Lübnan’da Selefi Cihadiliğin Tehlikeli Mezhebçi Yükselişi
Lübnan’da Selefi Cihadiliğin
Tehlikeli Mezhebçi Yükselişi
Son birkaç aydır, kuzey Lübnan liman
şehri Tripoli’de ülkenin kırılgan toplumsal dengesi açısından tehlikeli olan mezhepçi
selefi şiddetin üzücü yükselişi söz konusu. Halil Fadl bu yazısında, Lübnanlı
Süniler arasında bu eğilimin mazisini ve potansiyelini ele almaktadır.
Crescent dergisi Eylül 2008
13 Ağustos’ta kuzey liman kenti
Tripoli’de askerleri taşıyan bir otobüsü hedef alan bir bomba, Lübnan’da Selefi
Cihadi şiddetin ulaştığı düzeyi gösteriydu. Tripoli’deki mezhebî çatışmalardan
aylar sonraki olay, çok sayıda insanın hayatına mal olan ülke içi şiddetin
altını çiziyordu. Elli altmış yıldır uykuda olan Lübnan’daki Selefilik, son
birkaç yıldır canlandı. Bu canlanma ülke içi tüm kesimleri etkileyebilecek mezhepçi
gerilimi ve iç ihtilafları tetikledi.
Patlama, on tanesi izne ayrılmış
asker olmak üzere en az on iki kişinin ölümüne ve elli kişinin de yaralanmasına
yol açtı. Tripoli’nin yoğun ticari merkezinde işlek saatlerde meydana gelen
bombalama eylemini üstlenen olmadıysa da, kuvvetle muhtemel failler, geçen sene
Tripoli’nin dokuz km kuzeyindeki Nehru’l-Barid Filistin mülteci kampında
orduyla yaklaşık bir ay süren savaşta uğradığı bozgunun intikamını almak için
saldırı düzenlediğine inanılan Fethu’l-İslâm grubunun Selefi Cihadi üyeleri ya
da sempatizanlarıydı. Patlama; Batı destekli politikaları destekleyen Sünni
milislerle, Hizbullah öncülüğündeki muhalefeti destekleyen Suriye yanlısı Alevi
azınlık milisleri arasındaki şiddeti engelleme amaçlı Tripoli’de oluşturulmuş
askeri birlikte bulunan askerlerin kullandığı bir otobüs durağının yanına
bırakılan bir buçuk kg patlayıcı yerleştirilmiş bir çantayla gerçekleştirildi.
Bu olaydan bir hafta önce, Tripoli’de ve Sidon şehrinin güneyinde Selefi
gruplar, mezhepçi şiddet nedeniyle ordu tarafından gözaltına alınan Selefilerin
serbest bırakılmalarını talep etmek için şiddet içerikli gösteriler
düzenlediler.
Geniş bir “camiler, hayır
organizasyonları, okullar ve kültür kulüpler” ağıyla Tripolitan Selefiliğin görünümü
hareketli ve parçalıdır. Bunların bazılarının Beyrut ve Sidon gibi şehirlerde
kolları vardır. Tripoli Selefilerinin bölünerek çoğalmalarının nedeni, birleşik
bir yapıya sahip olmamaları ya da kanatları altındaki birçok bölünmüş ve
hücrelere ayrılmış Selefi grupları bir araya getirebilecek ortak bir liderlik
çatısından yoksun olmalarıdır. Bu eğilimler, sayısı artan Selefi grupları
destekleyen değişik dış çevrelerce de körüklenmektedir. Destek bazen özel bazen
de hükümet düzeyinde olmaktadır. Sözgelimi, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar’ın
çeşitli Selefi gruplara yüklü miktarda yardımı söz konusudur.
Selefilik ilk
çıkışını, 1940’lı yılların ortalarında Tripoli’de, mahalli bir alim olan Şeyh
Salim eş-Şahhal’ın Suudi Arabistan’a kısa bir ziyarette bulunup dönmesinin
ardından Müslüman Gençler adında ilk selefi grubu kurmasıyla yaptı. 1950’li
yılların sonlarında, örgüt adını Cemaat Müslümanlardır (al-Jama‘ah Muslimun) şeklinde değiştirdi. Şeyh
Salim’e imam olarak biat eden üyeleri; Cebhetu’l-Ameli’l-İslâmî örgütünün
başkanı Fethi Yeken, Hareketü’t-Tevhidi’l-İslâmiyye’nin kurucusu ve önceki
lideri Said Şaban, merhum Şeyh Bedr Şandar ve Şeyh Ekrem Hudur gibi ülkedeki
Sünni aktivizmde daha sonra önemli bir role sahip olmuş aktivistleri de
kapsamaktadır. Grubun etkisi Akar, Minye, Diniye ve diğer kuzey mıntıkalarda
kendini gösterdi. Grubun önceki dönemdeki üyeleri uygulanabilir uzun vadeli bir
hedef olarak bir İslâm devleti kurmayı amaçlayan el-Cemaatu’l-İslâmiyye’nin ve
bir İhvanî grubun 1964 yılında oluşturulmasında önemli bir role sahipti. Grubun
kurucuları arasında; selefilerce etkisiz kılınmış bir yoldaş olan Yeken ve
merhum Muhammed Ömer ed-Dawq tarafından 1951 yılında gerçekte İhvan-ı
Müslimin’in Lübnan kolu olarak kurulan el-Cemaatu İbadi’r-Rahman olarak bilinen
küçük bir hayır ve eğitim grubundan olan Müslüman aktivistler vardı.
