özel şartlarına uyarlanarak yürütülür.
Tüm insanların pratikleri, yüce
Allah'ın dinine dayanmadığı sürece hiçtir,
temelsizdir. Davetçinin görevi aynıdır, bu görevi ne
sapıkların kalabalıklığı ve ne de eğrilik
(batıl) yanlılarının şişkin
görünümü değiştirebilir. Çünkü
eğrilik kof bir sistir. Bu davanın ilk çağrısı,
nasıl o günün tüm yeryüzü halkına
inanç ve hayat biçimi bakımından bir hiç
olduklarını haykırarak işe başladı ise,
bugün de bu misyon sesinin olanca gürlüğü ile
ortalığı çınlatmaya devam etmelidir.
E. Davetin
yöntemini Kitabî kılma
Bir başkasının içine, kuvvet
kullanarak nüfuz edilemez ve oraya iman ekilemez. Bunun doğal yolu,
hikmet, güzel öğüt ve en güzel bir şekilde
tartışma şeklinde somutlaşan güzel sözdür
(Fadlullah, 200). Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber (s)
aracılığıyla Müslüman davetçilere bu
açıdan yol göstermektedir: “İnsanları
Rabbinin yoluna maharetli bir yöntemle ve güzel
öğütlerle çağır, onlarla üslupların
en güzel, en etkilisi ile tartış. Hiç şüphesiz
Rabbin, yolundan sapanları herkesten iyi bildiği gibi, doğru
yolda olanları da herkesten iyi bilir. Kâfirlere işkence
edecekseniz, onlara, vaktiyle size yapmış oldukları
işkencenin benzerini uygulayınız. Ama sabrederseniz bu tutum
sabredenler hesabına daha hayırlıdır. Sabret, sabretmeyi
ancak Allah'ın yardımı ile başarabilirsin; onlar
için üzülme, çevirdikleri entrikalar ve kurdukları
tuzaklar sakın canını sıkmasın. Çünkü
Allah kesinlikle kötülükten uzak duranlarla ve iyi
davranışlılarla beraberdir.” (Nahl, 16: 125-128). Bu
ayetlerin dikkati çektiği yöntemler şunlardır:
1.
Hikmet ile
davet etmek
Muhatapların durumlarını ve
şartlarını göz önünde bulundurmayı, her
defasında ne kadar anlatılmasının uygun geleceğine,
ağır gelmeyeceğine dikkat etmeyi, insanların bünyeleri
hazırlanmadan, onlara yükümlülükler
yağdırmamayı, onlara nasıl hitap edileceğini, iyi
seçmeyi, şartlara ve durumlara göre bu hitap yöntemlerini
ve yollarını çoğaltmayı, acelecilik,
duygusallık ve tepkisellikle işi zora koşup, bu konuların
hepsinde ve diğer konularda hikmetin sınırlarını
aşmamayı gerektirir.
2.
Güzel
öğütle davet etmek
Yumuşak şekilde kalplere girmeye,
tatlılıkla, duyguların derinliklerine inmeyi gereksizce azarlama
ve zorlamaya başvurmamayı icap ettirir. Bilgisizlikten veya iyi
niyetten kaynaklanmış olabilecek hataları yüze
vurmamayı, deşifre etmemeyi zorunlu kılar. Zira
öğüt vermedeki yumuşaklık, çoğu zaman katı
kalpleri bile doğru yola iletir, birbirinden nefret eden
gönülleri kaynaştırır. Neticede azarlama,
çıkışma ve rencide etmekten daha iyi sonuçlar
doğurur.
3.
Güzel
bir şekilde tartışmak
Muhatabın üzerine yüklenmeksizin, onu horlamaksızın
ve çirkin görmeksizin tartışmak gerekir. Böylece
muhatap, davetçinin amacının tartışmada
üstün gelmek olmadığına kesin kanaat getirmeli ve bunu
hissettirmelidir. Tek amacının gerçeğe ulaşmak
olduğunu anlamalıdır. İnsanların kendilerine
özgü bir gururu ve inadı vardır. Yumuşaklıkla
yanaşılmadıkça, savunduğu
düşüncesinden vazgeçmez ki, yenildiğini hissetmesin.
