İslâm Devrimi: Politik Ve Sosyal Bir Değişim Modeli
İslâm Devrimi: Politik Ve Sosyal Bir Değişim Modeli
ZAFAR BANGASH
İnsan davranışları/yaşamı, tarih ve tarihi olayların kazandırdığı
deneyimlerle ama bunların da ötesinde hafıza ile şekillenir. Bunun sonucu
olarak da benzer tecrübeleri olan insanlar da belli bir olaya kesinlikle aynı şekilde
tepki vermeyebilirler. Hem Kuzey Amerikanın yerlileri hem de Filistinliler,
Avrupalı sömürgecilerin neden olduğu benzer olaylar yaşadılar. Fakat
geleceklerini farklı şekillerde değerlendiriyorlar. Bu, temelde onların tarihi
miraslarıyla da alakalıdır.
Müslümanlar için Kur’an, Peygamberin (s) sireti ve sünneti davranışların
temelini oluşturur. Kur’an’da Allah, peygambere itaat kadar (4:59; 4:80) Allah’ın gücünü ve
otoritesini dünyada ikame etmenin öneminden de bahseder (9:33, 12:40, 48:28,
61:9). Bu ilke açık bir şekilde bildirilmiştir(3:159, 42:38). Peygamber (s)’in
kendisi 1400 yıl önce Medine’de ilk İslâm Devletini kurmuştur. Onun yolu, halifelik
saltanata dönüştürülmeden önce peygamberin izinden giden raşit halifeler tarafından
da başarılı bir şekilde takip edilmiştir. İslâm bozulmuş/saptırılmış olan
halifelik dönemlerinde bile bin yıldan fazla dünyaya medeniyet sunabilmiştir.
Halifelik Mart 1924 de resmi olarak kaldırıldıktan
sonra, Müslümanlar İslâm Devletinin merkezinin yokluğundan ve İslâm’ın
medeniyet hedeflerinden dolayı tepkide bulundular. Müslümanların İslâm
Devletini yeniden kurmak için ortaya koydukları çabalar, üç büyük hareketi
beraberinde getirmiştir: Mısır’da 1928 yılında Müslüman Kardeşlerin, ardından da
1941 yılında İngiliz Hindistan’ında Cemaat-i İslâmî’nin ortaya çıkışı. Daha
sonra, ilk defa 1971 yılında basılan İmam Humeyni’nin kaleme aldığı “İslâm
Hükümeti” (Hukumat-e İslâmi) isimli eserinde köklerini bulan İran’da İslâm
Devriminin yapılması. Bunlar dışında başka hareketler de vardır fakat diğerlerinin
genellikle bu üç hareketten etkilenerek ortaya çıktığı kabul edilir.
İlk ikisi uzun sure varlığını göstermesine rağmen fazla ilerleme
sağlayamamış, İslâmi hareket sadece İran’da düzeni değiştirmede başarılı
olmuştur. İlk iki hareketin neden başarısız olduğunu, üçüncüsünün de neden
başarılı olduğunu ve küresel İslâmi hareketlerin ondan hangi dersleri çıkarması
gerektiğini anlamaya ihtiyacımız var.
Kelim Sıddıki’nin ifadesiyle; karanlıklar denizinin içindeki tek ışık
olan İslâm Devrimi, Müslümanların günümüzdeki durumunu gözden geçirmeden
tamamıyla kavranamaz. Günümüzde İslâm dünyasının Allah’ın peygamberinin (s)
örnekliğinden oldukça uzak olduğu açıktır. Müslümanlar küfür güçlerinin
saldırısı altındadır ve dünyanın her yerinde binlerce Müslüman öldürülmekte ve
terörist olarak lanse edilmektedir. Bu şiddete rağmen halen umudumuz var.
İran’a, Filistin’de Hamas’a ve İslâmi Cihad’a, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürütülen sert propagandalar
göstermektedir ki Batı Müslümanların büyümesinden ve İslâm’ın gücünden korkmaktadır.
Otoritenin meşruluğu konusu, Müslüman zihinleri halifeliğin saltanata
dönüştürülmesinden beri meşgul etmektedir. Hulefâ-i Râşidîn kendi otoritelerini
yasal hale getirmek için biatı kurumlaştırmıştı. Saltanat dönemlerinde ise sultanın
emirleri zorla halka benimsettirildi ve halifelik aile içi şirkete dönüştü.
Saltanat döneminde dikkate alınmayan bir başka şey de kapsamlı İslâm hukukuydu.
Hulefâ-i Râşidîn ise İslâm hukukunu uygulamada oldukça başarılı, becerikli yol
gösterici kimseler ve yöneticilerdi.
Saltanatla birlikte ulema ve yöneticiler arasında ayrım ortaya çıktı. İslâmi
kuralların bilinmesi gerekliliği göz ardı edildi. Sultanın meşruluğunu
sorgulayan âlimler ağır bedel ödemek zorunda bırakıldılar. Devletle dinin fiili
olarak ayrılması da yeni bir ulema sınıfının ortaya çıkmasına sebep oldu.
