Mısır Cihad hareketlerine içeriden bakış
Mısır
Cihad hareketlerine içeriden bakış
Cihad örgütü eski lideri Abdulmuneym Münib, Ceylan Halavi’ye hapishane
yıllarını ve geleceğe dair umutlarını anlattı.
Mısır, yıllardır
Mısırlılar ve turistler üzerinde yıkıcı bir etki bırakmış olan Müslüman militan
grupların üyelerince planlanan dehşet verici saldırılardan acı çekti. Kimse bir
sonraki saldırının ne zaman ve kime karşı yapılacağını bilmiyordu.
Saldırılardan doğrudan zarar görmüş olanlar üzerinde saldırıların etkileri çoğu
kere trajikti ve ekonomideki etkisi ise birçok kimsenin işsiz kalmasında ve
düşen gelirleriyle hayatta kalmaya çalışan ailelerde kendisini gösterdi.
Şiddet helezonu
1981’de Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat’ın suikastle öldürülmesiyle başladı ve
1997’de Luksor’da turistlere yönelik dehşet verici bir saldırıyla 58 kişinin
öldürüldüğünde zirveye çıktı. Tehditle karşılaşmada ilk savunma hattı güvenlik
kuvvetlerinin, sıfır toleranslı stratejisiydi. Onlar şiddet içeren herhangi bir
teşebbüse demir yumrukla cevap verme politikasını benimsemişlerdi. 1981’den bu
yana olağanüstü hal uygulamasını tam olarak yürürlükte tuttular ve İçişleri
Bakanlığı da terörist gruplarda yer aldığı şüphesi taşıyan herkesi sıkı takibe
aldı. Mısır’ın en militan gruplarıyla (Cemaat-i İslâmî ve Cihad) bağlantısı
olduğundan şüphelenilenler askerî mahkemelerde yargılandılar. Maddî
kaynaklarını kurutma niyetiyle mal varlıkları donduruldu. Grupların ülke içi
iletişim kanalları kesildi ve liderleri sürgün edildi. Milli Güvenliğe tehdit
olduğundan şüphelenilen herkes uzun yıllar süren gözaltıları hesaba katmalıydı.
1990’lara kadar
aşırılık yanlısı grupların saf dışı kalmasında sivil toplum etkisi söz
konusuydu. Öyle ki, sakallı adamlar örtülü (nikab)
hanımlar potansiyel teröristler olarak damgalandı. 1997 katliamının ardından gelgitler
yaşandı. Üyeleri ve liderleriyle aşırılık yanlısı gruplar stratejilerini gözden
geçirmeye başladılar. Silahlı mücadele yıllarının ardından, şiddeti bırakan ve
barışçıl araçlarla hedeflerine ulaşmaya çalışan liderleriyle durumlarını gözden
geçirmeye başladılar.
Silahları bırakma
çağrılarına olumlu cevap vermelerine rağmen şüpheyle karşılandılar: Her şeyin
ötesinde gözden geçirilmiş ideolojinin ardındaki kimseler tutuklulardan
oluşuyordu ve halk onları harekete geçiren unsurlar ve amaçları konusunda doğal
olarak şüphe içindeydi. Basın açısından da bu tür çağrıların samimiliğini kabul
etmek mümkün değildi. Siyasi tutuklulara ulaşmak katı sınırlar içinde mümkündü
ve daha önceleri liderlik yapmış olanların çoğu basına mülakat vermek konusunda
isteksizdi ya da kendilerine sessiz kalmaları tavsiye edilmişti.
el-Ahram’ın
4 saat süren bir röportaj yaptığı Abdulmuneym Münib şu anda 43 yaşında. 16
yaşındayken Sedat’ın suikastle öldürülmesinin ardından iki yıl hapis cezası
aldı. Ardından da 1993 Şubat’ına kadar kâh içeride kâh dışarıda bir hayat
sürdü. Hapishane yıllarında iki kez askerî mahkemeye çıkarıldı. İlk olarak
1993’teki Talaa el Feth (Fetih Grubu)
davası ve ardından ikinci kez 1999’da basın tarafından Arnavutluk’tan Dönenler
diye adlandırılan davada. Mahkeme tarafından aklanmasına rağmen tutukluluğu
sürdü. Her iki davada da rejimi yıkmaya çalışan Cihad adlı terörist grubun
kurulmasına yadımcı olmak ve onu yönetmekle suçlandı. Bu suçlamaların cezası
idamdı.
