Lal Mescidi meselesi Müşerref’e olan öfkeyi artırdı
Lal Mescidi
meselesi Müşerref’e olan öfkeyi artırdı ve Pakistan İslamî hareketinin de
zayıflığını gösterdi
Zafar
Bangash
Amerikalı efendileri ve Pakistan’ın Müslüman halkının
çatışan talepleri arasında tehlikeli bir denge kurma çabası içinde geçen
yılların ardından, önceki ayda patlak veren olaylar Pakistan diktatörü Pervez
Müşerref’i devrilmenin eşiğine getirmiş görünüyor. 26 Temmuz’da ona yakın
generaller tarafından “merhametli bir çıkış” yapma tavsiyesi geldi. Ertesi gün,
yanına dışişleri bakanını bile almadan Abu Dabi ve Suudi Arabistan’a
programında olmayan bir ziyarette bulundu.
Belki de üzerindeki baskıyı hafifletme konusunda siyasi bir uzlaşı için
görüşmelerde bulunma ümidi içinde, sürgünde bulunan eski başbakan Benazir Butto
ile görüştüğüne dair haberler, itiraf edilmen önce, daha tazeliğini korurken
yalanlandı. Crescent matbaaya gitmeden önce aralarında böyle bir görüşmenin
olup olmadığına dair ayrıtlı bilgi yoktu.
Müşerref önümüzdeki birkaç hafta daha bulunduğu yeri
koruyup koruyamayacağı net olmasa da şu kesindir: Pakistan o gittikten sonra politikalarının
sonuçları uzun süre Pakistan’ı derinden etkilemeye devam edecektir. Müşerref’in
zalimane politikaları Pakistan’ı Irak ya da Afganistan’a dönüştürme
tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir: ABD işgalinin bir sonucu olarak şiddet
sarmalına giren bir ülke. Lal Mescidi’ne ve İslamabad’daki Hafsa
Üniversitesi’ne Müşerref’in komandolarınca 10-11 Temmuz 2007’de yapılan ve
geride çoğu kadın ve çocuk yüzlerce ölü bırakan saldırı, çoğu medreseli
öğrencinin memleketi ve patlamaya hazır bomba gibi olan Kuzeybatı Sınır Eyaleti
(KSE)’ndeki saldırılarda büyük bir artışa yol açtı. Lal Mescidi saldırısını
takip eden iki hafta içinde yüzlerce asker ve korucu (paramilitary personnel)
Swat, Dera İsmail Han, Miran Şah, Kohat Hangu ve Hub (ülkenin güneyinde)’da
öldürüldü. Ayrıca 17 Temmuz 2007’de avukatların İslamabad’da düzenledikleri
gösteride 19 kişinin ölümüne ve 50 kişinin yaralanmasına neden olan bir bomba
patladı. Görünüşe bakılırsa bu gösteride bir konuşma yapması beklenen “görevi
askıya alınmış olan” başyargıç İftihar Muhammed Çaduri asıl hedefti ama bomba
patladığında henüz gösteri alanına gelmemişti. 20 Temmuz’da Yüksek Mahkeme baş hâkime
yönelik tüm suçlamaları reddederek Müşerref’i hedef alan bir açıklama yaptı ve
Müşerref’in 9 Mart’ta baş hâkimi görevinde uzaklaştırma kararını yasadışı ilan
etti. Bunu, sivil toplum örgütlerinin (legal community) yönlendirdiği
Müşerref’in zalimane politikalarına karşı Pakistanlıların bastırılmış
öfkelerini haftalar süren gösteriler takip etti.
ABD başkanı George W. Bush gibi, Müşerref terörizmle
mücadele adına iğrenç cinayetler işlemektedir. Amerikalılar emperyal
gündemlerini gerçekleştirmeyle meşgulken, Müşerref’in politikası “onların kirli
işlerini yaparsa Amerikalıların onu iktidarda tutacağı” zannına dayandırılır.
