FİZİLALİ’L-KUR’AN’DA İMAN
Küfrün zıddı
olan iman kelimesinin türediği
emn; eman ve emanet anlamındadır. Emn havf
(korku)ın, emanet de hiyanetin (hainlik) karşıtıdır. Zıddı yalanlama olan
tasdik (doğrulama) anlamına da gelmektedir (İbnu Manzur, XIII, 21). Kalben kabul etmediği halde sözle imanın
gerçekleşeceğini sanan ya münafıktır ya da ne dediğini bilmeyen cahil birisidir
(Zebîdî, XXXIV: 187). Bu çalışmada –başka eserlere başvuruda bulunsak da-
temelde Seyyid Kutub’un Fizilal’il-Kur’an adlı eserinde iman konusunda ortaya
konulan yaklaşımlardan bir kısmını ele alacağız.
A.
İman ve hidayet
Sınırsız
evrenin Mâlik'i ve Hâkim'i, tüm güç ve otoritelerin sahibi olan Allahu Teala
iman sahiplerine o derece yakındır ki, nerede ve ne zaman yardım isterslerse
onların taleplerini işitir. Bu sebeple, birer imajdan ibaret olan ilahlara tâbi
olmaktansa hidayete ermek açısından doğru olan O’na yönelmektir: “Eğer
kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua
edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu
karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.” (Bakara, 2:
186). Bu sevecen dirliğin, bu sevgi dolu yakınlığın ve heyecan uyandırıcı hüsn-ü
kabulün gölgesi altında yüce Allah kullarını kendi çağrısına olumlu cevap
vererek O'na iman etmeye çağırmaktadır. Ola ki, bu olumlu cevap ve bu iman,
onları doğru yola, hidayete ve iyiliğe iletir. Demek ki, yüce Allah'ın
çağrısına olumlu karşılık vermenin ve iman etmenin nihaî meyvesi de yine
kullara aittir. Bu nihaî meyve; doğru yola, hidayete ve iyiliğe ermektir. Yoksa
yüce Allah'ın alemdeki hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, bunların tümünden
müstağnidir (Kutub, I: 271).
Gerçek
hidayete erme ve olgunluk ancak yüce Allah'ın çağrısına uymakla ve ona iman
etmekle mümkün olur. Yüce Allah'ın insanlar için seçtiği hayat tarzı, onları
kurtaracak yegane mükemmel hayat tarzıdır. Bunun dışındaki bütün yaşam
tarzları, hiçbir olgun vicdanın hoşlanmayacağı ve hiçbir doğru yol yolcusunun
yanına yanaşmayacağı bir cahiliye düzeni, birer akıl fukaralığıdır. Kullar
Allah'ın çağrısına olumlu karşılık verince ve doğru yola kavuşunca, yüce
Allah'ın dualarını kabul etmesini beklemeye hak kazanırlar. Allah'a dua
etmeliler ama dualarının süratle kabul edilmesini beklemeleri, bu konuda
aceleci davranmaları doğru değildir. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar karara
bağlamış olan Allahu Teala’nın onların dualarını kabul edeceği en uygun zamanı
kendilerinden daha iyi bilir (Kutub, I: 271).
B.
İman tutarlılık
ve davet
Müslümanın söylediği sözle, yaptığı işin birbiriyle
uyumlu olması gerekir. Ne söylüyorsa, onu bizzat yaparak göstermelidir. Şayet
yapmaya niyeti veya gücü yoksa, o zaman susmalıdır. Çünkü bir kimsenin
yapmadığı bir şeyi söylemesi Allah katında en kötü işlerdendir. Ve o kimse Allah'ın
azabını hak etmiştir. Ayrıca bu şekilde davranmak müminlik iddiasında bulunan
kimseye yakışmaz (Mevdudi, 6: 238): “Ey
iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?” (Saf, 61: 2). Bu ayetin hemen
ardından bu davranışı ve bu ahlâkı alabildiğine çirkin ve tiksindirici gösteren
bir nefret ifadesi yer almaktadır: “Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah
katında büyük gazaba sebep olur.” (Saf, 61: 3). "Allah katında"
büyük olan günah, en büyük günahtır. Çok iğrenç ve çok kötü bir iştir. Bu
gerçekten alabildiğine tiksindirici, ürpertici bir davranıştır. Özellikle imanıyla
kendisine seslenilen ve kendisine iman ettiği Rabbinin çağrısına kulak veren
müminin vicdanında nefret uyandırmaktadır (Kutub, IX: 635).