Tartışmada savunulan görüşün değeri ile
kişinin kendi onurunun değeri çabucak birbirine
karışır. Bu sefer görüşünden
vazgeçmeyi onurundan, saygınlığından ve
değerinden ödün vermek şeklinde değerlendirir. En
güzel biçimde tartışmak ise, bu hassas gurur duygusunu
garanti altına alır. Karşısındaki adamın kendi
kişiliğinin korunduğunu, değerinin ve onurunun garanti
altında olduğunu, davetçinin bir gerçeği dile
getirmekten, Allah için bu gerçeğe iletmekten başka
amacı olmadığını, kendi kişiliğini
güçlendirmek, görüşünü
sağlamlaştırmak ve muhatabının
görüşünü çürütmek için
çalışmadığını gözler önüne
serer.
Dil ile davet ve delillerle tartışma dairesi
dışına çıkılmadığı sürece, ayetin
muhtevasındaki davetin metodu ve ilkeleri bunlardır.
F. Davetin
engellenmesi karşısındaki tavır
İnkârcılar, davetçileri
baskı altına alarak risalet mesajını engelleme yoluna
gitmektedirler. Bunun bir örneği, Hz. Nuh’un kavminin, onun
risaletine karşı tavrında somutlaşmaktadır: “Onlardan önce Nuh'un kavmi de
yalanladı, hem de kulumuzun yalancı olduğunda ısrar ederek:
O, delirdi, dediler. Ve (Nuh,
davetten vazgeçmeye) zorlandı.” (Kamer 54: 9).
Toplumu; Nuh’u, -Hz. Muhammed (s)’i
müşriklerin yalanladıkları gibi- yalanlamışlar
“O bir delidir.” demişlerdi. Hanımı da hainlik ediyor
ona deli diyordu (İbnu Teymiyye, IV: 349). Nuh peygamber baskı
altındaydı. Baskı; Hz. Nuh’a deli deme,
küfürlerle tehdit etme, kötü sözler söyleyerek
kovma şeklindeydi (Taberî, XIII/2: 121).[4] Onlar
Hz. Nuh’un tebliğini ve uyarısını güç
kullanarak engellemeye çalışmışlardı (Kâsımî,
XV: 5597).
Davet edenlere saldırı
yapıldığında yani sıcak bir savaşta ise, hakkın
onurunu korumak, bâtılın
üstünlüğünü bertaraf etmek için
aynısı ile karşılık vermek gerekir. Burada da
karşı saldırıya geçerken sınırlar
aşılmamalı, iş aşırılıklara (sözgelimi
bâtıl için Müslümanlarla savaşıp
ölenlerin organlarını kesmeye) varmamalıdır.
İslâm, adalet ve itidal dinidir. Barış ve saldırmazlığı
öngörür. Kendisini ve Müslümanları
saldırılardan korur. Fakat kendisi saldırganlık yapmaz. Bu
ilke, davetin ilkelerinden uzak değildir. Hatta onun bir
parçasıdır. Davayı, adalet ve doğal
şartları içinde savunmak, onun onurunu ve şerefini korur.
Dolayısıyla dava insanların gözünde basite inmez. Zira
onuru ayakaltına alınmış bir davaya kimse bağlanmaz.
Ve onun Allah'ın davası olduğuna güvenemez.
Çünkü yüce Allah, davasını kendisini dahi
savunamayacak derecede ayakaltına bırakmaz. Müminler Allah'a
davet ettikleri halde, güç ve kuvvetin tamamı Allah'a ait
olduğu halde, zulmü ve zilleti kabullenmezler.
İslâm kısas ilkesini kabul etmekle
birlikte, Kur'an-ı Kerim sabretmeye ve bağışlamaya
teşvik etmektedir. Müslümanlar kötülüğü
önleyebilecek ve düşmanı durdurabilecek güçte
oldukları zaman, bazı durumlarda suçluyu
bağışlamak ve sabretmek daha derin etki bırakabilir ve
davanın geleceği açısından daha yararlı
olabilir. Davanın geleceği sabretmeyi ve
bağışlamayı gerektiriyorsa, artık
şahısların bir önemi kalmaz. Fakat bağışlama
ve sabretme Allah'ın davasını aşağılayacak ve
zarara uğratacaksa, bu durumda birinci ilke olan kısası
yürürlüğe koymak daha önemlidir.
