Israil Sorunu Ve Haremu’ş-Şerif’e Yönelik Tehdit
Israil Sorunu Ve Haremu’ş-Şerif’e Yönelik
Tehdit
Siyonist
liderlerce 15 Mayıs 1948 tarihinde kurulan Israil devleti, ikinci Dünya
Savaşının ardından uluslar arası siyasetin ve askeri işgallerin bir bileşiminin
sonucudur. 29 Kasım 1947’de BM (Birleşmiş Milletler) Genel Kurulu Osmanlı
Devletinin I. Dünya Savaşında yenilmesinden sonra İngilizlerce yönetilen
Filistin’in biri Yahudi diğeri de Arap olmak üzere ikiye ayrılmasını oyladı. O
dönemde bir milyon üç yüz bin Arap ve çoğu Avrupa’dan gelmiş altı yüz bin Yahudi
(1900’lerde Filistin’de otuz binden az Yahudi bulunuyordu.) Filistin’de
yaşıyordu. Yahudiler tüm Filistin topraklarının yaklaşık yüzde 6-8’lik kısmına
sahiptiler. Buna rağmen BM, Filistin’i bölme planında Yahudilere yüzde 56
oranında toprak veriyor, Kudüs ve Bethlehem bölgelerini de uluslar arası alan
olarak ilan ediyordu.
Bu,
Filistinliler ve Araplar tarafından kesinlikle kabul edilemez bir neticeydi ve
onlar BM Genel Kurulunun oylamasını emperyalist bir tavır olarak görüyordu.
Kudüs’te ve Filistin’in diğer bölgelerinde patlak veren protestolar sürerken, Siyonist
liderler kendilerine tahsis edilen toprakları nasıl genişleteceklerinin
planlarını yapıyorlardı. Stratejileri, Arap halklarını sindirmek ve Filistin
kasaba ve köylerinin etnik temizliği tabi tutmakla tanımlanabilirdi.
Filistinlilere destek sağlamak isteyen komşu Arap ülkelerinin orduları, iyi
silahlanmış ve eğitilmiş Avrupalı Yahudi yerleşimcilerle karşılaştırıldığında
oldukça yetersiz kalıyordu. 1949 yılında İsrail ve Arap Devletleri arasında
ateşkes antlaşması imzalandığında, Filistin’in yüzde yetmiş beşi İsrail
kontrolü altındaydı. Ürdün, Batı Şeria olarak bilinen Filistin’in merkezindeki
tepeleri ve Batı Kudüs’ü; Mısır, Gazze Şeridi kıyı bölgelerini kontrol
ediyordu.
İsrail
tarihi saldırgan ve kanlı başlangıcından bu yana, 19. ve 20. yy. da Avrupa
tarihinde görülen Avrupalı ırkçı ve milliyetçi hareketi yansıtmaktadır. Siyonizm,
orta Avrupa’da mümkün olduğunca politik egemenlik talep eden, diğer insanlar
üzerinde ırk üstünlüklerini ilan eden milliyetçi hareketlerin hakim olduğu
zaman diliminde ortaya çıkmıştır. (Belki bizi şaşırtan aynı tarihi eğilimin
Almanya’daki Nazi Hareketi olmasıdır.)
Bu
aynı zamanda, Almanya ve İtalya gibi yeni ulus-devletler de dahil Avrupa
devletlerinin, Avrupada olmayan topraklar üzerinde hakim olma mücadelesine
katıldıkları zamana hem de Avrupalı yerleşimcilerin her zamanki gibi Asya ve
Afrika toprakları üzerinde hakim olmak için hareket ettikleri döneme denk
gelir. Avrupalı laik Yahudiler kendilerini toprağı olmayan millet olarak
görmeye başladılar. Avrupa’da diğer milliyetçiler tarafından bu şekilde
tanımlanan bir millet hoş karşılanmadı. Sömürgeci emperyalist model burada
kendini alternatifti bir model olarak sundu. Başlangıçta Siyonistler
Yahudilerin Afrikada ve Güney Amerika’da yerleşmelerini önermelerine rağmen
Yahudilerin eski tarihi kökleri onları ırkçı-sömürgeci geleneklerine
odaklanmaya yöneltti. Buralar ise yüzlerce yıldır Müslümanlarca yönetilen ve
Arapların oluşturduğu bölgelerdi. Ortodokslar ve dindar Yahudiler Filistin’de Müslümanların
yönetimi altında barış içerisinde yaşamaları gerçeğinden dolayı başlangıçta
politik Siyonizme karşı oldular. Azınlıkta kalan küçük bir grup bu şekilde
günümüze kadar düşüncelerini sürdürdüler.
Avrupa’da
Yahudiler, kendilerini kurbanlarına doğuştan üstün gören milliyetçilierin
soykırımla sonuçlanan korkunç zulmünün kurbanı oldu. Bu modern Avrupa
milliyetçiliğinin karekteristik özelliğiydi. Bu milliyetçi çatışma birçok
milliyetçi düşüncede görülebileceği gibi on yıl önce Yugoslavya’da da görüldü.
Yahudilerin diğer insanlara karşı benzer tavrı, Filistin’in yerli halkını bariz
bir şekilde yerlerinden eden sloganlarında net olarak görülür: “İnsansız
toprak, topraksız insan içindir”. Avrupa’da bir zamanlar Yahudilere yapılan katliamların
aynısının ve daha fazlasının kendilerinin Filistin’deki Araplara yapması hiç de
şaşırtıcı değildir. Bu slogan, Yahudilerin, Yahudilerle birlikte yaşama arzusu
duymaları şartıyla Filistinlilerin hayatlarında iyileştirme yapmak üzere
geldiklerine dair Yahudi propagandasının ve mitolojisinin bir parçası olmuştur.
Fakat gerçek hiç de öyle değildir. Bunu birçok İsrail kaynağıda
doğrulamaktadır.
1948-49
yıllarında Filistin’deki Siyonistler yedi yüz binin üzerindeki Filistinlileri
sahip oldukları topraklardan zorla çıkartmıştır. Benzer niyetler o zamandan bu
yana, Gazze ve Batı Şeria’daki yerleşimci hareketleri ve İsrail yayılmacılığını
teşvik etmiştir. İsrailli
yerleşimcilerin Gazze’den çekilmesi (Ağustos 2005) yerleşim yerlerinin Batı
Yaka’ya doğru genişlemeye devam etmesi gerçeğini örtmemelidir. 2005 Eylül
ayında New York’daki BM zirve toplantısı için İsrail’den ayrılan Ariel Şaron
gazetecilere “Yahudi yerleşim yerlerinin inşaı devam etmektedir (Batı
Şeria’da), ihtiyacımız karşılanana kadar da devam edecektir” açıklamasında
bulundu. Ondan bir gün önce savunma bakanı Shaul Mofaz “Yerleşimcilerin
mekânlarını geliştirmek için elimizden gelen her çabayı göstermeli ve bütün
kaynakları seferber etmeliyiz.” dedi. Kontrol altına aldıkları her bölgede
İsrailliler, Filistin halkına karşı -modern tarih boyunca karşılaştığımız aşırı
milliyetçi ve faşist hareketlerin karakteristik özelliği olan- insani olmayan acımasız
muamelelerde bulunmuşlardır.