Bunlar her ne şekilde gücü ele geçirirse geçirsin yöneticiye karşı isyanın
yapılamayacağını söylediler ve bu isyanın büyük fitneye, toplumda kargaşaya sebep
olabileceğini ileri sürdüler. El-Mavardi, İbnu Teymiyye ve İbnu Cemaa gibi bir
grup âlim bu iddiayı daha da geliştirdi. Hatta bu yaklaşımı İmam Gazali entelektüel
birikimiyle destekledi.
Zafer ve güç yöneticinin kabulünde belirleyici faktörler oldu. Bu da
hırslı generallere kapıların ardına kadar açılmasıyla sonuçlandı: ilk önce
kimin yöneteceğini kararlaştırdılar daha sonra da gücü ellerine geçirdiler. Bugün
İslâm dünyasında yönetici olarak generaller mevcutsa, bu tür bir durumun İslâm
tarihinde kökleri vardır. Ancak iki durum arasındaki kıyası çok genişletmek
tabii ki yanlış olacaktır. Geçmişte, merkez yönetimde bulunan kişiler İslâmi
kurallardan sapmalarına rağmen Müslüman imparatorluklar savaşlar kazandılar ve
genişlemeye devam ettiler. Modern generallerde düşmanları karşısındaki her
savaşı kaybettiler. Onların tek başarıları kendi şanssız insanlarını
fethetmeleri (?) oldu.
Müslüman politik düzeninde ilk kırılmayı oluşturan Emevi Hanedanlığı, 90
sene sürdü, Abbasiler 500 sene ayakta kaldılar (750-1258) fakat etkili bir
yönetimi sadece ilk 200 yıl sürdürebildiler. Daha sonraları generaller ve
sultanlar politik gücün gerçek kullanıcıları oldu. Bu durum Moğol komutan
Hülagu Han’ın 1258 yılında Abbasi halifeliğini yıkmasıyla son buldu. Abbasi
yöneticilerinin kötü durumu tarihten bir kesit ile ortaya konabilir. Haçlıların
Kudüs’ü kuşattığı sırada yani 1099 yılında Müslümanların yardım talebi dikkate
alınmadı. Devlet başkanının Bağdat’da gücü az veya hiç yoksa ve otoritesi kalmamışsa
Filistin’deki insanlara nasıl yardımcı olabilirdi?
Bağdat’ta merkezi otoritenin zayıflamasıyla, birkaç özerk imparatorluk
ortaya çıktı. Filistin’i çevreleyen topraklardaki hükümdarlar –Mısır, Suriye
vd.- günümüzdeki Siyonist işgalcilerden hiç de farklı olmayan bir şekilde
Haçlılarla ittifak yaptılar. 1187’de Kudus’ü kurtaran Selahaddin Eyyubi’nin bir
Arap değil Kürt oluşunu unutmamalıyız. O, Haçlıları Kudüs’ten çıkarmadan önce
Filistin’in çevresindeki Müslüman hükümdarlarla uğraşmak zorunda kalmıştı.
Abbasilerin ardından, bölgede Türkler hâkim oldu ama aynı zamanda Avrupa,
Karanlık Çağlarından sıyrılarak ortaya çıktı ve sömürgecilik Asya, Afrika ve
Ortadoğu’ya yöneldi. Avrupa sorgulayıcı bakış açısıyla kendisini; kilise
baskısının, cadı yakma olaylarının ve diğer barbarca uygulamaların boyunduruğundan
kurtarmıştı. Müslümanlar ise tam zıddı bir gerekçeyle zayıflamaya başlamıştı:
İlk aşamada kendilerine iktidar ve zafer bahşeden İslâm prensiplerini terk
ettiler. Sonra da Arap kabileleri, Kur'an diliyle “cahiliye döneminden” bir
parça daha vahşi hale geldiler.
Avrupalı sömürgeciler İslâm topraklarına geldiklerinde, kolayca
yenebildikleri sadece sınırlı ve mahalli bir direnişle karşılaştılar. Ardından
İslâmî kurumları tümden yok etmeye başladılar. Eğitim ve yönetim kurumlarında
yaptıkları gibi politik yapıdan ekonomik, toplumsal ve hukukî sistemlere kadar
Müslümanların kurumlarını ortadan kaldırıp yerlerine Batılı modelleri ikame
ettiler. Müslümanların dili de benzer bir kaderle karşı karşıya geldi. Ekonomik
olarak ayakta kalabilme arzusu, birçok Müslümanı Batılı dilleri öğrenmeye ve
Batılı kültürü benimsemeye zorladı. Çünkü bunlar sömürge yönetimi altında iş
fırsatlarını artırıyordu.
Sömürgeciliğe karşı İslâmî direnişin kısmî başarısı oldu. Batı
Afrika’daki Osman Dan Fodio’nun hilafeti bir yüzyıl ayakta kalabildi (19.
yüzyıl) ama sözgelimi, Cezayir’de Şeyh Abdülkadir el Cezairî ve Kafkasya’da
İmam Muhammed ve İmam Şamil daha az başarı elde edebildi ve sömürgeci saldırıya
direnemedi. Çeçen direnişi günümüzde de sürüyor.
