Hollanda’da Aleyhimde Konuşanlara Açık Mektup

                                                                                                          Tarık Ramazan

Bir kez daha Hollanda’da saldırıya maruz kaldım. Geçtiğimiz Mayıs ve Haziran aylarında açık sözlü olmamakla, eşcinsellere karşı dışlayıcı bir tutum takınmakla ve kadınları tahkir etmekle suçlandım. Soruşturma üzerine, Roterdam Belediyesi[1] suçlamaların asılsız olduğunu açıkladı. Bugün tartışma devam ediyor: İran rejimiyle irtibatlıymışım, son seçimlerin ardından yaşanan baskıları destekliyormuşum. Bu son suçlamanın sadece Hollanda gündemiyle sınırlı olduğunu söylemek şaşırtıcı olur mu? Sanki özelde ben genelde İslâm, önümüzdeki Hollanda seçimlerinde siyaset gündemini belli bir şekilde etkilemek için kullanıldı. Kur'an’ı Hitler’in Mein Kampf (Kavgam) kitabına benzeterek oy toplayan Geert Wilders bu konuda önemli bir role sahip. Ben sağlıklı olmaktan uzak siyasi ihtirasların patlak vermesi için bir zoka olarak görülüyorum. Mevcut tartışma benden ziyade Hollanda’da siyasetindeki endişe verici durum hakkında çok daha fazla şey söylüyor.

Bana yönelik saldırılar çok şiddetliydi. Onlara net bir şekilde cevap vereceğim. Nisan 2008’de Iran’ın 24 saat yayın yapan haber kanalı Press TV’de bir program yapmayı kabul ettim. Bu kabul, İranlı arkadaşlarla ve medya uzmanlarıyla fikir alışverişinde bulunmamın ve üç ay süreyl dikkatli bir değerlendirme yapmamın ardından gerçekleşti. Fazla mesai harcayarak İran’daki siyasi gelişmeleri ve ülke içinde gittikçe büyüyen gerilimi yakından takip ettim. Salman Rüşdi hakkında verilen fetvaya Batı’da ilk karşı çıkan Müslüman düşünürler arasındaydım. Geçtiğimiz 25-30 yılda, Arap ülkeleriyle karşılaştırıldığında İran kadın hakları ve demokratik normlar konusunda kaydadeğer bir mesafe almıştı. Orada ifade hürriyetinin olmayışını, kadınlara başörtüsü takma mecburiyetinin bulunuşunu ve 2006’nın sonlarında da düzenlenen (İsrail politikaları eleştirisiyle anti-Semitizm arasındaki çizgiyi tehlikeli bir şekilde flulaştıran) Holocaust[2] konferansını, Haziran seçimlerini müteakiben göstericilere ateş açılmasını ve baskıları eleştirmişimdir. Pozisyonum her zaman yapıcı bir eleştiriden yana olmuştur. Vaktimin çoğunu İran siyasi sisteminin iç dinamikleri üzerine çalışmaya ayırmaktayım. Hem İran rejiminin hem de (her zaman kendisinin masum, İran’ın da barışın önüneki en büyük engel olduğunu ileri süren) İsrail’in propaganda yoluyla nüfuz gayretlerine kapalıyım. Aynen stratejik menfaatleri olan ABD ve Avrupa ülkelerinin nüfuz çabalarına olduğu gibi. İran’da din ve siyaset ilişkisi son derece karmaşıktır. Fundamentalist muhafazakarlara karşı demokratik reformcular şeklinde birbirine muhalif iki siyasi grup olduğunu ifade edenler, İran realitesi hakkında büyük bir cehalet örneği sergilemektedirler. Bunun da ötesinde, Batı’nın baskısıyla hiçbir demokratik şeffaflık sağlanamaz: Süreç; iç dinamiklere dayalı, uzun ve acılı bir şekilde işleyecek. “İslâm ve çağdaş hayat” konulu televizyon programını yapmayı kabul ettiğimde, tartışmacı bir üslubu tercih ettim. Hiçbir dayatmayı kabul etmedim. Konuk ettiği kimselerin arasında ateist, Yahudi din adamı, rahip, başörtülü, başörtüsüz kadınlar vardı. Hepsi özgürlük, akıl, dinler arası diyalog, Şii İslâm telakkisine karşı Sünni anlayış, şiddet, cihad, sanat vb. konuları tartışmak için davet edildiler. Beni eleştienlerden bu programları dikkatlice izlemelerini ve onlarda İran rejiminin desteklendiğine dair en ufak bir delil bulabilirlerse göstermelerini istiyorum. Program dünyaya açık. Her misafir eşit saygı görüyor.