Amerika gibi, o da Pakistan’daki mücadeleyi kendisi gibi “ılımlılarla” (!)
kendisine muhalefet eden “aşırılar” (!) arasında olduğunu gündemde tutmaya
çalışmaktadır. Onun “aydınlanmış ılımlılığı” -İslamabad’daki Hafsa Medresesine
yönelik saldırıdan çok önce- ona karşı siyasi faaliyet yürüten yüzlerce
şüphelinin kaybolmasını ve KSE’nin ıssız kesimlerinde, Belucistan’da ve
Veziristan’ın kabilelerin hâkim olduğu kesimlerinde sözde teröristlere karşı
düzenlenen askeri operasyonlarda binlerce sivilin soğukkanlı bir şekilde
katledilmesini de kapsar.
Uzun süredir Müşerref’i Afganistan sınırındaki kabilelerin
hâkim olduğu bölgelerde “terörizm”e karşı savaşmak konusunda yeterli çaba
göstermemekle suçlayan Amerikan kovboyları elbette onun Hafsa Üniversitesine
ölümcül saldırı düzenlemesinden memnun oldu. Ödül olarak ABD ona iki –evet
yalnız iki- F16 savaş uçağı verdi. Yine de, üzerindeki ABD baskısı
hafifleyeceğe benzemiyor. ABD istihbarat şeflerinin 17 Temmuz 2007’de
yayınladığı raporda, Pakistan’da “terör” ile mücadelenin iyi gitmediğini ve
el-Kaide ve Taliban’ın yeniden örgütlendiği ve daha etkili saldırılar
düzenlediği ifade ediliyordu. ABD, Müşerref’in bu konuda başarılı olamaması durumunda
bu örgütlerle savaşmak için Pakistan’ı istila etmekle tehdit etti. ABD
kuvvetleri zaten sayısız sivilin hayatını kaybettiği Pakistan köylerine
düzenlenen birçok saldırıdan sorumludur. Çünkü ABD, Pakistan’da resmi olarak
operasyon yapmaz. Bu saldırılardan Pakistan ordusu sorumlu tutulur hem de Lal
Mescidine düzenlenen saldırıdan sonra görüldüğü gibi ordunun siyasi tepkilerle
karşı karşıya kalma riskine rağmen.
Saldırıdan üç gün sonra, askerler gazeteci ya da
kameraların mescid-medrese yerleşkesine girmelerine izin vermedi. Ölü ve
yaralıların götürüldüğü hastanelerde de durum farklı değildi. 13-14 Temmuz
2007’de gece yarısı 73 ölünün gömülmesi hükümetin cürümünün açık bir
göstergesiydi. Mezarkazıcılardan İslamabad’da sabahın altısında bir mezarlık
yapmaları istendi ve onlar gecenin üçüne kadar süngü ucunda toplu mezar kazmayı
sürdürdüler. Kimliği belli olmayan cesetler, üzerine bir işaret konmaksızın
gömüldü. Yüzlerce umutsuz insan akrabalarını aradı ama bulmakta başarılı
olamadı. Çünkü hükümet ya az bilgi vermişti ya da hiç. Birçok kimse Ekim 2005’te
meydana gelen depremin ardından olduğu gibi bu olaydan sonra sağ kalan kızların
da kaçırılıp fuhşa zorlanmasından endişeli.
