İslâm’da siyasal akıl
Fas'lı yazar Cabiri bu eserinde ciddi tartışmaları
gündeme getiriyor. Kitapta inançla ister vahye dayalı din, isterse akılla
desteklenen ideoloji biçiminde olsun, belli bir anlam kastedilmiyor. Burada
konu siyasal akıldır. Yazara göre, bir topluluğu mantık harekete geçirir.
Bilindiği gibi, toplumun inancı, imanı oluşturan hayali sembollere dayalıdır.
İnsan akıl yürütme ve karar almadan bağımsız olarak inanır. Kişi bilgi
meselelerine aldırmayabilir ama inancına dokunmayı kabul etmez. Renan’ın dediği
gibi biz yalnızca kesin bilgimiz bulunmayan şeyler uğruna şehid oluruz.
İnsanlar kesin bildikleri şeyler uğruna ölürler, konu hemen inandıklarıyla
ilgili olduğu anda, en büyük delil uğrunda ölmemizdir. İdeolojiler de inançlar
gibidir. Açıklamaya dayanır, nadiren burhana dayalıdır.(95-6)
İnsanın bildiği şeyler için ölmesi mantıksızdır. İnsan
gerekli gereksiz faydalı faydasız birçok şey bilebilir. Ama onlardan bazılarına
inanır. Bazıları uğruna ölmeyi göze alır. Mesela insan suyun sıfır derecede
kaynadığına inansa ve buna bir hakaret edildiğini görse bunun için canını
tehlikeye atmaz. Ayrıca İslam düşünmeden
iman etmeyi eleştirir. Akletmeyi teşvik eder.
Bu eserin 746 sayfalık bir muhtevaya sahip olması
değerlendirmeyi başlıklar halinde yapmayı gerekli kılmaktadır.
a)
Akide
Cabiri putları değerlendirirken onların Kureyş
açısından insanların kendisine bağlandığı ve uğrunda öldüğü “kutsal” şeyler
olmadıklarını söylüyor. Onlar özel milli mabutları bulunan “öteki” taraftan ve
bir saldırı durumunda insanların avunmaya can attığı ve uğrunda ölmek istediği
“milli mabudlar”da değildi. Gerçekten Kureyş’in putları ve tanrıları, her
şeyden önce servet kaynağıydı ve ekonominin temeliydi. Mekke, Arap tanrılarının
ve putlarının merkeziydi. Kabileler oraya ziyaret yapar, adak sunar, çevresinde
veya yakınında pazar kurar, alım satım yapardı. Böylece Mekke, bütün Arapların
aynı zamanda ticari merkeziydi. Bunun da
ötesinde ve hem coğrafi etkenler, hem de Arap kabilelelerinin geldiği dini bir
merkez oluşu dolayısıyla, aynı zamanda Kuzey, güney, batı ve doğu arasında
milletler arası ticaret yolunda başlıca istasyondu. Bu yüzden “Putlar”a
saldırmak, doğrudan doğruya hac gelirlerine ve onun çevresindeki Arapların
mahalli veya milletler ararsı ticari kazançlarına dokunma anlamına
gelirdi.(194) Putların geçmişte yaşamış iyi insanların sembolleri olduklarını
yaygın anlayışını kabul edersek günümüzde İslam anlayışları bir yana
Mevlana’nın, Yunus’un ve Şemsi Tebrizi’nin laik kesimlerce niçin sahiplenildiği
daha iyi anlaşılabilir.
Gerçekten dikkati çeken şey, Arap Yarımadasında en
büyük dini merkez olan Mekke’de “din adamları” yoktu. “Çok garip biçimde,
Mekke’yle veya İslami davetle ilgili haberlerde din adamlarının asla anıldığını
görmüyoruz. Hz. Peygamber’in karşıtlarının din adamları olduklarına dair hiçbir
kanıt da yoktur. İster Kabe’yle isterse Lat, Uzza, Zulhalasa ve öteki Arap
tanrılarıyla ilgili olsun, perde darlık yalnızca kapının açılıp kapatılmasına,
mekanın maddi korumasına özgü bir hizmetti. Bu dini bir makam değildi. Ayrıca
din işlerinde bir ihtisaslaşmayı da gerektirmiyordu. (196)
Açıktır ki, çeşitli yerlerde sergi ve panayır
biçiminde dört ay boyunca güven içinde süren bu geniş ticari etkinlik, tüketim,
değişim ve yeniden satmak üzere pazarlık için büyük miktarda emtiayı gerektiriyordu.
Ayrıca, Avrupa ile doğu (temelde Hindistan) arasındaki milletlerarası ticaretin
çoğu, Yemen’den Suriye’ye, Suriye’den Yemen’e temel istasyon olan Mekke’den geçerdi.
