Kızıl çeltik kargası
James Hurst
Çev: Murat KAYACAN

Sonbaharın başlangıcıydı. Evimizin az ilerisindeki mezarlıktaki çiçekler gittikçe kısılan sesleriyle ölüm şarkılarını söylemeye devam ediyorlardı. Evimizin badanaya ihtiyacı vardı. Bahçeyi çevreleyen parmaklıkların boyaları, ağaçların yapraklarını taklid ediyorlardı
Durmuş'u hatırladım. Bildiğim en çılgın çocuktu, fakat rüyasında gördüğü bir kıza aşık olan ya da Mc Donald'daki öykünmecilik yarışı dolayısıyla aşık olduğu Michael Jackson'a her hafta karşılığını beklemeksizin mektup yazan bir genç kız kadar da değildi.
0 doğduğunda altı yaşındaydım ve onun doğuşu tam bir hayal kırıklığıydı. Küçücük gövdesi başını taşımakta zorlanıyordu. İnci teyzem hariç herkes onun öleceğini zannediyordu. Babam marangoz Metin Usta’ya tabutunu ısmarlamıştı bile. Üç ay geçti, artık bir isim konmalıydı. Adını Zıyaeddın Hanzala koydular. Bu kadar uzun bir isim küçücük uçurtmaya takılan uzun bir kuyruğa benziyordu. Fakat bir fatiha için mezar taşına yakışırdı doğrusu.
Köyümüz denize nazır bir dağın eteklerindeydi Kardeşim ön odada, yatağında yastığını sırtına destek olarak koymuş bir şekilde oturur ve denizi seyreder, gündüzleri açık tutulan pencereden meltemin serinliğini içinde hissetmeye çalışırdı
Özürlü bir kardeşe sahip olmak, hele hele ona katlanmak zorunda olmak dayanılmaz bir şeydi. Onu yastıkla boğmayı ve kurtulmayı düşündüm. Fakat odamdan onu seyrettiğim bir gün onun da beni fark edip bana şirin bir gülümseyiş yollaması ve "Anne ağabeyim orada! Ağabeyim orada'" diyerek hayat dolu olduğunu göstermesi beni vazgeçirdi.
0 iki yaşına geldiğinde karnı üstüne yatırdığımda emekleyebiliyordu. Doktor onun zayıf kalbinin buna dayanamayacağını söyledi ama ölmedi Bu gayreti sırasında kızarır, bazen de morarır ve sonunda eski bir oyuncak gibi çöker kalırdı. Üçüncü kışı geçirdiğimizde bizden birisi olmuş, yani dünyadaki yerin! Sağlamlaştırmıştı. Onu Zıyaeddin Hanzala diye çağırırken sanki atalarımızdan birine sesleniyorduk Durmuş is-mini annem ve babam da benimsemişti. Bu ona karşı bulunduğum en nazik davranışlardan birisiydi Hem bu
isimdeki çocuktan kimse de bir şey beklemezdi İnci teyzem ise çocukların evliyalar kadar temiz olduklarını düşündüğünden karşı çıktı.
Durmuş sürünmeyi öğrenmişti ama yürümeye dair bir işaret göremiyorduk Babam ona, iterek götürebileceğim bir araba yaptı. Artık peşimi bırakmıyordu. Hep benimle gelmeyi arzuluyordu. Nereye gitsem annem "Durmuş'u da götür" diye sesleniyordu.
0 bana birçok nedenle yük oluyordu. Doktor bizi nazik davranmak ve onu heyecanlandırmamak, yere göğe koymamak şeklinde tavsiyelerde bulundu. Yani kale almadığım bir dizi "emir ve yasaklar" listesini dinledim ondan.
Onu gezintiye çıkardığımda hassas cildi nedeniyle ona bir şapka takıyordum. Bezsin de bir daha gelmesin diye ara sıra kaçma numaraları yapıyordum. Sonra da arabasını yükseklere çıkarıp koyu seyrettiriyordum.