1975’te ülkede iç savaşın patlak
vermesinin ardından, Tripoli’deki Selefiler yarı ciddi bir şekilde silahlı bir
milis grup oluşturma fikrini benimsedi. 1976’da Şahhal Nuvatu’l-Ceyşi’l-İslâmî
diye bilinen silahlı bir örgüt kurdu. Bu örgüt, iç savaş sırasında marijinal
bir role sahipti. Aynı dönemde, eğitsel ve sosyal hizmet vurgusunu ön plana
çıkaran İslâmi Grub’un çözülmesiyle, askeri eylemleri de içeren daha radikal
bir aktivizm yöntemine bağlı bir sürü parçalı grup ortaya çıktı. Bu parçalı
gruplardan üçü –merhum Halil Akkavi tarafından yönetilen el-Mukavametu’ş-Şa’biyye,
Dr. İsmet Murad’ın emirliğindeki Hareketu Lübnan el-Arabi ve Şeyh Fevvaz
Hüseyin Ağa’nın yönettiği Cündullah- 1982’de merhum Şeyh Şaban’ın yönetiminde İslami
Birlik Hareketi’ini (İBH) kurmak için merhum Şeyh Ali Mir’ib tarafından
yönlendirilen çok sayıda cami derneğiyle bütünleşti.
Tripoli’deki Selefilerin çalışma
yöntemine genelde; dinî eğitim, hayır-hasenat ve sosyal hizmet vurgusu hakimdi.
Şaban’ın karizmatik öncülüğünde, eylem için yanıp tutuşan birçok Selefi genç,
1983-1984’teki bir dizi silahlı çatışma sonucu Suriye destekli solcu
milislerden Tripoli kentine hakim olmayı başarabilen İBH’nin silahlı eyemlerine
kanalize edildi. Ne var ki, diğer aşır Selefiler kendilerini Şaban’dan uzak
tuttular çünkü onun İran ile yakın ilişkileri vardı. İBH safları, müteveffa
cumhurbaşkanı Hafız Esed yönetimi tarafından 1982 Şubat’ında Suriye’nin Hama
kentindeki silahlı ayaklanmanın bastırılmasının ardından Tripoli’ye sığınmak
isteyen İhvan-ı Müslimin’in Suriye kanadından üst düzey eğitim almış kimseleri
de kapsıyordu. 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgalinin ardından ilişkileri dibe
vuran İBH ve Yasir Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü arasında bir ittifak
kuruldu. Bundan dolayı 1985 sonbaharında Suriyeli askerler Tripoli’ye girdi,
İBH’nin kentteki sanal mini devletine son verdi. Bu, Suriye karşıtı Sünni
İslâmi aktivizmi baskı altına almayı amaçlayan sert yöntemlerin uygulandığı,
demir yumruklu Suriye yönetiminin olduğu bir dönemde oldu.
Siyasi aktivistler Suriye hükümetinin
baskı makinelerinin darbelerine katlanırken, küçük Selefi gruplara eylemlerini
rahatlıkla ve özgürce yapabilecekleri ortamlar sunuldu. Çünkü onlar Suriyeliler
için bir tehdit niteliğinde görünmüyorlardı. Onlar büsbütün siyaset dışı bir
görüşe bağlıydılar ve politikadan uzak durdular. Suriye-Suudi Arabistan
uzlaşması, bu selefileri korunaklı kıldı ki çoğu Suriye’nin demir yumruğundan
onları koruyan Suudi krallığıyla yakın bağlarını sürdürüyordu. Gerçekte,
azımsanmayacak sayıda Tripoli’nin Selefi âlim ve aktivistleri Suudi
Arabistan’da dinin Vehhabi yorumunu öğrendi. 1970’li yılların ortalarındaki iç
savaşın başlamasından sonra, yüzlerce Lübnanlı ve Filistinli öğrenci Suudi
krallığının baş müftüsü Abdullah b. Baz ile yakın ilişkilerini muhafaza eden Şahhal
tarafından ayarlanan burslarla Suudi üniversitelerinde İslâmi konularda eğitim
aldı.
