Adalet, a-d-l (ع-د-ل) kök harflerinden türeyen bir kelimedir ve zıt anlamlısı da “cevr” (zulüm, adaletsizlik) (Razî, I: 651)dir. Aynı kök harflerinden türeyen kelimeler; doğru (İbn Manzur, XI: 430) eşitlik, eşit hükmetmek (İbn Faris, 1979, IV: 246) doğrultmak (addele), dengelemek, akran (Firuzâbâdî, I: 1030) tanıklığına ikna olunmuş kimse (raculu’n-adl) vb. anlamlarına gelmektedir (İbn Faris, 1986, V: 1760). Bu yazıda Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir[1]adlı eserdeki Bakara Suresine dair yorumlar içinde adalet kavramına ait yaklaşımları ortaya koymaya çalışacağız.

 

A. İlahi adalet

Kur’an-ı Kerim'de insanların doğru yoldan sapmaları veya doğ­ru yolu bulmaları, iyilik veya kötülük yapmaları, bunlardan birini tercih etmeleri (irade, meşîet); his, düşünce ve idrak kapılarını hakikate kapamaları (mühürleme, perdeleme) sonucunu doğuran fiiller birçok ayette Allah'a nispet edilmekte, Allah'ın onlara böyle yaptığı, yaptırdığı (I: 75-76) ifade edilmektedir: “Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de kalın bir perde bulunmaktadır ve onlar için büyük bir azap vardır.(Bakara, 2: 7).

Allahu Teala ilim, hikmet ve adalet sahibi olduğuna göre hem kullarına, onların irade ve et­kileri olmadan günah işletmesi, onları doğru yoldan saptırması, kalplerini mühür­lemesi hem de bunlardan dolayı kullarını ayıplaması, cezalandırması düşünülemez. Aynca pek çok ayet ve hadiste kulların iradelerinden, belli alanlarda hürri­yete sahip olduklarından ve serbest tercihleriyle yapıp ettiklerinin iyi veya kötü so­nucunu elde edeceklerinden söz edilmektedir. Aklın hükmünü ve naklin (vahiy) rehberliğini birlikte değerlendiren Ehli sünnet âlimleri[2] şöyle bir sonuç çıkarmış­lardır: Kader[3] Allah'ın ezeldeki bilgisi ve hükmü, kaza ise yaratılmışlar âleminde kaderin icrasıdır, yerini bulması ve uygulanmasıdır. Kulların hür ve serbest bulun­dukları alanda ne yapacaklarını, neyi tercih edeceklerini ezelde bilen Allahu Teala, o alanda kader ve kazâsını bu hür tercihe uygun kılmıştır. Bu düzeni kuran güç ve irade, varlıklara mahiyet ve özelliklerini veren yaratıcıdır. Bu noktadan bakıldığın­da kulun serbest iradesiyle yaptığı fiiller de dahil olmak üzere her şey O'nun ilim ve iradesine uygun olarak oluşmakta ve gerçekleşmektedir (I: 76).   