Onların
Filistinlilere karşı davranışlarının da ötesinde, İsrailin Ortadoğu’daki
varlığı bölgenin jeopolitik ortamında temel rahatsızlık unsuru olmuş ve komşu
ülkelerle uzun süren bir çatışmaya yol açmıştır. Cemal Abdunnasır rejiminin Süveyş kanalına millileştirmesinden
sonra İsrail, 1956 yılında İngiltere ve Fransa ile işbirliği yaparak Mısır’ı
işgal etti fakat uluslar arası baskılar sonucunda İsrail birlikleri Gazzeyi ve
Sina yarımadasını terk etmek zorunda kaldı.
Özelde Suriye’ye karşı olan ve Suriye’yi işgal edilme korkusuyla karşı
karşıya bırakan 1967 savaşı, İsrail’in askeri gösterileriyle başladı. Sovyet
istihbarat raporları, İsrail birliklerinin Suriye sınırında toplandıkları
haberleriyle Suriye’nin saldırıya maruz kalma şüphesini daha da artırdı. Mısır,
Suriye’yi desteklemek için birliklerini Sina’ye yerleştirdi ve diplomatik
ilişkiler gerginleşti. İsrail; Mısır, Suriye ve Ürdün’e karşı “önleyici
saldırılar” olarak adlandırdığı planı uygulamaya koydu. İnatla sürdürdüğü
savaşın sonunda İsrail, Ürdün’ün elinden Batı Şeria’yı; Mısır’dan Gazze
Şeridini ve Sina yarım adasını ve Suriye’den de Golan Tepelerini aldı. 1978
yılında Lübnan’daki iç savaşta Hristiyan milisleri destekleyerek ilk kez, 1982
yılında da ikinci kez Lübnan’ı işgal etti ve ülkenin tüm güney bölgelerine
girdi. Filistinli mültecilere katliam
uyguladı ve Beyrut’u kuşattı. Yapılan katliam ülkede büyük tahribata ve yıkıma
yol açtı. Bu Hizbullah’ın büyük bir İslamî Hareket olarak ortaya çıktığı dönemdi.
Hizbullah 1985 yılında İsrail’in ülkenin güneyinden ve sonunda Şebaa bölgesi
hariç ülkenin diğer yerlerinden de geri çekilmesini istedi. Büyük savaşlar
hariç, İsrail diğer ülkelerde tetörizm ve diğer bölücü faaliyetler dahil
politik engellemelerin içerisinde oldu fakat her seferinde inatçı bir şekilde
saldırı altında olanın kendisi olduğunu, sadece savunma yaptıkları fikrini işlemeye
devam etti.
İsrail
Devletinin ortaya çıkışından beri, büyük Batılılı güçlerin desteğini alması Siyonist
hareket ve İsrail Devleti’nin hoşuna gitmiş ve dehşet saçan suçları başından
def etmeyi başarmıştı. Yahudiler bölge nüfusunun sadece çok küçük bir kısmını
oluşturmasına rağmen, 1917 Balfour Bildirgesi’yle İngiltere, Filistin’de Yahudi
vatanının kurulmasının desteklemesine kendisini adadı. Bu sadece bir
başlangıçtı. İngiliz yönetimi boyunca, yerel nüfusun istememesine rağmen
Yahudiler’in Filistin’e yerleşmesine izin verildi. İngiltere yönetimine ve Arap
halkına karşı Filistin’deki Siyonist saldırılar devam etmesine rağmen 1947
yılında BM Genel Kurulu Filistin topraklarının büyük ve önemli bir kısmını
Yahudilere verdi. Bu, süreç içinde Filistin’e daha fazla Yahudinin yerleşeceği
anlamına geliyordu. İsrail saldırgan ve haksız faaliyetlerine rağmen Batının
desteğini almaktan çok memnundu.
Bu Batı
desteği çoğunlukla, Avrupanın uzun anti-semitik tarihinde Batının utancını
telafi çabası olarak izah edildi. Özellikle de Nazi baskısı altında kalan
Yahudiler için. Fakat bu taraflı bir izahtı. Başlangıçta anti semitik gelenekle
Yahudilerin çıkarılmaları ve başka yerlerde yerleşmeleri Batıda memnuniyetle
karşılandı. Birçok Batılı tarafından artık, Yahudiler uygarlaşmış Avrupalı
insanlar, Araplar da yıllardır tüm emperyalist güçlere problem çıkaran basit
yerliler olarak görülüyordu. Batılı güçler Hindistan ve Cezair’i yönetme
hakkının kendilerinde olduğunu savundular. Bunun sonucu olarak da Avrupalı
Yahudi yerleşimcilere, kendilerinin Filistin’i ele geçirmeleri fikrinin son
derece mantıklı geldiği söylenebilir. Bir diğer faktör de, bazı çevrelerde
Yahudilerin, Hristiyanlar Avrupa’nın geleneksel düşmanları olan Orta Doğunun Müslümanlarına
karşı müttefik olarak görülmesiydi. Zamanla Batılı emperyal güçler arasındaki
dengeler de değişmeye başladı. Özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra Amerika
daha önemli bir konum elde etti. Gerek Sovyetler Birliğine karşı soğuk savaşta
ve gerekse Amerika’nın uzun vadede devam eden bölgenin petrol kaynakları
üzerindeki artan ilgisi ve özellikle İslami hareketlerin Batılı sömürge
hegomanyalarına karşı meydan okumalarına karşı İsrail, Amerika için bölgede
önemli bir müttefik haline geldi.
Siyonistler doğruluklarını ispat etmede diğer
düşüncelere karşı uzmanlaştılar ve ihtiyaç duydukları Batı desteği hiçbir zaman
zayıflamadı. Hatta Batı ülkelerindeki birçok sıradan insan bile, İsrail’in
gerçek tabiatının ve aldatıcı propagandasının farkında olmaya başlamıştı.