Kur'an-ı
Kerim, kendinden önce Allahu Teala tarafından gönderilmiş Kitapları tasdik
etmektedir. Dolayısıyla o kitaplara iman edenler gönderilen son vahye de iman
etmeye davet edilmektedirler: “Ey kendilerine kitap verilenler, biz bazı
yüzleri çarpıtıp ense taraflarına döndürmeden ya da Cumartesi yasağını
çiğneyenleri lânetlediğimiz gibi lânetlemeden elinizdeki kitabı onaylayıcı
olarak indirdiğimiz Kur'an'a iman ediniz. Yoksa Allah'ın emri her zaman
kesinlikle yerine gelir.” (Nisa, 4: 47). Kendilerine kitap verilmiş
olduğuna göre bu kimselerin hidayete ermeleri, doğru yolda olmaları şaşılacak,
tuhaf sayılacak bir gelişme değildir aslında. Bunun yanı sıra söz konusu kitabı
kendilerine vermiş olan yüce Allah, onları ellerindeki kitabı onaylayıcı olarak
indirdiği Kur'an'a inanmaya çağırmaktadır. Bu Kur'an, onların elindeki Tevrat'ı
onayladığına göre bu çağrının şaşılacak, garip görülecek bir yanı yoktur
(Kutub, II: 500).
Eğer iman
etmek; kanıtlayıcı delile, açık gerekçelere dayalı olarak meydana gelseydi, ilk
inananların Yahudiler olması gerekirdi. Fakat karşımızdaki Yahudi! Bir sürü
çıkarları, ihtirasları, bunun yanısıra bir sürü kinleri ve kör inatları var.
Yahudi; karakteri gereği, sapık ve ensesi kalın adam demektir. Nitekim Tevrat
onlardan "Kalın enseli halk" diye söz ediyor![1] O bundan dolayı iman etmez (Kutub, II: 500)
ve İslam davetine mesafeli durur.
C.
Alaylara rağmen
imanı korumak
Kur'an-ı
Kerim iman ettikleri için alay edilmekle karşı karşıya kalan Hz. Salihin kavmine
mensup bir grup insandan söz etmektedir: “Salih'in
kendini beğenmiş soydaşları, içlerinden iman etmiş horlanmışlara, ezilenlere
`Salih'in Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?' dediler. Onlarda
`Evet, biz onun aracılığı ile gönderilen mesaja inanıyoruz' dediler.” (Araf, 7: 75). Görüldüğü
kadarıyla, Hz. Salih'in kendini beğenmiş ileri gelen soydaşları, güçsüz ve ezilen
müminlere işkenceye ve tehditler savurmaya koyulmaktadırlar. Hz. Salih
dönemindeki bu kendini beğenmiş kimselerin iman edenlere yönelttikleri, “Salih'in
Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musunuz?” sorusu onların, “Hz.
Salih'in Rabbinden getirdiği mesajı” doğrulamalarından kaçındıklarını ve
müminlerin imanından hoşlanmadıklarını ve sorularının da tehdit ve küçümseme
yüklü olduğunu göstermektedir. Fakat onlar ezilenlerin artık bir daha
ezilmeyeceği gerçeğini gözden kaçırıyorlardı. Çünkü Allah'a iman, müminlerin
gönüllerine kuvvet, ruhlarına güven ve huzur doldurmuştu. Onlar, dinlerinden
kesinlikle emin idiler. Kendini beğenmiş ileri gelenlerin tehdit ve
korkutmalarının ne yararı var? Artık alaya almalar ve zorlamalarının ne faydası
olur (Kutub, IV: 335)?
Hz. Salih
döneminden verdiğimiz örnek aslında iman edenlerin her dönemde karşı karşıya
kaldıkları bir durumdur: “Suçlular, şüphesiz inanmış olanlara gülerlerdi.
Yanlarından geçtikleri zaman da birbirlerine göz kırparlardı. Ailelerinin
yanına döndükleri zaman da eğlenmeye başlarlardı. İnananları gördüklerinde ‘Bunlar sapıklardır.’
derlerdi.” (Mutaffifin, 83: 29-32). Gerçekte o suç işleyenler, yani o haddi
aşmış olan günahkâr yalancılar iman edenlere gülüyorlardı (Yazır, VIII: 5665).