O istemeseydi kul ira­de ve tercih sahibi olamazdı; hayrı veya şerri, doğruyu veya yanlışı, küfrü veya imanı tercih edemezdi; kulağını hak davetine açamaz veya tıkayamazdı. Bu an­lamda “hidayete erdiren, saptıran, mühürleyen, hayrı veya şerri işleten Allah'tır.” Bu makro düzeyden mikro düzeye inilerek kulun hayatı, idrak ve şuuru içinde olup biten davranışlara bakıldığında, kula ait hürriyet, irade ve tercih ortaya çıkmakta, etkili olmaktadır. Davranışları değerlendirmeye, aidiyeti tespite böyle yaklaşıldı­ğında, doğru veya yanlış yola giren, hayır veya şer işleyen, mümin veya kâfir olan, idrakini sınırlayıp karartanın kulun kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Ayet ve ha­disler farklı üslûplarla bu iki bakış açısını da dile getirmekte, gerçeğin her iki yön­den de görünüşünü vermektedir. Nitekim Nisa sûresinin 155. ayetinde kâfirlerin kalplerinin kılıflanması veya mühürlenmesi, onların irade ve tercihlerini bu yönde kullanmış olmalarına bağlanmıştır.[4] Yine, “Bununla beraber göklerde ve yerde ne kadar ayet var ki, onunla yüz yüze gelirler de yine de yüz çevirip geçerler.” (Yusuf, 12: 105) denilerek kâfirlerin yer ve göklerde mevcut olup Allah'ın varlık ve birliğini gösteren nice delili (ayet) gör­memek için yüzlerini çevirip geçtikleri ifade edilmiş, böylece “kalplerin kılıflan­ması ve mühürlenmesi”nin mânasına, sebebine ve bu oluşta kulun tesirine ışık tu­tulmuştur. Şu hadîs-i şerif de konuya bir başka yönden açıklık getirmektedir: “Mü­min bir günah işlediğinde onun kalbinde bir nokta oluşturur. Kul tövbe eder, gü­nahı terk eder ve pişmanlık duyarsa kalbinden o lekeyi siler; aksine günaha devam eder ve artırırsa leke de artar, sonunda bütün kalbini kaplar ve kilitler. Allah'ın “Hayır! Doğrusu şudur ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp karartmıştır.”[5] buyruğundaki “karartma”dan maksat da budur.”[6] (I: 75-77).  

 

B. Adaletin karşıtı zulüm

Adaletin karşıtı olan zulüm ve aynı kökten gelen kelimeler sözlükte “Bir şeyi yerinin dışında bir yere koymak (Cevheri, V: 1977)  adalet­sizlik, zorbalık, haksızlık, kötülük” gibi anlamlar ifade etmekte olup, terim olarak genellikle “dinî ve ahlâkî kanunlarda belirlenmiş sınırları aşan; adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine ters düşen davranışlar” için kullanılır. Aynca hukuk ve ahlâk dilinde, çok genel bir ifade ile “haktan bâtıla sapmak, rızâsına aykırı olarak biri­nin mülkü üzerinde tasarrufta bulunmaya kalkışmak, haddi aşmak” gibi tanımla­rın yapıldığı da görülür. Kur’an-ı Kerim'de çeşitli isim ve fiil kalıplarıyla pek çok ayette geçen zulüm kelimesi, biri itikad, diğeri ahlâk alanıyla ilgili olmak üzere iki ayrı bağlamda kullanılır. İlk kullanıma göre zulüm kelimesi genellikle şirk, inkâr, günahkârlık (fısk, fücur), itikadî ve amelî bakımdan Allah'ın koyduğu kuralları, sınırları çiğneme, aşma (taaddî, israf) gibi kavramlarla yakın bir anlam ifade eder (I: 125-126). Buna göre “Şirk büyük bir zulümdür.” (Lokman  31: 13). “Kâfirler zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2: 254). “Her kim Allah'ın koyduğu kuralları çiğnerse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Bakara, 2: 229).

Kur'an'da ahlâkî bağlamdaki kullanımına göre zulüm kelimesi hak, hürriyet, eşitlik gibi konulara ilişkin olarak “haddi aşmak ve başkasının hakkını ihlâl etmek, başkasına zarar vermek” anlamını ifade eder. Bu tanıma göre zulüm, “haksızlık ve adaletsizlik” demek olup her şeyden önce Allah için düşünülmesi imkânsız olan bir durumdur. Zira “Allah kullarına asla zulmedici değildir.” (Âl-i İmran, 3: 182). Hiçbir kimse O'ndan kıl payı kadar haksızlık gör­mez (Nisa, 4: 49). Şu halde bu anlamıyla zulüm dinî sorumluluğu olan, akıl sahi­bi varlıklara özgü bir tutum olup, Allah tarafından kesinlikle haram kılınmıştır. Ayrıca kişi, kime karşı ve ne tür bir kötülük işlemiş olursa olsun, aslında Kur’an-ı Kerim'e göre bu kötülüğü öncelikle kendine karşı işlemiştir: “Mûsâ kavmine demişti ki: Ey kavmim! Şüphesiz siz buzağıyı (tanrı) edin­mekle kendinize zulmettiniz. Onun için Yaratanınıza tövbe edin de nefisleri­nizi öldürün.[7] Öyle yapmamz yaratıcınızın katında sizin için daha iyidir; böy­lece Allah tövbenizi kabul etmiş olur. Çünkü acıyıp tövbeleri kabul eden an­cak O'dur.” (Bakara, 2: 54). Bu ayette İsrâiloğullarının, altın buzağıya taparak şirke sapmak suretiyle inanç ve amel konusunda Al­lah'ın koyduğu sınırı aşmaları, böylece bir kuralı çiğnemeleri sebebiyle onlara “Şüphesiz siz buzağıyı (tanrı) edinmekle kendinize zulmettiniz.” buyurulmuştur. (I: 126)