Lal Mescidi’nin öyküsü doğru değerlendirilmeli. Grup
Pakistan hükümeti ve istihbarat servisiyle yakın ilişkilere sahip Mevlana
Abdülaziz ve Abdürraşid Gazi adlı iki alim tarafından idare ediliyordu. İlki
kuşatmadan kaçmaya çalışırken yakalandı ve şimdi tutuklu. Sonraki ise 81
yaşındak annesi, oğlu ve birkaç kızkardeşiyle birlikte saldırı sırasında
öldürüldü. Ekim 1998’de öldürülmesine kadar babaları Mevlana Abdullah,
Afganistan’da cihadın hâlâ gündemde olduğu dönemde general Ziyau’l-Hak’ın yakın
arkadaşı idi ve Afganlılar ABD ve Pakistan tarafından desteklenmişti. Abdullah’ın
öldürülmesinin ardından, oğlu mescid-medrese yerleşkesinin yönetimini devraldı
ve birbirini takip eden rejimleri desteklemeyi tercih etti. Son birkaç ayda,
istihbarat elemanları tarafından kışkırtılan medrese öğrencileri, video
dükkanlarına, masaj salonlarına saldırmış ve Kur'an’da mevcut olan “iyiliği
emir kötülüğü nehiy” görevini yerine getirdiklerini ilere sürmüşlerdi. Onların
bu davranışı rejim tarafından -kendisini aşırılıklar denizinde “ılımlı” bir
lider olarak gösteren Müşerref kendisine yönelik güçlenen siyasi muhalefet
tarafından alaşağı edilirse- Amerikan karşıtı “aşırı uçların” nükleer silaha
sahip Pakistan’da iktidarı ele alacakları korkusunu yaymak için kullanıldı.
Lal Mescidine operasyonun ertelenmesi durumunda sorunun
-Müşerref’in istemesi halinde- dostane bir şekilde çözülebileceği ve yüzlerce hayatın
kurtarılabileceğini gösteren tonlarca veri var. Ne var ki, o Amerika’nın olduğu
kadar kendi söyleminin de baskısı altına kaldı. Lal Mescidi öyküsü Pakistan
siyasetindeki diğer iki etkeni de ortaya koymaktadır: Mevlana Fazlurrahman
dahil Lal Mescidi’ndeki kardeşlerle yakın müttefik olan siyasi partilerin
liderlerinin -Pakistan rejimi medreseye saldırı arefesindeyken- bir konferansa
katılmak üzere Londra’ya uçmaları ve Pakistan ordusunun gerçek fonksiyonu olan
Pakistan’ı ve halkı savunmayı bırakıp ABD’nin gündemine hizmet etmesi. Öyle
görünüyor ki, Lal Mescidi’ne yönelik saldırı konusunda çeşitli siyasiler
yargıyı göreve çağırsa da hiçbiri, çoğu çocuk sivillerin öldürülmesi emrini
verdiği için insanlığa karşı suç işlemekten Müşerref’in yargılanmasını talep
etme cesaretine sahip değildir. 4 Temmuz’da selden zarar gören Turbat’daki
bölgeleri ziyaret eden Müşerref medresedeki din adamlarının ya şartsız teslim
olacaklarını ya da öldürüleceklerini açıkça ifade etmiştir.
Ne var ki, teslim olmayı reddeden Mevlana Abdürraşid
Gazi’nin cesareti takdire şayan bulunabilir. Çünkü o kendi hayatını, ailesinin,
erkek kardeşlerinin yaşamlarını feda etmekten çekinmemiştir. Bunun yanında
kardeşlerinin tutumları ve yöntemleri trajediye katkıda bulundu. İlk olarak,
onların -şu anki dahil- birbirini izleyen Pakistan rejimleri ve istihbaratıyla
yakın ilişkileri üzücü bir siyasi anlayış yoksunluğuna işaret etmektedir. Sonuç
şu oldu: Pakistan’da çoğu kimse onları kendini adamış ve cesur Müslümün liderler
olarak kabul etse de birçoğu da onların eylemlerinin arkasındaki motif
konusunda şüpheliydi ve onları İslâm’a sıkı sıkıya bağlı kişiler olmaktan
ziyade siyasi oyuncular olarak addetti. İkinci olarak da, eylemlerinin
arkasındaki motif ne olursa olsun, Afganistan’daki Taliban gibi onların metodu
da son derece tepki doğrucu ve öngörüden uzaktı.