Zaten alay edilmeyen peygamber de olmamıştır (Kayacan, 129-132). Onların alay
etmelerinin nedeni ya müminlerin fakir olmaları nedeniyle perişan bir halde
yaşadıkları için ya zayıf olduklarından uygulanan işkencelere karşılık veremedikleri
içindi. Ya da ekonomik ve sosyal statüsü düşük insanlarla muhatab olmaktan
kaçınmaları onları bu yanlışa sürükledi. İşte bütün bunlar suçluların eğlenme
dürtüsünü harekete geçiriyordu. Onlar müminleri alay konusu ediyor ve çirkin
duygularını tatmin etmeye çalışıyorlardı. İman sahiplerine işkence ve eziyet
ediyorlardı. Ardından kalkıp alçak ve çirkin bir şekilde onların halini istihza
konusu ediyor, gülüp eğleniyorlardı. İnanmış müminlerin başlarına gelenlere
sabredişlerini, yüce ahlaki ilkelere bağlılıklarını İslam’ın ahlakı ile donanmalarını
hafife alıyorlardı (Kutub, X: 413). Ama ahirette de müminler onlara gülecekler
(Mutaffifin, 83: 34).
D.
İman iktidar ve
savaş
Hiç şüphesiz
İslam, savaşı arzu etmez ve savaşı sevdiği için onu istemez. İslam şartlar kendisini
zorladığı için ve savaşın ardındaki hedef büyük olduğu için onu farz kılar.
Çünkü İslam, insanlığı ilahi sistemin en son ve değişmez şekli ile karşılar. Bu
sistem sağlıklı fıtrata uygun düşmekle beraber ruhlara birtakım yükümlülükler
getirir. Böylece onları üstün seviyelere çıkarmak ister. Bu üstün derecelere
ulaşıp orada kalmalarını arzu eder. Ne var ki yeryüzünde ilahi sistemin
yerleşmesini istemeyen de pek çoktur. Çünkü İslam bu güçlerin sahte, basit
değerlere dayalı olan birçok ayrıcalıklarını ellerinden alır. İslam’ın
öngördüğü sistem, hayata yerleşip hakim olduğunda bu tür güçlerle savaşır ve
onları kökten söküp atar. Bu sahte güçler, imanın ve onun öngördüğü yükümlülük
düzeyinden insanları geride bırakmak için onların zaaflarını kullanmaya çalışırlar.
Ayrıca bilinçsizliklerini ve önceki nesillerden gelen gelenekselleşmiş yanlış
anlayışları istismar etme çabasına girerler. Bunlarla ilahi sisteme ve onun
yoluna dikilmek isterler. Zaten şeytan her zaman çirkin işlere teşvik
etmektedir. Bu nedenle iman davasına sahip çıkanların ve ilahi sistemin
bekçilerinin, kötülüğün işbirlikçilerini ve şeytanın dostlarını yenebilmeleri
için güçlü olmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır. Hem ahlâk yönünden güçlü hem
de savaş yönünden güçlü. Yine ortaya çıkıyor ki bu iman davasına sahip
olanların savaşmaları elzem olduğunda görevden kaçmamaları gerektiği kesindir (Kutub, IX: 638-639).
Yüce Allah'ın
Hz. Muhammed'in (s) ümmetinden iyi ameller işleyen müminlere kendilerini
yeryüzüne egemen kılacağına, kendileri için seçtiği dinlerini, hayat
sistemlerini sarsılmaz temellere oturtacağına ve korkularını güvene
dönüştüreceğine ilişkin vaadi vardır: “Allah, aranızdaki iman edip iyi
ameller işleyenlere, kendilerini tıpkı daha önceki müminler gibi yeryüzünde
egemen kılacağım, kendileri için seçtiği dinlerini sarsılmaz temellere
oturtacağını ve korkularını güvene dönüştüreceğini vaat etti. Çünkü onlar bana
kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Bu aşamadan sonra kâfir
olanlara gelince, onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir." (Nur, 24:
55). Allah'ın vaadi gerçektir ve yerine gelir. O, vaadinden dönmez. Peki bu
imanın ve yeryüzüne egemen olmanın gerçek mahiyeti nedir (Kutub, VII: 501)?
Kuşkusuz
Allah'ın vaadinin gerçekleşmesine gerekçe olan iman gerçeği, insanın tüm
hareketlerini içine alan, tüm hareketlerini yönlendiren büyük bir gerçektir. Bu
iman bir kalbe yerleşir yerleşmez tümü de Allah'a yönelik olmak üzere derhal
çalışma, hareket, onarma ve inşa etme şeklinde kendini açığa vurur. Bunu yapan
kişi Allah’tan başkasını memnun etmeyi düşünmez. Bu, Allah'a itaat etmenin,
büyük-küçük her konuda onun emrine kayıtsız şartsız teslim olmanın ifadesidir.
