FİZİLALİ’L-KUR’AN’DA İNSAN DOĞA İLİŞKİSİ
Giriş
İnsan,
fiziki ve fizik ötesi alemler ile etkileşim içindedir ve ilâhi hakikat, yüce
alem (mele-i ala) ve melekler ile birlik, iblis ve taraftarları ile ise bir karşıtlık
ilişkisi içerisindedir. Benzer şekilde insan bu alem ve onda bulunan ilahi
yasalar[1]
ve tabiat kanunları ile de etkileşimdedir. İnsanlık tarihi, bu ilişkiler
okyanusunda süregelmektedir: Fizik ve fizik ötesi alem ile ilişkiler, evrendeki
somut unsurlar ve soyut güçler ile ilişkiler. İşte insanlık tarihi, bu içiçe
girmiş etkilerin ışığı altında yorumlanabilir (Kutub, 1991b, IV: 318).
İnsanlık
tarihini, ekonomik veya siyasi yönden yorumlayanların; biyolojik ya da
psikolojik yönden yorumlayanların yanısıra, düşünce süreci açısından
yorumlayanlar da vardır. Tüm bu kişiler, bu ilişkiler yumağının ve insanı
etkileyen diğer etkilerin sadece bir türüne bakmaktadırlar ve insanın tarihini
bu etkiler ile ilişkisine göre yorumlamaktadırlar (Kutub, 1991b, IV: 318-319).
Biz ise bu yazıda Mısırlı müfessir ve aksiyon adamı Seyyid Kutub’un (1906-1967)
Fizilali’l-Kur'an adlı eserinde Araf suresi bağlamında insan-doğa ilişkisi
üzerine yapılan değerlendirmelerden bir kısmı üzerinde duracağız.
A.
Doğa(ın yasaları) insanoğlunun düşmanı
mı?
İnsanlık
türünün tamamını yeryüzüne yerleştiren, yeryüzünün ve insanların yaratıcısı
olan, yeryüzünde insanlığın hayatı için elverişli ve koruyucu şartları
hazırlayan, onların rızıkları ve yaşamları için gereken ortam hazırlayan Allahu
Teala’dır. Kur'an bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: " Doğrusu Biz sizi
yeryüzünde, yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik; ne kadar da az
şükrediyorsunuz!” (Araf, 7: 10). Dünyanın etrafındaki atmosferini, güneş ve
aydan uzaklığını, güneş etrafında dönüşünü, ekseninin yörüngesindeki eğriliğini
ve dönüş hızını belirleyen Allahu Teala olduğu gibi, onu insanlık türünün
yaşamına uygun bir mekân kılan da, insanın yaratılışı, hayatı bu hayatının
gelişmesi ve ilerlemesi için gereken gıda maddeleri, rızıkları, güçleri ve
enerjileri o dünyaya yerleştiren ve insanlığı bu yeryüzündeki yaratıkların
efendisi kılan da yine O’dur. Yüce Allah insanlara bu evrenin[2]
birtakım yasalarını keşfetmeleri ve evreni kendi yararlarına kullanmaları için
birtakım özellikler ve yetenekler vermiştir. İşte bu özelliklere ve yeteneklere
dayanarak insanlar, bu yeryüzünün yaratıklarına egemen olabilir ve onları kendi
hizmetlerine koşturabilirler (Kutub, 1991b, IV: 259).
Eğer
yüce Allah insanı yeryüzünde bunca imkânlarla yerleştirmemiş olsaydı, bu güçsüz
yaratık klasik ve modern cahiliye mensuplarının ifadesiyle "Tabiata egemen
olamazdı!” İnsanlık kendi öz gücüyle evrenin korkunç ve ezici güçlerine karşı
koymaya asla güç yetiremezdi. Günümüzün modern cahiliye düşüncelerine
(felsefesine) şekil veren, Grek ve Roma düşünceleridir. Evreni, insana düşman
olarak gösteren bu düşünce evrenin doğal güçlerini, insanın varlığına ve
hareketine karşı güçler olarak kabul eder. İnsanı yalnız başına çabasıyla bu
güçlere karşı koyan bir varlık olarak değerlendirir. Evrensel bir yasayı
keşfetmeyi, doğa güçlerinden birini hizmetlerine almayı insanlık ile evren
(tabiat) arasındaki savaşta doğanın mağlup edilmesiyle kazanılmış bir zafer
olarak kabul eder. Bunlar gerçekten bayağı ve alabildiğine çirkin
yaklaşımlardır! Eğer onların zannettikleri gibi, bu evrensel yasalar insana
karşı olsaydı, her an pusuda bekleyen, her an ona karşı duran bir düşman
olsaydı ve bu yasaların arkasında her şeyi yerli yerince düzenleyen bir irade
bulunmamış olsaydı, insanlar daha baştan var olamazlardı! Var olduğunu kabul
etsek de bu insan, bunca düşman şartlara karşı koyan evrensel güçlere rağmen
hayatını nasıl sürdürebilirdi? Çünkü onların anlayışlarına göre evren, kendi
başına özgür biçimde hareket eder, onun gücünün ötesinde kendisine egemen olan
hiçbir güç de yoktur (Kutub, 1991b, IV: 259)!