Günümüzde, İran krizle boğuşurken, doğru değerlendirme yapabilmek için gerekli tüm vakti sarfetmeye niyetliyim. İran’da şeffaflık ve insan haklarına saygı konusundaki uzun soluklu yürüyüşü desteklerken uygun bir strateji benimsenmeli ve tüm gerçekler dikkate alınmalı. Bugün Hollanda’da gördüğümüz türden sert polemikler ve hararetli tartışmalar bizi hiçbir yere götürmez. Bir eyleme geçmeden önce, resmin tamamını görmekte kararlıyım. Londra’da Pres TV şirketinin teklifini kabul ettiğimde (görüştüğüm tek kişi şirkete yeni bir yaklaşım getirmeyi amaçlayan İngiliz yapımcıydı), konularımı seçme özgürlüğü ve din, felsefe ve çağdaş meseleleri ele alan haftalık programın parametreleri içinde tam yetki istediğimi açık bir şekilde ifade etmiştim.

Yöntemim baştan beri İran rejimine destek vermeye çalışmaksızın, kendimi de tehlikeye atmaksızın meseleleri ele almak şeklindeydi. Bu, İranlı arkadaşların anlamakla kalmayıp destek de verdikleri bir tercihti. Para önemli değil. Başka bir uluslararası kanal bana Press TV’nin verdiğinin üç katını teklif etti ama onların teklifini prensip olarak kabul edemezdim. Siyasi ve dini görüşlerimi değiştirseydim zengin biri olabilirdim. Kariyerim hakkında biraz bilgi sahibi olanlar bunu bilirler. Krallara, prenslere, rejimlere ve zenginlere dalkavukluk yapmak bana göre değil. Siyasi duruşumun maliyeti yüksektir. İlkelerimi asla pazarlık konusu yapmadım. En temel insan haklarını dahi ihlal eden ve demokratik olmaktan uzak rejimlere sahip Mısır’a, Suudi Arabistan’a, Tunus’a, Libya’ya ya da Suriye’ye seyahat edemiyorum. Irak ve Afganistan’daki savaşları ve Amerika’nın tek taraflı İsrail desteğini açıkça eleştirdiğim için Amerika’ya giriş vizem iptal edildi. İsrail’de istenmeyen kişi ilan edildiğimi söylemeye gerek yok. Yirmi yıl önce, Çin sefaretinden bir görevli, Pekin’in benim Tibetlilerle bağlantılarımı çok iyi bildiklerini iddia etti.

Her zaman görüşlerimin arkasında olmuşumdur. Herhangi bir İslâm toplumunda ya da başka bir yerde dikatörlüğü asla desteklemedim. İran televizyonunda programım var diye “ilkesel” olarak beni suçlayanlara diyorum ki: Bir ülkenin televizyonunda çalışmak, o ülkenin rejimini desteklemek anlamına gelmez. Her şey ayan beyan ortada olmuş olsaydı, beni eleştiren siyaset erdemlileri çok daha önceleri Hollanda hükümetinin İran, Suudi Arabistan, Mısır, İsrail ya da Çin ile ilişkilerini kesmelerini isterlerdi. İlginçtir, ben “açık olmamakla” ya da “eşcinsel düşmanlığıyla” suçlanırken Roterdam Belediyesi tarafından aklandığımda ya da en son Amerikan Federal Mahkemesi daha alt mahkemenin vizemi iptal eden kararını bozduğunda onların sesini duymak mümkün olmadı. Niçin sessizler? Niçin suçlamaların muhatabı yalnızca benim? Cevap basit: “Ön planda olan Müslüman bir entelektüeli” diğerlerinden ayrı tutmak, Müslüman karşıtı duyguları provoke etmek ve insanları kendi güvenliklerinden endişeli hale getirmek. Oy istemeye gelince, tüm seçenekler masada, hatta en hileli ve en galiz olanları bile. İlkelerim bu aldatıcı propaganda kampanyalarına boyun eğmekten çok daha önemli. Sadece kişisel haysiyet meselesi olarak değil ama insan onuru ve geleceğe olan inancım açısından da durum böyle.

http://www.tariqramadan.com/spip.php?article10749 18.10.2014

Çev: Murat Kayacan

Bu çeviri Haksöz Dergisi’nin 233 sayısının (Ekim 2009), 42-43 sayfalarında yayınlanmıştır.

 

An Open Letter to my Detractors in The Netherlands
Tuesday 18 August 2009, by Tariq Ramadan


Once again I have come under attack in The Netherlands. Last May and June, I was accused of "doublespeak", of "homophobia" and of demeaning women. Upon investigation, Rotterdam Municipality declared the accusations unfounded. Today, the argument goes, I am linked to the Iranian regime; I support the repression that followed the recent elections. Should we be surprised that this latest accusation has surfaced only in The Netherlands? It is as if I in particular, and Islam in general, were being used to promote certain political agendas in the upcoming Dutch elections. Geert Wilders, who wins votes while comparing the Qur'an to Hitler's Mein Kampf, casts a long shadow. I am cast as the cause of an outburst of political passions that is far from healthy. But the present controversy says far more about the alarming state of politics in The Netherlands than about my person.