Ardından onu kendisi için yapılan mezarın yanına götürdüm Dedim ki:
-Senin mezarın
-Değil
-Evet senin mezarın!
Onu orada bırakma numarası yaptım. Tehdidimden çok korktu: "Beni bırakma n'olur" diye yalvarıyordu. Hemen peşinden bir çığlık koptu Yanına gittiğimde hala onu bırakacağım korkusuyla bana sımsıkı sarıldı.
Beş yaşına geldiğinde yürüyemeyen bir kardeşim olduğu için hala üzülüyordum Tekrar kırlardaydık, iğdenin kokusu bizi büyülüyordu Ona:
"Yürümeyi öğreteceğim sana" dedim Yumuşacık çimenin üzerinde ağaca yaslanmış olan Durmuş sordu:
-Niçin?"
-Her zaman hizmetçiliğini yapacak değilim
-Ben yürüyemem kardeşim
-Kim demiş onu
-Annem, doktor, herkes
-Yürüyebilirsin
Tuttum kollarından ve kaldırdım. Un çuvalı gibi devrildi Sanki bacaklarında kemik yoktu.
-Bana eziyet etme!
-Kapa çeneni Sana işkence yapmıyorum -Yürümeyi öğreneceksin.
-Yapamam!
-Evet yapabilirsin, denemek zorundasın
Başlangıçta umutsuz gözüken mucizenin peşini bırakmayacaktım. Övünmemizi gerektirecek birşeyimiz veya bir kimsemiz olmalıydı. Benimki Durmuş idi 0 zaman övünmemizin güzel ve berbat bir
şey, hayat ve ölüm olduğunu anlamıştım.
Öğleden sonra yüz defa da denesem başarılı olamadım. Ona sakallı bir dede olacağını ve bu arabada hala oturacağını ve benim hala onu çekeceğimi gösteren bir resim çizdimse de etkili olmadı.
Sonunda bir gün, bir kaç haftalık denemenin ardından birkaç saniye durabildi. 0 da, ben de "evet" diye bağırdık Bu büyük başarıyı onun altıncı yaş gününde sergileyecektik 0 güne kadar beklemek nefes tutmak gibi bir şeydi.
Belirlenen günde annem, babam ve İnci teyzem yemek odasında kahvaltı yapıyorlardı Arkalarını dönmelerini istedim. 0 anda Durmuş'un tekerlekli sandalyeden kalkıp iskemleye oturuşundan başka ses duyulmuyordu. Annem ağlayarak Durmuş'a doğru koştu. Babamla birlikte ona sıkıca sarıldılar. Teyzem, ailede bundan daha olağanüstü bir şey olursa çok şaşıracağını söyledi.
Durmuş yürümeyi ona benim öğrettiğimi söyledi Ev ahalisi bana sarılınca ağlamaya başladım "Niçin ağlıyorsun?” diye sordu babam ama cevap veremedim. Onlar, kendim için, gururum için çabaladığımı, Durmuş'u sadece sürünen kardeşten utandığım için yürütmeye çalıştığımı bilmiyorlardı. Birkaç ay içinde Durmuş mükemmel bir şekilde yürüyebiliyordu. Kırlarda daha uzun kalabilmek için yalan söylemeye başlamıştık. Durmuş bir ayak üstünde bin yalan söyleyebiliyordu Hayal gücü de çok genişti Muhayyel "atılgan"a akla hayale gelmeyecek maceralar yaşatıyordu Bu konuda benden tartışmasız üstündü.
Durmuş'un yürümesini sağlayan ben, niçin ona yüzmeyi, koşmayı, ağaçlara tırmanmayı ve kavga etmeyi öğretmeyecektim? Çabalarımızı iki katına çıkarmaya karar verdik Yüzü kıpkırmızı olana kadar koşturdum, dudakları morarana kadar yüzdürdüm. Bir keresinde olduğu yerde tıkandı kaldı ve ağlamaya başladı.
"Haydi Durmuş, akranların gibi olmak istemiyor musun'?"