Sadece
İslam düşüncesi, bu birbirinden kopuk varlıkları, güçleri sistemli biçimde ele
alarak hepsini kapsamlı bir ahenk içinde birbirine bağlar. Evreni ve insanı
yaratan da Allah'tır. Allah'ın iradesi ve hikmeti bu evrenin doğasının bu
insanın var olmasına elverişli olmasını dilemiştir. İnsanın bu evrenin bazı
temel yasalarını öğrenmesi ve buradan hareketle onu kendi hizmetinde kullanması
için gereken yetenekleri de onun bünyesine yerleştiren de yine Allah'ın iradesi
ve hikmetidir. Bu uyum ve ahenk, her şeyi en güzel biçimde yaratan ve
yarattıklarını birbirlerine düşman, aykırı ve çelişen varlıklar olarak
yaratmayan Allah'ın sanatına gerçekten lâyıktır (Kutub, 1991b, IV: 259-260).
İslam’ın
bu düşüncesinin ışığı altında "insan" sevecen ve dost bir evrende,
her şeyi en güzel biçimde ve mahirane olarak himaye eden bir kuvvetin altında
yaşamını sürdürür. Kalbi huzur içinde, vicdanı rahat olarak ve kendinden emin
adımlarla ilerler. Yeryüzünde halifelik[3]
görevini yerine getirirken bu konuda kendisine Allah'ın yardım edeceğine güveni
tamdır. Evrenle ilişkilerini düzenlerken, onunla alışverişte bulunurken, sevgi
ve dostluk ruhuyla meseleye yaklaşır. Varlığın sırlarından herhangi birinin
farkına vardıkça, halifelik görevini yerine getirmede kendisine yardımcı olacak,
ilerleme, refah ve mal yönünden yeni bir güç ve kuvvet elde etmesine yarayacak
yasalardan birini öğrendikçe yüce Allah'a daha fazla şükreder. İslam düşüncesi,
insanı varlığın sırlarını araştırmadan, yasalarını keşfetmeden çalışmaktan
alıkoymaz. Tam tersine ona bu yolda özendirir. Kalbine güven ve huzur doldurur.
Çünkü bu anlayışla insan dost olan, sırlarını kendisinden cimriliği nedeniyle
saklamayan, desteğini ve yardımını kendisinden esirgemeyen bir evrenle karşı
karşıyadır. İnsan, bu anlayışa göre her an kendisini pusuda bekleyen,
yönelişlerinin hepsini etkisiz hale getirmeye çalışan, umutlarını ve
hülyalarını yok etmeye uğraşan düşman bir evrenle mücadele içinde değildir (Kutub,
1991b, IV: 260)!
B.
Varoluşçuluğun ve İslam’ın doğaya bakışı
Sınırsız
öznelliği, bireyselliği, topluluk düşmanlığını ve istediğini yapma özgürlüğünü
yığınlaşmaya karşı bir protesto olarak takdim eden "varoluşçuluğun"
(existansiyalizmin) (Akarsu, 1979: 112) “evreni düşman gören anlayışı” en büyük
çıkmazıdır. Evrenin varlığını, hatta insanlığın toplumsal varlığını, yapısı
itibariyle, insanın bireysel varlığına aykırı gören, ezici ağırlıklarıyla
insanın varlığına gölge düşürdüklerini ileri süren düşünce gerçekten korkunç
bir düşüncedir. Bu, ya insanı toplum dışına, pısırıklığa ve yok oluşa iter ya
da şımarıklığı, isyankârlığı ve bireyselliği doğurur. Her iki halde de insanı
bekleyen ancak hastalık haline gelen sarsıntılar, psikolojik ve akli
bunalımlardır! Çöllerde ürküp kaçmaktır! İsyankârlık çöllerinde, yokluk
çöllerinde şaşkın şaşkın dolaşmaktır (Kutub, 1991b, IV: 260)!