Bu mahalli, bölgesel ve milletlerarası geniş ticari etkinlikte aslan payı
Kureyş’indi. Bu etkinliğe, “kış yolculuğu”nda Yemen’e yaz yolculuğunda
Suriye’ye doğru düzenlenen büyük ticari kervanlarla katılırdı. Hac mevsimleri
yoluyla Arap yarımadasının öteki bölgelerine ve dışarıya dağıtmak üzere
Mekke’ye ticari emtia getirirdi. Kuran-ı kerim buna işaret etmiş ve Kureyş’in
bu ticaretini Mekke, onlara güven sağlayan dini yerini de “Harem” ve Haram Aylar’la
birlikte anlatmıştır: “Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında anlaşması
sağlanmıştır. Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren
bu Kabe’nin rabbine kulluk etsinler”(Kureyş 106/1-4) Öyleyse Kureyş açısından
ticaret, en önemli geçim ve kazanç kaynağıydı.(201)
İlk akabe biatında on iki kişiden oluşan bir kurul
geldi. Resulullah’la Akabe ’de
görüştüler ve İslam konusunda ona beyat ettiler ama birlikte savaşma
yükümlülüğü olmaksızın. Ertesi yıl gelen Yesribli kurul ile Akabe’de bir kez
daha görüşme oldu. Bu defa yapılan anlaşma düşmana karşı “kana kan, yıkıma
yıkım” şeklinde idi.(176-7) bu olay biatta da tedricilik gözetildiğini
göstermektedir.
Hicret sırasında kabilesi bulunan muhacirler, kabilesi
bulunan Ensar’ın yanına yerleşmişti. Kabileleri bulunmayan fakirler ise, -ki
bunlar Mekke dönemindeki fakirlerdi mescidde barınıyorlardı. Kendisi ve gücü yeten
arkadaşları beslenmelerini sağlardı. Bunlar ehlu- suffe olarak bilinir. Çünkü
mescidin gölgelik (suffe) yerinde kalırlardı Ebu Zer, Ammar b. Yasir bunlardandı.
(180-1)Genellikle ashabı suffe bir eğitim kurumu olarak gösterilir. Fakat bu
kurumun üyeleri genellikle korumaya muhtaç kimselerden oluşmaktadır.
Günümüzdeki karşılığı bir mektep değil bir yardım kuruluşu olabilir.
Yazar, “İman ettik demeyin İslam olduk deyin” ayetini
kullanarak Müslim-mümin ayrımı yapıyor(182). Müslim siyasi anlamda itaat edendir.
Yani münafıklar da Müslüman'dır. Ancak Müslim tabiri sadece bu ayette siyası
bir anlam taşıyabilir. Diğer ayetlerde Peygamberler (6/163.141) kendileri için
“Müslümanların ilki olmakla” tabirini kullandıklarını hesaba katarsak bunun
genel bir ayrım olmadığı görülebilir. Aynı yanlışa Şiilerde düşmekte itikadi gördükleri
bazı konuları kabul etmeyen diğer mezhep bağlılarının Müslüman olduklarını
ancak imanın kalplerine tam olarak yerleşmediğini söylemektedirler.
Hudeybiye anlaşmasına değinen yazar bu anlaşmayı
Kureyş’in Muhammed’i bir tanıması olarak değerlendiriyor. Ona göre bu, barış
içinde birlikte yaşamaya yönelmedir, arkası gelir. Taraf olarak kabul edilmek
de bir aşamadır. Aslında bu anlaşma tavizin muhtevasını bilmeyenler için önemli
bir ibrettir. Kafirlerle yapılan her anlaşma taviz değildir. Muahede, misak,
müdahane kavramları ayrı ayrı ele alınmalıdır. Hz. Peygamber Hudeybiye
antlaşmasının hemen ardından “kabile” düzenine siyasi anlam taşıyan bir
girişimde bulundu. Habeşistan’a, Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe’ye evlenme
teklifi yapacak birini gönderdi. Kuran bu girişimi övüyor: “Allah’ın sizinle
düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur.”
(Mümtehine 60/7) Böylece, Resulullah Ümmü Habibe’yle evlendi. Ebu Süfyan’ın içi
yumuşadı, düşmanlıkta direnmeyi bıraktı. Hakkında şöyle dedi. “Bu delikanlıyı
kimse durduramayacak.”
Yazarın bu ayetle ilgili yorumunu tefsirlerden
destekleyici bir şey göremedim. Müfessirler daha ziyade yakınlarıyla savaşmak
zorunda olanlara bir teselli niteliğinde olduğunu ifade ediyorlar. Zaten birkaç
hafta sonra Mekke fethediliyor ve insanlar zümreler halinde Müslüman oluyorlar.