Sömürgecilerin idaresi altında yeni bir Müslüman sınıf ortaya çıktı:
Sömürge zihniyetli Müslümanlar. Bu kimseler milliyetçi hareketleri yönettiler
ve uluslarının “ataları” oldular. Sömürgeciler sonunda İslâm topraklarından
ayrıldıklarında geride Avrupa’nın amaçlarını icra etmek üzere arkalarında bu
Batılılaşmış elitleri bıraktılar. Kur'anî bir kavram olan “İslâm Ümmeti”ni bir
kenara bırakan İslâm dünyası, her biri kendi “milli menfaatlerini” düşünen
ulus-devletlere bölündü.
Milliyetçilik zehiri Müslüman elitlerin ruhuna öyle derinlemesine
işlemişti ki, son yüz yılın ilk dönemlerinde Araplar gerçekten İngilizlerin
Türk sömürgecilerden kendilerini kurtarmak için geldiklerine inanmışlardı. Arap
elitlere göre, kâfirlerin Batı sömürgeciliği Türklerin Müslümanları idare
etmesine tercih edilebilecek bir şeydi. Türkiye’nin ulusçu lideri Mustafa
Kemal, 1924’te hilafeti kaldırdığında İslâm’ın siyasi bedeni için hazırlanmış
tabutun son çivisini çakmış oldu.
Günümüzde Müslümanlara ait 57 ya da daha fazla ulus-devlet var ama
bağımsızlık iddiaları gerçekçi değil. Batı’nın siyasi, ekonomik, askerî
himayesi olmaksızın ayakta kalamazlar. Müslüman kitleler ve yöneticileri
arasında derin bir ayrılık var. Müslümanların milli orduları düşmanlarının
ellerinden peş peşe yenilgiler tattı. İki örnek: 1967 Haziran’ında Araplarla
İsrail arasındaki savaşta yaşanan bozgun ve 1971 Aralık’ında Pakistan’ın
bölünmesine neden olan Hindistan-Pakistan savaşı.
Francis Fukuyam’nın “tarihin sonu” tezini gündeme getirişinden çok
önceleri Batı, İslâm’ı Hıristiyanlık gibi tükenmiş bir güç olarak görüyordu.
Ona göre Müslüman elitlerin zayıflığı İslâm’ın güçten yoksun oluşunun
deliliydi. İslâm Devrimi gerçekleştiğinde bu gelişme herkesi şaşırttı. Nedeni
İmam Humeyni’nin Batılı eğitimin bir ürünü olmayışıydı. O, İslâm’ın köklerinden
ortaya çıktı. Allah’a ve Müslüman halkının desteğine dayandı.
İslâm Devrimi ne sadece bir saray entrikası ne de 80’li, 90’lı yıllarda
Mısır’da ve 1992 ile 1996’de Cezayir’de trajik sonuçlar getiren girişimler
örneğinde görüldüğü gibi kurulu düzeni gelişigüzel değiştirmeyi hedefleyen güç
kullanımına dayalı idi. Şahlık rejimine muhalefet düzeni felç etti ve korku
iktidarından kurtaran ırmak olup akan Müslüman kadın ve erkeklerin kanı; iktidar
saflarını, askerlerin komutanlarına itaatini, aktif ABD desteğiyle ayakta duran
25 yıllık zorba düzenin ilkelerini sarstı.
Mısır’daki İhvan’ı ve Pakistan’daki Cemaat-i İslâmî’yi de kapsayan diğer
Müslüman gruplar, Müslüman da olsa askeriyenin bir sömürge dönemi kurumu
olduğunu ve statükoyu korumak için var olduğunu anlama konusuna güçlük
çekmektedirler. Bu gruplar yanlış bir şekilde mevcut gayr-ı meşru sistemi
mağlup etmeksizin ya da etkisiz hale getirmeksizin, cebrî seküler sistemin
gözetiminde düzenlenen seçimlerle “tepeden inmeci” bir şekilde İslâm’ın
gereklerini yerine getirmek için iktidara gelebileceklerine inanmaktadırlar.
Böyle yanlış bir düşüncenin ağır bedelini de ödediler.
Bu tür yanılsamalar İran’daki harekette de zemin bulmuştu ama böylesine
bir kafa karışıklığı İmam Humeyni’nin zihninde mevcut değildi. Devrim başarıya
ulaşır ulaşmaz, İmam Humeyni, eski düzene ait silahlı kuvvetlerin üst düzey
komutanlarını, eğitim sistemini ve diğer birçok köşe taşını bertaraf etti.
Fakat Kelim Sıddıki’nin sık sık yakındığı gibi bürokrasiye pek dokunmadı. Eski
bürokrasi yeni memurların tecrübesizliği ve beceriksizliğinden yılan sıradan
vatandaşa pek çok sorun çıkardı.
Yeni kurumlar eskisinin yerini aldı: İslâm Devrimi Muhafızları, Gönüllü
Kuvvetler ve Yeniden İnşa İçin Cihad. Onlar olmaksızın, münafıkların
saldırıları ve Baasçı Irak yönetimi aracılığıyla başlatılan Batı’nın ve kukla
Arap rejimlerinin dış saldırısı karşısında ayakta kalamayabilirdi. 1980-1988
arasında sekiz yıl süren savaşta İslâm Devleti ve halkı başka kimseden yardım
almaksızın Devrim’i savundu. Bu, hiçbir standarda uymayan kayda değer bir
başarıydı. Dış saldırı karşısında hiçbir İslâm ülkesi böylesine direnç
gösterememişti. Müslüman ulus-devletlerin orduları düşmana teslim olmadan önce
6-17 gün arası dayanabildiler.