Yukarıda
söz ettiğimiz, Avrupa düşünce ekolleri içinde yalnızca varoluşçuluğun çıkmazı
değildir. Bütün akımları ve ekolleriyle Avrupa düşüncesi bu dramın etkisi
altındadır ve onun kurbanı olmuştur. Hatta bütün zamanlardaki ve toplumlardaki
cahiliye düşüncelerinin en büyük çıkmazı budur. Fakat İslam dini, geniş
kapsamlı inanç sistemiyle bu faciayı rahat bir şekilde önlemiştir. İslam’ın
öngördüğü inanç sistemi insanın zihnine bu evrenin ve bu evrenin ötesindeki
egemen gücün fonksiyonu açısından sağlıklı bir düşünce yerleştirmiştir. Bu
anlayışa göre, "insan" bu yeryüzünün oğludur. Bu kâinatın yavrusudur.
Yüce Allah onu bu yeryüzünden yaratmış ve oraya yerleştirmiştir. Yeryüzünde
onun için gıda maddeleri ve geçim vasıtaları hazırlamıştır. Yeryüzünün
anahtarlarını insanın kendisinin eline verecek bilginin yollarını
kolaylaştırmıştır. Evrenin yasalarını insanın varlığı için elverişli ve uygun
kılmıştır. İnsan, bilinçli bir şekilde bu yasaları incelediğinde, onlar ona
destek olur ve hayatını daha da kolaylaştırır (Kutub, 1991b, IV: 260-261).
C.
İnsanın doğa olaylarından ibret alması
Rüzgâr
esmekte, bulutları taşımakta ve bulutlardan yağmur yağmaktadır fakat tüm
bunlar, -gerçekte de olduğu gibi- Allah'ın etkin eyleyiciliğine bağlıdır.
Kur'an bunu -sanki insan onu gözle görüyormuşcasına- canlı bir sahne olarak
resmedip sunmaktadır: “Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgarları gönderen
O'dur. O rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu kurak bir memlekete
gönderir, sonra onunla yağmur yağdırır ve onunla her çeşit ürünü yetiştiririz.
İşte Biz, ölüleri de böyle diriltiriz. Umulur ki düşünür, ibret alırsınız.”
(Araf, 7: 57). O, rüzgârları rahmetinin muştuları olarak gönderendir. Rüzgârlar
Allah'ın bu evrene koyduğu belirli doğa kanunlarına göre eserler. Evren kendini
yaratacak, arkasından, üzerinde egemen olan bu kanunları koyacak yetenekte
değildir. Fakat İslam düşüncesi, evrende meydana gelen her bir olayın –onlar
Allah'ın belirlediği doğa kanunlarına göre oluşsalar da- onu realiteler
dünyasına çıkaran kendine has bir takdir ile -doğa kanunlarına uygun olarak-
meydana geldiği inancına dayanır. İşin başlangıcından beri ilâhi sünnete göre
işlemesi ile bu sünnete uygun olan olaylardan her bir olayın, Allah'ın
takdirine bağlı olarak meydana geldiğini de söylemek tutarsız bir iddia
değildir. Evrendeki ilâhi kanunlara uygun olarak bulutların hareketleri, işte
bu olaylardan biridir. O da, kendisine özel bir takdire uygun olarak meydana
gelir (Kutub, 1991b, IV: 315-316).