Bu durum gerçekleştikten sonra nefiste bir arzu, kalpte bir ihtiras ve Hz.
Peygamberin (s) yüce Allah’tan getirdiği mesaja uymaktan başka fıtratta bir
eğilim kalmaz (Kutub, VII: 501).
Bu iman;
nefsin düşüncelerinden, kalbinin duygularından, ruhun özlemlerindén, fıtratın
eğilimlerinden, bedenin faaliyetlerinden, organların işleyişlerinden, ailesinde
ve insanlar arasında Rabbinè yönelik tavırlarına kadar, insanı her yönüyle
kaplar. Bütün bunlarda insanın Allah'a yönelmesini sağlar. Bu husus yüce
Allah'ın müminleri yeryüzüne egemen kılmasının, dini sağlam temellere
oturtmasının ve korkuların güvene dönüşmesinin gerekçesi olarak aynı ayetteki
şu cümlede somutlaşmaktadır: "Bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana
ortak koşmazlar." Şirkin farklı şekilleri ve türleri vardır. Bir
hareket veya bir düşünceyle Allah’tan başkasına yönelmek Allah'a ortak koşmanın
türlerinden biridir (Kutub, VII: 501).
Bu iman
eksiksiz bir hayat sistemidir. Allah'ın emrettiği her şeyi içerir. Sebepleri
oluşturma, hazır bulunmak, sebeplere sarılma, yeryüzündeki büyük emaneti,
yeryüzüne egemen olma emanetini yüklenmeye hazırlıklı olmak gibi yüce Allah'ın
emrettiği hususları kapsamına alır (Kutub, VII: 501-502).
Kur'an-ı
Kerim, peygamberler sonrası kuşaklar arasında kimin mümin kimin ise kâfir
olduğunun ortaya çıkması ve iman yoluyla küfrün, iyilik yoluyla da kötülüğün
savılıp bertaraf edilmesi amacıyla yüce Allah'ın bu kuşaklar arasında savaşmayı
takdir ettiğini (Kutub, I: 449) ifade etmektedir: “İşte şu peygamberler.
Bunların bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Onlardan kimileri ile Allah
konuştu, kimilerini de derecelerce yükseltti. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler
verdik, O'nu Ruhu’l-Kuds aracılığı ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, bu
peygamberlerin arkasından gelen ümmetler, kendilerine açık belgeler geldikten
sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar anlaşmazlığa düştüler. Onlardan
kimi iman etti, kimi de kâfir oldu. Eğer Allah dileseydi, onlar birbirlerini
öldürmezlerdi. Ama Allah neyi dilerse onu yapar.” (Bakara 2: 253) Eğer
insanlar arasındaki görüş ayrılıkları bu dereceye varır ve kâfir-mümin
farklılaşmasına dönüşürse o zaman savaş kaçınılmaz olur. Çünkü küfür, sapıklık
ve kötülük yeryüzüne barış ve huzur getiremez. Ayrıca aralarındaki düşünce
ayrılığı mümin-kâfir boyutlarına varan hiçbir insan topluluğu, aynı peygamberin
bağlıları olduklarını ileri süremez (Kutub, I: 452).
E.
İmanın iddiasının
test edilmesi
Hudeybiye
Antlaşması'nın sonrasında, Mekke'den kaçıp Medine'ye gelen Müslüman erkekler,
antlaşma gereğince geri iade ediliyorlardı. Daha sonra Müslüman kadınlar da
gelmeye başladılar ve ilk olarak Ukbe bin Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm hicret
edip Medine'ye geldi. Mekkeli müşrikler antlaşma gereğince onun da iadesini
talep etmiş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm'ün iki kardeşi Velid bin Ukbe ile Umare
bin Ukbe kardeşlerini geri almak amacıyla Medine'ye gelmişlerdi. O zaman
antlaşma gereğince, erkekler gibi kadınların da iade edilip edilmeyeceği
meselesi ortaya çıkmış (Mevdudi, VI: 222) ve Allahu Teala bu konu bağlamında, “Ey
iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size gelirse, onları imtihan edin.
Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların gerçekten inanmış
olduklarını anlarsanız onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bu kadınlar, o
inkârcılara helal değildir. Onlar da bunlara. helal olmazlar. Onların
kocalarının sarfettiğini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine
geri verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir
kadınları nikahınızda tutmayın, harcadığınızı isteyin. Onlarda harcadığını
istesinler. Allah'ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet
sahibidir.” (Mümtehine, 60: 10) ayetini indirmişti.