 

The attacks on my involvement have been extremely violent; to them, I will respond with utmost clarity. When, in April 2008 I agreed to host a television program on PressTV, the Iranian worldwide 24-hour news network, the decision followed three months of careful evaluation, as well as discussions with Iranian friends and media experts. Over time I have closely followed political developments and growing internal tensions in Iran. I was among the first Muslim thinkers in the West to oppose the fatwa against Salman Rushdie. For the past twenty-five years, while observing that compared to the Arab countries Iran has made substantial headway in women's rights and democratic norms, I have been critical of the lack of freedom of expression there, of the obligation for women to wear the headscarf, and, more recently, of the 2006 Holocaust conference (which dangerously blurred the lines between criticism of Israeli policy and anti-Semitism). It goes without saying that I have condemned the shooting of demonstrators and the repression that followed the June elections. My position has always been one of constructive criticism. I have devoted much of my time to studying the internal dynamics of the Iranian political system. I refuse to be swayed by propaganda claims, either from the Iranian regime, or from Israel (which asserts, all the while proclaiming its innocence, that Iran is the main obstacle to peace), from the United States or the European countries, all of whose strategic interests are involved. In Iran, the relationship between religion and politics is extremely complex. The simplistic view that posits two opposing camps-the fundamentalist conservatives versus the democratic reformists-displays a profound ignorance of Iranian reality. Moreover, no evolution toward democratic transparency can take place under pressure from the West: the process will be internal, lengthy and painful. When I agreed to host a television program on Islam and contemporary life, I chose the path of critical debate. I accepted no obligations. My guests have included atheists, rabbis, priests, women with and without headscarves, all invited to debate issues like freedom, reason, interfaith dialogue, Sunni versus Shi'a Islam, violence, jihad, love, art, to name only a few. I challenge my critics to scrutinize these programs and in them to find the slightest evidence of support for the Iranian regime. My program proclaims its openness to the world; all guests are treated with equal respect. Today, as Iran is torn by crisis, I intend to take all the time necessary to make the proper decision. All the facts must be carefully weighed in order to devise the optimum strategy for supporting the long march, in Iran, toward transparency and respect for human rights. Violent polemics and overheated debate of the kind we see today in The Netherlands lead nowhere. Before deciding on a course of action, I am determined to form a fully rounded picture. When I accepted the offer from PressTV Ltd., in London (my sole contact was with the British producers who were proposing a concept to the network), I did so on the clear condition that I would be free to select my topics and that I would have full editorial freedom within the parameters of a weekly program dealing with religion, philosophy and contemporary issues.

 

My method, from the start, has been to explore these issues without lending support to the Iranian regime, and without compromising myself. It has been a choice that many Iranian friends have not only understood, but also encouraged. Money is not a consideration. Another international news network has offered me three times more than what I receive from PressTV, an offer I refused on principle. Were I to change my political and religious beliefs I would be a wealthy man, as anyone who has followed my career well knows. But not for me the flattery of kings and princes, of regimes and of the rich. The price for my political stance has been high; I have never traded on principle. I cannot to travel to Egypt, Saudi Arabia, Tunisia, Libya or Syria because of my criticism of these undemocratic regimes that deny the most basic human rights. The United States revoked my visa because of my outspoken condemnation of the wars in Iraq and Afghanistan, and its unilateral support of Israel. Needless to say, I am considered persona non grata in the state of Israel. Twenty years ago, a staff member from the Chinese embassy gave me to understand that the Beijing authorities were well aware of my commitment to the Tibetans.

 

I have always taken full responsibility for my views; I have never supported either dictatorship or injustice in any Muslim majority society, or anywhere else for that matter. As for those who condemn me "on principle" for hosting a television program on an Iranian network, I reply: to work for a country's television network does not mean support of that country's regime. Were things so straightforward my detractors, those paragons of political virtue, would have long ago insisted that the government of The Netherlands sever all political and economic ties with Iran, Saudi Arabia, Egypt, Israel or China. Curiously, their voices are not to be heard, just as when Rotterdam Municipality publicly cleared me of the false accusations of "doublespeak" or "homophobia", or, more recently, when an American Federal Court quashed the decision of a lower court revoking my visa. Why the silence? Why the accusations that seem to fit me alone? The answer is simple: when they single out a "visible Muslim intellectual" for attack their real agenda is the politics of Muslim-baiting and fear. When it comes to seeking votes, all options are on the table, even the most dishonest and the most scurrilous. I respect my principles far too much to submit to this deceitful propaganda campaign. Not only as a question of personal honor, but in the name of human dignity, and faith in the future.



[1] Bazı ülkelerde Belediye Başkanlığı valilik statüsündedir (Ç. N.).

[2] Yahudi soykırımı (Ç. N.).