İslam
düşüncesi, yaratılışın Allah'ın istek ve takdiri ile olduğunu kabul etmekte;
ayrıca sağlam tabiat kanunları ile yürürlükte olan ilâhi sünneti de tesbit
etmektedir. Fakat bunların birbiri ile paralel işlemlerini bir takdire
bağlamıştır, her olay doğa kanunlarına göre olur ve her defasında bu olayda
ilâhi sünnet işler. Olayı başlatan ve ilâhi sünneti işleten takdir, sabit doğa
kanunları ve ilâhi kanunların ötesinde, Allah'ın iradesine göre oluşmaktadır. Bu
düşünce, dinamiktir. Zihinden mekânik ve determinist inancın yarattığı
donukluğu siler atar. Zihni daima kontrole ve uyanıklığa çağırır. Allah'ın
kanununa uygun her bir olay oluştuğunda ve hareket, Allah'ın kanununa uygun
olarak sonuçlandığında, bu zihin Allah'ın kaderinin yerine geldiğini görerek ve
işi yapanın, Allah'ın eli olduğunu anlayarak titrer. Allah'ı büyükler, anar ve
hareketlerini buna göre ayarlar. Mekânik, determinist bir tavırla gafil olmaz
ve Allah'ın kudretini unutmaz! Böylece Kur'an'ın bu ayetlerinde, Allah'ın irade
ve takdiriyle bu dünyada meydana gelen yaratılış ile yine Allah'ın irade ve
takdirinden kaynaklanacak olan ahiretteki diriliş arasında -canlıların bu ilk
yaratılışındaki yöntem tarzında- bir bağ kurulmaktadır (Kutub, 1991b, IV: 316).
Farklı
şekil, tür ve görüntüde de olsa hayat mucizesinin doğası aynıdır. Yukarıdaki
ayetten bu sonuç çıkmaktadır. Nasıl ki Allah yeryüzünde ölüden diriyi
çıkarmaktaysa, son aşamada da aynı şekilde ölüden diriyi çıkaracaktır. Bu
yeryüzüne farklı hayat, şekil ve kılıflarıyla yaşamı bahşeden irade, ölülere
hayat verecek olan iradenin de kendisidir. Bu dünyada ölüden diriyi çıkaran
takdir, bir kere daha ölüden diriyi çıkarmayı takdir edecek olan ile aynıdır (Kutub,
1991b, IV: 317).
Kur'an,
evrenin uçsuz bucaksız enginliği ve varlıkların gizemi arasındaki bu gezintiyi
temiz ve kirli kalplerle ilgili bir örnek vererek bitirmektedir. Bunu da, diğer
manzaralarla, doğa ve gerçeklerle uyum içerisinde olmasına dikkat ederek,
sahnenin havasına uygun yapmakta ve doğa olaylarını kullanarak insanın kalbi
hakkında okurlarına bilgi vermektedir: “Güzel memleketin bitkisi, Rabbinin
izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka bir şey çıkmaz. İşte
biz, şükreden bir toplum için ayetleri böyle açıklarız.” (Araf, 7: 58). Ayette
temiz kalp verimli araziye, kirli kalp ise, çorak toprağa, kıraç araziye
benzetiliyor. Her ikisi de (kalp ve toprak) meyve verir. Kalbin ürünü, niyetler
ve duygular, reaksiyonlar, kabullenmeler, irade ve tavır belirlemelerdir.
Ameller ve pratik hayattaki sonuçları, ancak bunların peşisıra gelir. Toprağın
ürünü ise, yemesi, rengi, tadı ve türü farklı ekin ve meyvelerdir. Hidayet,
ayetler, öğüt ve nasihatler, kalbe suyun verimli toprağa indiği gibi iner. Kalp
verimli bir arazi gibi temiz ise, bunları süzüp emer, zenginleştirir ve
iyilikler üretir. Eğer kıraç toprak ve araziler gibi kötü ve pis ise, bunları
kulak ardı edip, katılaşır, kötülük, bozgunculuk, zarar ve hoşnutsuzluk üretir.
Çorak arazi gibi, diken ve kıtlık bitirir! Şükür, temiz kalpten çıkar. Kabulleri
ve algılamaları güzel olan bu şükreden kimseler bu ayetlerden faydalanırlar,
düzelirler ve düzeltirler (Kutub, 1991b, IV: 317).
Zorbalar,
Allah'ın dininden saptırarak kendilerine boyun eğdirdikleri, emirlerine itaat
ettirdikleri kimselerin düşünmelerini ve olayları değerlendirmelerini
istemezler. Yerin kuraklığında, ürünlerin azalmasında Allah'ın eli olduğunu
görmelerini istemezler. Allah'ın yasalarını, cezaya ve mükâfata ilişkin
sözlerini hatırlamalarını istemezler. İmani değerler ile pratik hayatın
gerçekleri arasında köklü bir bağ bulunduğunu kabul etmelerini istemezler.