Çoğu zaman Münib
genellikle uzun süre tutuklu kalmakla ilişkilendirilen travmadan kendini
kurtarmış bir kimse izlenimi verse de sakinliğine rağmen endişeli gülüşü demir
parmaklıklar arkasındaki o karanlık yıllara dönüş korkusunu yansıtıyor. Bu
izlenimi önceki düşüncelerine dair sorulara verdiği karmaşık cevaplar
destekliyor. “Olan oldu, hayatımın sayfalarını çevir ve barışçıl bir yaşamın
yeni bir fırsatını yakalamaya çalış.” diyen Münib, net bir şekle kararlılığını
sürdürmektedir.
Röportajın hiçbir
yerinde, Cihad’ın bir üyesi, bir lideri olarak herhangi bir soruya cevap
vermedi: Kabul ettiği şey uzun yıllar yaşadığı hapishane hayatının onun kardeşlerine daha da yakınlaşmasına izin
vermesi. İslâmcılar bu kardeş terimini birbirleri için kullanıyorlar. Hiç eli
silah tutmamış olsa da onunla yaptığımız röportajın ona Cihad hareketinin bir
üyesi ya da lideri olduğunu söylemek zorunda olduğumuzu ifade ettiğimizde
itiraz etmedi.
Münib etkili bir
hatip, böyle bir yeteneği olan bir kimse için ise iyi bir dinleyici. Gençlik
yıllarında Gazze’nin Harem mahallesinde yaşadı. Burası Sedat’ın suikaste
öldürülmesindeki rolleri nedeniyle hâlâ hapiste olan Cihad’ın önde gelen
şahsiyetleri (amca çocukları) Tarık ve Abud ed-Dumur’un da memleketiydi.
Yetişkinlik öncesi dönemde Münib, Dumurların
vaaz verdikleri camiye giderdi. O, siyasi görüşleri henüz netleşmemiş bir
yaşta, karizmatik cami imamlarının etkisine açıktı ve Münib, onların ektikleri
tohumlar için mümbit bir zemindi.
1970’li yılların
başında Cihad grubu, saflarına yeni üyeler katarken on yıl geçmeden örgütün
lider kadrosu kurmayı istedikleri İslâm Devleti’nin ancak darbe ile tesis
edilebileceğine karar verdi. Sedat’ın suikastle öldürümesi ve şiddetin
tırmanması nedeniyle “Başka bir yol görünmüyordu.” diyor Münib. “Her zaman
siyaset bilimi okumak istedim ne var ki, siyasete bir kapı aralar ümidiyle
ancak Tarih Bölümüne kaydolabibldim.” diye de ekliyor.
Münib 1990’da
mezun olduktan sonra görüşlerini yaymak ve onların destek görmesini sağlamak
için uygun bir araç olduğunu düşündüğü gazetecilikte kariyer yapmaya odaklandı.
Etkisini yitiren Liberal Parti’nin Hakikat
adlı gazetesinde 6 ay çalıştıktan sonra da İşçi İslâmcı (Labour Islamist)
Muhalefetin sözcüsü durumundaki eş-Şa’b gazetesinde
görev yaptı. eş-Şa’b gazetesinin
başyazarı Adil Hüseyin (ö. 2001) 1994’te son kez hapse girdi. Rejimin indinde
bu gazete uzun süre üst rütbeli subaylara karşı düzenli kampanyalar yürüten,
onları yolsuzluk ve ABD’ye ve İsrail’e hizmet etmekle suçlayan bir
çıbanbaşıydı. Bu gazetenin Mayıs 2000’deki son kampanyası dine hakaret içerikli
gördüğü bir romana karşıydı ve bu kampanya sonucunda Ezher’de binlerce öğrenci
şiddet yanlısı gösteriler düzenledi. Siyasi partilerle ilgili mahkeme bu
gazeteyi kapattı ve kamuoyunu rahatsız eden İşçi Partisinin faaliyetlerini
dondurdu. Bu karar hâlâ yürürlüktedir.