Onların inancına göre İslâm’ın ölçüleri zorla ya da güç
kullanma tehditleriyle empoze edilebilirdi ve İslâm’ın istediği şey; video
dükkanlarını ateşe vermek, vücut geliştirme salonlarına sadırılar düzenlemek,
kadınları burka giymeye zorlamaktı! Onların bu tavırları birçok kimseyi İslâm’a
yabancılaştırdı. Müşerref’in onlara saldırısının daha büyük bir halk tepkisine
yol açmamasının nedenlerinden biri de buydu. Halbuk İslâm’ın daha geniş bir
vizyonu ve daha yüksek bir hedefi vardır.
Medreselerin kapatılmasının incelikten yoksun
materyallerin ve ahlaksız davranışların artması için ortamı hazır hale
getireceği doğruysa da, insanların düşüncesinde, köklü bir değişiklik olmaksızın
ahlakın topluma zorla empoze edilemeyeceği de bir gerçektir. Benzer şekilde,
toplumsal davranşları düzenleyen yasaların uygulanması, hükümetlerin görevidir,
iyi niyetli olsalar dahi teşkilatların ya da medreselerin değil. Her video
dükkanın yok edilmesi, her masaj salonunun kapatılması Pakistan’ı İslâm devleti
yapar mı? İslâm toplumunun ve kurumlarının doğasını böylesine sınırlı anlamak,
amaçlarına yönelik genel olarak beslenen sempatiye rağmen Pakistan’daki İslâmî
hareketin sadece kısıtlı destek almasının bir nedenidir.
Bu noktayı doğru kavrayabilmek için, Rasulullah (s)’ın
siretine bakmak gerekir. 13 yıl boyunca Meke’de kumarı, içkiyi yasaklayan bir
emir hatta anti-sosyal bir davranış söz konusu değildi. Kur'an’ın çarpıcı
mesajı insanların düşüncesini tekrar tek ilaha ibadet etmeye yönlendirecekti.
Bu çoktanrılılık temeline dayalı Mekke’deki hüküm süren sisteme yönelik
doğrudan bir meydan okumaydı ama Allah, Hz. Peygamber (s)’i o dönemde
insanların gayr-ı ahlaki davranışlarını değiştirme emri vermedi. İlk her şeye
gücü yeten Allah inançları ve dürüstlükleri güçlendirilmeliydi. Mücadelenin
tabiatını bir kez net bir şekilde anladıkları zaman sonraki aşama daha kolaydı.
Günümüzde çoğu Müslüman toplumda İslâm, İslâm devletinin
işlevleri ve onun nasıl kurulacağı çok az bir netlikte anlaşılmaktadır. Ne
yazık ki çoğu Müslüman İslâm’ı temelde kişisel davranışlarla ilgili sınırlı
kurallar bağlamında anlamaktadır. Siyasal mirasın meşruluğu, sosyal ve ekonomik
adalet gibi daha büyük konular nadiren tartışılmaktadır. Bu, İslâmî partilerin “anlayışları
ve bu bölgedeki siyasetleri doğrudan İslâm muhalifi olan güçlerle” ittifaka
girmeye devam etmelerinin nedenini de ortaya koymaktadır. İslâm’ın emirleri
salt temizlik ve necasetle ilgili değildir. Aksine güç ve otoritenin önemli
meselesi olan piyasayı da düzenler. Nasıl güç elde edildiği ve bu gücün
sınırlarının ne olacağı hep İslâm’ın değerler sisteminin bir bölümünü
ouşturmaktadır ama günümüzde İslâm dünyasında on binerce camide verilen
vaazları dinleyerek bunun farkına varabilmek zordur. Bunun nedeninin kısmen
imamların (ümmeti ilgilendiren) gerçek konuları anlatmamalarını sağlamak için
zalim rejimler tarafından empoze edilen katı sınırlamalar nedeniyle olduğu
doğrudur ama doğru olan bir şey daha vardır: Birçok İslâmî kurum ve düşünce
ekolü bu sınırlı İslâm versiyonlarını kabul etmekte ve elemanları, hatip yahut
imam olduğu zaman öğrencilerini bu versiyonlara yönlendirmektedirler.