Medine’deki ilk İslâm Devleti de küfrün saldırısıyla karşı karşıya
kalmıştı. Mekkeli müşrikler tekrar tekrar İslâm Devleti’ne hücum etti ama
Müslümanlar saldırıları geri püskürttü ve sonunda düşmanlarına galip geldi.
İslâm Devleti’nin belirgin yönlerinden birisi halkını harekete geçirerek, kendi
kaynaklarıyla kendini savunabilme kabiliyetidir. Ne var ki bu, halkın muttaki
ve âlim olması gereken yöneticilere güveni olduğunda mümkün olur.
Hiçbir Arap ordusu ya da milliyetçilik bayrağı altında savaşan ordular
birliği Siyonistleri yenilgiye uğratamamıştır ama bir avuç hafif silahlı ve
imanlı Hizbullah savaşçısı Siyonist işgalcilere karşı ezici bir zafer kazanmış
ve onları güney Lübnan’dan çıkarmıştır. Laik Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Filistin’i
işgal eden Siyonist güçlere karşı savaşı tümüyle bıraktı ama Hamas ve İslâmî
Cihad zor şartlar altında direnişi sürdürüyor. Diğer bir gerçek dikkate
alındığında İslâmî İran’ın başarısı daha da etkileyici bir hal almaktadır:
Sekiz yıl süren savaşın sonunda, İran’ın hiçbir dış borcu yoktu. Bu başarının
çağdaş tarihte hiçbir benzeri mevcut değildir. II. Dünya savaşının sonunda,
İngiltere’nin 55 milyar dolar borcu vardı. Bugün Irak’ta batağa saplanan
ABD’nin dış borcu 8 trilyon dolara, iç borcu da 35 trilyon dolara yükseldi.
İslâm Devrimi sadece politik sistemi devirmedi ayrıca toplumda Peygamber
(s)’in İslâm Devleti’ne uygun bir toplumsal dönüşümü de sağladı. İslâmî bir
sistem adanmışlık şeklinde kendini gösteren takva çerçevesinde bireyleri
dönüştürür. Savaş sırasında, gençler ve bayanlar Devrim’i savunmak için
kendilerini feda etmişlerdi. Şah İran’ı Batılılaştırmış ve ahlaki çöküntüye
götürmüştü. İslâm Devrimi bu eğilimi geri çevirdi ve insanları İslâm’ın
değerlerini yeniden keşfetmeye teşvik etti. En çarpıcı başarılardan birisi
savaşta dul kalan kadınların durumlarının iyileştirilmesi olmuştur. İmam
Humeyni onlara tekrar evlenmelerini tavsiye etti. O ayrıca gençleri Devrim’in
bu soylu kızlarıyla evlenmeye çağırdı. Kısa sürede İran’da savaş nedeniyle dul
kalmış ve hala evli olmayan kimse kalmadı.
Yaygın bir kanaat Müslümanların hanımlarına zulmettikleri şeklindedir. Müslüman
hanımların mütevazı giyimi delil olarak kullanılır. Batı’da özgürlük rasgele
cinsel ilişkide bulunmakla ve ahlaksızlıkla bir düşünülür. Özgürlük maskesi
altında, Müslüman kadınlardan Batılı değerleri ve kültürü benimsemeleri
istenir. Şah bu konuda epey mesafe kat etmişti ama Devrim, yaptıklarını sona
erdirdi. Devrimin sonucu olarak İran toplumunu kuşatan takva, İslâmî değerleri
canlandırdı. Batılılaşmış küçük bir zümrenin dışında İslâm toplumları böyle
İslâmî değerlere bağlılığını asla kaybetmemiştir.
Iran’daki ilerlemeyi değerlendirebilmek için kullanılabilecek diğer
kriterler de var. Örneğin Şah döneminde, kadın konusunda onca ilerleme
sağlandığı söylense de kadınların okuma oranı %17 idi. Günümüzde bu oran %
66’dır. Bazı üniversitelere ait
fakültelerde –Tıp ve Eğitim fakültelerinde sözgelimi- bayan öğrencilerin sayısı
(% 54) erkek öğrencilerden (% 46) fazladır.
Günümüz İslâmî İran’ında 108 gazete ve derginin editörü bayandır.
Vurgulanması gereken nokta Batı’nın değerlerinin evrensel olmadığı ve İslâmî
değerleri tahrip eden bu değerlerin neden olduğu kibirli tavırların
Müslümanlarca reddedilmesinin gerekliliğidir. Bir Müslüman bayan başını
örterek, beynini de örtmüş, yoldan geçen herkesin bakışına muhatap olmamasını
sağlayan Allah’ın emriyle uyumlu elbisesini giydiği zaman da zulme uğramış
olmaz.