Hicretin ilk
yıllarında bu konu herhangi bir hükme bağlanmış değildi. İnanmış kadınla kâfir
kocanın ayrılması öngörülmediği gibi inanmış erkekle kâfir kadının ayrılması da
şart koşulmamıştı. Zira İslam toplumu henüz tüm ilkelerini belirlememiş ve
oturmamıştı. Hudeybiye antlaşmasından -veya birçok rivayette kullanılan deyimle
Hudeybiye zaferinden sonra- ise artık tamamen ayrılığın zamanı gelmişti. Mümin
erkeklerin ve mümin kadınların kalbinde yer eden ilkenin artık pratik
hayatlarına da yerleşmesi gerekiyordu. "Yani günlük hayatlarında da iman
bağından başka bir bağ yoktur. İnanç bağından başka bir bağ yoktur. Bağlar
ancak Allah'a bağlı olanlar arasında geçerlidir." şeklindeki ilkelerin
yürürlüğe konması gerekiyordu (Kutub, IX: 626).
Eğer inanmış
bir kocanın, kâfir olan eşinden ayrıldıktan sonra eşi ya da ailesi onun yaptığı
masrafı kendisine iade etmezse -nitekim buna benzer olaylar olmuştur- devlet
başkanı, eşleri iman edip İslam yurduna sığınan kâfir erkeklerin mehir
karşılığı alacağı haktan bu mümin erkeğin alacağını tahsil eder. Ya da
kâfirlerin Müslümanlar tarafından elde edilen ganimet mallarından bu inanmış
kocanın zararını karşılar (Kutub, IX: 626-627).
İşte bu
şekilde eşler arasındaki ayrılık hükümleri İslam düşüncesinin realiteye dayalı
bir uygulaması niteliğindedir. Hayatın değerleri ve bağları böylece yerlerine
oturtulmaktadır. İslamın safı bire indirgenmekte ve diğer saflardan tamamen
ayrılmaktadır. Hayatın tamamı inanç ilkesi üzerine kurulmakta ve bütün bir
hayat iman eksenine bağlanmaktadır. Bütünüyle insanca bir dünya kurulmaktadır.
Burada ırk, renk, dil, soy ve vatan farklılıkları eriyip gitmektedir. İnsanları
birbirinden ayıran tek bir arma kalmaktadır. Bu da insanların bağlı bulunduğu
tarafın armasıdır. Ortada sadece iki cephe bulunmaktadır: Allah'ın cephesi ve
şeytanın cephesi (Kutub, IX: 627).
Bazı insanlar
tehlikesiz ortamlarda yükünün hafif olduğunu, kolay taşınacağını, dille
söylemekten başka bir yükümlülük gerektirmediğini sanarak iman sözünü açıkça
duyurur: “İnsanlardan kimi vardır ki: ‘Allah'a inandık.’ der; fakat Allah
uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi
tutar. Halbuki Rabbinden bir nusret gelecek olsa, mutlaka, ‘Doğrusu biz de
sizinle beraberdik.’ derler. İyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi
bilen değil midir? Hiç kuşkusuz Allah, kimlerin iman ettiklerini iyi
bildiği gibi, kimlerin münafık olduklarını da iyi bilir.” (Ankebut, 29:
10-11). Bu tür kimseler kendilerini güvencede hissederken henüz
sıkıntılara uğratılmamışken, açıkça söyledikleri bu sözden dolayı baskı görünce
"insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar." Paniğe
kapılırlar, ruhlarındaki değerler altüst olur, vicdanlarındaki inanç
yıkılırcasına sarsılır. Allah'ın azabı da dahil, bu gördüğünden daha ağır bir
azabın daha etkili bir eziyetin olamayacağını düşünürler. Ve her biri kendi
kendine şöyle der: Bu gördüğüm en şiddetli, en acıklı azaptır. Bundan daha ağır
bir azap olamaz. Şu halde ne diye imanımda ısrar edeyim, baskılara sabredeyim?
Zaten Allah'ın azabı da bundan fazla bir şey yapamaz bana. Hiç kuşkusuz bu
düşünce, insanların kat kat fazlasına katlanabildikleri eziyetler ile hiç
kimsenin boyutlarını kavrayamadığı yüce Allah'ın korkunç azabını birbirine
karıştırmanın ifadesidir (Kutub, VIII: 145).