Tripoli’deki Selefiler ve Lübnan
iktidarı arasındaki ateşkes; el-Ahbaş diye bilinen Eşariliği, Maturidiliği ve
Sufiliği birleştirip ona göre bir inanç sistemi oluşturan ve “siyasal İslâm’a
karşı Sufi tepki” olarak lanse edilen, Suriye destekli anti-Selefi Sünni
militan bir grup olan “İslâmi Hayırhah Projeler Derneği’nin lideri Şeyh Nizaru’l-Halebi’nin
1995’te suikaste uğramasıyla aniden sona erdi. Halebi, Sidon şehrinin
varoşlarındaki Aynu’l-Hılva Filistin mülteci kampı merkezli Usbatu’l-Ensar
adıyla bilinen Selefi Cihadi bir grubun üyesi suikastçiler tarafından vuruldu.
Suikastın ardından, Lübnan yönetimi ülkedeki Selefileri hedef alan bir gözaltı
rüzgârı estirdi. Çok sayıda Selefi, Tripoli ve diğer kuzey Lübnan kentlerinde
terör saldırıları düzenleme suçlamasıyla gözaltına alındı. Tutuklananlar
arasında yasaklanmış olan Hidayet ve İhsan Derneği’nin kurucusu (Şeyh Salim’in
oğlu) Daiu’l-İslâm da vardı. İsyana teşvik edici bildiriler dağıtmakla suçlanan
sekiz Selefi hariç tutulursa, gözaltına alınanlar daha sonra serbest bırakıldı.
Fakat sıkı tedbirler, genelde ülke
çapında, özelde de Lübnan’ın kuzey kısmındaki selefi aktivizmin yeraltı
faaliyetlerini engelleyemedi. 1999 Yeni Yıl Arefesi’nde, bir Lübnan ordu
devriyesine Tripoli’nin doğsundaki dağlık Diniye bölgesinde kurulan pusu, yirmi
Selefi Cihadi Müslümanın ve on bir askerin hayatını kaybetmesine neden olan
silahlı çatışmalara yol açtı. Militanlar, Ebu Ayşa takma adıyla bilinen Sovyet
karşıtı Afgan cihadının bir gazisi olan Bessem Ahmed Kanj tarafından 1998’de
kurulmuş olan Selefi bir Cihadi grubun üyeleriydi. Alınan Selefi karşıtı tedbirler
bağlamında çok sayıda Selefi kuşatılarak yakalandı. Bu, hakkında iddianame
hazırlanan Daiu’l-İslâm’ı gizlenmeye zorladı.
2003’te ABD öncülüğündeki Irak işgali
ve getirdikleri, yeraltındaki silahlı Selefi grupların Lübnan’ı Irak’ta
savaşmak için bir eğitim ve eleman toplama yeri olara kullandıklarını
göstermektedir. Lübnanlı Selefi şebekeler Arap Cihadilerin özellikle de Suudi
olanlarının Irak’a geçişlerini sağlıyordu. Lübnanlı yöneticiler başta “Irak’taki
ABD ordusunun varlığını sarsmak” olmak üzere birçok sebeple bu faaliyetlere
kayıtsız kaldılar. Aralarında çok sayıda Lübnanlı Selefinin olduğu Irak’a giden
kimseler arasında, Eylül 2004’teki ABD hava saldırısında hayatını kaybedene
kadar Mezopotamya’daki el-Kaide Örgütü’nün Ürdünlü lideri Ebu Musab ez-Zerkavi’nin
sağ kolu olup Ebu Muhammed el-Lübnani olarak bilinen Mustafa Derviş Ramazan
gibi Arap Cihadi isyancılar da vardı. Birbiri ardınca gelen bu gelişmelerde,
Tripoli’deki Selefilerin saflarında güçlü bir tekfirci hattın ortaya çıktığını
gösteren işaretler vardı. Aşağılayıcı “Rafızi” ve “Safevi” etiketlerinin
kullanımı türünden Saddam’ın iktitardan düşmesinin ardından yaygınlık kazanan
mezhepçi söylemden alınan terminoloji revaç bulmaya başladı.