Yahudilere yapılan Nazi zulmünün kötü hatıralarını, böyle bir şeyin bir daha
olamayacağını istismar ederek anlatmak, bu sürecin ana parçasıydı. Halbuki İsrail’in
Filistin halkına muamelesi önümüzde durmaktadır ve İsrail tarihi, Güney
Afrika’daki ırkçı rejimle Hindistan’daki Hindu milliyetçilerle, Latin Amerika
ve diğer yerlerdeki faşist grup ve rejimlerle müttefik olma cürmüyle doludur.
Belki de daha önemlisi varlıklı ve politik olarak etkili olan, Yahudi
topluluklarının tüm Batı ülkelerindeki rolüdür fakat özellikle Amerika’daki
etkisi daha da önemlidir. İsrail menfaatinin Amerika’daki ulusal menfaatten
ayrı görülemeyeceği bir gerçektir. Örneğin,
önemli sayıda Amerikalı, İsrail’i sorunlu devlet olarak görmekte ancak
etkisiz oldukları için Yahudi-İsrail nüfuzunun ABD’deki politik kurumlar
üzerinde etkisi konusunda ellerinden bir şey gelmemektedir.
Başlangıcından
beri, Siyonist hareket hem Avrupalı aşırı milliyetçilerle- hem de Batılı
sömürgeci empertyalistlerle ayrılamayacak biçimde birbirlerine bağlıdır.
Faşizmin kötü/kirli bir kelime olduğu zamanlarda Sırplar aşırı milliyetçiliği
gözden düşürdü. Bugün Siyonizm belkide suçlarına müsahama gösterilen ve
savunulan son aşırı milliyetçi harekettir. Sömürgeci emperyalizm artık
bitmektedir. İkinci dünya savaşından sonra İsrail, Müslüman dünyasının kalbinde
ortaya çıkmış, sömürgeci emperyalizm, ekonomik ve politik neo-emperyalizmle yer
değiştirmiştir. (Amerikanın yabancı ülkelere artan müdahalesi, özellikle son
yıllarda Afganistan ve Irak’ta, sömürgeciliğe dönüşten daha çok neo-emperyalizmin
evrimi olarak daha iyi görülebilir.)
İsrail’in
var olma hakkına meydan okunması, modern Batı tezinin büyük tabularındandır ve
otomatik olarak anti semitizmle aynı kefeye konmaktadır. Fakat gerçek olan Siyonizm
ve Siyonist devlet mutlaka diğer faşist ideolojilerin ve sömürgeci
yerleşimcilerin çizdiği yoldan gitmektedir. Objektif olmak gerekirse -ki birçok
ortodoks Yahudi ve Yahudi olmayanların zor kabul edeceği Yahudi iddialarını bir
kenara koyarsak- Siyonistlerin İngilizlerin Hindistan’da ve Fransızların
Cezayir’de yaptığından daha fazla (Filistin halkına rağmen) Filistin’e hükmetme
yetkisi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Elbette
Hindistan ve Cezayir’de sömürgecilikten kurtulma süreci sarsıcı ve kanlıdır.
Fakat olay iyi kavrandığında hiçbir kimse gerekli ve “kaçınılmaz” olduğundan
şüphe edemez. Her iki durumda da travmanın çoğunluğu sömürgecilerin “kaçınılmaz”
olanı kabul etmemekte diretmelerinden kaynaklanmaktadır. Ancak süreç içinde; imanı,
değerleri ve yerli Filistin halkının özlemlerini yansıtan bir devlet tarafından
Siyonist devletin sona erdirilmesi de kaçınılmazdır. Görülmesi gereken, bu
kaçınılmazlığın gözler önüne serdiği süreçtir. Ne var ki, Siyonistleri memnun
eden dünyanın önde gelen emperyal güçlerinin desteği dikkate alındığında bu
“kaçınılmaz” olan, kısa sürede vuku bulmayacak ve ayrıca ona karşı
Siyonistlerin kararlılığı ve onların kanıtlanmış sıkça gösterilen siyasi
kurnazlıkları ve askeri merhametsizlikleri hesaba katıldığında pürüzsüz
olmayacaktır.
Bu
arada yurtlarıyla ilgili endişe içerisinde olan Filistinlilerin ve
Filintin’deki din kardeşleri için adalet isteyen tüm dünyadaki Müslümanların da
Kudüs’te –İslam tarihinin merkez şehri- Siyonistlerin tahribatının
sınırlandırılması için yapılması gereken her şeyi yapması, Siyonist İsrail
Devletinin merkezî bir rolü olduğu Emperyalist Batı dünyasını da sona erdirmesi
gerekiyor. Yayılmacı tarih sürecinin bir parçası olan Filistin’in Siyonistlerce
işgali sonlandırılacak; Kudüs huzur ve refah ortamı içerisinde yönetilecektir.
Kudüs’e Tehdit
1967’de
gerçekleşen Siyonist işgalinin bir sonucu olarak Haremu’ş-Şerif, İsrail
kontrolüne geçti. Bunun soncunda da, 9 Haziran’da orada Cuma namazı kılınamadı.
Haremu’ş-Şerif’in Selahaddin tarafından onarılmasınından bu yana ilk defa böyle
bir şey oluyordu. Fakat tehlike bundan daha büyüktü: Siyonizmin kurucusu
Theodor Herzl 1897 yılındaki ilk Siyonist konferansında “Kudüs’ü ele
geçirebilirsem, Yahudilerinki hariç tüm kutsal yerleri kesinlikle ortadan
kaldıracağım.” açıklamasında bulundu. Siyonistler, 1948 yılında İsrail hava
kuvvetlerini kullanarak Haremu’ş-Şerif’i yıkma girişiminde bulundu. Atılan 65
bombayla iki cami vuruldu ve saldırı önemli hasara yol açtı. Şans eseri atılan
bombalar küçük çaptaydı.
Haremu’ş-Şerif,
Kâbe ve Medine’deki Mescid-i Nebevi’den sonra İslam’ın en kutsal üç yerinden
birisi ve İslamın ilk kıblesiydi. Hicretten sonra da Kur’an ayetleriyle Müslümanların
kıblesi Kâbe olarak değiştirildi. Haremu’ş-Şerif, aynı zamanda İslam
peygamberinin Mekke’den Kudüs’e gece yolculuğunun ardından cennete yükseldiği
yerdi. (isra ve Mirac)
Haremu’ş-Şerif,
eski Kudüs’ün güney doğusunda bulunan dikdörtgen bir alandır. Yedisi açık dördü
kapalı olmak üzere 11 kapısı bulunan duvarlarla çevrelenmiştir. Aynı zamanda
şehre çeşitli yollarla da bağlıdır. Harem’de 25 içme suyu kuyusu/pınarı ve
sayısız çeşme bulunmaktadır. Harem’in toplam dört minaresi, birkaç kubbesi ve revakları
bulunmaktadır. Aynı zamanda iki güneş saati de vardır. Haremu’ş-Şerif içindeki
iki bina Harem’in merkezindeki Kubbetu’s-Sahra ve Mescid-i Aksa’dır. (Aksa adı
Harem’in tümünü ifade etmek için de kullanılır.) Her ikiside Emevi kralı
Abdulmelik b. Mervan tarafından inşa edilmiştir, Kubbe (hicretten sonra) 68-72
yıllarında Mescidi Aksa ise hicri 692 yılında inşa edilmiştir. Bu, raşit
halifelerden Ömer b. Hattab tarafından daha önceden yaptırılan ve Harem’in
doğusunda bulunan camiyle karıştırılmamalıdır.