Yalancı peygamberler isyan ederlerken Kur’an’ın
akidesine bağlı kalmışlardır. Görüntüleri daha ziyade ortodoksluktan sapma
şeklindedir diyor yazar. Ancak “Son peygamber” akidesini geçiyor. Ortaya
çıkardıkları değişikliği şeriat ile sınırlıyor. Zinanın serbest olması namazın
azaltılması secdelerin kaldırılması, orucun hafifletilmesi vb...(406)
b)
Ganimet arzusu zaafını delillendirmeler
İnsanların İslam'a yönelmelerinin ardında maddi
nedenleri arayan Cabiri, özellikle ganimetlerin çoğalması insanların İslam’a
yönelmelerinde etkili olduğu iddiasında bulunuyor. Ona göre siyasi ve savaşçı
müslüman oluşlarını, akide ve imana dayalı Müslüman oluşa yükseltmeye olanak
sağlayacak yeterli zaman yoktu. Bu zaaf noktalarından biri şu olayda görünüyor:
“Hz. Peygamber, Huneyn tutsaklarını ailelerine geri verme işlemini bitirince,
peyine düşen insanlra ona şöyle dediler: “Ey Allah’ın elçisi. Feyimizi, deveyi
ve davarı bize dağıt. Peygamberi sıkıştırdılar. Elbisesi yırtıldı. Malları
müellef-i kuluba dağıttı. Abbas b. Mirdas aldığı ganimeti beğenmeyerek
Peygamberi tenkid eden bir şiir okudu. Peygamberimiz ona biraz daha ganimet
verip susmasını sağladı. Ensardan ganimet dağıtımına dair eleştiriler geldi.
İddiaya göre Peygamberimiz Arap kabilelerine bol bol veriyor, Ensar’a pek ilgi
göstermiyordu. Bu konudaki şikayetleri Sa’d b. Ubade sahiplenmeksizin
dillendirdi. Hz. Muhammed Ensar’a bunu diğerlerini dine ısındırmak için
yaptığını ifade etti. Onlar da bu dağıtıma razı oldular. (238)
Yazar Tevbe suresinin Ced b. Kays hakkında bazı
ifadeler kullandığını zikreder. O, Medine halkının büyük mal sahiplerinden
birisidir. Bu kişi kendisinin kadınları vurgun olduğunu, bu yüzden de
“sarışınların” yani Bizans kızlarını gördüğünde dayanamayacağını Ensar’ın bildiğini
öne sürerek, Bizanslılarla savaşa gitme konusunda mazeret belirtir. Bu konuda
ayetler şöyle diyor: “Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye
düşüp kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler, eğer onlar savaş için
çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. (Tevbe 9/42-5)
Aynı sure Hz. Peygamber’in her önüne gelenin sözünü dinlediğini söyleyen başka
bir topluluğu kınar. “O sizin için hayırlı bir kulaktır” ayeti. Rivayete göre
Peygamber Tebük gazvesindeyken önünde bir grup münafık vardı. Şöyle dediler:
“Şu adama bakın, kalkmış, Suriye’nin köşklerin ve kalelerini fethedecekmiş,
hiç bunu yapabilir mi?” Hz. Peygamber,
bu sözlerinden dolayı onları ayıplamak için durunca, inkara kalkıştılar ve
şöyle dediler: “Yok canım, biz yolculuğumuzu kolaylaştırmak için öylesine bir
muhabbet yapıyorduk.” Sure onlara şu cevabı verir: “Eğer onlara sorsan, elbette
biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O’nun
ayetleriyle O’nun peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?”
c) fetihler
Yazar fetihler ile ilgili olarak şöyle bir mantığın
geçerli olduğunu ifade ediyor: “Şehid olursan cennet, hayatta kalırsan ganimet.
Orduda kural şuydu: Fetih için askere alınan kabileler, harcamalarını kendileri
üstlenirdi. Devesiyle yol alır, azığıyla yaşar, silahıyla savaşır. Karşılığı
savaşcılara dağıtılan beşte dört. Bazen bunu da kat kat geçerdi. Ganimet bir
teşvik unsuruydu.
Teşvik olumsuz bir unsur değildir. Bir eğitim
metodudur. Her doğru herkesi sırf doğru olduğu için harekete geçirmez. Zaaflar
bazı araçlarla ıslah edilebilir ya da bitirilebilir. Fakat bu süreç içinde
gerçekleştirilebilir. Ayrıca ödül ve ceza yoluyla eğitim İslam’da sadece bu
dünya ile de sınırlı değildir. Onun içindir ki Allah ganimet elde edenlere şu
tavsiyede bulunmuştur: “Allah yolunda neye harcamayasınız ki, göklerin ve yerin
mirası zaten Allah’ındır. Fetihten evvel Allah yolunda harcayıp savaşanlarınız,
başkaları ile bir olamaz. Onlar derece itibarıyla sonradan harcayıp
savaşanlardan daha büyüktürler. Bununla beraber Allah hepsine cenneti vaat buyurmuştur. Allah bütün
yaptıklarınızdan haberdardır. Kimdir o Allah’a ödünç verecek kimse ki, Allah o
verdiğini ona katlayıversin. Hem onun için çok cömertçe bir karşılık vardır.