Nisan 2005’te Suriye askerlerinin
Lübnan’dan ayrılması, Lübnanlı Selefiler için bir dönüm noktası oldu. Onların
kamusal hayatta yerlerini almalarına elverişli görülmemiş bir özgürlük dönemi
başladı. Selefi âlimler takipçilerini Müstakbel Akım (Future Current) adaylarının
seçim kampanyalarına destek olmaya çağırdı ve bu hareketin bir üyesi olan
başbakan Fuad es-Sinyora hükümetiyle birlikte “Bırakınız yapsınlar, bırakınız
geçsinler” (live-and-let-live) anlayışını
tercih ettiler. Lübnanlı Selefiler ülke içinde saldırılar düzenlemekten uzak
durdukları ve faaliyetlerini Irak’a ve dünyanın diğer (cihad) bölgelerine
lojistik destek ve eleman göndermeyle sınırladıkları sürece, Lübnanlı yöneticiler tarafından pek az
müdahaleyle karşılaşıyorlardı. Geçen yıl Fethu’l-İslâm savaşçılarıyla devlet
güçleri arasında Nehru’l-Barid’de çıkan çatışmalar iktdarın ülke içinde silahlı
faaliyetlere müsamaha göstermeyeceğinin sinyallerini veriyordu.
Selefiler, Batı destekli Senyora
hükümetiyle Suriye ve İslâmî İran’ın arkasında olduğu Hizbullah destekli
muhalefet arasındaki artan kutuplaşmadan da nemalandılar. Hizbullah’ın
yükselişine karşı koymak gayretiyle, Müstakbel Akım’ın lideri Hariri,
Selefiliğin güçlü olduğu bölgelede taşra halkının desteğini almak için rakipsiz
servetini kulandı. Hariri’nin maddi desteğine karşılık, Selefi vaizler, şedid
Şia karşıtı söylemlerini Hizbullah’a karşı, Sünni halkı harekete geçirmek için
kullandılar. Selefilerden fışkıran mezhepçi zehir merhametsiz, uzlaşmasızdır ve
özellikle Sünni-Şii kardeşliğinde dehşet verici bir erozyona katkı
sağlamaktadır. Bu durum kendisini, Tripoli şehrinin çoğunlukla Alevi Cebel
Muhsin ve ekseriyetle Sünni Babu’t-Tebbane mahallelerindeki nükseden
çatışmalarda göstermektedir.
Tripoli’deki mezhepçi Selefi
saldırganlık, genelde Lübnanlı Sünnilerin özelde de Tripoli gibi banliyölerde
yaşayanların artan korkusu ve düş kırıklığından kaynaklanmaktadır. Lübnan’ın
ikinci büyük kenti Tripoli’nin ekonomik potansiyeli 1920’de Lübnan devletinin
kurulmasıyla bir darbe yedi. Suriye’nin iç kesimlerini Tripoli limanıyla
bağlayan geleneksel güzergâh boyunca ticaret azaldı ve komşu Akkar bölgesindeki
kırsal kesimde Sünni topluluğun durumunun 20-30 yıldır önemsenmeyişi Lübnan’ın
kuzeyindeki Sünniler arasında “yoksul bırakıldıkları ve marijinalleştirildikleri”
şeklindeki hisleri besledi. Tripoli’de Selefiliğin kaleleri; UNICEF’in verdiği
rakamlara göre, çocuk işçilerin bol olduğu, örgün eğitimi terk edenlerin
oranının yaklaşık %80’leri bulduğu Babu’t-Tibane, el-Kubbe, Babu’r-Reml,
Eskişehir (ya da el-Esvak) ve Ebu Semra’dır. Bu sıkıntılı durumun ortaya
çıkmasında; berbat derecedeki yolsuzluğun, fuhşun, aşırı Selefi söylemin burukluğunun
ve son çeyrek yüzyılda köklerini bulan “onlar”a karşı dargörüşlü “biz” ve basit
genellemelerle dolu dünya görüşünün mevcudiyeti göz ardı edilemez. Söz konusu
yer camilerde, evlerde çalışma gruplarına ders veren yeni nesil Suudi
Arabistan’da eğitim görmüş Selefi vaizlerin; çoğunlukla okullarını terk etmiş,
işsiz ve yarı okumuş esnaf ve zanaatkârlardan oluşan sosyo-ekonomik merdivenin
en alt basamağındaki kesimler arasından dinleyici buldukları bir yerdir.
Irak’taki dindaşları gibi, bir hayli
çeşitliliğe sahip ülkede bir azınlık olan Lübnanlı Sünniler kendilerini geniş
Sünni-Arap denizinin bir bölümü olarak görmektedir. 1920’de modern Lübnan
Devleti’nin kurulmasından bu yana, Sünniler büsbütün Arapçı olmuşlardır. Arap
birliği idealine bağlılık Lübnanlı Sünni ve Şiileri bir araya getiren bir
köprüdür. Mahalli, popülist ve yabancı düşmanlığı eğilimiyle Tripoli’de
Selefiliğin yayılması, bu cemaatler arası işbirliği geleneğinin etkisini
kırmaktadır. Selefiler, Suriye karşıtı taşkınlığı teşvik etmek için Sünni
İslâmcı aktivistlerin arasına serpiştirilmiş mahalli menkıbecilerini kullandı.