Günümüzde Müslümanlar iç meydan okumalarla da karşı karşıyadırlar.
Birtakım Müslümanlar fıkhî bakış açılarında o kadar saplantılıdırlar ki, alternatif
bir bakış açısını enine boyuna değerlendiremezler. Bu, özellikle bazı
Müslümanların İslâm Devrimi’ni “Şii” bir devrim olarak algılamalarında daha da
belirginleşir. İnsan ister istemez merak ediyor, çoğunluğu Sünni olan bir
ülkede mevcut iktidarı deviren Müslümanlar orada ne tür bir iktidar tesis
edecekler? Böyle bir düşünceye dayanarak İmam Mehdi’nin ortaya çıksaydı, bu
Müslümanlar onu takip etmektense, kendi fıkıhlarına uymaya zorlayacaklardır.
Müslümanların enerjilerini gündem dışı, kısır tartışmalara yönlendiren bu tür bir
dar görüşlülüktür.
Sıradan Müslüman kitleler bu kategoriye
girmez. Birçok konuda İran İslâm Devleti’ni ve onun cesur yönetimini takdir
eder. Diğer Müslüman ulus-devletlerin yöneticilerinin aksine ABD’ye karşı
tavırda, İran yönetimi dünya çapındak MSlümanların güvenini kazanmıştır. Bu,
Iran’ın Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasına (NSA) uygun olarak uranyum
zenginleştirme hakkını ısrarla vurguladığı bugünlerde daha barizdir. ABD’nin
nükleer silahlarıyla İran’ın nükleer teislerini yok etmek için saldıracağına
dair kasıtlı haberlerle dikkatlice organize edilmiş bir propaganda kampanyası
mevcuttur. İslâmî İran bu tür tehditlere boyun eğmeksizin dik durmasını
bilmektedir.
ABD’nin iki yüzlülüğü açıktır ama
neredeyse İran hariç hiç bir devletin buna işaret etmeye cesareti yoktur. ABD
Iran’ın nükleer tesislerini yok etmek için nükleer silah kullanma tehdidinde
bulunuyor çünkü İran nükleer silah üretebilir! Nükleer silah kullanmak ABD’nin
hakkı ama “barışçıl amaçlar” için
nükleer teknoloji sahipi olmak (İran elektrik üretmek istiyor.) bile İran’ın
hakkı değil. ABD’nin İran’a yönelik tehditleri NSA’ya imza atmamış
olan Hindistan’a nükleer yakıt sağlama anlaşmasını imzaladığı günlerde gündeme
geliyor. Halbuki Iran NSA’ya imza koymuş bir ülke. Yine de bu anlaşma uyarınca var
olan hakları inkâr ediliyor! ABD’nin bu tutarsızlığı ve iki yüzlülüğü şu ana
kadar sahip olduğu azıcık inanırlığını da ortadan kaldırıyor.
Diğer Müslüman ülkelerin yöneticileri
ABD’ye kolayca boyun eğerken, Iran’ın hakları için nasıl mücadele ettiği
üzerine düşünülmelidir. Cevap, İran’ın halk desteğine sahip bir İslâm
Cumhuriyeti ama diğerlerinin ABD’nin rızasıyla varlığını sürdürebilen uşak
rejimler olmasında yatar. Günümüzde İran’ın ekonomik ya da siyasal olarak
ayakta kalabilmesini borçlu olduğu herhangi bir güç yoktur. Yine de siyasal
İslâm üzerine kalem oynatan Batılı oryantalistler onun iflasından
bahsetmektedirler.
Diğer coğrafyalardaki Müslümanlar
toplumlarında benzer bir değişimi gerçekleştirmek için İslâm Cumhuriyeti örneğinin
benzerini ya da daha iyisini ortaya koymalarına ihtiyaç vardır. Önümüzdeki
mevcut tek yol budur.
Çev: Barış Hoyraz-Murat Kayacan
www.muslimedia.com/zb-ksmemorial.htm
Islamic
Revolution: a model for political and social change
The second paper at
the ICIT’s Kalim Siddiqui Memorial Conference on April 23 was given by ICIT
Director ZAFAR BANGASH, on a theme central to Dr Kalim’s understanding of the
task facing the Islamic movement: the revolutionary method of change for
Islamic societies.
Human behaviour is
conditioned by history, historical events, shared experiences but above all by
memory. Thus people who have had very
similar experiences will not necessarily respond to a particular situation in
exactly the same way. Both the Native
peoples of North America and the Palestinians, for instance, have undergone
similar historical experiences at the hands of European colonialists, but they
perceive their future in very different ways.
This emanates essentially from their historical heritage as well as
their memory.
For Muslims, the
Qur'an and the Prophet's Seerah and Sunnah form the basis for behaviour. In the Qur'an Allah subhanahu wa ta‘ala
has emphasized the importance of establishing Allah's power and authority on
earth (9:33, 12:40, 48:28, 61:9) as well as obedience to the Prophet (4:59;
4:80). Similarly, the principle of
consultation has been clearly laid down (3:159, 42:38). The Prophet (saw) himself established the first
Islamic State in Madinah more than 1,400 years ago. He was succeeded by the khulafa' ar-rashidoon
(the rightly-guided caliphs), who continued in his footsteps before the
khilafah was subverted into mulukiyya (hereditary kingship). Even in that corrupted form the khilafah was
able to give the world a civilization that lasted for more than a thousand
years.