(Hadid 57/10-1)
d)
Kabilecilik
Ebu Cehil, şerefli ve koruyucusu olan birinin Müslüman
olduğunu duyunca, onu eleştirir ve küçük düşürmeye çalışırdı. “Bababın dinini
terketttin. Baban senden daha iyidi. Seni küçük düşüreceğiz. Onurunu
çiğneyeceğiz.”derdi. zayıfları döver ve dövülmesi için kışkırtırdı. Çarşılarda
dolaşır tüccara ‘Muhammed’in arkadaşlarına ikik kat fiyat verin, onlarla alış
verişi kesin, onlardan bir şey almayın, zararınızı ben karşılarım derdi. Bu,
Müslümanların kazançlarını ve geçim yollarını gerçekten etkiledi. (148-9)
Ebu Cehil’in bu tavrı din ve siyaset anlayışlarındaki
tutarsızlıklara rağmen müslümanların kurdukları şirketlere ambargo uygulayan,
başörtüsü, eğitim hakkı, seçimle iktidara gelme gibi hakları elinden alan
MGK’ya benzemektedir.
Bedr savaşında Ubey B. Şureyk, Ebu Cehil’le başbaşa
kaldı ve ona şöyle dedi: “Muhammed’in yalan söylediğini düşünüyor musun?” Ebu
Cehil şu cevabı verdi: “Biz ona Emin demişken Allah’a nasıl iftira edebilir?
Çünkü o, asla yalan söylemedi. Ama, hacıları sulama, doyurma, danışma Abdimenaf
oğullarında olur, ayrıca peygamberlik de onlarda olursa, bize ne kalacak?”
(70)Yazar bunu kabile rekabeti olarak yorumluyor.
Elçiler onuncu yılda peşpeşe geldiler. Hatta bütün
Arabistan Yarımadası, hz. Peygamber’e bağlanmaya başladı. Peygamber Suriye,
Yemen’e ve Irak civarına valiler tayin etti. Ne var ki akılda tutulması gereken
şey, genel olarak bedevilerin, Medine’de münafık denilenlerin Mekke’nin fethi
günü Kureyş’ten tuleka (serbest bırakılanlar) denilenlerin, bundan sonra da
Sakif’in Müslüman olması gibi kabilelerin Müslüman oluşudur. Bütün bu
davranışlar, genelde inanç yönünden Müslüman olmaktan çok siyasi yönden
Müslüman olmaktı. Cahiliye döneminde Arap kabilelerinin savaşlarında zafer
kazanan, beldelere boyun eğdiren ve iktidarı alan kabile önderine
bağışlamaya alıştığı bağlılık da bu türdendi. Bu bağlılığın temeli, mal
vermek, rakip ve düşmanlarla ittifak kurmaktan kaçınmaktı. Bu bağlılık çoğu kez
bağlanılan önderin ölümüyle biterdi. Muhammedi devlet için de aynı şey oldu.
Kabileler peygamberlik iddiasında bulunan kahinlerin etrafında toplandılar.
Kureyş’e iktidarı alma gayesiyle savaş açtılar. Peygamberin hastalanması ile
birlikte riddet olayları çığ gibi yayıldı. Dikkati çeken şey bütün kabileler
irtidat ederken Muhammedi davetin azılı iki düşmanı olan Kureyş ve Sakif’in
irtidat etmeyişiydi. Çünkü Muhammedi davet Kureyş devletinin oluştuğu yöne
doğru gelişmeye başlamıştı. Bu dönüşümün sebebi neydi ve hangi temellere
dayanmıştı?
Görüldüğü gibi yazar İslam'a girenlerin çoğunun
gönüllü olmadıklarını, Müslüman olanların ekseriyetinin siyasi anlamda boyun
eğdiklerini, etkili kabilelerin dini terk etmeyişlerini de elde ettikleri ranta
bağlıyor. Aslında Kureyş’in etkin konumda olması o dönemdeki idari
tecrübesinden kaynaklanıyor. Buna örnek olarak Hz. Ebu Bekir’i Ömer’i ve
Hamza’yı verebiliriz. Yazar Müslümanların azınlık durumuna düşmüş gibi
gösteriyor. İrtidat olayını iki kabile dışında genelleştiriyor. O iki kabilenin
irtidat etmeyişini de ganimete bağlıyor. Yazarın o dönemi bu tarz değerlendirmesi
her şeyin ardında “ekonomik sebepleri” i gören Marxist metin değerlendirmesini
çağrıştırıyor. Ayrıca açıkça söylemese de Peygamber’i adaletsiz mal bölüşümü
yapmakla itham ediyor. O dönemde bazı insanların bir kısmının çıkarları ve can
korkusu nedeniyle İslam’a girdiği söylenebilir. Ancak yazarın yaptığı gibi tüm
Müslümanların rantçı olduğu rant elde edemeyenlerin dini bıraktığı diğerlerinin
de ümmetin malını pervasızca yediklerini söylemek emperyalistlerin İslam’ı
değerlendirmeleriyle örtüşmektedir. Bu tür bir bakış açısı Ebu Cehil ile hz.