Suriye’nin somut bir şer olduğu imajı, Selefiliği sapkınlık olarak gören Alevi
azınlığın hükmettiği Suriye rejimi gerçeğinden beslendi.
İslâm Dünyasının başka yelerinde
olduğu gibi Lübnan’da da Selefilik ile mezhepçilik arasında doğrudan bir
irtibat yoktur. İslâm Devriminin ardından İran’a desteği nedeniyle Selefiler
tarafından sert eleştirilerde bulunulan Tripoli’deki Şeyh Şaban’ın oynadığı rol
buna örnektir. Ne var ki, bazı Selefilerin ve Selefi örgütlerin mezhepçi
eğilimi ve özelde Şia karşıtlıkları Lübnan gibi Şii çoğunluğa ve etkin bir Şii
tandanslı İslâmi harekete sahip ülkede özellikle talihsiz ve tehlikelidir.
Hizbullah, içinde Ahbaş gibi hasseten Selefi olmayan grupların da olduğu birçok
Sünni’den destek alsa da, aşırı Selefi mezhepçilik Tripoli Selefiliği içinde
mantığın sesini kesmeye eğilimlidir. Hizbullah ile şehirdeki çok sayıda Selefi
grup arasında İslâmi grupların herhangi birinin diğerine saldırmasını ve
mezhepçi kışkırtmaları lanetleyen son “karşılıklı anlayış tezkeresi” imzalandıktan
bir gün sonra 18 Ağustos’ta kimisi Hariri tarafından kışkırtılan Selefi
muhaliflerin eleştirileri nedeniyle rafa kaldırldı. İmzalanan metne karşı çıkan
Şeyh Daiu’l-İslâm onu “Hizbullah ve Şii kesimi destekleyen medya hışırtısı”
olarak mahkûm etti.
Irak’taki el-Kaide örgütünün azalan gücüyle, Irak’ın
karanlık bulutlarının Lübnan’a yöneldiğine dair göstergeler var. Irak’tan
ayrılan Arap Cihadilerin Tripoli ve Aynu’l-Hilva dahil ülkedeki Selefi
kalelerine sızdıkları rapor edilmekte. Irak’taki korkunç kayıtlarından yola
çıkarak bu elemanların, sadece Tripoli’nin sosyal dokusunu parçalayabilecek
nihilistik bir şiddet dalgası ve Lübnan’daki İsrail karşıtı zaferi gölgeleme
etkisi getirebileceği rahatlıkla söylenebilir.
The dangerous emergence of sectarian salafi jihadism in Lebanon
In recent months, there has been a
worrying rise in violent salafi sectarianism in the
northern Lebanese port-city of Tripoli, a dangerous new development in the
country’s delicate communal balance.
KHALIL FADL discusses the background and potential of this trend among
Lebanese Sunnis.
Crescent Sep. 2008
The roadside bomb on August 13 that
targeted a bus carrying soldiers in the northern port city of Tripoli
highlighted the potential for a new level of violence from the salafi jihadist activities in
Lebanon. After months of sectarian
clashes in Tripoli, the incident also underlined the importance of containing the inter-communal violence that has cost scores of
lives. Having lain mostly dormant for
decades, salafism in Lebanon has been invigorated in
the past few years, fuelling sectarian tensions and internal fissures that could
have lasting consequences for all the communities involved.
The explosion killed at least twelve people, ten of
them off-duty soldiers, and wounded more than 50 others. Although no one immediately claimed
responsibility for the bombing, which took place during the rush hour in
Tripoli’s busy commercial district, the most likely culprits are salafi jihadist members or sympathisers of the Fath al-Islam
group, who are believed to have carried out the attack to avenge their defeat
in a months-long battle against the army in Nahr
al-Bared Palestinian refugee camp, some 9 kilometres
(five miles) north of Tripoli, last year.
The explosion, which was caused by 3 pounds of explosive
placed in a bag near a bus stop where soldiers often gather, occurred in an army
crackdown in Tripoli against violence between Sunni militiamen supporting the
country’s pro-Western political bloc, and pro-Syrian minority 'Alawite militiamen backing the Hizbullah-led
opposition. In the week preceding the
bombing, salafi groups in Tripoli and the southern
city of Sidon staged boisterous demonstrations to
demand the release of salafists detained by the
military because of their involvement in sectarian violence.
The landscape of Tripolitan
salafism is fluid and fragmented, consisting of a
multitude of groups which operate a dense network of mosques, charitable organisations, schools and cultural clubs. Some of these have branches in other cities,
such as Beirut and Sidon. The fissiparous tendencies within Tripoli’s salafis are rooted in the lack of a unified structure or common leadership
that might bring the many segmented and proliferating salafi
groups under their wing. These
tendencies are exacerbated by the multiple sources of outside funding for the
growing number of salafi outfits. Funding from private, and possibly
governmental, sources in various Arab countries, such as Saudi Arabia, Kuwait
and Qatar, has been pouring into the coffers of various salafi
factions.