Çünkü bu bağ, gayb alemindendir. Allahu Teala bu tür kimselerle ilgili olarak şöyle bir bilgi
vermektedir: "Gerçekten biz, Firavun sülâlesini, senelerce kıtlık ve
gelir noksanlığı[4]
içinde tutup kıvrandırdık ki, düşünüp ibret alsınlar." (Araf, 7: 130).
Bu ilk tehlike işaretiydi. Böyle bir olayın Mısır arazisi gibi, verimli,
bereketli; bol ürün veren bir yerde meydana gelmesi, daha çok dikkatleri çeker,
kalpleri titretir, sarsıntı meydana getirir, uyanmaya ve düşünmeye sevk eder.
Halbuki onlar gözle görülen realitenin ötesindeki gerçeği göremeyecek kadar
kaba duygulara, cahil kalplere sahiptirler. Bu realiteleri ancak hayvanlar
görebilir ve duyabilirler. Ancak onlar bu somut gerçekleri görebilir ve de
duyabilir ve onlardan başkasını görüp algılayamazlar: Bu zorbalar ve onların
yardakçıları gayb aleminden bir şey gördüklerinde Allah'ın özgür iradesine
uygun biçimde işleyen yasalarını (sünnetullah) anlayamazlar. Bunları gelip
geçici tesadüflerle açıklamaya çalışırlar. Halbuki tesadüfün evrende işleyen
yasalarla hiçbir ilgisi yoktur[5]
(Kutub, 1991b, IV: 397-398).
Aynı
şekilde Firavun ailesi de bu uyarıcı ile Allah'ın kullarına merhamet sahibi
olduğunu gösteren dokunuşla uyanmamıştır. Allah'ın merhameti kâfirlere[6]
ve günahkârlara bile uzanmaktadır. Putperestlik ve putperestliğin saçma
inançları onların fıtratını bozmuştu. İlahi yasaları ancak Allah'a sağlıklı bir
şekilde iman eden müminler görebilir ve onları gerçek anlamda
kavrayabilirlerdi. Çünkü müminler bu kâinatın boşuna yaratılmadığını, rastgele
akıp gitmediğini, bu evrene kesin ve şaşmaz kanunların hükmettiklerini
anlamışlardır. İşte gerçek "bilimsel akılcılık" budur. Bu akılcılık
"Allah'ın gaybını" inkâr etmez. Çünkü gerçek "bilimsellik” ile
"gaybilik" arasında hiçbir çelişki yoktur. Yine bu akılcılık imanî
değerler ile hayatın realiteleri arasında bir bağ bulunduğunu reddetmez. Çünkü
bunların hepsinin ardında Allah'ın dilediğini yapan iradesi vardır. Allah'ın
iradesi kendi kullarından iman etmelerini ister, yeryüzünde halifelik
yapmalarını ister. Yine bu irade kendi hukukunda evrenin yasaları ile uyum
sağlayan kanunlar koyar ki, insanlarını kalplerinin hareketi ile yeryüzündeki
hareketleri arasında bir ahenk meydana gelsin (Kutub, 1991b, IV: 398).
Firavun
ailesi kendi kâfirlikleri[7]
ve Allah'ın dininden çıkmaları, Allah'ın kullarına karşı azgınlık ve zulüm
yapmaları ile kuraklık ve ürünlerin azalması şeklinde cezalandırılmaları
arasındaki ilişkinin farkına varamadı. Mısır'ın tarım ürünlerinin halkını
besleyecek düzeyin altında kalmasının kaynağı, Mısır halkının Allah'ın dininden
çıkmış olması ve onların kendilerine gelebilmeleri amacıyla sınanmalarıdır (Kutub,
1991b, IV: 398)!
Onlar
Allah'ın kendi merhametinin eseri olarak kullarının gözleri önüne sermek
istediği bu gerçek olayları göremediler, uyanamadılar. Yalnız bir bolluk ve
iyilikle karşılaştıklarında, bunu kendilerinin en normal hakları olarak
görmekteydiler! Başlarına bir kötülük veya kıtlık çullanınca da bunu Hz.
Musa'nın ve onunla birlikte olanların uğursuzluğuna yorarlardı (Kutub, 1991b,
IV: 399). Keşke insan doğa ilişkisini doğru anlamlandırıp başlarına gelenlerle
günahları arasında ne tür bir ilişki olduğu konusuna kafa yorup, hesaba
çekilecekleri bilinciyle hareket etselerdi!
Firavun
ve hanedanına göre, elde ettikleri güzel şeyleri onlar zaten hak etmişlerdi.