Muhammed’in yönetimi arasında bir fark koymamakta ve hemen hemen her ikisin de
aynı kefeye koymaktadır. Yani rantçılık ve kabile kayırmacılığı sadece el
değiştirmiştir.
Hz. Peygamber Halid b. Velid’i Yemen’e İslam’a davet
için gönderdi fakat o olumlu bir cevap alamadı. Sonra Ali gönderildi. Onun
gitmesiyle bir günde Müslüman oldular. Bu tavır Kureyş'e karşıydı. Onlar
dayılık ilişkisi nedeniyle Ali’ye cevap verdiler.(424-5) Ali ve Yemen halkı arasında
hem kabile hem ganimet hem de akide çerçevesinde çok boyutlu bir ilişki vardı.
Onun hakkındaki ilk aşırılık olgusunun ilk kaynağının İbn Sebe olduğu
zikredilir. Onun Ammar b. Yasir olduğu da zikredilir. Ancak bu düşünce sadece
Osman’a karşı ayaklanmada olduğu kabul edilse doğru olabilir. Çünkü Ammar
Sıffin savaşında ölmüştür. (426-7)
e) Ebu Bekir’in riddet olaylarına karşı tavrı
O, riddetten vazgeçmeyenlerin yakalanmasını ateşte
yakılmasını, öldürülmesini, kadın ve çocukların tutsak edilmesini emretti. Esed
ve Gatafan kabileleriyle yapılan savaşta pek çok kişi öldürüldü, pek çok tutsak
alındı. Halid evcikler yapılmasını emretti. Ateşler yakıldı. Tutsaklar bunlara
atıldı. Ebu Bekir Halid’e şu mektubu yazdı: “...Müslümanlardan birini öldüreni
yakaladığınızda, onu öldürün.” Halid bunların bazılarını yaktı, kimilerini iple
astı, bazılarını taşla ezdi, kimilerini de dağ başlarından attı.(310) Yazar
başkaldıranların Müslüman zekat memurlarına neler yaptıklarına, eyledikleri
işkence ve zulümlerin var olup olmadığına veya ihanetlerine dair bir
değerlendirmede bulunmuyor. Hz. Ebu Bekir'in bu uygulamaları işkence ile
Müslümanları öldürenlerin aynı şekilde cezalandırılması şeklinde görülebilir.
f) Riddet
Dinden dönüş anlamına gelen riddet olayı hz.
Peygamberin vefat haberinin hemen ardından şiddetlice başgösterdi. Bütün Arap
diyarlarına yayıldı. Her yer küfre düştü, mücadele başladı, her kabileden
insanlar veya her kabileden seçkinler irtidat etti. Kureyş ve Sakif buna karışmadı.(261)
Halife seçiminde Ensar’ın adayı sa’d b. Ubade Ebu
Bekir’e biat etmedi. Onu öldürülmesi gibi bir düşünceyi benimsemeyen Ebu Bekir
onu kendi haline bıraktı. O’da Suriye’ye gitti ve orada öldü. Benzer şekilde
biat konusunda isteksiz olan Ali’ye de bir zorlama yapılmamıştır. (268) Dikkati
çeken ikinci durum, Ebu Bekir ve Ömer’in “Halife Kureyş’tendir.” Hadisini delil
olarak getirmeyişleridir.(270)
g) Osman’ın seçilmesi
Hz. Ömer, Osman’ın seçilmesi sırasında belirlediği kurul cennetle
müjedelendiği ifade edilen kimselerdendi. Osman, Ali, A b. Af, Sad b. Ebi
Vakkas, Zübeyr ve Talha. Bunlardan halifeliği sadece Osman ve Ali istiyordu.
Diğerleri bu yarışa girmediler. Yazar bu olayı değerlendirirken de kabile
bağlarını ön palana çıkarıyor. Talha ve Zübeyr küçük bir kabileye mensuplardı.
Zübeyr Resul’ün hala oğlu olduğundan Ali’nin önüne geçemezdi. Geriye kalan
Abdurrahman b. Aff ve Sa’d b. Ebi Vakkas ise ne cahiliye ne de İslami dönemde
Abdu menaf oğullarına denk olmayan Zühre oğullarına mensuplardı. Öyleyse yarış
Abdumenaf oğullarıyla sınırlı kalacak, yarışma Haşim oğullarından Ali ile
Umeyye oğullarından Osman arasında geçecekti. (289-290) yazar bu yarışı olumlu
bulmadığını ima ediyor. Ancak ikisinden bu işe daha ehil olan kim vardı
şeklinde bir soruya cevap aramıyor.
Ömer suikasta uğrayınca 70 yaşındaki Osman iktidara
geldi. O iktidarı alınca zenginlik görüntüleri patlama yaptı, kötülükler
çoğaldı. İçkili alemler başladı.(361) çok cömertti mala değer vermezdi. Ömer
den fazla olarak beytülmalden de harcamaya başladı. Yakınlarına ve başkalarına,
kemdi malındanmış gibi veriyordu. (362-3)Savaşa katılmayanlara da ata veremeye
başladı. Bazı sahabelerin A. Bin Mesud- atasını kesti. İstediğim gibi
davranmayacaksam niye imam oldum?(363-4) diyordu.