Münib Londra’da
yayınlanan el-Arab ve İslâmî eğilimli
Milli Demokratik Parti tarafından yayınlanan ve İslâmî konularla ilgilenen
okuyuculara yönelik haftalık el-Livâu’l-İslâm’a
da katkıda bulunmuştur. Münib,
1993’teki tutuklanmasının ardından kendisini hapishaneye götüren polis memuru
tarafından sadece bir kez kendisine şiddete karşı olup olmadığının sorulduğunu
söyledi. “Polise şiddetin tüm şekillerine karşı olduğumu söyledim ve o soru 7
Ekim 2002’ye kadar bana sorulan ilk ve son soruydu. Bu arada hücreye kondum.
Hapishanedeki herkes belli bir İslâmî grubun üyesi değildi. Yine de aynı
travmvayı paylaşmamız ve duvar saatinin etrafında ağır hapishane koşulları
altında yaşıyor olmamız bizi bir aile kılıyordu.”
Mısır’daki
hapishane koşulları yıllardır yerli ve uluslar arası insan hakları örgütlerinin
ilgi alanı içinde olmuştur ve defalarca Mısır’dan sicilini temizlemesi
istenmiştir. İnsan hakları örgütleri; yayınlanan raporlarıyla, düzenli bir
şekilde mahkûmlara kötü muameleye ve yiyecekten mahrum bırakmaya, tıbbî
tedaviye imkân sağlanmamasına, ziyaretlere izin verilmemesine her şeyden önce
de işkenceye karşı çıkıyor görünmektedir. Bu türden ihlallerın son zamanlarda
bazılarınca rapor edilmesi ihlalleri azaltmak içindir. Ne var ki, Mısır’ın imza
koyduğu uluslarası anlaşmalarda bulunan mahkûmların hakları konusundki
yükümlülüklerini yerine getirmesinde uzun bir mesafe katetmesi gerekmediğini
pek az kimse ileri sürebilir.
Bununla birlikte,
1990’ların sonlarına doğru durum yavaş yavaş iyileşmeye başlamıştır. Münib yıllarca
hücre hapsinde kaldı. Orada dış dünyayla iletişim kurmanın tüm imkânlarından
mahrumdu. “Yalnızken düşünmek için bol fırsatım oldu. Oyunu ve eğlencesiyle
hayat kendimize yaklaşmamızı ve sahip olduğumuz potansiyeli keşfetmeyi
engelliyor. Acayipliklere karşı canlı kalabilmek bana çok şey öğretti.”
Yeni bin yıldaki
(barışçıl) eğilimlere uygun olarak ve ayrıca el-Cemaatu’l-İslâmiyye’nin ateşkes
adımını müteakiben İslâmcı mahkûmların hapishane şartları yavaş yavaş
iyileşmeye başladı ve onlara birbirleriyle etkileşim içine girme izni verildi.
Peki, (İslâmcıların) aniden şiddetten vazgeçmelerinin nedeni neydi?
“Birtakım gruplar
ideolojilerini gözden geçirdi çünkü şiddetin olumlu bir getirisinin olmadığını
fark ettiler. Şiddete başvurarak ne hedeflerine (İslâm devleti kurma)
ulaşabilecek, ne şiddetin cemaat
üyelerine bir faydası olacak ve ne de onlara daha büyük bir çevreye açılma
imkânı sunacaktı. Bu çevreler, devrimci bir cemaatin ne kadar güçlü olursa
olsun özellikle kitle desteği olmadığı sürece rejime kıyasla zaafa uğrayacağını
fark etmeye başladılar. Ardından da revizyonlar geldi.” diyor Münib. O,
hapishane arkadaşlarıyla tartışmaları sırasında “kardeşlerin” çoğundaki
ideolojik durgunluk ve körü körüne itaat eden kişilerin cehaleti nedeniyle bazı
kereler şaşkınlığa uğradı.