İslâm'dan önce Araplar'da kabileler arası savaş, baskın, yağma, öç alma âdetleri çok yaygın bulunuyor, kabile fertleri dışında kalan insanların hayatlarına değer verilmiyor, bu sebeple güçlü olanlar zayıf olanları eziyor, hunharca katledi­yorlardı. Araplar da “Hayatı korumanın çaresi öldürmektir” diyor, öldüreni öldür­mek suretiyle hem tedbir hem de intikam alıyorlardı; fakat bunu yaparken adalete riayet etmedikleri için yaşama hakkını ko­rumak yerine onu ortadan kaldırmış oluyorlardı (I: 226)

İslâm öncesinde Araplar intikam ve kısasta ısrar ederler, diyet (kan bedeli) karşılığında sulhu ayıp sayarlar, bunu yapanları para karşılığında maktulün kanını satmakla suçlarlardı. İslâm kısası tâdil edip adalet ve hakkaniyete uygun hale ge­tirdikten sonra, meşru görmekle beraber, maktulün yakınlarına kısastan vazgeçme ve bunun yerine diyet kabul etme seçeneğini de getirmiştir: “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa artık ona hakkaniyetle uymalı ve kalan diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, rabbinizden bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici bir azap vardır.” (Bakara, 2: 178). Bununla da kalmayıp “kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa” diyerek iki tarafın birbirlerine din kardeşliği esasına göre bakmaları gerektiğini hatırlatmış, kısas yerine diyeti teşvik etmiş­tir. Maktulün yakınlarının kısastan vazgeçip diyete razı olmaları halinde katilin üzerine düşeni ödemesini, güçlük çıkarmamasını, gönlü yaralanmış din kardeşle­rine elinden geldiğince iyi davranmasını istemiştir (I: 269).

 