Eve geldiğimizde İyi durumda olmadığını annem de anladı. 0 gece kabuslarla başı dertteydi Cumartesi öğleden sonraydı Okulun açılmasına birkaç gün vardı. Başarısızlığımı kabul etmem gerektiği halde, gururumu yenemiyordum. Başarmak ihtirası artık geri dönmek için çok geç olduğunu fısıldıyordu
Annem, babam, Durmuş ve ben yemek masasında oturuyorduk Babam havanın sakinliğinin bir fırtınanın habercisi olduğunu söyledi Yemeğimizi yerken Durmuş:
"Siz de duydunuz mu? Genç çınar ağacından geliyor"
"Hayır" dedim fakat Durmuş kendisinden emin bir tavırla kapıyı açıp dışarıya çıktı.
"Büyük kırmızı bir kuş" diye seslendi
Birlikte dışarı çıktık Kuşun kanatları ağacın dallarına takılmıştı Güzelim tüyleri ölü bedeninden az önce aşağıya
ağır ağır inmeye başlamıştı. 0 da sonbaharını yaşıyordu. Yere düştüğünde ölü bedenine en büyük ilgiyi Durmuş gösterdi.
Kızıl çeltik kargası... Bu ağaca takılıp ölmek için kim bilir ne kadar yolculuk etmişti.
Annem:"Haydi yemeğimizi bitirelim" dedi. Oldukça etkilenen Durmuş:
"Ben aç değilim. onu götürüp kasımpatının dibine gömeceğim" dedi.
Kuştan hastalık geçeceğini de söyleyemezdik. Eve girdik, açık pencereden onu izliyorduk. Kuş için mezar kazmada gösterdiği beceriksizlik bizi kahkahalarla güldürdü. Durmuş işini bitirip geldiğinde yüzü oldukça solgundu.
Yemeğimi yedim ve hemen onunla tekrar kırların yolunu tuttuk. Vakit dardı. Akranlarına yetişmek zorundaydı. Deniz kıyısına ulaştığımızda Durmuş yüzemeyecek kadar yorgun olduğunu söyledi. Bu arada güneydoğudan gelen bulutların gökyüzünü karartışı, Durmuş'un dikkatinden kaçmamıştı. Gök gürültüsü dalgaların sesini bastırıyordu. Güneş kayboldu. Ortalık gece karanlığına büründü. Artık eve dönmemiz gerekiyordu.
Islanmamak için acele ediyorduk. Durmuş yere düştü, üstü başı çamur oldu. Beceriksizliğini gülümseyerek gizlemeye çalıştı ama başaramadı. Gözleri, bağışlama parıltısı arıyordu gözlerimde. Koşarken bana ayak uydurabilmek için elinden geleni yapıyor, yürüyüşümü hızlandırdıkça o da hızlandırıyordu. Koşmaya başladım. Gök gürültüsü kulakları sağır edici şiddetiyle Durmuş'un kalbini durduracaktı. Bana yetişemiyor ve bağırıyordu:
"Kardeşim, beni bırakma! Beni bırakma!"
İçimdeki zebunküş duygular tekrar uyandı. Mümkün olduğunca hızlı koşarak yağmur duvarını aramıza set olarak çektim. Zıpkın yağmur taneleri ve şimşeklerin sesinden onun sesini duyamıyordum.
Durup onu bekledim. Fırtına sakinleşmişti fakat yağmur sicim sicim inmeye başlamıştı. Geriye doğru koştuğumda onu başını kollarına gömmüş ve dizlerine yumulmuş şekilde bir ağacın dibine çöküp kalmış buldum. "Haydi gidelim" dediysem de cevap vermedi. Başını kaldırdığımda geriye devrildi. Ağzından süzülen kanlar boynunu ve gömleğini parlak kırmızıya boyamıştı.
Onu sarsarak "Durmuş! Durmuş!" diye ağlasam da cevap alamadım. Ağlamaya başladım. Uzun süre kızıl çeltik kargamın üzerine yatarak gözlerimle yağmur damlalarına eşlik ettim.
"The Scarlet İbis" adlı hikayeden


Uyarlayan: Murat Kayacan