Buradaki
yanılgı, azaba katlanamamalarından, dirençlerinin zayıf kalmasından,
sabırlarının tükenmesinden kaynaklanmıyor. Çünkü gerçek müminler de böyle bir
duruma düşebilirler. Zaten insan gücünün de belli bir sınırı vardır. Ancak
gerçek müminler her zaman duygu ve düşüncelerinde insanların yapabildikleri tüm
işkence ve baskı yöntemleri ile yüce Allah'ın korkunç azabını kesin şekilde
birbirinden ayırırlar. İnsanların uyguladıkları işkencelerin insan takatını,
insanın dayanma gücünü aştığı anlarda bile küçücük fani dünya ile büyük ve
sonsuz alemi birbirine karıştırmazlar. İşkenceler, baskılar, takatını, dayanma
gücünü aşsa bile hiçbir şey müminin düşüncesinde Allah'ın yerini tutamaz. İşte
kalplerdeki iman ile münafıklık arasındaki yol ayırımı burasıdır (Kutub, VIII:
146).
F.
İmandan sonra
inkâr
İman ettikten
sonra Allah'ı inkâr etmek tevbe edilmediği sürece cehenneme sürükleyici bir
suçtur: “İman ettikten sonra kâfir olanlar, Allah'ın gazabına uğrarlar, onun
için büyük bir azap vardır. Yalnız bu hüküm, kalpleri kesin bir imanın hazzı
ile donanmış olduğu halde baskı altında kalanlar için değil, fakat gönüllerinin
kapısını inkârcılığa açanlar için geçerlidir.” (Nahl, 16: 106). Zira bu
insan, imanı tanımış ve onun tadına ermiş daha sonra dünya hayatını ahirete
tercih ederek dönüş yapmıştır. Dolayısıyla o Allah'ın gazabına uğramış, ağır
cezaya mahkûm edilmiş ve doğru yoldan mahrum edilmiştir. Gaflet ile
damgalanmış, gözleri ve kulakları üzerine perde indirilmiş ve onun ahirette
hüsrana uğrayanlardan olduğuna karar verilmiştir (Kutub, VI: 575).
İnancın bir
alışveriş konusu yapılması, kâr ve zarar hesabına göre şekillenmesi doğru
değildir. Kalp Allah'a iman ettikten sonra artık şu yeryüzünün değerlerinden
herhangi birinin onun üzerinde etkili olması doğru değildir. Yeryüzünün hesabı
ayrı, inancın hesabı ayrıdır. Bunlar birbirleriyle iç içe değildir. Sonra inanç
sistemi bir oyuncak değildir. Alınıp verilebilecek bir alışveriş vasıtası hiç
değildir. O, yüce ve çok değerlidir. İşte cezanın bu kadar ağır olmasının ve
suçun bu kadar korkunç oluşunun nedeni de budur (Kutub, VI: 575).
Bu kesin
hükmün dışında bırakılan sadece bir olay vardır. O da kalbi iman ile dolu
olduğu halde küfre zorlanan insanın durumudur. Yani canını kurtarmak amacıyla
kalbi iman üzere sabit, kesin inançtan yana ve onu tam kabullendiği halde,
sadece diliyle küfrünü açığa vuranın durumudur (Kutub, VI: 575). Nitekim bu
ayetin Ammar İbn-i Yasir hakkında indiği rivayet edilmiştir (Kurtubî, X: 180). Zaten küfre zorlanıp da küfür sözü söyleyen
kişi Allahu Teala katında mazurdur (Şankîtî, III: 251).
Kur'an-ı
Kerim’de "iman edenleri" muhatap alan bir ayet grubu içinde, imandan
sonra inkâra teşvik eden Kitap Ehli hakkında şu değerlendirme mevcuttur: “Kitap
Ehlinin çoğu gerçeğin ne olduğunu kesinlikle öğrendikten sonra sırf içlerindeki
kıskançlıktan ötürü sizi iman ettikten sonra tekrar kâfirliğe döndürmek
isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onlara aldırış etmeyin, yaptıklarını
hoş görün. Hiç kuşkusuz Allah her şeye kadirdir”. (Bakara, 2: 109).
Allahu Teala inkârcıların, müminlere karşı duydukları kindarlık ile ilgili
müminlere son derece uyanık ve inançlarına bağlı olma bilincini aşılamaktadır.