Pakistan örneği öğretici bir niteliğe sahiptir. İnsanlara
umut verecek İslâm anlayışına sahip tek bir grup ya da kişi yoktur. İslâmî
siyasi partiler gayr-ı İslâmî bir sistemde laik bir oyunu oynamayı
sürdürmektedir. Görünüşe bakılırsa hâkim sistemin seçim sandıklarıyla onların
iktidara gelmelerine izin vermeyeceğinin farkında değildirler. Cezayir,
Türkiye, Ürdün, Mısır ve son zamanlarda Filistin’deki hareketlerin deneyimi
sözde demokratik kurumlar ve süreçlerin gerçek hedefi konusunda Müslümanları
düşünmeye sevk etmelidir. Türkiye’de olduğu gibi İslâmî bir partinin iktidara
gelmesine izin verseler bile, laik düzenin güçleri onu mesajı sulandıran ve ona
gayr-ı İslâmî politikaları empoze eden rahatsız edici uzlaşılara zorlamaktadır.
Çoğu İslâmî parti kendi toplumlarında İslâmî düzenlerin
kurulmasını desteklemektedir fakat bunun nasıl başarılacağını anlama
konusundaki dikkat çekici bir eksiklik göstermektedir. Çoğu seçim ile iktidara
gelmeyi yeğlemektedir. Mısır İhvan’ı gibi bazıları da doğrudan seçime
girememektedir. Onlar da başka simgeler altında ya da bağımsız adaylarla
çalışmak zorundadırlar. Faaliyetleri katı bir şekilde engellenmektedir. Aynı
şey Cezayir için de söz konusudur. Muhtemelen devlet kedisini tehdit altında
hissetmediğinden olsa gerek, Pakistan’da İslâmî siyasi partiler yasaklanmazken
bu partilerin yaklaşımları sokaktaki vatandaş için pek az ümit olmaktadır. Bundan
dolayı da seçim sandıklarında berbat bir performans sergilemektedirler.
İslâmî hareketler üç konuda net olmalıdır: Birincisi,
nihai hedef olan İslâmî bir devlet kurmayı doğru anlamalı ve bu konuda net
olmalı. İkincisi bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için uygun süreci anlamalı.
Üçüncüsü de içlerinden; dargörüşlülükten, bir zümre ya da ekonomik menfaatten
uzak muttaki bir lider çıkarmalı. Çoğu İslâmî parti bu noktaların hepsini ya da
ekseriyetini kaçırmakta bunun sonucu olarak da Müslüman kitlelerde bir hayal
kırıklığına neden olmaktadır. Bu saydığımız netlik gerektiren üç konuda
öncelikli olarak, mümkünse namaz, oruç, sakal bırakma, tesettür hac gibi kişisel dindarlıkla sınırlı olmayan takvanın
daha geniş bir çerçevede anlaşılması gerekir. Bunlar önemli ama (takvayı
tanımlamada) yeterli değil. Pakistan’da ya da başka bir yerde İslâmî partiler
ve liderleri bireylere ve cemaatlere empoze edilen adaletsizliklere karşı
mücadelede daha nitelikli bir liderlik sergilemedikleri ve kendi
toplumlarındaki ıstırapları dindirmek için gerçek bir kararlılık
göstermedikleri sürece Müslümanlar onlardan uzak durmayı sürdürecektir.
Zafar Bangash, “Lal
Masjid affair increases anger with Musharraf and exposes weakness of Pakistan’s
Islamic movement”, (çev: Murat Kayacan), Crescent International, S. 212, 2007.