Onların başlarına gelen kötü şeyler ise, Hz. Musa'nın ve O'nunla beraber
olanların uğursuzluklarından, onların başlarının altından çıkıyordu: “Fakat
kendilerine iyilik geldiği zaman, ‘İşte bu bizim hakkımızdır.’ dediler,
başlarına bir kötülük gelince de, ‘İşte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu
yüzündendir.’ dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır.
Lâkin çoğu bunu bilmezler.” (Araf, 7: 131). İnsanın fıtratı Allah'a imandan
saptığında yüce Allah'ın bu evrende işleyen yüce elini göremez. Eşyayı ve
olayları yaratan ilâhi kaderi fark edemez. İşte bu esnada fıtrat evrenin
pratikte uygulanan değişmez yasalarını kavrayamaz ve onları algılayamaz.
Dolayısıyla olayları birbirinden ayrı ve kopuk bir biçimde açıklamaya,
yorumlamaya kalkar. Aralarında hiçbir bağ, hiçbir kural, hiçbir ilişki
bulunmadığını iddia eder. Birbirinden ayrı, eğri-büğrü yollara dalarak saçma
yaklaşımlarda bulunur. Hiçbir kurala bağlı kalmaz. Ve hiçbir düzene uygun
biçimde bir bütünlüğe ulaşamaz. Allahu Teala’nın doğadaki belirleyiciliğini bir
kenara koyanlar arasında "Allah'ın gaybını ve kaderini" reddettiği,
Allah'a imanın ilkelerini kabule yanaşmadığı halde, "Müslüman"
olduklarını ileri sürenler de vardır (Kutub, 1991b, IV: 399)!
Ayeti
kerimenin metninde geçen "tetayyur" kavramı kök olarak Arap dilinde
cahiliye devrinde yaşayan insanların putperestliklerinden. Allah'a ortak
koşmalarından, Allah'ın yasalarını ve kaderini kavramaktan uzak oluşlarından
dolayı başvurdukları gayb perdesini aralamanın bir yöntemiydi! Cahiliye
döneminde herhangi bir iş yapmak isteyen biri bir kuşun yuvası yanına gelir ve
onu ürkütürdü. Eğer kuş sağ tarafa uçarsa buna "nasih" adını verir ve
onu bir müjde olarak kabul eder yapmak istediği işe girişirdi. Eğer kuş sol
tarafından uçacak olursa, buna da "barih" adını verir, onu uğursuz
kabul eder ve yapmak istediği işten vazgeçerdi. İslam bu saçma düşünceyi iptal
etti.[8]
Onun yerine "bilimsel" "evet gerçekten bilimsel" düşünceyi
koydu. İşleri Allah'ın evrendeki değişmez yasalarına havale etti ve "bilimsel"
ilkelerin temeline dayandırdı. Meseleyi insanın niyetinin, eyleminin,
hareketinin ve çalışmasının tamamen hesaba katıldığı ve bunların hepsinin özgür
ilâhi irade ve kuşatıcı, etkin ilâhi takdir çerçevesinde en sağlıklı yere
oturtulduğu bilimsel anlayışı getirdi (Kutub, 1991b, IV: 399).
İnsanların
başına gelen şeylerin hepsinin kaynağı birdir! Hepsi de Allah'ın emriyle
gerçekleşmektedir. İşte bu kaynağın takdiri ile imtihan için başlarına iyilik
gelmektedir. Başlarına gelen kötülük de sınanmaları ve felâketler de ceza
içindir. Fakat onların çoğu bunu bilmiyorlar. Nitekim bazı çevreler bugün de
"bilimsel akılcılık" adıyla "Allah'ın Gaybı"nı ve
"Kader"ini[9]
reddetmektedirler! Kendileriyle çatışan tabiatı "Bilimsel Sosyalizm"
diye adlandıranların durumu da aynıdır! Bunların hepsi de cahildir. Ve onların
hepsi de bilmiyorlar (Kutub, 1991b, IV: 400)!