Münib: “Genç nesil
kendi dillerinde konuşan, onların zihni ve duygusal ilgilerine hitap eden
kimseleri dinleyecek. Yeni nesle hitap ederken onların hayatlarını
şekillendiren siyasi ve toplumsal etkenler üzerinde yoğunlaşmamız gerekiyor.
Gençler bir gün hayallerinin gerçekleşeceği umuduna, gelecekte kendilerini
güvende hissetmeye ve sadece teoride değil pratikte de liderlerinin onların
iyiliği konusunda endişelere sahip olduğuna inanmaya gereksinim duyuyorlar.
Siyasi olarak da değişimin hile, şiddet ve eşkıyalıkla değil özgür ve adil
seçimler aracılığıyla olabileceğine inanmaları gerekiyor. Onları buna ikna
etmek için kapıyı diyaloga açık tutmalı ve durgunluktan ya da şiddetten ziyade
ideolojik olgunluğa taşıyacak ifade hürriyetine ve tartışmalara izin
vermeliyiz.”
Münib artık özgür
bir kimse olarak gazetecilik yapmaya başladı ve İslâmî hareket konulu kitaplar
yazmak istiyor. Ne yazık ki, aldığı tekliflerin çoğu hapishanedeki işkenceleri
yazma konusunda. “İnsanların, problemlerimizden uzak olduğunu hissediyoruz.
İşkence hakkında yazmak isemiyoruz. Daha önemli konular var. Tutukluların ve
yakınlarının psikolojik ve sosyal refahı hakkında yazdığım bir blog kurdum.
Mahkûmlar da insandır. Hapishane dışındakiler onların içinde bulunduğu kötü duruma
ne zaman son verecekler? Siz hapishanede hayat nasıl geçiyor sanıyorsunuz?”
Blogunun yanında
Münib, ed-Düstûr adlı bağımsız
gazetede Çarşamba günleri köşe yazısı kaleme alıyor ve sesinin duyulacağı daha
fazla kanal bulma ve fikirlerini ifade etme ümidi taşıyor. Hapishanede uzun
süre kaldıktan sonra altı aydır özgür olmasına rağmen Kahire’de kendisine bir
yol çizmekte zorlanıyor. On beş yıl önce diyor, Kahire daha az kirli, maddeci
ve kaotik idi. Ve Münib hâlâ İslâmî bir devlet yönetimi hayalini sürdürse de en
büyük endişesi tekrar hapishanenin karanlığı tecrübesini yaşamama garantisine
sahip olmak.
Al-Ahram
Weekly Online
Çev:
Murat Kayacan
Bu
çeviri Haksöz dergisinin 205. Sayısında (Nisan 2008) yayınlanmıştır).
The inward eye
An
ex-Jihad leader tells Jailan
Halawi of his years of imprisonment and future hopes
For years Egypt
suffered terrifying attacks planned by members of Islamic militant groups that
had a devastating impact on both Egyptians and foreign visitors. No one knew
when the next attack would be launched, or what its target would be. For those
directly caught up in the attacks the effects were often tragic, and their
impact on the economy left many individuals jobless and families struggling to
survive on dwindling incomes.
The spiral of
violence began with the assassination of Egypt's then president, Anwar
El-Sadat, in 1981 and reached a floodtide in 1997 when 58 people were killed
during a horrific attack on tourists in Luxor. The first line of defence was
the security apparatus which, in facing down the threat, adopted a strategy of
zero-tolerance, meeting any attempt at violence with an iron glove policy.
Security forces made full use of the state of emergency in effect since 1981,
and the Interior Ministry pursued any suspicion of involvement in terrorist
groups zealously. Anyone suspected of ties to Egypt's most militant groups,
Al-Gamaa Al-Islamiya and Jihad, were tried before military tribunals. Assets
were frozen in an attempt to dry up sources of funding, channels of communication
were cut between the groups' domestic and expatriate leaders, and anyone
suspected of posing a threat to national security could expect long years of
detention.