(http://www.muslimedia.com/)
Lal Masjid
affair increases anger with Musharraf and exposes weakness of Pakistan ’s
Islamic movement
By Zafar Bangash
After years of precariously
trying to balance the conflicting political demands of his American masters and
Pakistan’s Muslim people, events in the last month appear to have pushed
Pakistani dictator General Perwez Musharraf (pic) to the verge of being
toppled. On July 26, news emerged that
fellow generals had advised Musharraf to make a “graceful exit” from
power. The next day, he made an
unscheduled dash to Abu Dhabi and Saudi Arabia ,
unaccompanied even by his foreign minister.
Reports that he met exiled former prime minister Benazir Bhutto,
presumably in the hope of negotiating a political agreement that might ease the
pressure on him, were initially denied, before being acknowledged. As Crescent
goes to press, no details of their discussions were available.
Whether or not Musharraf is
able to survive the next few weeks, one thing is certain: Pakistan will
remain deeply scarred by the results of his policies long after he has
gone. Musharraf’s brutal policies are
threatening to turn Pakistan
into another Iraq or Afghanistan : a
country descending into a cycle of violence as a result of US invasion and
occupation. The assault on the Lal Masjid and Jamia Hafsa in Islamabad by
Musharraf’s commandos on July 10-11, leaving hundreds dead, most of them women
and children, has led to a sharp increase in attacks against the army,
especially in the volatile North West Frontier Province (NWFP), where most of
the madrassah students were from. In the
two weeks following the Lal Masjid assault, hundreds of soldiers and
paramilitary personnel have been killed in such places as Swat, Dera Ismail
Khan, Miran Shah, Kohat, Hangu and Hub (in the far south of the country). There
was also a bomb explosion at a lawyers’ rally in Islamabad on July 17, killing 19 people and
injuring 50 others. The “suspended” Chief Justice, Iftikhar Muhammad Chaudhry,
who was supposed to speak at the rally, was apparently the intended target, but
had not arrived at the rally when the bomb went off. On July 20, the Supreme
Court delivered its own rebuke to Musharraf by dismissing all the charges
against the Chief Justice and declaring his suspension by Musharraf on March 9
illegal. This followed weeks of agitation led by the legal community, whose
campaign uncorked the pent-up anger of ordinary Pakistanis against Musharraf’s
brutal policies.
Like US president
George W. Bush, Musharraf is committing heinous crimes in the name of fighting
terrorism. While the Americans are busy advancing their imperial agenda,
Musharraf’s policy is predicated on the hope that the Americans will maintain
him in power if he does their dirty work for them. Like the US ,
he has tried to frame the struggle in Pakistan as being between the
“moderates”—meaning people like himself—and the “extremists”, by which he means
anybody who opposes him. His “enlightened moderation” includes the
disappearance of hundreds of people suspected of political activities against
him and the cold-blooded murder of thousands of civilians in military actions
against so-called terrorists in remote areas of the NWFP, Baluchistan and the
tribal areas of Waziristan, long before the very public assault on the Hafsa
Madrassah in Islamabad .
The Washington cowboys, of
course, welcomed Musharraf’s murderous assault on the Jamia Hafsa, having long
accused him of “not doing enough” to fight “terrorism” in the tribal areas
bordering Afghanistan. As reward, the US released two—yes, only two—F-16
fighter planes to him. Nonetheless, US pressure on him is unlikely to
ease. A report released by America ’s intelligence chiefs on July 17 said
that the fight against “terrorism” in Pakistan was going badly and that
both al-Qa’ida and the Taliban had regrouped and are now more effective in
carrying out attacks. The US
threatened to invade Pakistani territory to fight such elements if Musharraf
failed to do so; US forces have already been responsible for numerous attacks
on Pakistani villages in which scores of civilians have been killed. Because
the US is not officially
operating in Pakistan ,
these attacks have usually been blamed (or credited) to the Pakistani military,
despite the risks of a political backlash, as seen after the attack on the Lal
Masjid.