Allah
bu olayların hangisinin nasıl meydana geldiğini daha iyi bilmektedir. Bu mucizelerin
gerçekleşmesindeki farklılık onların tabiatını (yapısını, etkisini)
değiştirmez. Yüce Allah bu mucizeleri belli bir zaman diliminde, belli bir
toplumu sınamak amacıyla kendi yüce takdirine bağlı olarak göndermiştir. Kendi
mesajını yalanlayanları, belki dönüş yaparlar diye sıkıntılarla, zorluklarla
uyarmak istemiştir (Kutub, 1991b, IV: 402). Firavun'un kavmi putperest olmasına,
cahiliye dinine bağlı olmasına, Allah'ın dininden sapmaları nedeniyle
Firavun'un boyunduruğu altına düşmelerine ve itaat ettirilmelerine rağmen gelip
Hz. Musa'ya sığınıyor. Kendisine yönelik Allah'ın vaadine dayanarak Rabbine dua
etmesini ve bu belayı başlarından savmasını rica ediyorlar: “Biz de
kudretimizin ayrı ayrı alâmetleri olmak üzere başlarına tufan, çekirge,
haşereler, kurbağalar ve kan gönderdik, yine inat edip direndiler ve çok mücrim
(suçlu) bir kavim oldular. Ne zaman ki, azap üzerlerine çöktü, dediler
ki: Ey Musa! Sana olan ahdine dayanarak bizim için Rabbine dua et. Eğer bizden
bu azabı kaldırır uzaklaştırırsan, yemin olsun ki, sana kesinlikle iman
edeceğiz ve İsrailoğullarını seninle birlikte göndereceğiz.” (Araf, 7:
133-134). Fakat bundan sonra egemen olan
güçler ve otoriteler döneklik yapıyor ve imana yönelmiyorlar. Çünkü bu güç ve
otoritelerin dayanağı Firavun'un insanlara ilahlığını temel almaktadır.
Allah'ın insanlara ilâhlık yapmasından ürküyorlar. Çünkü Allah'ın insanlara
ilâhlık yapması Allah'ın hakimiyetine değil de Firavun'un hakimiyetine dayanan
devlet düzeninin yıkılması demektir. Modern cahili sisteme gelince yüce Allah
onların ekinlerine belâlar, afetler gönderir fakat onlar asla Allah'a dönmek
istemezler! Ekin sahipleri olan çiftçiler yüce Allah'ın bu afetlerdeki yüce
elini algıladıklarında Allah'a yönelip bu belayı başlarından savmasını
dilediklerinde[10] yalancı
"bilimsellik" taraftarları onlara derler ki: “Bu yöneliş `gaybiliğin'
saçma yaklaşımlarından biridir.” Sonra onları bu yönelişlerinden dolayı
yadırgar ve onlarla alay ederler! Onları putperestlik kâfirliğinden daha katı
ve çirkin bir kâfirliğe geri çevirmeye çalışırlar! Halbuki çiftçilerin
hissettikleri bu duygular tehlike ve zor anlarında kâfir ruhlarda bile ortaya
çıkan doğuştan gelen fıtrî bilinçtir (Kutub, 1991b, IV: 402-403).
Kaynakça
Afgani, Cemaleddin, Dehriyyun’a
Reddiye, (çev: Vahdettin İnce), Ekin Yay., İst., 1997.
Akarsu, Bedia,
Çağdaş Felsefe, MEB Yay., İst., 1979.
Hakim,
Said, Rabbani Yol ve Sünnetullah, 6 bs., İnsan Dergisi Yay.,
İzmir, 1993.
Kutub, Seyyid, İslam Düşüncesi,
(çev: Resul Tosun), 3 c., 3. bs., Dünya Yay., İst., 1991a.
____________,
Fî Zilâli’l-Kur'an, (çev. Mehmet Yolcu ve diğerleri), 10 c., Dünya Yay.,
İst., 1991b.
İbnu Manzur, Ebu’l-Fadl Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab, 15 c., Daru
Sadır, Beyrut, ts.
Özsoy,
Ömer, Sünnetullah, Fecr Yay., Ank., 1994.
Kayacan,
Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
Said, Cevdet, Bireysel ve
Toplumsal Değişimin Yasaları, (çev: İlhan Kutluer), 3. bs., İnsan Yay.,
İst., 1994.
Tok,
Nuri, Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Etüt Yay., Samsun,
1998.
Zebîdî, el-Murtadâ, Tacu’l-Arus,
40 c., Daru’l-Hidaye, Beyrut, ts.,
Zülaloğlu, Fevzi (Hazırlayan), Yolumuzu
Aydınlatan Kur'anî Kavramlar, Ekin Yay., İst., 2010.