Yahudiler
bu alanın “Süleyman Tapınağı” olduğunu ve bu tapınak alanının “Kral Davud” (Hz.
Davud as.) tarafından yaptırıldığını ve Yahudiliğin dinî merkezi olduğunu iddia
ederler. Buranın tarihi İslam öncesi döneme uzanır. İran ve Roma hakimiyeti
altında sürekli tahrip olmuş ve restorasyonu yapılmıştır. Siyonistler, Haremu’ş-Şerif’in’in
güney Batı bölümü olan 47
metre uzunluğundaki “Burak duvarının” Süleyman tapınağının
dış duvarının bir parçası olduğunu iddia ederler. Burası da Yahudilerin Ağlama Duvarı
olarak bilinir. Siyonistlerin hayali Haramü’ş-Şerif’in yıkılması ve yerine yeni
bir tapınak inşa edilmesidir.
Siyonist
devletin ortaya çıkmasından önce, Siyonistler Haramü’ş-Şerif’e karşı harekete
geçtiler. En önemli olay 1929 yılında Yahudiler’in 15 ağustosta duvarı geri
almaya çalışmasıydı. (Daha önce de bir sürü saldırı olmuştu, özellikle Eylül
1928’de) fakat Müslümanlar buna karşı koydular. Bir sonraki gün cumaydı ve ülke
çapında gösteriler yayıldı ay sonuna kadar da devam etti. İngiliz yönetimi
duvarın Harem’in bir parçası olduğuna ve Müslümanlar tarafından kontrol
edilmesi gerektiğine karar verdi.
1967
yılında Siyonistler şehri ele geçirdiklerinde, şehrin yönetimi kendilerine
geçti. O zamandan beri Harem’in geri kalanı -günümüzde resmi olarak Müslüman idareciler
tarafından yönetilse de- gerçekte Yahudi kontrolü altında bulunmaktadır.
İzinleri alınmadan hiçbir Müslüman kontrol noktalarından geçememektedir. Fakat Siyonistlerin
uzun vadede amaçları süreklilik arz etmektedir: Burayı yıkmak ve yerine Yahudi
tapınağı yapmak. Bu istekleri Hindistan’daki camilerin yıkılıp yerlerine Hindu
tanınakları yapılmak istenmesi isteğiyle benzer özellikler göstermektedir.
Elbette Yahudiler tarafından Harem’e karşı yapılan komplolar Hindistan’da
Ayodhya daki Babri camiine yapılan saldırılardan daha önemlidir.
Siyonistlerin
komploları, şehir ele geçirildiğinde başladı. İsrail birliklerinin komutanı olan genelkurmay başkanı Uzi Narkis daha
sonraları Kubbetu’s-Sahra’nın yok edilmesi amacını gizlemek için çatışmak
gerektiğini kendisine ordunun baş hahamı Şolomo Goren’in önerdiğini açıkladı.
İsrail’in
günlük Ha’aretz gazetesi Goren in Narkis’e, “Bu sefer Kubbetu’s-Sahra’ya 100
kiloluk patlayıcılar koyalım, bir seferde sonsuza kadar yok olsun.” dediğini yazdı.
1948 yılında bu tavsiye (!) camilerin tahrip edilmesinde kullanıldı. Narkis
böyle bir düşüncenin kendisini şaşırttığını söyledi ve onun söylediklerini tamamen
yalanladı. Bu açıklama pragmatikti ve Tel Aviv’deki politikacılar uluslar arası
öfkeye sebep olabileceği endişesiyle yasa teklifini veto ettiler.
1969 Ağustosunda,
İsrail Kudüs’ü ele geçirdikten iki yıl sonra Haremu’ş-Şerif en ciddi
saldırılara uğradı. Avustralyalı bir Yahudi olan Denis Michael Rohan turist
olarak binaya girdi. Tarihi Nureddin Zengi minberinin üzerine yanıcı bir madde
dökerek yaktı. Caminin güneydoğu bölümündeki 1500 metre küplük alan
tahrip oldu. Bu da caminin üçte birinin tahrip olması demekti. Minber, Selahaddin Eyyubi tarafından Harem’in
(h) 583’te haçlılardan geri alınmasının ardından yaptırılmıştı. Daha sonra da kısmen
restore edildi.
Resmi
tarihte bu saldırı “bir fanatiğin” saldırısı olarak geçiştirildi. Fakat öyle
görünüyor ki hiç de öyle değil. Bu olay bir grup Yahudinin olaydan üç gün önce
camiye zorla girerek ilahiler ve şarkılar söyleyerek dua etmelerinin üç gün
sonrasında cereyan etti. Bu da binanın sahiplenilmesi sürecinin bir parçasıydı.
Müslümanların yangını durdurma çabası engellendi ve itfaiye ekiplerinin olay
yerine gelmesi geciktirildi.
O
zamandan beri Siyonistlerin Harem’e karşı olan mücadeleleri devam etti. Üç
önemli strateji ortaya çıktı: Tapınağın tahrip etme, ona sahip olma çabaları ve
caminin altında kazı çalışmaları yaparak yıkılmasını sağlama. Goren’in
kurulmasına yardım ettiği Gush Emunim gibi fundamentalist gruplarca caminin
yıkılması için yapılan faaliyetler de devam etmektedir. Aynı zamanda milenyumda
çeşitli komplolar ortaya çıkmıştır. Eski polis Assaf Hefets 1999 Ağustosunda
aşırı Yahudi grubu Gush Emunim ve benzeri diğer grupların iki camiyi yıkma ve Harem’i
ele geçirme planı yaptıkları beyanatında bulunmuştur. Hemen hemen aynı dönemde
polis, aşırı Yahudiler tarafından Harem’i gören bir daire kiralandığını ve
Harem’in buradan Ramazanda Müslümanların ibadet ettikleri bir vakitte füzelerle
vurulacağını fakat bunun önlendiğini iddia etti. Suçluların amacı barış
sürecini kesintiye uğratmak olduğu kadar camilerin yıkılmasını da sağlamaktı.