By the late 1990s
civil society was playing a growing role in the denunciation of extremist
groups, to the extent that men with beards and women wearing the niqab
were often stigmatised as potential terrorists. Following the 1997 massacre the
tide appeared finally to turn. With many members and the leaders of extremist
groups either dead or behind bars, the groups began to rethink their strategy.
After holding onto their arms for years they began to revise their positions,
with incarcerated leaders renouncing violence and vowing to henceforth pursue
their goals by peaceful means.
The calls to lay
down arms, though welcome, were often met with suspicion: the men behind the
revised ideology were, after all, detainees, and the public was naturally
sceptical of their motives and aims. Nor was it possible for journalists to
assess the sincerity of such calls: access to political detainees is strictly
limited, and many former leaders who had been released were reluctant to speak
to the press, or else had been advised to remain silent.
For five hours, Al-Ahram
Weekly interviewed Abdel-Moneim Moneeb, a 43-year- old man who was first
detained for two years at the age of 16, in the immediate aftermath of Sadat's
assassination, and who was subsequently in and out of prison until February
1993 when he was re-arrested and held in detention until 1 August 2007. During
the years of incarceration he was twice referred to military courts, first in
the Talaa Al-Fath, or Vanguards of Conquest, case of 1993, and then
again, in 1999, in
a second case dubbed by the press The Returnees from Albania. Though cleared by
the court he remained in detention. In both cases he faced charges of helping
establish and lead a terrorist group, Jihad, that sought to overthrow the
regime. They are charges that could carry a capital sentence.
Although much of
the time Moneeb gives the impression of someone who has freed himself of the
traumas generally associated with long periods of detention, his apprehensive
smile, though calm, belies a fear of returning to those dark years behind bars.
It is an impression reinforced by his elusive replies to questions about his
former beliefs. Moneeb, clearly, is someone determined, as he says, to
"let bygones be bygones, turn the page on a certain phase of my life and
seek a new opportunity for a peaceful life."
At no point in the
interview does he reply to any question addressing his role as a member, let
alone a leader, of Jihad: what he does concede is that the long years of
imprisonment allowed him to grow closer to "the brothers", a term
Islamists use to refer to one another. And when it is suggested that the
article based on the interview would have to include a reference to him as a
member/ leader of Jihad, albeit one who never held a gun, he makes no
objection.
Moneeb is a
persuasive speaker and, unusual for someone with such a talent, a good
listener. In his teenage years he lived in the Haram district in Giza, a
neighbourhood that was also home to two leading Jihad figures, Tarek and Abboud
El-Zomor, paternal cousins who are still serving jail terms for their role in
president Sadat's assassination. During his early years Moneeb frequented the
mosque where the Zomors preached. As a young man whose political views were yet
to be shaped he was susceptible to the influence of his charismatic mosque
preachers and proved a fertile ground for the ideas they were sowing.
While the Jihad
group had been recruiting members to its ranks since the early 1970s it was not
until a decade later that its leadership decided that the Islamic State they
wanted would only be achieved through a coup d'état. "Change by any other
means was deemed impossible," says Moneeb, hence the Sadat assassination
and consequent escalation of violence.
"I always
wanted to study politics yet with my record of being in and out of prison the
closest I could come was to enrol in the Faculty of History, which I believe
could be a door into politics," he notes.
After graduating
in 1990 Moneeb embarked on a career in journalism, which he thought would be a
suitable vehicle for the dissemination and promotion of his views. He worked
for six months at Al-Haqiqa (The Truth), a newspaper issued by the
decaying Liberal Party. He later joined Al-Shaab, mouthpiece of the
Labour Islamist opposition. Adel Hussein, Al-Shaab 's editor-in- chief
who died in March 2001, had himself been imprisoned, the last time in 1994. The
paper had long been a thorn in the side of the regime, launching regular
campaigns against senior officials and accusing them of corruption and
subservience to Washington and Israel. Its last campaign, in May 2000, was against
a novel it judged blasphemous, and resulted in thousands of Al-Azhar students
staging violent demonstrations. The political parties tribunfal then decided to
close down the paper and freeze the activities of the Labour Party for inciting
public opinion, a judgement that is still in force.