Salafism made its debut in Tripoli in the
mid-1940s, when Shaykh Salem al-Shahhal,
a local ‘alim who died in July, founded the first salafi group in the country, named Shabab
Muhammad (“the youths of Muhammad”), upon his return from a trip to Saudi
Arabia. In the late 1950s, the group was
renamed al-Jama‘ah Muslimun
(“the group are Muslims”). Its members,
who made a pact of allegiance (bay‘ah) to Shaykh Salem as the group’s Emir, included activists who
later played a prominent role in Sunni Islamic activism in the country, such as
Fathi Yakan, chairman of
the Jabhat al-‘Amal al-Islami (“the Islamic action front”); the late Shaykh Sa‘id Sha‘aban,
founder and former Emir of the Harakat al-Tawhid al-Islamiyyah (“the
Islamic Unification Movement”); the late Shaykh Badr Shandar, and the late Shaykh Akram Khudur. The group’s influence spread in Akkar, Minyeh, Dinniyyeh and other northern districts. In the 1960s the group appears to have been
wracked by internal defections. Former
members of the group played a role in the formation in 1964 of al-Jama ah al-Islamiyyah (“the
Islamic group”), an Ikhwani group that regarded the
establishment of an Islamic state as a viable long-term goal. Among the founders of the group were Yakan, fellow disaffected former salafis,
and other Islamic activists from a small charity and educational group known as
Jama‘at ‘Ibad al-Rahman (“the association of the worshippers of the
Merciful”), which was actually the Ikhwan al-Muslimeen’s branch in Lebanon, founded in 1951 by the late
Muhammad ‘Umar al-Da’uq.
After the outbreak of civil war in
1975, Tripoli’s salafis toyed with the idea of
forming an armed militia. In 1976, Shahhal founded an armed group known as Nuwat
al-Jaysh al-Islami (“the
nucleus of the Islamic army”), which played a marginal role in the fighting
during the civil war. During the same
period, internal disenchantment with the Islamic Group’s ‘soft’ approach, which
emphasised educational and social work, resulted in
the emergence of a host of splinter groups dedicated to a more radical method of
activism, including military action.
Three of these splinter groups – al-Muqawwamah
al-Sha’abiyyah (“the popular resistance”), led by the
late Khalil ‘Akkawi, Harakat Lubnan al-‘Arabi (“the Arab Lebanon movement”), led by the late Dr. ‘Ismat Murad, and Jund Allah (“the soldiers of Allah” or “the army of
Allah”), led by Shaykh Fawwaz
Hussein Agha – merged in 1982 with a host of mosque
committees led by the late Shaykh ‘Ali Mir’ib to form the Harakat al-Tawhid al-Islamiyyah under the
late Shaykh Sha’aban.
In general, the modus operandi of
Tripoli’s salafis emphasised
religious education, charity and social work.
Under the charismatic leadership of Sha’aban
the longing for action of many young salafis was channelled into the armed activities of the Islamic
Unification Movement, which managed to wrest control of Tripoli from
Syrian-backed leftist militias in a series of intense armed confrontations in
1983 and 1984. However, other extremist salafists distanced themselves from Sha‘aban
because of his close relations with Islamic Iran. The IUM’s ranks
also included highly-trained exiles from the Syrian branch of the Ikhwan al-Muslimeen, who sought
refuge in Tripoli after the failure of their armed uprising in the Syrian city
of Hama, which was crushed in February 1982 by the
government of the late president, Hafiz al-Assad. Adding insult to injury from Damascus’s
viewpoint was the alliance forged between the IUM and the Palestine Liberation Organisation of Yasser Arafat,
whose relations with the Syrians had reached a nadir after the Israeli invasion
of Lebanon in 1982. Hence, in the autumn
of 1985, Syrian troops swept into Tripoli, putting an end to the IUM’s virtual mini-state in the city. This ushered in an era of heavy-handed Syrian
control of the city, during which harsh methods were employed to suppress
anti-Syrian Sunni Islamic activism.
While the political activists were
bearing the brunt of the Syrian government’s repressive machinery, small salafi groups were given much leeway for action, allowing them
to carry out their activities freely, mainly because they were deemed to pose
no threat to the Syrians because they largely subscribed to an apolitical view
and stayed aloof from politics. A
Syrian-Saudi rapprochement at the time further shielded these salafis, most of whom maintained close ties with the
kingdom, from Syria’s heavy-handedness.