Diğer komplolarda 1980 Mayısında Rabbi Meir
Kahane taraftarlarının kendilerine ait olan patlayıcılarla gün ışığına
çıkmasıyla anlaşıldı. 10 Mart 1983 yılında da 49 Yahudi patlayıcılarla yakalandı.
Hepsi de bir gün sonra serbest bırakıldı. Haremü’ş-Şerif’in İsrail tarafından
ele geçirilmesinin ve onun tahrip etmemeleri konusunda İsrail askerlerini ikna edilememesinin
ardından, Golen ve yandaşları buranın Yahudilere ait olduğu fakat Müslümanlar
tarafından işgal edildiği fikrini öne sürdü. O zamandan beri caminin Müslümanlara
ait olan bölümlerine yönelik saldırılar devam etmektedir.
Harem,
özellikle Frilistinlilerin camilerde özgürce ibadet edebilmek için yaptıkları
protestolar sebebiyle Filistinlilere karşı İsrail tarafından yapılmış birçok
zulme tanıklık etti. 11 Nisan 1982’de bir İsrail askeri ibadet eden Müslümanlara
ateş açmış, 60’ın üzerinde Filistinli öldürülmüş ve yaralanmıştı. 1988 yılının Mayıs
ayında Harem’in içindeki protesto eden Filistinlilere İsrail birlikleri
tarafından ateş açılmış ve bu defa yüzün üzerinde Müslüman öldürülmüş veya
yaralanmıştı. 1990 yılında Yahudilerin Harem’in içerisine tapınakları için
sembolik taş koymalarına karşı yapılan protestolar sırasında İsrail birlikleri
22 Filistinliyi öldürmüş ve 200’ün üzerinde Filistinliyi yaralamıştı.
Harem’e
karşı uygulanan bir diğer stratejide arkeoloji ve bilimsel çalışmalar adı altında
Harem’in altında tüneller açarak yıkılmasını sağlamaktır. Bu strateji 1967
yılında İsrail’in eski şehri ele geçirmesinden hemen sonra tasarlanmıştır.
Arkeologlar İbrani Üniversitesi (Hebraic University) tarafından finanse
edilmekte ve güney duvarı ve hanımlar mescidinin altında kazı yapmaktadırlar. O
zamandan beri dokuz ana basamak bulunmaktadır. Sözde akademik amaçlarla ve
ağlama duvarını ziyaret eden Yahudilerin işlerini kolaylaştırmak için
yapılmaktadır. Ama asıl sebep Harem’in yapısının zayıflatılması sağlamaktır.
Haramın yapısıyla ciddi endişeler bulunmaktadır. Tüneller gelecekte
patlayıcıları ve mayınları yerleştirmek için kullanılabilir ve tüm hazırlıkları
kendisi yapmasına rağmen Siyonist devlet, suçu bireysel eylemlerin üzerine atıp
işin içinden sıyrılabilir.
Eylülde
2000’de şimdiki İsrail başbakanı Ariel Şaron -O dönemin muhalefet lideriydi.- Haremu’ş-Şerif’i
1000 kişilik bir grupla istila etti. Amacı cami üzerinde Siyonistlerin egemenlik
hakkı olduğunu iddia etmekti. Bu, Siyonistlerce Harem’i yıkarak yerine Yahudi
Tapınağının yapılması umudu olarak algılandı. Bu ziyaret ikinci Filistin İntifadasının
ortaya çıkmasına sebep oldu (Bu intifada el-Aksa intifadası olarak da bilinir.)
Oslo mütabakatından ardından Filistin halkının gözünde, İsrail’in ikiyüzlü ve
güvenilir olmayan ilişkileri ile Filistinli liderlerin zayıf tavırları ikinci
intifadanın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
İntifada,
İsrail’in barış süreci planlarını boşa çıkartmada başarılı olmasına rağmen,
İsrail’in büyük askeri avantajı ve uluslar arası camiadan aldığı destek onu
tekrar örgütlenmeye teşvik etmiştir ve İsrail, uzun vadede hedeflerine ulaşmak
-Kudüs ve Haremü’ş-Şerif’i sürekli olarak kontrol altına almak- için çabalarını
sürdürmektedir.
Çev:
Barış Hoyraz-Murat Kayacan
The problem of Israel and the threat
to al-Haram al-Sharif
In
October, Crescent International (South Africa) issued a booklet called The
Struggle for Al-Quds to mark Yaum al-Quds 1426AH.
Bu
metin Crescent International dergisinin Kudus Gunu vesilesiyle yayınladığı
kitapçığın kısmî çevirisidir.
The problem of Israel and the threat to al-Haram al-Sharif
In October, Crescent International (South Africa) issued a
booklet called The Struggle for Al-Quds to mark Yaum al-Quds 1426AH. Here we publish an adaptation of the first
part of this booklet. The second part,
focusing on the development and future of the Palestinian struggle, will be
published in the next issue for Crescent International.
The state of Israel, proclaimed by zionist leaders on May
15, 1948, emerged from a combination of international politics and military
conquest in the aftermath of the Second World War. On November 29, 1947, the UN General Assembly
— dominated by the imperial powers that won the war — voted to partition
Palestine, which had been ruled by the British since the defeat of the
Uthmaniyya khilafah in the First World War, into two states, one Jewish and one
Arab. At this time, about 1.3 million
Arabs and 600,000 Jews lived in Palestine, with most of the Jews being recent
immigrants from Europe (in 1900 there were fewer than 30,000 Jews in
Palestine). Jews owned only about 6-8
percent of the total land of Palestine.
Nonetheless, the UN partition plan gave Jews 56 percent of Palestinian
territory, as well as keeping the area of Jerusalem and Bethlehem as an
international zone.
This was clearly unacceptable to the Palestinians and other
Arabs, who regarded the UN General Assembly vote as an imperialist irrelevance. As protests broke out in Jerusalem and other
areas of Palestine, zionist leaders were already planning how to expand the
territory allotted to them. Their
strategy was characterised by the terrorisation of Arab communities and the
ethnic cleansing of Palestinian towns and villages (see box, p. 32). The armies of neighbouring Arab countries,
which intervened to support the Palestinians, proved woefully inadequate
compared to the well-armed and well-trained European Jewish settlers. When armistice agreements were signed between
Israel and the Arab states in 1949, 77 percent of Palestine was in Israeli
control, with Jordan controlling East Jerusalem and the hill country of Central
Palestine, which area has come to be known as the West Bank, and Egypt in
control of the coastal area around the city of Ghazzah, which area has come to
be known as the Ghazzah strip.