For three days after the
assault, the military refused to allow journalists or television cameras inside
the masjid-madrassah compound, or to let them visit any hospitals where the
dead and wounded had been taken. In a move clearly indicative of the
government’s guilt, 73 bodies were buried in the middle of the night of July
13-14. Gravediggers were hustled into a cemetery in Islamabad at 6pm and forced at gunpoint to
dig mass graves until 3am the next morning. The unidentified bodies were buried
without notifying next of kin. Hundreds of desperate people have searched for
their relatives without success, as the government has provided little or no
information. Many fear that missing girls that may have survived the assault
may be kidnapped and forced into prostitution, as happened in the aftermath of
the earthquake in October 2005.
The Lal Masjid saga must be
viewed in its proper context. The group was led by two ‘ulama, Maulanas Abdul
Aziz and Abdul Rashid Ghazi, who had close links with the Pakistan
government and intelligence services.
The former was captured trying to escape the siege, and is now in
government custody, while the latter was killed, along with his 81-year-old
mother, his son and several sisters during the assault. Until his murder in
October 1998, their father, Maulana Abdullah, had been a close ally of General
Zia ul-Haq’s military regime when the jihad in Afghanistan
was still in vogue and Afghans were supported by both Pakistan and the US . After Abdullah’s murder, his
sons took over the masjid-madrassah complex and continued to enjoy the support
of successive regimes. In recent months, madrassah students, encouraged by
intelligence operatives, had attacked video stores and raided massage parlours,
claiming to be “enjoining good and prohibiting evil” as Muslims are instructed
to do in the Qur’an. Their behaviour was used by the regime to raise fears that
anti-American “extremists” would take over a nuclear-armed Pakistan if
Musharraf, who has projected himself as a “moderate” in a sea of extremism,
were toppled by the increasing political opposition to him.
There is ample evidence to
suggest that the stand-off at the Lal Masjid could have been resolved amicably
and hundreds of lives saved if Musharraf had chosen, but he was trapped by his
own rhetoric as well as America ’s
pressure. The Lal Masjid saga also exposes two other factors in Pakistani politics:
the irrelevance of the political parties whose leaders, including Maulana
Fazlur Rahman, a close ally of the Lal Masjid brothers, flew to London to
participate in a conference when the regime was on the verge of attacking the
madrassah; and the military’s real function not as defenders of Pakistan and
its people, but as servants of the US agenda. It is revealing that while
various political leaders have called for a judicial inquiry into the mosque
attack, not one leader has had the courage to demand Musharraf’s trial for
crimes against humanity for ordering the killing of civilians, most of them
children. While visiting flood-affected areas in Turbat on July 4, Musharraf
had made it clear that the clerics must either surrender unconditionally or be
killed.
However much one may admire
the courage of Maulana Abdul Rashid Ghazi for refusing to surrender, and for
his willingness to sacrifice his own life and the lives of his family, the
brothers’ outlook and methods contributed to the tragedy. Firstly, their close relations with
successive Pakistani regimes, including the current one, and the Pakistani
intelligence agencies, reflects a deplorable lack of political
understanding. The result was that while
many in Pakistan
may have regarded them as committed and courageous Islamic leaders, many more
suspected the motives for their actions, and regarded them as political players
more than men of Islamic principle.
Second, whatever their motives, their methods, like those of the Taliban
in Afghanistan ,
were extremely counter-productive and shortsighted.
Their evident belief that
Islamic standards can be imposed by force or threats of violence, and that all
that Islam requires is to burn down video shops, raid body parlours or force
women to wear the burqa, alienated many more people than it attracted, which
was one reason that Musharraf’s attack on them has not provoked an even greater
public response. Islam has a much broader vision and higher purpose.