In fact, a significant number of Tripoli’s salafi
‘ulama and activists have studied Wahhabi
theology in Saudi Arabia. After the
beginning of the civil war in the mid-1970s, hundreds of Lebanese and
Palestinian students flocked to study Islamic subjects at Saudi universities on
scholarships arranged by Shahhal, who maintained
close ties with the kingdom’s then-grand mufti Shaykh,
‘Abd al-‘Aziz bin ‘Abdallah bin Baz.
The truce between Tripoli’s salafis and the Lebanese authorities came to an abrupt end
with the assassination in 1995 of Shaykh Nizar al-Halabi, the leader of
the Jam‘iyyat al-Mashar’i
al-Khayriyyah al-Islamiyyah
(“the association of Islamic philanthropic projects”). Popularly known as al-Ahbash,
this is a pro-Syrian, militantly anti-salafi Sunni
group that subscribes to a syncretic blend of Islamic
belief systems combining elements of Ash‘arism (named
after speculative theologian Abu al-Hassan al-Ash‘ari, d. 324 AH/936 CE), Maturidism
(named after speculative theologian Abu Mansour al-Maturidi, d. 333AH/944 CE) and Sufism, and which has been
dubbed a “Sufi response to political Islamism.”
Halabi was gunned down by assassins belonging
to a salafi jihadist group
known as ‘Usbat al-Ansar
(“the partisans’ league”), based in the Palestinian refugee-camp of ‘Ayn al-Hilweh on the outskirts of
Sidon. After
the assassination, Lebanese authorities unleashed a wave of arrests targeting salafis in the country.
Scores of salafis were arrested in Tripoli and
other areas of northern Lebanon on charges of plotting terror attacks. Among those arrested was Shaykh
Salem’s son Shaykh Da‘i
al-Islam, whose charitable organisation Jam‘iyyat al-Hidayah wa-al-Ihsan (“the guidance and charity association”) was
also banned. Most of the detainees were
later released, with the exception of eight salafis
who were charged with distributing seditious literature.
But the crackdown did not stem the
underground growth of salafi activism in the country
in general, and in the north in particular.
On New Year’s Eve 1999, an ambush on a Lebanese army patrol in the
mountainous area of Dinniyyeh, east of Tripoli, set
off six days of armed confrontation that left 20 salafi
jihadists and eleven soldiers dead. The militants belonged to a salafi jihadist group founded in
1998 by Bassam Ahmad Kanj,
a veteran of the anti-Soviet Afghan jihad known by the nom de guerre of Abu ‘Aysha. An anti-salafi
crackdown followed, in which scores of salafis were rounded up; it forced Da‘i al-Islam to go into hiding after coming under indictment.
The US-led invasion of Iraq in 2003
and its aftermath provided evidence that underground armed salafi
groups were using Lebanon as a conduit for training and recruiting operatives
to fight in Iraq. Lebanese salafi networks also facilitated the transit of Arab jihadists, particularly Saudis, to Iraq. The Lebanese authorities turned a blind eye
to these activities for a number of reasons, chief among them the fact that they
would undermine the US military presence in Iraq. Among the scores of Lebanese salafis who went to Iraq were men who were important
leaders in the Arab jihadist strand of the
insurgency, such as Mustafa Darwish Ramadan, also
known by the nom de guerre Abu Muhammad al-Lubnani,
who was said to have been, until his death in an American airstrike
in September 2004, the right-hand man of Abu Mus‘ab
al-Zarqawi, the Jordanian leader of al-Qa’ida Organisation in
Mesopotamia. In tandem with these
developments, there were signs indicating the emergence of a strong takfiri (from takfir, which is
the act of branding other Muslims as being outside the pale of the deen) strand within the ranks of Tripoli’s salafis. Terminology
culled from the sectarian rhetoric that gained prominence in Iraq after the
fall of Saddam Hussein, such as the use of the derogatory “rafidi”
(‘rejectionist’) and “Safawi”
(‘Safavid’) labels to refer to Shi‘as,
began to gain currency.
The departure of Syrian forces from
Lebanon in April 2005 constituted a watershed for Lebanese salafis. It ushered in a period of unprecedented
freedom for them to take part in public life, exemplified by the salafi ‘ulama’s mobilisation of their followers to vote for and support the
electoral campaigns of Future Current candidates, and to forge a tacit
“live-and-let-live” understanding with the government of prime minister Fouad al-Siniora, a member of the
Future Current. As long as Lebanese salafis refrained from carrying out attacks within the
country and confined their activities to logistic support and the transfer of
individuals to Iraq and other places around the globe, they could operate with
very little interference from the authorities.
Last year’s confrontations with the Fath
al-Islam fighters holed up in the Nahr al-Bared
refugee camp signalled the authorities’ refusal to
tolerate armed activities inside the country by freelancing salafis
who violated this tacit agreement.