Israel’s history since its aggressive and bloody genesis
reflects its origins as a European racist-nationalist movement of the same sort
as those that wrought such chaos in European history in the nineteenth and
twentieth centuries. Zionism emerged in
central Europe at a time when the continent was dominated by nationalist
movements proclaiming their racial superiority over other peoples and demanding
political domination over as much territory as possible. (Ironically perhaps, another equally
appalling consequence of the same historical trend was the Nazi movement in
Germany.)
This was also a time when European states, including new
nation-states such as Germany and Italy, were joining the imperial contest for
control over lands in the non-European world, and European settlers were
routinely moving to take control over areas of Asia and Africa. As secular European Jews came to see themselves
as a nation without a territorial base, and indeed a nation increasingly
unwelcome in a Europe defined by other nationalisms, the colonial imperialist
model offered itself as an alternative.
Although zionists initially suggested that Jews settle in Africa or
South America, the Jews’ traditional remembrance of their ancient historical
roots led to their nationalist-colonialist impulses focusing on lands that had
subsequently been populated by Arabs and ruled by Muslims for hundreds of
years. This was despite the fact that
orthodox and religious Jews, including Jews already living peaceably in
Palestine under Muslim rule, initially opposed political zionism, as a tiny
minority continue to do to this day.
In Europe, the Jews fell victim to appalling atrocities,
culminating in genocide, perpetrated by nationalists who regarded themselves as
inherently superior to their victims. This is a mindset characteristic of
modern European nationalisms, as has been seen in numerous nationalist
conflicts, notably in the former Yugoslavia barely a decade ago. That the zionists themselves shared similar
attitudes towards other peoples is clear from their slogan “a land without a people
for a people without a land”, which implicitly dismissed the indigenous
population of Palestine. It is hardly
surprising, therefore, that their treatment of Arabs in Palestine should be no
better than the treatment they themselves suffered in Europe. It has become a part of zionist propaganda
and mythology that the Jews came to Palestine willing to live with and indeed
improve the lives of the Palestinians if only the Palestinians had been willing
to live alongside the Jews. The reality
is very different, as numerous Israeli sources themselves testify.
In 1948-49, the zionists in Palestine drove over 700,000
Palestinians out of the lands they seized.
Similar impulses have driven Israeli expansionism and the settler
movements in Ghazzah and the West Bank since then. The fact that Israeli
settlements have recently been withdrawn from Ghazzah (August 2005) should not
obscure the fact that settlements are continuing to be expanded in the West
Bank. In September 2005, when leaving
Israel for the UN summit in New York, Israeli prime minister Ariel Sharon told
reporters that “Building is continuing there [the West Bank]. We will build as much as we need.” Defence minister Shaul Mofaz had said the day
before that “We have to make every effort to direct resources to the
development of the settlement blocs.”
And in every area that the Israelis have taken under their control, the
Palestinian people have been subjected to the brutal and inhuman treatment that
has been a characteristic of ultranationalist and fascistic movements
throughout modern history.
Their treatment of the Palestinians apart, the Israeli
presence in the Middle East has also been a major disruptive factor in terms of
regional geopolitics, with a long record of aggression against neighbouring
countries. In 1956, Israel co-operated
with the British and French in their attempted invasion of Egypt after Gamal
Abdul Nasser’s regime nationalised the Suez Canal. Israeli troops invaded Ghazzah and the Sinai
peninsula but were forced to evacuate them under international pressure at the
end of the war. The war of 1967 was
provoked by months of Israeli sabre-rattling against Syria in particular, which
prompted Syria to fear it was about to be invaded, a suspicion bolstered by
Soviet intelligence reports that Israeli troops were massing near the Syrian
border. Egypt moved troops into Sinai to
support Syria, and as the diplomatic temperature rose, the Israelis launched
what they called “pre-emptive strikes” against Egypt, Syria and Jordan. In the resulting war, which Israel stubbornly
maintains was one of self-defence, Israel captured the West Bank from Jordan,
the Ghazzah Strip and the Sinai peninsula from Egypt, and the Golan Heights
from Syria. In 1978 Israel invaded
Lebanon for the first time, supporting its favoured Christian militias in the
country’s civil war. In 1982 they
invaded again, occupying the whole of the south of the country, massacring
Palestinian refugees and besieging Beirut, causing massive casualties and
devastating the country. This was when
the Hizbullah emerged as the major Islamic movement in Lebanon, forcing the
Israelis to withdraw from much of the south of the country in 1985, and
eventually from the rest of the country, except the Shabaa area. Major wars apart, Israel has also been
involved in political interference in other countries, terrorism and other
disruptive activities, all the while maintaining stubbornly that it was itself
under attack and claiming that it was acting only in self-defence.
From the very beginning of their existence, the zionist movement
and the state of Israel have enjoyed the support of major western powers and so
have been able to get away with appalling crimes. The Balfour Declaration of 1917, by which
Britain committed itself to support the establishment of a “Jewish homeland” in
Palestine, despite the fact that Jews then constituted only a tiny minority of
the area’s population, was only the beginning.
Throughout the period of British rule, Jews were allowed to move to
Palestine despite the wishes of the local population. In 1947, the UN General Assembly granted the
Jews by far the larger and more important part of Palestinian territory,
despite the fact that the zionists were already engaged in terrorist activities
against both the British authorities and the Arab population in Palestine. This was specifically on the understanding
that more Jews would move to Palestine in due course. Subsequently, Israel has always enjoyed
Western support for its actions, however illegal and aggressive .
This Western support is often explained as a consequence of
Western guilt over Europe’s long history of anti-semitism, particularly the
suffering of the Jews under the Nazis, but that is only a partial
explanation. A number of other
considerations may be more significant.
Initially, it was certainly true that many in the West, with its
traditional anti-semitism, were glad to see the Jews moving out and settling
someplace else. It was also a factor
that the Jews were seen as a civilised, European people that Westerners could
identify with, while the Arabs were simply natives like the ones that had been
causing all imperial powers so much trouble for so many years. Western powers themselves assumed the right
to rule India and Algeria, for example, so it appeared perfectly reasonable to
them that Jewish European settlers should want and be entitled to establish
themselves in Palestine. Another factor
was that the Jews had come to be seen, in some circles, as allies of the
Christian Europeans against their traditional enemies, the Muslims of the
Middle East. Increasingly too, as the
balance of power among Western imperial powers changed, and the US became more
important after the Second World War, Israel came to be seen as an important
ally in the region, both against the Soviet Union in the context of the Cold
War, and in terms of the US’s increasing interest in maintaining long-term
control over the region’s oil resources, particularly as Islamic movements have
presented serious challenges to Western neo-colonial hegemony over the region.