Osman’ın dönemindeki lüks şöyleydi:
Zübeyr b. Avvam: terikesi 59800 000 dirhem. 1000 köle.
1000 at (hz. Ömer in 500 000 dinarı çok gördüğünü hatırlayalım)
Talha: terike 30 000 000 . yüz kese altın. Irak’tan
her gün için bin dinar gelir.
S b. Ebi Vakkas: 250 000 dinar Liste uzayıp
gidiyor
Osman’ın ikitdarı alasının üstünden bir yıl geçer
geçmez Kureyş’ten bazıları çevrede mallar edindiler(zübeyr ve Talha) insanlar
onlara yöneldi. Yedi yıl böylece kaldılar. Bu ikisinin güçlenmesi onları
Osman’ın başkaldıranların doğrudan yönlendiricisi ve Medine’ye gönderilen
mektubu götürenlerin arkasında oldukları konusunda sözbirliği eder kaynaklar.
Taberi bunu Osman’ın ağzından nakleder. (379) kaynaklar Ali’nin böyle bir
harekette bulunduğundan söz etmez. (380)Osman’ın son döneminde kabile ve
ganimetin etkileri kendini gösterdi ve akidede sarsılma ortaya çıktı. Görevler
sorunu da kendini gösterdi: İsyancıların Osman’a karşı istekler listesinde “ganimet
ve kabile” sorunu, keskin biçimde yer aldı.(728)
h) Emevilerin konumu
Yazar Takıyyuddin Makrizi’nin Umeyye oğullarıyla
ilgili görüşünü naklediyor. O diyorki: Umeyye oğlulları ile Resul’ün kovduğu ve
lanetlediği Mervan oğulları nasıl
hilafet yarışına girer. Umeyye oğullarıyla haşim oğulları sürekli Resul’e
düşmanlık yapmıştır. Mekke fethinin ardından pekçoğu İslam’a girmiştir.
(296-7)Devletin Kureyşleştirilmesinin Mekke’nin fethinin hemen ardından
gerçekleştiğini Peygamberi suçlayarak
delillendiriyor. Şöyle diyor: “Sözgelimi, Emevilerin ve davet devletinde
Kureyş’in önderi Ebu Sufyan’ın dikkate değer durumu böyledir. Onun itibarı
kendine iade edilerek feth sırasında onun evine giren eminyette kabul edildi.
Peygamberin hayatı boyunca ona kabile seyyidi olarak davranıldı.(300) Hz.
Peygamber belde emirlerinden ve kabile şeyhlerinden emirlik ve otoritelerinden
vazgeçmelerini isetememiştir. Peygamber Ebi Şeber’e şöyle demiştir. “Seni tek
ve ortaksız Allah’a inanmaya çağırıyorum. İktidarın sana kalır.”
Kabile devletinin yapısı, federal bir niteliğe
sahiptir. Bunun için Peygamberin hac dönüşü hastalandığı haberi zekat
memurlarına isyanı beraberinde getirdi. (302-3) Yazar yalancı peygamberlerin ve
zekat vermeyi reddedenlerin tavırlarını kabile asabiyetine bağlıyor. Yazarın
çizdiği tabloya göre müthiş bir baskı ortamı söz konusu. Yönetici zaafa
uğradığı an hemen başkaldırılar gündeme geliyor. İnsanlar dinin maddi ve manevi
otoritesinden kurtulmaya sebep ve ortam beklentisi içindeler. Yazar bu konuda
çok aşırı gidiyor. Bu yorumlar Kemal Sunal’ın filmlerini hatırlatıyor. Zalim
bir fırıncıya ya da belediye başkanına veyahut ağaya hep birlikte başkaldırıyorlar.
Bu da hep onun öncülüğünde oluyor. O filmlerde halka eleştiri yapılmadığı gibi
bu kitapta da ganimet arzusu duyan içlerinden yalancı peygamberler çıkaran
topululuklar eleştirilmiyor. Burjuvaya karşı haklı bir direnişmiş gibi
gösteriliyor.