When the khilafah
was formally abolished in March 1924, the Muslims reacted immediately to this
loss because of the centrality of the Islamic State to the civilizational goals
of Islam. Three broad responses can be
identified in the Muslims' quest to re-establish the Islamic State: emergence
of the Ikhwan al-Muslimoon in Egypt in 1928, followed by the Jama‘at-e Islami
in British India in 1941. Then came the Islamic Revolution in Iran, whose contemporary
roots can be traced to Imam Khomeini's pioneering book, Hukumat-e Islami
(“Islamic Government”), which was first published in 1971. There are other groups as well, but they are
generally regarded as inspired by these first three.
The first two have
made little headway despite having been in existence for much longer; only in
Iran has the Islamic movement succeeded in overthrowing the imposed order. We need to understand the reasons for the
failures of the first two, for the success of the last, and what lessons that
offers to the global Islamic movement.
The Islamic
Revolution, which the late Dr Kalim Siddiqui used to call the only ray of light
in a sea of darkness, cannot be fully appreciated without a brief overview of
the condition of Muslims today. It is
clear that the Muslim world has strayed far from the example set by the
Messenger of Allah, upon whom be peace. Muslims are under attack by the forces of
kufr and are being killed in the hundreds of thousands all over the world, yet
they are the ones who are branded as terrorists. Despite this grim reality, there is some
hope. The shrill propaganda campaign
against Islamic Iran, Hamas and Islamic Jihad in Palestine and the Hizbullah in
Lebanon is proof that the West fears the growing self-assertion of Muslims and
the power of Islam.
The issue of
legitimacy of authority has exercised Muslim minds since the khilafah was
subverted into mulukiyya. The khulafa'
ar-rashidoon had established baya‘— allegiance of the people—to legitimize
their authority; during mulukiyya the ruler's writ was imposed by force and
leadership became a family affair. There
was another, equally important requirement that was abandoned during mulukiyya:
comprehensive knowledge of Islamic law and jurisprudence by the rulers. The khulafa' ar-rashidoon were well-versed in
these and were also generally competent leaders and administrators.
With mulukiyya
there occurred a split between the ulama (scholars) and the rulers. Knowledge of Islamic principles was no longer
considered a prerequisite even if the ruler insisted on being called a
khalifah. Those scholars who questioned
the rulers' legitimacy paid a heavy price.
When the de facto separation of State and deen became entrenched, it led
to the emergence of a class of ulama who provided this separation with
religious and political support by prohibiting rebellion against the ruler,
regardless of how he had come to power, arguing that rebellion would result in
the greater fitna of turmoil and disruption in society. A number of scholars, among them al-Mawardi,
Ibn Taimiyya and Ibn Jamaah, advanced this argument. Even Imam Ghazali lent his immense
intellectual weight to it.
Shawkah (glory and
prestige) and quwah (power) became determining factors in accepting a
ruler. This opened the door for
ambitious generals, who at first determined who should rule and later assumed power themselves. If
there is a plethora of generals ruling the Muslim world today, there is
precedence for such conduct in Muslim history, although it would be wrong to
stretch this analogy too far. In the
past, Muslim commanders won battles against overwhelming odds and Muslim
empires continued to expand despite deviation from Islamic principles at the
centre; while the modern-day generals have lost every battle against their
enemies. The only success they can point
to is the conquest of their own hapless peoples.
The Umayyad
dynasty, which created the first breach in Muslim political order, lasted 90
years; their successors, the Abbasids, lasted theoretically for 500 years
(750-1258 CE) but only for the first 200 years or so did they actually exercise
effective authority. Thereafter,
generals and sultans became the real wielders of political power. This state of affairs ended when the
Mongolian warrior, Halaku Khan, destroyed the Abbasid khilafah in 1258 CE. The Abbasid rulers' plight can be gauged from
one episode in Islamic history: during the Crusaders' siege of Jerusalem in
1099 CE, Muslim appeals for help went unheeded.
If the ruler had little or no power and authority in Baghdad how could
he assist people in Palestine?
With the weakening
of central authority in Baghdad, a number of autonomous empires emerged. Rulers in the lands surrounding
Palestine—Egypt, Syria and so on—had aligned themselves with the Crusaders, a
situation not dissimilar to the zionist invaders of
Palestine today. We must also note that
Salahuddin Ayyubi, who liberated al-Quds in 1187, was not an Arab but a Kurd,
and he had to deal with the Muslim rulers surrounding Palestine before he
evicted the Crusaders from al-Quds.
After the Abbasids,
the Turks came to dominate the political landscape, but by then Europe had
emerged from its Dark Ages and colonialism was on the march in Asia, Africa and
the Middle East. Europe made progress by
throwing off the yoke of Church repression with its inquisitions,
witch-burnings and other barbaric practices; Muslims became weak for exactly
the opposite reason: by abandoning the principles of Islam that had brought
them to power and glory in the first place.