The zionists, for their part, have proved remarkably adept
at exploiting all these considerations to ensure that official western support
for them does not wane, even as many ordinary people in Western countries have
become increasingly aware of Israel’s true nature and the criminal reality
behind their carefully cultivated propaganda facade. Exploiting the memory of the Nazi persecution
of the Jews, in the name of ensuring that nothing like that can ever happen again,
is a major part of this process; something that sits ill with Israel’s own
treatment of the Palestinian people, and its history of allying with the
apartheid regime in South Africa, Hindu nationalists in India and fascist
groups and regimes in Latin America and other places. Perhaps more significant, however, is the
role of wealthy and politically-influential Jewish communities and interests in
all Western countries, but the US in particular. The fact that the Israeli interest has come
to be seen as inseparable from the national interest in the US, for example, is
now recognised as problematic by a significant minority of the American people,
but is something that they are powerless to do anything about, given the
Jewish-Israeli influence over the political institutions and processes in the
country.
From its very genesis, therefore, the zionist movement has
been inseparably linked with both European ultra-nationalism, a phenomenon that
has come to be seen as anachronistic and unacceptable in Europe itself, and
Western colonial imperialism. At a time
when fascism has become a dirty word, when the Serbian example has discredited
extreme nationalism, zionism today is perhaps the last ultranationalist
movement whose crimes are tolerated and justified. Colonial imperialism, for its part, was on
the wane even as Israel was created in the heart of the Muslim world after the
Second World War; it was replaced by economic and political
neo-imperialism. (America’s increasingly
direct intervention in foreign countries, notably Afghanistan and Iraq, in
recent years is better seen as an evolution of neo-imperialism rather than a
return to colonialism.)
Challenging Israel’s right to exist is one of the great
taboos of modern Western discourse, automatically equated with
anti-semitism. The reality, however, is
that zionism and the zionist state are bound to go the way of other fascist
ideologies and colonial settler states.
Objectively speaking — setting aside Jewish religious claims, which
many orthodox Jews reject and non-Jews can hardly be expected to accept — the
zionists have no more right to dominate Palestine, at the expense of the
indigenous population, than the British had to rule India or the French to rule
Algeria. Of course, the processes of
decolonisation in both India and Algeria were traumatic and bloody; but in
hindsight no one doubts that they were necessary and inevitable. In both cases, much of the trauma was caused
by the colonialists’ refusal to accept the inevitable. It is similarly inevitable that the zionist
state will in due course be abolished and replaced by a state reflecting the
faith, values and aspirations of the majority of the indigenous Palestinian
population. What remains to be seen is
the process and timescale through which this inevitability unfolds; it is unlikely
to be soon, considering the support that the zionists enjoy from the world’s
leading imperial power at this time, and it is unlikely to be smooth, given the
zionists’ determination to fight the inevitable, and their proven and
oft-demonstrated political cunning and military ruthlessness.
In the meantime, Palestinians concerned with their homeland,
and Muslims around the world concerned with both justice for their brethren in
Palestine and the fate of al-Quds, a city central to the history of Islam, must
do everything possible to limit the damage that the zionists are doing in
Palestine and to end the Western imperialist domination of the world, of which
the zionist state of Israel is a central part.
It is only as part of this broader historical process that the zionist
occupation of Palestine will be ended, and al-Quds will be restored to the
administration of the only rulers under whom all those who regard it as sacred
have been able to enjoy its blessing in peace, prosperity and freedom.
The threat to Al-Quds
One result of the zionist occupation of al-Quds in 1967 was
that the Haram al-Sharif, the third-holiest site in Islam, came under the rule
of the zionists after Jordanian troops, who were supposed to protect it, fled
in disarray on June 7. The result was
that no juma prayers were held there on June 9, the first time they were missed
since the Haram’s restoration by Salah ul-Din.
But the threat was far greater than that; Theodor Herzl, the founder of
zionism, said at the first zionist conference in 1897: “If I ever control
Jerusalem, I will definitely remove all the holy places except the Jewish
ones.” This zionist aspiration was
emphasised in 1948, when Israeli aircraft bombed the Haram in an attempt to
destroy it. The two mosques were hit by
a total of 65 bombs, doing considerable damage.
Fortunately the bombs available to Israeli forces at the time were
relatively small.
Al-Haram al-Sharif is one of the three holiest sites of
Islam, along with the Ka’aba in Makkah and the Prophet’s mosque in Madinah. It
was the first qibla of Islam, until the Qur’anic revelation after the hijra, by
which the qibla was transferred to the Ka’aba. It was also the site of the
Prophet’s ascension to the Heavens after his Night Journey from Makkah to Jerusalem
(al-Isra’a and al-Mi’raj).
Al-Haram al-Sharif is a rectangular area located in the
south-east of the old city of Jerusalem. It is enclosed by a wall with eleven
gates, of which seven are open and four closed. It is also connected to other
parts of the city by traditional paths. Within the Haram there are 25
drinking-water wells and numerous fountains. The Haram has four minarets and
several domes and porches. There are also two sundials. The two buildings within the Haram are the
Dome of the Rock in the centre of the Haram and the Masjid al-Aqsa. (The name
al-Aqsa is also used to refer to the Haram as a whole.) Both were built by the
Umayyad king Abdul-Malik ibn Marwan, the Dome in 68-72AH (688-691CE) and the
Masjid al-Aqsa in 692-705CE. This should not be confused with the mosque built
earlier by Omar ibn Al-Khattab, the second rightly-guided khalifah, which was
on the east side of the Haram.
The Jews claim the site is ‘Temple Mount’, saying it was the
site of a temple built by ‘King David’ (the Prophet Dawud (as) which was the
centre of the Jewish faith. The site had a long and chequered history before
the coming of Islam, being repeatedly demolished and restored under Persian and
Roman rule. The zionists claim that the al-Buraq wall, the south-western part
of al-Haram Al-Sharif, being 47
metres long, is part of the external wall of the temple.
It is this which is known as the ‘wailing wall’. The zionist dream is to
demolish al-Haram al-Sharif and build a new temple in its place.
Even before the creation of the zionist state, the zionists
had started moving against the Haram. The most important episode was in 1929,
when Jews tried to take over the wall again on August 15 (there had been
numerous previous attempts, notably in September 1928) and were again resisted
by Muslims. The following day was a Friday, and demonstrations spread through
the country, lasting until the end of the month. The British authorities
carried out a thorough investigation and ruled that the wall was part of the
Haram and should be controlled by the Muslims.
After the zionists captured the city in 1967, control of the
wall passed to them. Since then, the issue has been about control of the rest
of the Haram. Although it is officially
administered by Muslim authorities, it is effectively under Jewish control, for
no Muslim may enter without passing through their security and getting their
permission. But their longer-term ambition remains to take it over totally, and
ultimately to demolish it and build a Jewish temple in its place. This ambition
has been compared to the Hindu campaign to replace mosques in India with Hindu
temples, and in many cases the strategies followed have been similar. Of
course, the significance and implications of the Jewish plots against the Haram
are even more serious than those of the destruction of the Babri mosque in
Ayodhya and other Indian mosques.