Kabilede işler, acımasız bir cebriyeye boyun eğer. Şu
halde, kabiledeki akidenin cebire dayandığını söyleyebiliriz. Kabilenin
ideolojisi, doğal olarak cebriyeci bir ideolojidir.(510-1) Muaviye oğlu Yezid’e
beyat alırken, şöyle diyordu: Yezid işi, kaza ve kaderdir. Kulların bu konuda
başka seçeneği yoktur. Muaviye’nin saltanatını meşrulaştırabilmek için
benimsediği bu cebir ideolojisi, hz. Peygamberden rivayet ettiğini söylediği
hadislerin pek çoğunu da açıklıyor. “İktidara gelirsen iyilik yap” (512)
Emevi modelinde devletin temeli, kabile, ganimet ve
akide de doğrudan mücadele ve en güçlü meşruluk, kabile düzleminde Kureyş
meşruluğu, ganimet düzleminde siyaseti bir tür yüceltmenin yanı sıra siyasi ata
veya akide düzleminde dinin doğrudan ideolojik kullanımı biçiminde, bir siyaset
uygulamaya dayanır. Abbasi modeli sosyal yapının ve piramidin iki yapıyla,
yüzeysel ve derin yapılarla örgütlenmesiyle belirginleşir. Derin yapı, daima üç
berileyiciye, son belirleyicisi şartlara göre dönüşümlü olan kabile, ganimet ve
akideye bağlı kalır. Yüzeysel yapı ise,
kavram çeerçevemize iki yeni kavramı, seçkin ve halk kavramını almamızı geretirir.
(650)
Muaviye asker/kabile
toplumunda, sivil siyasi başkanlık ve önderlik kurumunu nasıl sağlamlaştıracaktı?
Bir hutbede bunu şöyle yanıtladı: “ Yönetimi, sizin sevginizi kazanarak ele
geçirmedim. Bu kılıcımla sizinlebüyük bir mücadele yaptım. Size yeme ve içmeye
dayalı bir hayat sağlamaya çalışacağım.”(490) Muaviye de Yemenlilerle bağlantı
kurmayı önemsedi. Yemenli Kelb kabilesiyle evlilik bağı kurdu. Kabile siyaseti
yapıyordu. Onun bu politikasını hemen her Emevi hükümdarı kullandı. Bu da
Yemenliler ile Kayslılar arasındaki çatışma oyunudur. Bu çatışmayı gerektiğinde
kızıştırıyorlardı.(497) Muaviye Irak halkını Ali’ye oğlu Yezid de Hüseyin’e
karşı halkı kışkırtmak için malı kullandı. Emevi halifeleri hep bu yolu tuttu.
Siyasi ata, kabile de siyaset yapmak için rakiplerini susturmka ve
muhalefetlerini önlemek üzere onların yeğlediği araçtı. 502)
Emevilerin bu bol ataları cömertçe verdikleri yalnızca
Haşim oğullarından oluşmuyordu. Kabile başanlarına, Arap eşrafına karşı
uyguladıkları siyaset buydu. Ali’ye karşı Muaviye ordusu içinde uyguladı,
atalarını artırdı.(503)
I) İbn Sebe
Kaynaklar Muaviye döneminde muhalefet A. İbn Sebe’ye
nisbetle Yemenli kabilelere “Sebeiyye” denir(408) Yazar İbn sebe diye birinin
yaşamadığına dair görüş nakletse de zaman zaman onun oynadığı rol ile ilgili
yorumlar yapıyor. Yazar akide ile ilgili durumu Peygamber döneminden değil de
mezheplerin çıktığı sonraki dönemleri göz önüne alarak değerlendiriyor. Bu yüzden üç kavramdan
akidenin işlenişi biraz daha zayıf gözüküyor.
i) Ebu Zer -Ammar
İyiliği emrediyor. Fakat bir devrimci değil. Sözlü
olarak karşı çıkıyor. Ancak bir başkaldırıda bulunmuyor. Osman onun sürgün
edince “Baş üstüne Aden’e de desen giderim.” Diyor. Yani o daha ziyade bir
ıslahatçı. Ammar ise köktenci. İsyancıların mektubunu Osman’a o verdi. Mektubu
kendisinin ve korktuklarından gelemeyen bir grubun yazdığını söyledi. Osman onu
cezalandırdı ama öldürmedi.(442-4) Ammar devrim mantığıyla İslam’ın putlara,
Kureyş ileri gelenelre ve savurganlarakarşı devrimci mantığıyla düşünüyordu.
Oysa Osman, Muaviye ve benzerleri, devlet mantığıyla düşünüyordu.(446)
Yazar bu eleştirilerinin ardından bunların normal
olduğunu İslam toplumunun şirkten tevhide davetten fetihe geçtiğini söyleyerek
şu hadisi ekliyor. “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” Yani bize
demek istiyor ki bakın onlar bu garip tecrübeleri yaşadılar. Bu onların
tecrübeleriydi. Dünya işlerini biz peygamberden daha iyi biliyorsak bu dönemde
onlardan çok daha iyisini niye inşa etmeyelim demek istiyor.
j) Muhtar es-Sakafi
Sakafi'nin babası Irak’ın fethinde komutandı. Amcası
Medain valisiydi. Evlililk yoluyla valilerle akrabalık kuruyordu.(517) Bu
evlilikler siyasi faaliyetleri dolayısıyla girdiği hapisten çıkmasına yaradı.