C. Adaletin ortaya çıkarılması

Abdullah b. Abbas, Ubeyde b. Sâmit, Ebü'l-Âliye gibi sahâbîler ve diğer bazı ilk dönem müfessirlerinin ver­diği birbirine yakın bilgilere göre, hayli zengin ve yaşlı bir Yahudi, -Hz. Musa’nın yaşadığı dönemde- mirasına ve kan bedeline göz diken yeğeni tarafından öldürülüp bir yere atılmış, cinayet bir masu­mun üstüne yıkılmak istenmişti. Katilin bulunamaması yüzünden toplumda nere­deyse silâhlı mücadeleye kadar varacak bir gerginlik doğdu ve olay Musa'ya bildirilerek kendisinden bir çözüm bulması istendi. Olay Kur'an’da şöyle anlatılmaktadır: “Bir zaman Mûsâ kavmine, ‘Allah size bir inek kesmenizi emrediyor.’ demiş; onlar da 'Bizimle alay mı ediyorsun!’ demişlerdi. Mûsâ, ‘Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım!’ dedi. ‘Bizim adımıza rabbine dua et de onun ne olduğunu bize açıklasın.’ dediler. Mûsâ dedi ki: Allah şöyle buyu­ruyor: 'O, yaşlı da değil düve de değil; ikisinin arası bir inek olacak.' Haydi size emredileni yapın.’ ‘Bizim için rabbine dua et de renginin nasıl olaca­ğını bize açıklasın.’ dediler. Mûsâ, O buyuruyor ki: ‘Rengi parlak sarı, ba­kanların içini açan bir inek olacak.’ dedi. Yine, ‘Bizim için rabbine dua et de onun nasıl bir şey olduğunu bize iyice açıklasın; çünkü bu sığır bize ayırt edilemez geldi; inşallah doğrusunu buluruz.’ dediler. Mûsâ, ‘Rabbim şöy­le buyuruyor.’ dedi: ‘O, henüz boyunduruk altına alınıp tarla sürmemiş, ekin sulamamış, serbest dolaşan ve alacası bulunmayan bir inektir. ‘İşte şimdi doğ­rusunu anlattın.’ dediler ve ineği (bulup) kestiler ama az daha (bunu) yapma­yacaklardı. Hani siz bir adam öldürmüştünüz de bu hususta birbirinize düşmüştünüz. Halbuki Allah sakladığınızı ortaya çıkaracaktı. Sonra ‘(Ke­silen ineğin) bir parçasıyla ölüye vurun.’ dedik. Böylece Allah ölüleri diriltir ve belki akıllanırsınız diye size âyetlerini gösterir. Bundan sonra kalpleri­niz yine katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır. Taşın öyle­si vardır ki ondan ırmaklar kaynar; öylesi de vardır ki, çatlayıp bağrından su fışkırır; bazı taşlar da vardır ki, Allah korkusuyla yerinden düşer. Allah, yap­makta olduklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara, 2: 67-74). Bu âyetlerde İsrail tarihine ilişkin olaylardan bir sahne anlatılmakta­dır. Burada, Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilerce bilindiği için, söz konusu ineğin kesilmesini gerektiren olayın ayrıntısı hakkında bilgi verilmemiş, sadece “Hani siz bir adam öldürmüştünüz de bu hususta birbirinize düşmüştünüz. Halbuki Allah sakladığınızı ortaya çıkaracaktı.” (Bakara, 2: 72) denilerek bir adam öldürme olayından söz edilmiştir.

Muhtemelen Hz. Peygam­ber dönemindeki Yahudiler ya ellerinde Tevrat'ın sıhhatli bir nüshası bulunduğu için veya sözlü kültür olarak kendilerine ulaşan bilgiler sayesinde bu olayın deta­yı hakkında bilgiye sahiplerdi.[8] Bazı sahâbîler de onlardan edindikleri bilgilerle olayın teferruatı hakkında açıklamalar yapmışlardır. O da Allah'tan aldığı vahye uy­gun olarak bir inek kesmelerini ve bunun bir parçasıyla maktulün cesedine vurma­larını emretti. Denilenin yapılması üzerine maktul dirildi ve kendisini öldürenin kimliğini açıkladı. Böylece bir mucize olarak ölünün dirilmesiyle bir yandan adalet yerini bulup ihtilâf ortadan kalkarken bir yandan da yüce Allah'ın ölüleri diriltmeye muktedir olduğu gösterilmişti (I: 142).