These plots began immediately the city was captured. Israeli
major-general Uzi Narkis, commander of the Israeli troops in the area when the
city was captured, later revealed that the army’s chief rabbi, Shlomo Goren,
had suggested using the fighting as a cover for destroying the Dome of the
Rock. The Israeli daily Ha’aretz quoted Narkis as saying that Goren had said to
him: “Uzi, this to the time to get 100kg of explosives inside the Dome of Rock
and it will go for once and forever”. As
in 1948, the idea was to use war as the cover for destroying the mosques.
Narkis claimed to have been shocked by the suggestion and to have refused it
outright. A likelier explanation is that pragmatic and political minds in Tel
Aviv vetoed it for fear of the international outrage it would cause.
In August 1969, two years after the Israeli capture of
Jerusalem, the Haram al-Sharif suffered its most serious attack. Denis Michael Rohan, an Australian Jew,
entered the building posing as a tourist. He doused the historic Nur al-Din
Zinki Minbar in a flammable liquid and set fire to it. Some 1,500 cubic metres
of the south-eastern part of the Mosque were destroyed, about a third of the
mosque’s total area. The minbar had been built by Salah ul-Din al-Ayoubi during
his restoration of the Haram in 583AH (1197CE), after he had liberated it from
the Crusaders. It was later partially
restored.
The attack has gone down in official history as the work of
a ‘lone zealot’. However, the circumstances indicate that this was not the
case. It came just three days after a group of zionists had broken into the
mosque to pray using their horns, and reciting hymns and carols, as part of a
continuing effort to occupy the site. Muslims’ efforts to fight the blaze were
also hampered. Israeli authorities responded to the attack by cutting water
supplies to the area, and fire engines were delayed in attending the scene.
Since then zionist efforts against the Haram have continued.
Three major strategies have emerged: attempts to destroy the Sanctuary;
attempts to occupy it; and attempts to undermine it physically by excavating
tunnels underneath it. Attempts to destroy the mosque have been continued by
fundamentalist zionist groups such as the Gush Emunim, which Goren helped to
found. There were also several plots discovered around the time of the
millennium. A former Israeli police
officer, Assaf Hefets, said in August 1999 that extremist Jews affiliated to
Gush Emunim and other similar groups were planning to destroy the two mosques
and take over the Haram. At about the same time, in a development which may
have been linked, police claimed to have foiled a plan by Jewish extremists to
rent an apartment overlooking the Haram and fire missiles into the compound
during a congregational prayer during Ramadan. Again, the perpetrators’ object
was to facilitate the destruction of the mosques, as well as of the ‘peace
process’.
Other plots to destroy the Haram that have come to light
include the discovery of a stash of explosives belonging to the followers of
Rabbi Meir Kahane in May 1980, and the arrest of 49 Jews carrying explosives
into the Haram on March 10, 1983. All were released the following day. Following
the Israeli capture of al-Haram al-Sharif, and having failed to persuade the
army to destroy the Haram, Golen and his followers prayed there to establish
the principle that it was Jewish ground ‘occupied’ by the Muslims. Attempts to
enter the Muslim parts of the mosque and perform Jewish rites there have
continued ever since.
The Haram has also been the scene of numerous Israeli
atrocities against Palestinians, often when Palestinians have protested against
Israeli plots against the mosques. Over 60 Palestinians were killed or wounded
on April 11, 1982, when an Israeli soldier opened fire on worshippers. In May
1988 about 100 were killed or wounded when troops opened fire on a Palestinian
demonstration inside the Haram. And in 1990 Israeli troops killed 22
Palestinians and injured over 200 when Muslims protested against Jews trying to
lay a symbolic foundation stone for their temple inside the Haram.
The other major Israeli strategy against the Haram has been
to undermine it by opening tunnels running below it in the name of archaeology
and science. This strategy was implemented immediately after the Israeli
conquest of the old city in 1967, when archaeologists financed by the Hebraic
University and led by a university professor excavated under the south wall and
the women’s mosque. There have been nine
major stages since then, all ostensibly for academic reasons or to make
facilities easier for Jews visiting the ‘wailing wall’, but all having the
effect of weakening the structures of the Haram. There are now serious concerns
about the Haram’s structural integrity. The tunnels could also be used in the
future for the planting of bombs or mines which would totally destroy the
Haram, and which the zionist state could blame on individual zealots, even though
they had made all the preparations themselves.
In September 2000, the current Israeli prime minister Ariel
Sharon — then leader of the opposition — invaded the Haram al-Sharif with a
retinue of over a thousand bodyguards.
His stated object was to reassert zionist sovereignty over the
site. It was widely taken by zionists as
a commitment to their hopes of demolishing the Haram and replacing it with a
Jewish temple. The visit prompted the
outbreak of the second Palestinian intifada, originally known as the Al-Aqsa
Intifada, among a Palestinian population that had become disillusioned with
both the Israelis’ duplicity and dishonesty in their dealings with the
Palestinians since the Oslo Accords, and the weakness of the Palestinian
leadership.
Although the intifada succeeded in derailing Israel’s plans
for the ‘peace process’, Israel’s massive military advantage and the support it
receives from the international community, have enabled it to regroup and try
to find another way to achieve its long-term objective of securing permanent
control over al-Quds and al-Haram al-Sharif.
As this booklet is published, in the autumn of 2005, they
have been forced by the intense resistance embodied in the intifada into a
withdrawal from Ghazzah which they are using as cover for a renewed drive of
settlements in the West Bank, particularly around Jerusalem, with a view to the
city’s future annexation. Since
abandoning 21 settlements in Ghazzah, occupying 19 square miles of land, Sharon
is known to have appropriated 23 square miles more in Jerusalem and the West
Bank. Since evacuating 8,000 settlers
from Ghazzah, he has sent 14,000 more into the West Bank. The Guardian newspaper, London, reported on
October 21 that Sharon had told the Likud Party conference that “it is of the
greatest importance for us to expand settlements in the West Bank without
drawing the world’s attention. There is
no need to talk much, but every need to build more settlements discreetly.”
Palestinians and other Muslims cannot afford to be unaware
of the continuing threat to the city of al-Quds and to the Haram itself. The political situation may have moved on
from the height of the al-Aqsa Intifada, but al-Quds remains a key front of the
West’s war on Islam. Muslims cannot afford to forget this as our gazes are
drawn elsewhere, to Ghazzah, Iraq, Afghanistan and other places of greater
media profile at this time.