Sabır tepkisel çıkışlara
karşı direnmeyi, duyguları kontrol altına almayı ve
fıtratı tanımayı gerektirdiğinden, Kur'an-ı Kerim
onu doğrudan Allah'a bağlamakta ve sonunun güzelliğine
dikkat çekmektedir. Müslüman davetçi, bazen
sabrının denenmesi için eziyete uğrar, Rabbine
karşı beslediği güvenin sınanması için
beklediği ilahi yardım gecikebilir fakat her şeye rağmen
sonunda zafer bellidir. İşte Allah'ın belirlediği
şekilde Allah yoluna çağrının ilkeleri bunlardır.
Bu yolu izlemekle insanlar Allah'ın da söz verdiği
biçimde zaferi garantilemiş olurlar. Allah'tan daha doğru
sözlü kim vardır?
Sonuç
Müslüman davetçiler,
karşılaştıkları zorluklar karşısında
sabretmeli, davet ve içinde yaşadığımız evrenin
ayetleri arasında irtibat kurup tebliğini zenginleştirmeli,
fedakârlıkta bulunarak fiili tebliğini ön plana
çıkarmalı, delile dayanmayan bir tebliğ biçiminden
uzak durmalı, davetin yönteminin Kitabî olmasına özen
göstermeli ve davetin engellenmesi konusunda duyarlılık
göstermeli ve onurlu tavır elden bırakılmamalıdırlar.
Onların, yeryüzünü ıslah
görevini yerine getirmeleri için değiştirmeleri gereken vehimleri
tespit etmeleri ve peygamberlere karşı gelenlerin psikolojik
durumlarını bilmeleri gerekir. Toplumların rasullere
karşı aldıkları tavrı bilmek, insanın
görüşünü, teorik ve pratik bilgisini geliştirir.
Böylece davetçiler daha öncekilerin
düştüğü hatalara düşmez. Onlara
karşı mücadele ederken ihtiyaç duyduğu kendine
güven duygusunu güçlendirir. Çünkü önceki
davetçilerin üslubunu, kullandıkları yöntemleri ve
risalet karşıtı tavırları bilen kimsenin durumu,
olayların nereden kaynaklandığını bilmeyen kimsenin
durumu gibi değildir.
Kaynakça
Fadlullah, Muhammed Hüseyin, İslâm
ve Kuvvetin Mantığı, (çev: Vahdettin İnce),
Yöneliş Yay., İst., 1997.
İbnu Teymiyye, Takıyuddin el-Harrannî Ebu’l-Abbas, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviye,
Müessesetü Kurtuba, 1406 (h).
Kâsımî,
Muhammed Cemâlu’d-Din,
Mehâsinu’t-Te’vil, 17 c., Daru İhyai
Kütübi’l-Arabiye, Kahire, ts.
Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı
Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
_______, Kur'an’ın Hz. Peygamber’i
Eğitmesi, Ekin Yay., İst., 2007.
Taberî, Muhammed bin Cerir, Câmiu'l-Beyan an Te’vîli
Âyi’l-Kur'an, 15 c., Daru'l Fikr, Beyrut, 1995.
Ünal, Ali, Mekke Rasullerin Yolu, 7. bs., Pınar Yay.,
İst., 1999.
[1] “Onlardan öncekilere de herhangi bir peygamber gelince, onun hakkında da mutlaka: "Bir sihirbazdır veya bir delidir." dediler. Onlar birbirlerine bunu mu vasiyet mi ettiler? Hayır, onlar azgın bir kavimdir.” Zariyat, 51: 51-53. inkârcıların peygamberlere gösterdikleri ortak tavırlar hakkında bir inceleme için bkz. Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
[2] Kur'an-ı Kerim’in Hz. Muhammed (s)’i bir davetçi olarak nasıl yetiştirdiğine ve ona davet sırasında hangi yöntemleri tavsiye ettiğine dair bkz. Kayacan, Murat, Kur'an’ın Hz. Peygamber’i Eğitmesi, Ekin Yay., İst., 2007.
[3] Kutub’un dikkati çektiği bu üslubu içeren ayet şudur: “Varın da ona (Firavun’a) yumuşak söz söyleyin; olur ki, öğüt dinler, yahut korkar.” (Taha, 20: 44).
[4] Taberî’nin ona baskı yapmalarına oradan kovarak çıkarmaya çalışmalarını da dahil etmesi Şuara 26: 116 ayeti ile uyum içindedir.