Müminlerin inancını zayıflatmak amacı ile Yahudiler tarafından gerek tarihte ve
gerekse günümüzde yürütülen yoğun yanıltma ve kuşkulandırma kampanyasına karşı
koymak, bu saldırı okları karşısında ayakta kalmayı başarabilmek için yukarıda
değindiğimiz her iki tür bilinç de kaçınılmaz derecede gereklidir. Yahudilerin,
Müslümanlarda görmekten en çok kıskanacakları "büyük iyilik" işte bu
direnme yeteneğidir (Kutub, I: 155)!
Kitap
Ehli’nde olan kimselerde mevcut olan eğilim, iğrenç kindarlığın vicdanlarda
körüklediği bir eğilimdir. Yani başkalarının elde ettikleri iyiliği onların
elinden alma arzusu. Niçin? Bu durum sözkonusu şirret vicdanların gerçeği
bilmemelerinden ötürü değil, tam tersine bilmelerinden ötürüdür (Kutub, I: 156-157).
Kıskançlık, İslam'a ve Müslümanlara karşı Yahudilerin ruhlarından taşan ve
bugün de devam eden kara ve iğrenç bir duygudur. Onların bütün desiseleri,
bütün komploları bu dünyadan kaynaklanmıştır ve bugün de yaptıkları tüm
düşmanlıklar bu duygunun bir sonucudur. Kur'an-ı Kerim onların bu iğrenç
duygusunu iyi tanısınlar ve korunsunlar diye Müslümanların gözleri önüne seriyor.
Müslümanlar bilmelidir ki, daha önce cenderesinde kıvranıp durdukları küfür
sisteminden Allah'ın nimeti sayesinde kurtulup kavuştukları İslam'dan
uzaklaştırıp yine o eski hayata döndürmek isteyen tüm çabalar da Yahudinin
ürünüdür, onun parmağı vardır bu işlerde. O iman ki; yüce Allah onun sayesinde Müslümanları
en yüksek payeye, onların kıskançlıklarını körükleyen en yüce nimete tek başına
lâyık görmüştür (Kutub, I: 157).
G.
İmanı terkin uhrevi
cezası ve imanın ödülü
İman etmezden
önceki küfür, iman tarafından silinir ve bağışlanır. Çünkü kişi koyu bir
karanlıkta yaşıyorsa aydınlığı tanımamakta mazurdur. Ancak iman ettikten sonra
küfre dönmek, hem de tekrar tekrar... İşte bu, bağışlanması, mazur görülmesi
mümkün olmayan bir suçtur: “Allah, önce
iman edip arkasından küfredenleri, sonra yine iman edip arkasından
küfredenleri, sonra da kâfirliklerini koyulaştıranları asla affetmeyecek,
kendilerini doğru yola iletmeyecektir.” (Nisa, 4: 137). Çünkü küfür bir
perdedir, indiği zaman fıtrat yaratıcısına bağlanmış, oraya buraya dağılmadan
kafileye katılmış, bitki kaynağa ulaşmış ve ruh o unutulmaz tatlılığın, imanın
tatlılığının tadına varmış demektir. İman ettikten sonra, tekrar tekrar küfre
dönenler bilerek fıtrata iftira etmektedirler. İsteyerek sapıklığa dalmakta,
ıssız çöllere, koyu sapıklığa dalmayı kendileri istemektedir (Kutub, III: 100-101).
İman edenlerin ödüllendirilmesine gelince
Allahu Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır: "O, iman edip iyi amel işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek
için insanları önce hiç yoktan yaratır, sonra da onları yeniden diriltir." (Yunus, 10: 4). Ceza ve mükâfatta adalet,
yaratma ve yeniden diriltmenin amaçlarından biridir. İman edip iyi amel
işleyenleri adalet uyarınca ödüllendirmek için, acıdan uzak lezzetin, hemen
arkasından üzüntü getirmeyen nimetin içinde olmak, yaratılışın ve yeniden
dirilişin amaçlarından biridir. Bu, insanın olgunluk açısından ulaşabileceği
zirve noktasıdır. İnsanlık yeryüzünde, zorluklarla ve üzüntülerle iç içe
bulunan hiçbir lezzeti, üzüntüsüz veya kendisini izleyen acılardan uzak olmayan
bu dünya hayatında böyle bir şeye ulaşamaz. Gerçi insan, ruhun tertemiz
zevklerine, lezzetlerine ulaşabilir. Bu ise, çok az insanın eline geçer. Bu
dünya hayatında hiçbir pürüz olmasa dahi, bu nimetin sona ereceği bilinci
yalnız başına bir eksiklik olarak yeterdi ve onun mükemmel oluşuna engel
olurdu. Buna göre insanlık, bu yeryüzünde kendisi için belirlenen en yüksek
derecelere ulaşamaz. İnsanlığın ulaşabileceği en yüksek derece, eksiklikten,
zaaftan ve bunların kötü sonuçlarından kurtulmaktır. Üzüntüsüz, korkusuz
kaybetme endişesi ve sona eriş ızdırabı çekmeden bu hayatın nimetlerinden
yararlanmaktır. İnsan bütün bunların hepsine cennette kavuşacaktır. Nitekim
Kur'an-ı Kerim, cennetin mükemmel ve kuşatıcı nimetlerinden bu şekilde söz
etmektedir. Hiç kuşkusuz, yaratılışın ve dirilişin amaçlarından biri, doğru
yolda giden insanları hayatın tutarlı yasalarına ve evrenin kanunlarına
uyanları, insanlığın en üstün derecelerine ulaştırmaktır.