Adaletin ortaya çıkarılması açısından Ahiret Günü de büyük önem arz etmektedir: “Bir de dediler ki: Bize sayılı birkaç günden başka asla ateş azabı dokunmaz. De ki; Siz Allah’tan bir ahit mi aldınız? Böyle ise Allah sözünden dönmez. Yoksa siz Allah'a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? Evet kim bir günah işlemiş de kendi günahı kendisini her yandan kuşatmış ise, işte öyleleri ateş ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar. İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.” (Bakara, 2: 80-82). Tefsirlerde yer alan bazı rivayetlerde, Yahudilerin cehennemde kala­caklarını iddia ettikleri “sayılı birkaç gün” hakkında farklı bilgiler verilmiştir. Bir rivayete göre Hz. Peygamber Yahudilere “Cehennem ehli kimdir?” diye sormuş; onlar da “Biziz; fakat bizden sonra yerimize siz gireceksiniz.” demişler; Hz. Pey­gamber de “Yalan söylüyorsunuz! Çok iyi biliyorsunuz ki biz sizin yerinizi alma­yacağız.” buyurmuş; daha sonra konumuz olan ayet inmiştir. Başka bir rivayete gö­re, Hz. Musa'nın Sînâ dağında bulunduğu kırk gün zarfında Yahudiler buzağıya taptıkları için, bunun cezası olmak üzere cehennemde sadece kırk gün kalacakla­rına inanıyorlardı.[9] Diğer bir rivayette Yahudilerin, dünyanın ömrünün yedi bin yıl olduğuna ve kendilerinin, her bin yıl için bir gün olmak üzere, toplam olarak sa­dece yedi gün azap göreceklerine inandıkları belirtilir. Gerçekte bu tür iddialar, onların Allah'tan aldıkları bir vaade dayanmayıp sadece kendi kuruntularından, Allah'ın âhiretteki hüküm ve takdiri hakkında bilgisizce söylenmiş boş sözlerden ibarettir. Allah'ın bildirdiği ve adaletin gereği olan gerçek şudur ki, herkesin âhi­retteki cezası günahlarının büyüklüğü ve çokluğu nispetinde olacak; dolayısıyla inkâra sapıp kötülüklerle kuşatılmış, günahlara boğulmuş olanlar ebedî olarak ce­hennemde kalırken iman edip din ve dünyayı alâkadar eden her alanda “sâlih ameller” (hayırlı, faydalı işler) yapanlar da ebedî cennette kalacaklardır. İşte Allah'ın insanlara verdiği ahit budur (I: 148-149).

 

D. Adalet ve affetme

Câhiliye toplumunda kötülüğü kötülükle karşılamak genel bir anlayış ve uy­gulama idi. Bunun aksine davranış, çoğunlukla zayıflık ve acizlik işareti sayıldı­ğından insanlar affetmekten ziyade cezalandırma yolunu seçerlerdi. Buna karşılık Kur’an-ı Kerim'de Allah'ın affediciliği çeşitli vesilelerle dile getirilerek affın ilâ­hî bîr sıfat ve yüksek bir meziyet olduğu ortaya konmuştur. Kur’an-ı Kerim'e gö­re bir kötülüğün karşılığı ona denk bir cezadır ve bu adaletin gereğidir. Hiçbir suç­lu daha fazlasıyla cezalandırılamaz, çünkü bu zulümdür. Buna karşılık haksızlığa uğrayan affederse “Onu ödüllendirmek Allah'a aittir.” (Şura, 42: 40). Bu sebeple Müslümanlar bu erdemi benimseyip uygulamaya çağırılırken “Onlar bağışlasınlar, hoş görsünler; Allah'ın sizi bağışlamasını arzu etmez misiniz?” (Nur, 24: 22) buyurulmuştur (I: 186).

Ahlâk bilginleri, “Allah size adalet ve ihsanı emreder.” (Nahl, 16: 90)  mealin­deki ayeti de dikkate alarak, adaleti başkalarının haklarını ihlâl etmemeyi gerekti­ren, ihsanı da -buna ek olarak- başkalarının yararı için kendi haklarından fedakâr­lık etmeyi, onlara iyilik etmeyi sağlayan bir erdem olarak açıklamışlardır (I: 189).

 

E. Adalet ve gayr-ı Müslimler

Kur’an-ı Kerim Yahudiler ve Hıristiyanlar hakkında şu tespitte bulunmaktadır: “Sen onların milletlerine[10] tabi olmadıkça ne Yahudiler, ne de Hıristiyanlar senden asla hoşnud ve razı olmayacaklar. De ki, gerçekten de Allah'ın hidayeti, hidayetin ta kendisidir. Şânım hakkı için, sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah’tan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.” (Bakara, 2: 120) Bu tarihî olarak da ispatlanmış bir gerçektir. Nitekim Müslümanlar kendi topraklarındaki Ehl-i Kitaba karşı son derece adaletli ve insanî bir tavır sergiledikleri, hatta zaman zaman İslâm beldeleri onlar için bir sığınak olduğu halde, Müslüman İspanya'nın (Endülüs) İşgalinden başlamak üzere istilâ ettikleri bütün İslâm ülkelerinde Yahudi ve Hıristiyan yönetimler Müslümanlara karşı çoğu zaman vahşete kadar varan baskı, sindirme ve sömürü politikaları izlemişlerdir. Ayrıca Hıristiyan Batı dünya­sı, Macarlar gibi Hıristiyanlaşmış Türkleri benimsediği halde Müslümanlığını ko­rumuş Türkleri hiçbir zaman dost olarak görmemiştir. Özellikle Tanzimat'tan bu ya­na gösterilen Batı dünyasıyla yakınlaşma çabaları, onların bu olumsuz tavırları yüzünden daima sonuçsuz kalmıştır. Hıristiyan dünyanın diğer Müslüman milletler, hatta Hıristiyan olmayan bütün toplumlar karşısındaki tutumu da bundan farklı değildir. Hıristiyan Batılıların Müslümanlığı Hıristiyanlığa karşı, Müslümanları da Hıristiyanlara karşı tehlikeli bir güç olarak algılamaları, İslâm'a ve Müslümanlara karşı daha zalim ve haksız tavırlar sergilemeleri sonucunu doğurmaktadır (I: 200).