[1] Kur'an-ı Kerim’de toplumların
değişim yasaları anlamında kullanılan ilahi yasalar (sünnetullah) hakkında bkz.
Özsoy, Ömer, Sünnetullah, Fecr Yay., Ank., 1994; Said, Cevdet, Bireysel
ve Toplumsal Değişimin Yasaları, (çev: İlhan Kutluer), 3. bs., İnsan Yay.,
İst., 1994; Hakim, Said, Rabbani Yol ve Sünnetullah, 6 bs., İnsan
Dergisi Yay., İzmir, 1993; Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı
Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003; Tok, Nuri, Sünnetullah ve Helâk Edilen
Kavimler, Etüt Yay., Samsun, 1998.
[2] Kutub’un ayetler doğrultusunda
“evren gerçeğini” nasıl anlamlandırdığı konusunda bkz. Kutub, 1991a, III:
201-207.
[3] Kutub tefsirinde Bakara 30 ve
223. ayetleri yorumlarken “Allah’ın halifesi” terkibine lafzen yer vermektedir
(Kutub, 1991b, I: 79, 386). Halbuki, Allah’ın kendisine halifesi edinmesi söz
konusu değildir (Zülaloğlu, 255-261). Kur'an-ı Kerim’e göre, insan Allahu
Teala’nın değil, yeryüzünün halifesidir.
[4] "Sinin" (سِّنِينَ) kavramı, kriz (İbn Manzur, XIII: 501),
kuraklık (Zebîdî, XX: 390), kıtlık ve zorluk seneleri için kullanılır (Kutub,
1991b, IV: 397-398).
[5] Bu bağlamda Kutub şu aktarımda
bulunmaktadır: Komünist Rusya'da ve Komünist Blokun hepsinde tarım ürünleri
rekoltesi düştüğünde Kuruşçef (1894-1971), "Doğa bizimle çatışıyor."
demekten başka çare bulamamıştı. Halbuki o, "Bilimsel sosyalizm"i
iddia ediyor ve "Gaybı" reddediyordu. Aslında bu Allah'ın güçlü elini
görmemekten kaynaklanan bir körlüktür. Yoksa irade sahibi "Bu
doğanın" kendi iradesini kullanarak insanla "çatışması" ne demekti
(Kutub, 1991b, IV: 397-398)!
[6] İblis’in insana secde etmeyerek
büyüklenmesinin ardından kendisine süre verilmesi için ettiği duanın Allahu
Teala tarafından kabul edilmesi buna bir örnektir (Araf, 7: 13-15).
[7]
Firavunun iman eden ve bu yönüyle müminlere örnek gösterilen hanımı (Tahrim,
66: 11) Firavunun ailesinin risalete karşı olumsuz tavrının dışındadır.
[8] Zaten vehme dayanan bir inanç,
akla egemen olursa, onun üzerini kalın bir perde ile örter. Hurafeler aklı
düşüme eyleminden alıkoyar. Bundan sora onu her türlü vehmi kabul edecek ve her
türlü zannı onaylayacak hale getirirler. Bu durum aklın kemal düzeyinden ve
yolundan uzaklaşması anlamına gelir (Afgani, 1997: 91-92).
[9] Allahu Teala’nın insanlar için
neyi takdir ettiği bilgisi bize gaybtır. O, insanları denemek ya da
cezalandırmak için doğa olaylarını devreye sokar. Gaybı inkâr edenlerin
yanlışına dikkat çeken Kutub’un ifadelerini insan iradesini yok sayan bir
“kadercilik” olarak algılamamak gerekir. Bu bağlamda Kutub’un şu ifadelerini
belirtmek yerinde olur: Yüce Allah'ın emirleri ile yasaklarında somutlaşan
şeriat kaynaklı ilahi hükümleri, insanlar özgür tercihleri ile yürürlüğe
koyabilecekleri gibi, koymayabilirler de. Bu tercihin olumlu ya da olumsuz olması
insanlara birtakım sonuçlarla karşı karşıya getirir. Onların gerek dünyada ve
gerekse ahirette görecekleri karşılık üzerinde belirleyici rol oynar (Kutub,
1991b, VI: 297).
[10] Kur'an-ı Kerim’de insanların
kendilerini zorda hissettiklerinde iman ettiklerinden söz etmekte ancak bilince
dayalı olmayan bir imana pek de değer vermemektedir bkz. İsra, 17: 67, Ankebut
29: 65-66, Lokman, 31: 32.