While it is true that the
destruction of the madrassah will leave the field open for the spread of vulgar
materials and immoral behaviour, the fact is that without a fundamental change
in people’s thinking, public morality cannot be imposed by force. Similarly,
the enforcement of laws regulating conduct in society is the responsibility of
governments, not organisations or madrassahs, however well-meaning they may be.
Would the destruction of every video store, and the closure of every massage
parlour, turn Pakistan
into an Islamic State? Such limited
understandings of the nature of Islamic societies and institutions are one
reason that Islamic movements in Pakistan have only limited
credibility, despite general sympathy with their aims.
To understand this point
properly, one must turn to the Seerah of the noble Messenger of Allah, upon
whom be peace. For thirteen years, there were no injunctions prohibiting
gambling, drinking or even anti-social behaviour in Makkah. The Qur’an’s
emphatic message was to reorient people’s thinking toward committing themselves
to the one God, Allah. This was a direct challenge to the prevalent system in
Makkah based on a multiplicity of gods, but Allah did not instruct His beloved
Prophet to emphasize changing people’s immoral behaviour at that time. First
their belief in Allah, the Almighty, and conviction in the righteousness of
their cause had to be strengthened. Once they were clear about the nature of
the struggle, the next phase would become simpler.
In most Muslim societies
today, there is little clear understanding of Islam, the functions of the
Islamic State and how to go about establishing one. Unfortunately, most Muslims
understand Islam primarily in terms of restrictive laws concerning personal
behaviour. The much larger questions of political legitimacy and social and economic
justice are seldom discussed. This is why Islamic parties continue to enter
into alliances with the very forces whose understanding and policies in these
areas are directly opposed to those of Islam. Islam’s injunctions are not
merely concerned with tahara and najasa; they are just as concerned with
regulating the marketplace as they are with the weighty issues of power and
authority. How a person acquires power
and what the limits are on its use are all part of Islam’s value-system, but
one would be hard pressed to realise this by listening to the sermons delivered
in the tens of thousands of masajid in the Muslim world today. True, this is
partly because of severe restrictions imposed by oppressive regimes to ensure
that imams cannot speak about the real issues, but also because so many Islamic
institutions and trends of thought have accepted these limited versions of
Islam and promote them through their students when they become khateebs and
imams.
Most Islamic parties advocate
the establishment of Islamic systems in their societies, but they show a
stunning lack of understanding of how this can be achieved. Most have opted for the electoral process.
Some, like the Ikhwan in Egypt ,
are not even allowed to participate in elections directly; they have to operate
under other banners, or as independents.
Even then, their activities are severely curtailed. The same is true in Algeria . While
Islamic political parties are not banned in Pakistan , probably because the
establishment does not feel particularly threatened by them, their approach
gives little hope to ordinary people; hence their dismal performances at the
ballot-box.
Islamic movements must be
clear on three issues: first, they must understand and be clear about their
ultimate objective, the establishment of the Islamic State; second, they must
understand the process by which this can be achieved; third, they must generate a muttaqi
leadership that operates above parochial or narrow class or economic interests.
Most Islamic parties fail on all or most of these points, thus creating
frustration among the Muslim masses. Before any of this is possible, taqwa must
be understood in broader terms than simply personal piety represented by such
routine activities as salat, fasting, keeping a beard or wearing hijab, and
performing the Hajj if possible. These
are essential, of course, but hardly sufficient in themselves. In Pakistan , as
elsewhere, unless Islamic parties and their leaders offer much better quality
leadership in the fight against the injustices inflicted on individuals and
communities, and show genuine determination to alleviate suffering and end
corruption in their societies, Muslims will continue to shun them.
Zafar Bangash, “Lal
Masjid affair increases anger with Musharraf and exposes weakness of Pakistan’s
Islamic movement”, (çev: Murat Kayacan), Crescent International, S. 212, 2007.
(http://www.muslimedia.com/)