Bütün bu tespitler Yahudilere ve Hıristiyanlara karşı, körü körüne dostluk duygusu besleyip kişiliksiz ve teslimiyetçi bir davranış tarzını benimsemenin de, onların hatasını tekrarlayarak, kör bir düşmanlık duygusuna kapılıp haksız davra­nışlara kalkışmanın da yanlış olduğunu göstermektedir. Her iki aşırılık da en baş­ta Kur’an-ı Kerim'in öğretisine aykırıdır. Zira Kur'an Müslümanlara bir taraftan “Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur” (Maide, 5: 8) derken, diğer taraftan da üze­rinde durduğumuz ayette görüldüğü gibi, “Sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, kalkıp da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, sana Allah’tan ne bir dost bulunur, ne de bir yardımcı.” demektedir. Şu halde Müslümanlar için yapılacak iş, dostluk ve düşmanlık gibi duyguların etkisiyle zulüm veya zillet tavırları sergile­mekten sakınmak; İslâm'ın genel öğretisine uyarak iman, akıl, ilim, irfan, dürüst­lük ve adalet gibi zihnî ve ahlâkî erdemlerle donanmak, bu erdemlerle destekle­nen kültürel, siyasî ve ekonomik rekabet ve gelişme iradesini en verimli biçimde harekete geçirerek onurlu ve kişilikli bir ilişki zeminini oluşturmaktır (I: 200-201).

Bakara Suresi 120. ayette Ehl-i Kitab’ın Müslümanlar karşısındaki genel tavrının olumsuz ol­duğu bildirilmişti. Sonraki ayette ise, “Kendilerine kitap verdiğimiz, onu hakkını vererek okumakta olanlar var ya, işte Kitaba iman edenler onlardır; ama her kim onu inkâr ederse işte asıl kaybedenler onlardır.” (Bakara, 2: 121) denilerek,  Yahudiler arasında hâlâ kendi Kitaplarını hakkıyla okuyan, geleneksel Yahudi taassubundan ve ön yargıdan uzak kalabilen bazı kim­selerin bulunduğu, bunların Hz. Peygamber ve Müslümanlar hakkında insaflı ve adaletli hükümler verebildikleri belirtilmektedir. İşte Kitaba (Tevrat) asıl inananlar ve hükümlerine uygun yaşayışlarıyla onu tasdik edenler bunlardır. Tevrat'ın tahrif edilmesi ve zamanla Yahudilik adına uydurulan birçok yanlış inancın Yahudi kül­türüne yerleşmesi yüzünden yoldan çıkmış ve bu suretle bir bakıma gerçek Tev­rat'ı inkâr etme konumuna düşmüş olanlara gelince, asıl hüsrana uğrayanlar, âhiret saadetinden mahrum kalanlar onlardır (I: 201-202).