Moneeb also
contributed to the London- based Al-Arab (The Arabs) and the Islamic-
oriented weekly, Al-Lewaa Al-Islami (The Islamic Banner), published by
the National Democratic Party and targeting readers interested in Islamic
issues.
Moneeb recounts
that following his arrest in 1993 he was asked only once, and then by a police
officer in the vehicle that was taking him to prison, whether he was for or
against violence.
"I told him
that I was against violence in all its forms, and that was the first and last
time nobody asked me anything until 7 October 2002. Meanwhile I was kept in
isolation. Not everyone in jail is a member of specific Islamic groups. Some
are relatives or friends of members, others vague sympathisers with these
groups. Yet by sharing the same trauma and living together under tough prison
conditions around the clock we became family."
Prison conditions
have been of concern to domestic and international human rights groups for
years, and Egypt has been repeatedly urged to improve its record. Reports
issued by human rights groups regularly appear condemning the harsh treatment
of prisoners and practices that include deprivation of food, refusal of medical
treatment, visits and, above all, torture. While such violations are reported
by some to have decreased recently few would argue that Egypt does not have a
long way to go before it matches its obligations in the treatment of prisoners
contained in the international treaties to which it is a signatory.
However, such
conditions gradually started improving by the late 1990s, which reportedly had
its positive outcome.
For years Moneeb
suffered repeated solitary confinement, deprived of all form of communication
with the outside world.
"In my
solitude I had ample of time to reflect. I realised that life with its
distractions hinders us from getting closer to ourselves and discovering the
potential we possess. Staying alive against the odds taught me a lot."
Coinciding with
the new millennium, and following Al-Gamaa Al-Islamiya's ceasefire initiative,
prison conditions for Islamist prisoners began gradually to improve and they
were allowed to interact more with one another.
But how did the
sudden renunciation of violence come about?
"Some groups
revised their ideologies because they realised that violence could not have a
positive outcome. It would not help them attain their goal [of establishing an
Islamic state] nor would it benefit the group's members or wider society. They
began to realise that no matter how powerful a revolutionary group might be its
strength paled in comparison to that of the regime especially when
[revolutionary groups] lack mass support. Hence the revisions," says
Moneeb.
During discussions
with fellow inmates he was sometimes taken aback by the ideological stagnation
in which many of "the brothers" were mired, and the ignorance of
others who followed blindly.
"The
young," he explained, "will only listen to those who speak in their
language, who succeed in addressing their mental and emotional concerns. When
we speak to the younger generation we need to stay focussed on the political
and social factors that colour their lives. The young need hope that one day
their dreams might come true. They need to feel confidence in the future and
believe that their leaders are concerned with their well being not only in
theory but in practice. Politically they need to believe that change can happen
through free and fair elections, not through rigging, violence and thuggery. In
order to convince them of this we must open the door to dialogue and allow free
expression and debates that will lead to ideological maturity rather than
stagnation and violence."
Now that he is a
free man Moneeb has once again taken up a journalistic career and hopes to write
books about the Islamic movement. Unfortunately, he says, most of the offers he
has received are to write about torture in prison.
"We feel that
people are isolated from our problems. We don't want to write about torture,
there are many issues that are more important. I have established my own blog
where I write about the psychological and social welfare of detainees and the
day-to-day impact of their incarceration on their own life and that of heir
families. Prisoners are human beings. When those outside prison suffer to make
ends meet how do you think people in jail manage?"
Beside his blog
Moneeb writes a weekly article that appears on Wednesday in the independent Al-Dostour
newspaper and hopes to find more channels through which his voice can be heard
and his ideas expressed.
After six months
of freedom he still finds it difficult to find his way around Cairo after so
many years in prison. Fifteen years ago, he says, Cairo was less polluted, less
materialistic and less chaotic. And while his dream remains to live in an
Islamic state, his most practical concern is to ensure he never again
experiences the darkness of prison.
C a p t i o n :
Abdel-Moneim Moneeb
©
Copyright Al-Ahram Weekly. All rights reserved
Al-Ahram
Weekly Online : Located at: http://weekly.ahram.org.eg/2008/883/eg6.htm