After all, the tribes of Arabia had been little more than savages before
Islam—a jahiliyya, in the language of the Qur'an.
When the European
colonialists arrived in Muslim lands, they faced only limited, localized
resistance that they easily overcame.
Then they embarked upon a wholesale demolition of Islamic institutions;
from political structures, however weak, to economic, social and judicial systems
as well as institutions of learning and administration, all were abolished and
replaced by Western models. Muslim
languages faced a similar fate. Economic
survival forced many Muslims to acquire Western languages and adopt Western
culture because these enhanced employment opportunities under colonial
rule.
Muslim resistance
to colonialism had limited success. The
Sokoto Khilafat of Uthman Dan Fodio in West Africa lasted nearly a century (the
nineteenth), but other attempts by Shaikh Abdul Qadir al-Jazairi in Algeria and
Imams Muhammad and Shamil in the Caucasus, for instance, were less successful
and could not withstand the colonialist onslaught. The struggle in Chechnya continues to this
day.
Under colonialism a
new class of Muslims emerged: Muslims with a colonial mindset. These people led nationalist movements and
became ‘fathers' of nations. When the
colonialists finally departed they left behind these Westernized elites to
continue to implement the European agenda.
The Muslim world was divided into nation-states, with each guarding its
own “national interest”, abandoning the Qur'anic concept of the Muslim
Ummah.
The poison of
nationalism had sunk so deep into the psyche of the Muslim elites that in the
early part of the last century the Arabs actually believed that the British had
come to liberate them from Turkish colonialism.
For the Arab elites, Western colonialism of the kafirs was preferable to
Turkish rule of Muslims. Mustafa Kemal,
the nationalist leader of Turkey, drove the last nail in the coffin of the body
politic of Islam when he abolished the khilafah in 1924.
There are 57 or so
Muslim nation-states today, but their claim to independence is fraudulent. They cannot survive without the political,
economic and military patronage and protection of the West. There is a deep divide between the Muslim
masses and their rulers. Muslim national
armies have faced successive defeats at the hands of their enemies; two
examples are the debacles of the June 1967 war between the Arabs and Israel,
and in December 1971 between India and Pakistan, leading to the breakup of
Pakistan.
Long before Francis
Fukuyama came up with the “end of history” hypothesis, the West had written off
Islam as a spent force, much like Christianity.
It assumed that the weakness of the Muslim elites reflected Islam's lack
of power. When the Islamic Revolution
occurred, it took everyone by surprise.
The reason for this was that Imam Khomeini was not the product of
Western education; he had emerged from the roots of Islam. He relied on Allah and the support of his
Muslim people.
The Islamic
Revolution was not merely another palace reshuffle; nor was it based on the use
of indiscriminate violence to bring down the established order, as was
attempted in Egypt in the eighties and nineties, and
in Algeria between 1992 and 1996, with tragic results in both places. Resistance to the Shah's regime led to its
paralysis and the rivers of blood offered by Muslim men and women forced the
rank and file in the military to rebel against their officers, the pillars of
the imposed order, who had unleashed a 25-year reign of terror with the active
backing of the US.
Other Islamic
groups, including the Ikhwan in Egypt and the Jama‘at in Pakistan, have failed
to understand that the military, despite being led by Muslim officers, remains
a colonial institution and acts to defend the status quo. These groups also mistakenly believe that
elections held under the imposed secular system will enable them to come to
power to implement Islam “from the top”, without defeating or dismantling the
existing illegitimate system. They have
paid a heavy price for such faulty thinking.
No such confusion existed in Imam Khomeini's
mind, although there were elements in the movement in Iran that harboured such
illusions. Once the Revolution
succeeded, Imam Khomeini proceeded to demolish such pillars of the old order as
the officer class of the armed forces, the educational system and a host of
others, but unfortunately not the bureaucracy, as Dr Kalim often lamented. The old bureaucracy has caused many problems
for ordinary Iranians, which have been compounded by the inexperience and
incompetence of new recruits into the system.
New institutions
emerged in place of the old: the Sepah-e Pasdaran-e Inqilab-e Islami (the
Islamic Revolutionary Guards), the Baseej (Volunteer Force) and Jihad-e
Sazindagi (Jihad for Reconstruction).
Without them, the Revolution might not have survived the assault from
within by the munafiqeen, and the external aggression of the West and its Arab
client regimes that was launched through Ba‘athist Iraq. The imposed war lasted eight years (1980–88),
and the Islamic State and its people defended the Revolution without any help
from anyone else. This is a remarkable
achievement by any standard. No Muslim
country has shown such resilience against external aggression; the armies of
Muslim nation-states have survived between six and seventeen days before
surrendering en masse to the enemy.
The first Islamic
State in Madinah also experienced the onslaught of kufr: the mushrikeen of
Makkah repeatedly attacked the Islamic State, but the Muslims beat back the
assaults and ultimately overpowered their enemies. One of the hallmarks of an Islamic State is
that it is capable of defending itself through its own resources, by mobilizing
its own people. This, however, is
possible only if they have confidence in the leadership, who must be muttaqi
and learned to earn that trust and confidence.