Irak’ta çiftlik sahibiydi. Muhtar İbn’z- Zubeyr’e katıldı. Niyeti, ya onunla
ittifak kurup, sonra ondan ayrılmak suretiyle ya da Mekke’deki önderi olan
Hüseyin’in öcünü almak için Alevilerle ittifak kurup siyasi tasarısını
gerçekleştirmekti. İbn Zubeyr halifeliğini ilan edince onun veziri olması ve
ona danışması şartıyla itaat etti.(519)
Muhtar iki davayı üstlenmişti. “Hüseyin’in
intikamı”nda beliren Şia davası; çoğunlukla Ali şiasından olan ve yalnızca köle
ve mevali olduğunu hissettiklerini söylemenin yeterli olduğu sosyal bir durumla
karşılaşan köle ve mevalinin davası.(527)Muhtar siyasi beklentilerini
gerçekleşitirebilceği bir kabile desteğinden yoksundu.(530)
Irk ve inanç olarak çeşitli özellikler arzeden
teşkilatını siyasi projesini gerçekleştirmek için kullandı. Muhammed b. Hanefiye’yi
hareketinin şemsiyesi olarak kullandı. Kendisini onun adına “iş” i kotarmakla
mükellef saydı.(547)
k) İbn-ül Hanefiye
Hz. Ali’nin oğulluğu olan bu zatı Ali savaş
tehlikesine atıyordu. Ama hasan ile Hüseyin’i sakınıyordu. O cesur bir insandı.
Cemel savaşında aktif olarak yer aldı. Hadis rivayetlerinde bulundu. Kendisi de
bununla övünürdü. (538-9)
Sonuç
Yazar sonuç bölümü açmak yerine bir bölüm daha açıyor.
Bu bölümde El- İslam ve Usul-ül Hükm kitabına atıfta bulunarak Peygamberin
dünyevi amaçlı bir iktidar kurmadığını öne sürüyor. Düzenlemelerini dini
olduğunu devlet ile ilgili bir düzenleme olmadığını söylüyor. Olsaydı Sakife
meclisinde metod farklılğı ve yönetim biçiminde farklılık olmazdı diyor.
Abdurrazık gibi devleti kamu yararı açısından ele alıyor(704). Böyle düşününce
de Burgiba’nın yaptığı gibib Tunus halıkının yararına oruç tutmamak böylece
ekonomiyi ayakta tutabilmek normal olabiliyor.
Son bölümde yazar, “Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz
sürüden sorumlusunuz” hadisini değerlendiriyor.
Bu hadisin herkesin görevine göre toplum bireylerinin hepsine dağıtılmıştır.
Çoban bir kişi değildir çünkü “hepiniz çobansınız” denilmektedir.(720-1)
Sonuç olarak İslam’ın düzenlediği bir yönetim yoktur.
Anayasal boşluk nedeniyle ilk dört halifeden sonra Muaviye iktidarı zorla aldı.
İnsanların rızasını kaybettiğinden “Allah’ın rızasını” öne sürmeye başladı.
Abbasiler de meseleyi kaza ve kaderden çıkardı ve İlahi iradeyi ön plana
çıkardı. Sonunda kim güçlenirse o iktidardır anlayışı güçlendi.
Yazar çözüm olarak şu ilkelerin diriltilmesi gerekir
diyor. 1. Onların işleri aralarında şura iledir. 2. İş konusunda onlara danış.
3. Dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz. 4. Hepiniz çobansınız.
Maverdi’nin görüşlerini nakletmek artık çözüm
olmamaktadır. (730-1)dan modern demokrasi biçimlerinden başkası yoktur. Başka
türlü “şura”yı uygulamak da mümkün değildir.(732) siyasal aklı açısından kabile
ganimet ve akide yenilenmesi çağımızdaki uyanış ve ilerlemenin gereklerini karşılayan
düzeye yükseltmek için zorunlu şarttır. İşte bu yenileme, belirleyicilerin yenilenmesi,
ancak onların tarihi reddiyesini gerçekleştirme uğrunda çalışmayla
sağlanabilir. Bu da çağdaş tarihi alternatiflerin onların yerine geçirilmesiyle
olur.(733)
Yazar, bunu şu ana kadar gerçekleştiremediğimiz için
aşiretçilik, grupçuluk ve dini akidevi aşırılık geri gelip Arap dünyasına
önceden kimsenin beklemediği biçimde
başat oldu diyor. Cabiri'ye göre, kabile siyasetin yönlendiricisi oldu. Rant
iktisadın özü oldu. Akide ise ya meşrulaştırıcı ya da havarici oldu. (734) Bu
durumdan kurtulmak için toplumdaki kabileyi kabile dışılığa dönüştürmek,
ganimeti vergici bir ekonomiye dönüştürmek ve akideyi salt düşünceye dönüştürmek
gerekir diyor. Akidenin düşünceye dönüşmesi dini laik grupçu ve dogmatik aklın
otoritesinden kurtulmak, dolayısıyla içtihatçı ve eleştirici akılla ilişki
kurmak demektir diyor (734-6).
Sonuç olarak yazar, dikkatli bir okuma gerektiren
önemli konuları gündeme getiriyor diyebiliriz.