Yahudilerden “seçkinci bir tavır” sergileyerek, hayatlarının merkezine adaleti değil soylarını almalarına cevap, Hz. İbrahim’in kendisine yöneltilen buyrukları eksiksiz yeri­ne getirmesinin ardından Rabbi ile arasında geçen şu diyalogta mevcuttur: “(Allah ona) Ben seni bütün insanlara imam yapacağım, buyurdu. İbrahim, ‘Zürriyetimden de yap!’ dedi. Rabbi ona 'Zâlimler benim ahdime nail olamaz!’ buyurdu.” (Bakara, 2: 124). Hz. İbrahim'in kendi soyundan gelenler içinden de önderler yetişmesi yönünde dilekte bulunması üzerine üstünlüğün biyolojik se­beplere, kan bağına değil, dinî ve ahlâkî liyakate bağlı olduğunu bildirdi. Bu açık­lama diğer Yahudiler gibi Hz. Peygamber dönemindeki Yahudilerin de kendilerini “Allah'ın seçilmiş halkı” saymalarına bir cevap teşkil etmektedir. Buna göre za­limler İbrahim'in soyundan da olsalar, Allah'ın vaad ettiği önderlik, liderlik, üs­tünlük gibi ayrıcalıklara, -lâyık olmadıkları sürece- sahip de olamazlar; Allah'ın bu husustaki şarta bağlı vaadi onları kapsamaz. Böylece ayet öncelikle Medine Yahudilerine Hz. Peygamber ve Müslümanlar karşısında üstünlük, seçkinlik taslama­larının boş bir kuruntudan ibaret olduğunu; zalimlerin, yani dinî ve ahlâkî konu­larda Allah'ın belirlemiş olduğu sınırları aşan; özellikle şirk, veya inkâra sapan; adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine aykırı davranan; kör bir inatçılıkla gerçeğe karşı direnip savaşan kişi veya toplumların önder olmaya hakları bulunmadığını hatırlatmakta fakat ilke olarak bütün insanlara, yalnız inanç ve yaşayış olarak değerli ve üstün olmaya lâ­yık olanların bunu hak edeceklerini bildirmektedir (I: 207-208).

 

F. Adalet ve rüşvet

Çıkar elde etmek için yetkili kişilere menfaat sağlamaya rüş­vet denir. Bu günah hakkında Kur'an şöyle demektedir: “Bir de aranızda[11] mallarınızı batıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günah ile yemek için, o malları hakimlere rüşvet olarak vermeyin.” (Bakara, 2: 188). Ayetten hem kazanç hem de harcama faaliyetlerinin meşru zeminde yürütül­mesi şeklinde genel bir ilke çıkmakta; haksız menfaat sağlamak, maddî veya ma­nevî bir karşılık elde etmek için iş başındakilere mal (veya para) vermek yasaklan­maktadır. Helâl ve meşru yollardan kazanıp harcamayı emreden genel hükümlü başka birçok ayet rüşvet yasağını da kapsamakla birlikte, bu ayette rüşvet özellikle söz konusu edilerek yasaklanmıştır. Rüşvet vermek ve almak haram olduğu gibi, rüşvet vererek temin edilen menfaat da haramdır. Rüşvet zaman zaman bazı toplumlarda son derece ciddi, yaygın ve yıkıcı bir hastalık halini alabilmektedir. Bu hastalıktan korunmayı veya tedavi etmeyi başaran toplumların uygulamasından anlaşıldığına göre, bunun için başta eğitim olmak üzere din, ahlâk, hukuk, iktisat, siyaset gibi sosyal disiplinle­rin birlikte işletilmesi gerekmekte; bu illete karşı verilen mücadelenin başarılı ol­masında, bir yandan toplumda sosyal adaletin geliştirilmesi bir yandan da hukuk düzeninin kurulması ve adalet mekanizmasının etkin biçimde çalıştırılması özel bir önem taşımaktadır (I: 289).

 

Kaynakça

Cevheri, İsmail b.  Hammad (ö. H. 393), es-Sıhahu Tacu’l-Luğati ve Sıhahu’l-Arabiye, 6 c., 4. bs., Daru’l-İlm li’l-Melâyin, Beyrut, 1987.

İbn Faris, Ebû’l-Huseyn (395/1005), Mu’cemu Mekayisi’l-Luga, 6 c., Daru’l-Fikr, (bs. yeri yok), 1979.