No Arab army or a
combination of armies fighting under the banner of nationalism has ever
defeated the zionists, but a handful of Hizbullah
fighters armed with light weapons and iman inflicted a crushing defeat on the
zionist invaders and drove them of southern Lebanon. The secular PLO has all but abandoned the
fight against the zionist occupiers of Palestine, but
Hamas and Islamic Jihad continue the struggle under difficult
circumstances. Islamic Iran's
achievements become even more impressive when another fact is taken into
account: at the end of the eight-year war, Iran had no external debt. This achievement has no parallel in
contemporary history: at the end of the second world war,
Britain had a debt of $55 billion; the US today, bogged down in the Iraqi
quagmire, has incurred $8 trillion in external debt and another $35 trillion in
internal debt.
The Islamic
Revolution did not merely overthrow the political system; it also ushered in
social transformation in society on the pattern of the Prophet's Islamic
State. An Islamic system transforms
individuals within the overall framework of taqwa that manifests itself through
their sacrifices. During the war, young
men and women made enormous sacrifices to defend the Revolution. The Shah had taken Iran down the path of
Westernization and moral corruption; the Islamic Revolution reversed that trend
and inspired people to rediscover the values of Islam. One of the most remarkable achievements has
been the rehabilitation of women widowed during the war. Imam Khomeini advised them to remarry; he
also called upon the young men to come forward to marry these noble daughters
of the Revolution. Soon there were no
war widows left in Iran.
A common allegation
leveled against Muslims is that they oppress their women; the modest dress of
Muslim sisters is cited as proof. In the
West freedom is equated with promiscuity and immorality; under the guise of
liberation, Muslim women are told to adopt Western values and culture. The Shah had taken Iran far down that road,
but the Revolution brought it to an end.
The taqwa that enveloped Iranian society as a result of the
Revolution revived Islamic values, and both men and women rediscovered their
Islamic obligations. Apart from a small
coterie of Westernized elites, Muslim societies have never lost their
attachment to such Islamic values.
There are other
yardsticks as well that can be used to assess Iran's progress. For instance, during the Shah's time, despite
much talk about the progress women were supposed to have made, their literacy
rate was a mere 17 percent; today, this has gone up to 66 percent. In some university faculties—medicine and
education, for instance—the number of female students is higher than males by a
margin of 54 to 46 percent. There are
108 women editors of newspapers and magazines in Islamic Iran today. The point that needs emphasizing is that the
West's values are not universal, and that Muslims must reject its patronizing
attitudes that denigrate Islamic values.
By covering her hair, a woman does not switch off her brain; nor is she
oppressed when she dons modest dress in conformity with Allah's command to
insist that her body is not available for every passing stranger.
Muslims today face
internal challenges as well. Some
Muslims are so obsessed with their particular fiqhi position that they are
unable to appreciate an alternative perspective. This is especially true with some Muslims'
understanding of the Islamic Revolution, which they label as “Shi‘a”; one
wonders what the Muslims in a Sunni-majority country will do once they overthrow
the existing order there. Based on such
thinking it is not difficult to imagine that, were Imam Mahdi to appear today,
these Muslims would insist that he must adopt their particular fiqh before they
would follow him! It is this kind of narrow-mindedness that has diverted the
Muslims' energies into irrelevant and fruitless pursuits.
The mass of
ordinary Muslims, however, do not fall into this category. They admire the Islamic State of Iran and the
courageous stand of its leadership on many issues. By standing up to the US, unlike the rulers
of the Muslim nation-states, the leadership in Iran has boosted the confidence
of Muslims worldwide. This is most
clearly evident in the current stand-off over Iran's right to enrich uranium
under the Nuclear Non-Proliferation Treaty (NPT). There is a carefully orchestrated propaganda
campaign under way, with deliberate leaks about US plans to attack Iran with
nuclear weapons to destroy its nuclear facilities. Far from caving in to such threats, Islamic
Iran has held its ground.
The US's hypocrisy
is obvious, but almost no one except Iran has the courage to point it out. Washington threatens to use nuclear weapons
to destroy Iran's nuclear facilities because of allegations that it might make
nuclear weapons! Use of nuclear weapons by the US is all right, but even the
acquisition of nuclear technology for “peaceful purposes” (in this case the
generation of electricity) by Iran is not.
The US's threats are made at a time when it has signed an agreement to
provide India, which is not signatory of NPT, with
nuclear fuel while Islamic Iran—a signatory—is being denied its rights under
the treaty! These inconsistencies and
hypocrisies of the US destroy what little credibility its position ever had.
One must ask how
Iran is able to stand up for its rights when other Muslim rulers cave in so
easily to US threats. The answer lies in
the fact that Iran is an Islamic State that has the support of its people,
while the other regimes are subservient to and exist at the pleasure of the
US. Only an Islamic State can inspire
its people to confront any challenge to its existence. Iran today is not beholden to any power for
its economic or political survival, the frequent obituaries written by Western
orientalists for
political Islam notwithstanding.
Muslims elsewhere
need to emulate the example of the Islamic Revolution to bring about similar
changes in their societies. This is the
only way forward available to us.
Bu çeviri Haksöz dergisinin Haziran
2006 sayısında yayınlanmıştır.