Gerisinde
daha şerefli ve daha kalıcı bir hedef olmayan, yüce Allah'ın sisteminden uzak
olarak sürdürülen hayat Kur'an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilmekte ve bu türden
bir hayata karşı insanlara doğru yön gösterilmektedir: "Doğrusu dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız
Allah size mükafatlarınızı verir ve sizden mallarınızın tümünü sarf etmenizi
istemez." (Muhammed
47: 36). Bu öyle bir sistemdir ki, bu dünya hayatını ahiretin tarlası ve
halifelik nimetini ebedi ahiret yurdunu elde etmenin aracı olarak kılar. Dünya
hayatını bir oyun ve bir eğlence olmaktan çıkaran ve ona ciddiyet damgasını
vuran, onu hayvansal seviyeden çıkarıp yücelerin yücesine bağlı olan doğru
yoldaki halifelik seviyesine yükselten ancak ve ancak iman ve takvadır. İşte o
gün, Allah'tan korkan müminin can-ı gönülden feda ettiği dünya hayatındaki
şeyler boşa gitmez, yok olmaz. İşte ebedi ahiret yurdunda bol mükafat ancak
bununla elde edilir. Tabi bununla birlikte yüce Allah, insanlardan tüm
mallarını harcamalarını istememektedir. Getirdiği yükümlülüklerle ve farzlarla
onları sıkıntıya sokmayı arzulamamaktadır. Çünkü O ruhların ve nefislerin
yaratılış ve fıtrat itibarı ile dünya malına düşkün olduklarını bilmektedir. Ve
yüce Allah insana ancak yapabileceğini yükler (Kutub, IX: 268).
Kaynakça
İbnu Manzur, Ebu’l-Fadl
Cemâluddîn, Lisânu’l-Arab, 15 c., Daru Sadır, Beyrut, ts.
Kayacan, Murat, Kur'an’da
Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.
Kurtubî, Ebû Abdillah
Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (ö. 671 h), el-Câmi’
li Ahkâmi'l-Kur'an, 11 c., Daru Âlemi’l-Kütüb, Riyad, 2003.
Kutub, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kur'an, (çev. Mehmet Yolcu ve
diğerleri), 10 c., Dünya Yay., İst., 1991.
Mevdudî, Ebu’l A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’an,
(çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri), 7 c., İnsan Yay., İst., 1986.
Şankîtî, Muhammed bin el-Muhtar, Edvâu’l-Beyân fî İydâhi’l-Kur'an
bi’l-Kur'an, 9 c., Daru’l-Fikr li’t-Tabaât’i ve’n-Neşr, Beyrut, 1995.
Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili,
10 c., Eser Neşr., İst., 1979.
Zebîdî, el-Murtadâ, Tacu’l-Arus,
40 c., Daru’l-Hidaye, Riyad, ts.
[1] Kutub’un kastettiği Tevrat ayeti şu iki
ayetten birisi olsa gerektir: “Ve onları kendi şeriatine döndüresin diye onlara
karşı şehadet ettin. Fakat azgınlık ettiler ve senin emirlerini dinlemediler.
Fakat hükümlerine karş ısuçlu oldular (o hükümler ki, insan onu yapmakla yaşar) ve omuzlarını yükten kazırıp
enselerini sertleştirdiler ve dinlemediler.” (Tevrat, Nehemya, 9: 29); “Ve beni
dinlemediler ve kulak asmadılar ve enselerini katılaştırdılar, atalakınınkinden
kötüsünü yaptılar.” (Tevrat, Yeremya, 7: 26).