________, (395/1005), Mücmelu’l-Luğa, 2 c., 2. bs., Müessesetu’r-Risale, Beyrut, 1986.

İbn Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab, 15 c., Daru Sadır, Beyrut, h. 1414.

Firuzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-Muhît, 8. bs., Müessesetu’r-Risale, Beyrut, 2005.

Karaman, Hayrettin vd., Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 5 c., DİB Yay., Ank., 2007.

Yazı Künyesi! Kayacan, Murat, “Kur'an Yolu’nda Adalet Kavramı”, Haksöz Derg., S. 253, İst., 2012, s. 71-76.

Mukatil b. Süleyman, Ebu’l-Hasan, Tefsiru Mukatil b. Süleyman, Daru İhyai’t-Turas, Beyrut, h. 1423.

Sarmış, İbrahim, “Kader İnancı”, Nida Derg., S. 151, Malatya, 2012.

Taberî, Muhammed bin Cerir, Câmiu'l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur'an, 24 c., Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000.

Vahidi, Nîsâbûrî, Muhammed b. Ali en-Nisâburî (ö. 468/1075), el-Vasît fî Tefsîri’l-Kur'ani’l-Mecîd, 4 c., Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1994.

 

 

*Kayacan, Murat, “Kur'an Yolu’nda Adalet Kavramı”, Haksöz Derg., S. 253, İst., 2012, s. 71-76.

 



[1] Karaman, Hayrettin vd., Kur'an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, 5 c., DİB Yay., Ank., 2007.

[2] Bu tefsirin yazarları bu bağlamda Ehli sünnet âlimleri yerine “bazı alimler” demiş olsalardı, daha isabetli olurdu.

[3] Haksızlıkları gizlemeye zemin teşkil eden yanlış kader anlayışını eleştiri için bkz. Sarmış, İbrahim, “Kader İnancı”, Nida Derg., S. 151, Malatya, 2012, s. 13-18.

[4]Verdikleri sözden dönmeleri, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberlerini öldürmeleri ve ‘Kalplerimiz kılıflıdır.’ demelerinden dolayı (başlarına türlü belalar verdik). Doğrusu Allah, inkârları sebebiyle onların kalplerini mühürlemiştir. Pek azı hariç onlar inanmazlar.”

[5] Mutaffîfîn 83/14.

[6] Tirmizî, Tefsir, Mutaffıfın (3331); İbnu Mace, Zühd, 29.

[7] Bu ayetteki “nefislerinizi öldürün” ifadesi hakkında bir değerlendirme için bkz. Kayacan, Murat," Kur'an’da Geçen ‘Kendinizi öldürün!’ İfadesi Nasıl Anlaşılmalı?”, Haksöz derg., S. 210, İst., 2008.

[8] Bu olay Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır: “Musa ordugahın girişinde durdu, ‘Rab'den yana olanlar yanıma gelsin!’ dedi. Bütün Levililer çevresine toplandı. Musa şöyle dedi: ‘İsrail'in tanrısı Rab diyor ki: Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün.’ Levililer Musa'nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü.” (Tevrat, Çıkış, 32: 26-28).

[9] Mukatil b. Süleyman, Ebu’l-Hasan, Tefsiru Mukatil b. Süleyman, Daru İhyai’t-Turas, Beyrut, h. 1423, I, 119.

[10] Millettten kasıt dinleridir bkz., Vahidi, Nîsâbûrî, Muhammed b. Ali en-Nisâburî (ö. 468/1075), el-Vasît fî Tefsîri’l-Kur'ani’l-Mecîd, 4 c., Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1994, I, 200.

[11] Taberi, ayetteki “aranızda” (بَيْنَكُمْ) kelimesinin “birbirinizin” anlamında olduğunu söylemekte ve bu görüşünü desteklemek için “Bir topluluk diğer bir toplulukla (أَنْفُسَكُمْ) alay etmesin.” ve “Birbirinizin (أَنْفُسَكُمْ) canına kıymayın.” ayetlerini belirtmektedir bkz. Taberî, Muhammed bin Cerir, Câmiu'l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur'an, 24 c., Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 2000, III, 548.