The salafis
also benefited from the atmosphere of increasing polarisation
that has been gripping the country because of the long-running tug of war
between the pro-Western Siniora government and the Hizbullah-led opposition, which is backed by Syria and
Islamic Iran. In an effort to counter
the rising influence of Hizbullah, Hariri, the leader of the Future Current, has used his
formidable wealth to rally grassroots support in areas where salafism exerts a strong influence. In return for Hariri’s
financial support, salafi preachers have employed
their vehemently anti-Shi‘a rhetoric to mobilise the Sunni public against Hizbullah. The sectarian poison pouring forth from the salafis is relentlessly uncompromising and confrontational,
and has contributed to an alarming erosion in inter-communal, especially Sunni-Shi‘a, harmony. This
has been shown by the recurrent clashes between the predominantly ‘'Alawite Jabal Muhsin
and the predominantly Sunni Bab al-Tabbaneh neighbourhoods of
Tripoli.
Sectarian salafi
militancy in Tripoli feeds on the growing fear and frustration of Lebanese
Sunnis in general, and of those living in peripheral areas, such as Tripoli, in
particular. The economic fortunes of
Tripoli, Lebanon’s second largest city, received a blow with the formation of
the state of Lebanon in 1920. Trade
along the traditional routes linking the Syrian interior with the port of
Tripoli faltered, and decades of negligence by the state of rural Sunni
communities in the neighbouring Akkar
region increased the sense of deprivation and marginalisation
among the Sunnis of northern Lebanon. The strongholds of salafism
in Tripoli are some of the poorest quarters of the city, such as Bab al-Tibbaneh, al-Qubbeh, Bab al-Raml, the Old City (or al-Aswaq),
and Abu Samra, where child labour
is rife and the school drop-out rate is estimated at some 80 percent, according
to UNICEF. It is no coincidence that it
is in these cauldrons of abject poverty, destitution and resentment that an
extreme salafi discourse and worldview, replete with
parochial us-versus-them idioms and simplistic generalisations,
has taken root in the past quarter century.
It is here that the new breed of Saudi-trained salafi preachers, delivering lessons to
study groups in mosques and private homes, have found a receptive
audience among segments of the lowest rungs of the socio-economic ladder,
comprised mainly of school dropouts, the unemployed and semi-literate craftsmen
and artisans.
Like their co-religionists in Iraq,
Lebanese Sunnis, who constitute a minority in a highly diverse country, see
themselves as part of a vast regional Sunni-Arab sea. Since the formation of the modern Lebanese
state in 1920, Sunnis have been largely Arabists. Commitment to pan-Arab causes has been a
bridge bringing Lebanese Sunnis and Shi‘as
together. The spread of salafism in Tripoli, with its local, populist and
xenophobic bent, is undermining this tradition of inter-communal
cooperation. Salafis
have used local narratives of the repression meted out to Sunni Islamic
activists by the Syrian security and intelligence apparatuses to whip up an
anti-Syrian frenzy verging on racism.
The image of Syria as the epitome of evil is nurtured by the fact that
the Syrian regime is dominated by members of the 'Alawite
minority, whom the salafis deem to be heretical.
As elsewhere in the Muslim world,
there is no automatic link between salafism and
sectarianism in Lebanon, as indicated by the role played by Shaykh
Sha‘aban in Tripoli after the Islamic Revolution in
Iran, his support for which was bitterly criticised
by some salafis.
However, the tendency of some salafis and salafi organisations towards
sectarianism, and anti-Shi‘i sectarianism in
particular, is especially unfortunate and dangerous in a country like Lebanon,
which has a Shi‘i majority and a powerful, Shi’i dominated Islamic movement. Despite support for Hizbullah
among many Sunnis, particularly non-salafi groups
such as the Ahbash, the vociferous sectarianism of
the extremist salafis has tended to drown the voices
of reason within Tripolitan salafism. A recent eight-point memorandum of understanding
between Hizbullah and a number of the city’s salafi groups, which included a condemnation of attacks by
any Islamic group against any other and the abandonment of sectarian
incitement, was put on hold just one day after it was signed on August 18, because
of the criticism of salafi opponents, some of who
were egged on by Hariri. Sniping at the agreement, Shaykh
Da‘i al-Islam described it as “media crackling in favour of Hizbullah and the Shi’ah community.”
There are indications that, with the waning fortunes
of the al-Qa’ida organisation
in Iraq, the dark clouds of Iraq have been drifting over to Lebanon. Arab jihadists
leaving Iraq are reported to be infiltrating salafi
bastions in the country, including Tripoli and ‘Ayn
al-Hilweh refugee camp. From their appalling record in Iraq, it is
clear that these elements can only bring a spiralling
wave of nihilistic violence that could tear Tripoli’s social fabric apart and
undermine the successes of the anti-Israeli resistance in Lebanon.