Direnme hakkını kim tayin eder?
Direnme hakkını kim tayin eder?
Ghada Ramahi
İnsanlığı
yeniden inşa etme girişiminde çağdaş devlet sistemi, yeryüzünün sakinlerine
haklarını vermek için kendisini yetkili kılmıştır. Süreç içinde, insan hakları
yeniden yapılandırılmış, nispi değişikliğe tâbi tutulmuş, icat edilmiş ve
haksız bir şekilde dağıtılmıştır. Sonuç, boş, elastikî ve oldukça özneldir.
Bazı haklar lüks ve saçma iken diğerleri içgüdüsel ve hayati öneme sahiptir.
Bir kişinin hakkı, şehrin siluetine bakan yüksek bir binanın 39. katındaki özel
dairesinin balkonunda kahvaltı yaparken her gün masasını donatmak için derilmiş
taze çiçekleri elde etmek olabilir. Başka birinin hakkı temiz su tedariki ve
lağım sularını arıtma ile sınırlı olabilir. Yine başka birisinin hakkı,
ötekinin sadece hayatta kalma hakkı söz konusuyken, arabasını yenilemek
olabilir.
Yeniden
yapılandırılmış haklar sadece göreceli değildir. Aynı zamanda onlar, çağdaş
güçlerin büyük denklemlerine uygun olan etnisiteye, doğuma, ırka, cinsiyete,
dine, dile, tabii kaynaklara ve diğer kategorilere bağlı olarak manipüle edilir
ve siyasi olarak dizayn edilir. Yani mesele, hakkı neyin tespit ettiği ve onu
tanımlama ve verme yetkisine kimin sahip olduğudur.
Çağdaş devlet
sisteminin bir destekleyicisi olarak Birleşmiş Milletler (BM), insan hakları ve
BM Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin hazırlanması konusunda son sözü
söyleme yetkisine sahiptir. Bununla birlikte küçük bir problem söz konusudur.
BM asla tarafsız olamadığı gibi taraflı bir destekçi olmuştur. Söylendiğine
göre “(Filistinlilerin) dönüş hakkı”na referansla 194 no’lu karar, 11. madde
yalın bir örnektir. Answer.com internet adresine göre, “Karar (Gerçekte sadece
11. madde) Filistinli mültecilerin ‘dönüş hakkı’ olarak yorumlayan Araplar
tarafından kanıt olarak gösterilmiştir. Sonuçta farklı yorumlara açık bu madde
hakkında ne denebilir?
Paragraf muğlak
bir şekilde kimin “dönüş hakkı” olduğunu ifade ederken, ikinci madde kimin
vatanına döneceğini, tekrar memleketine yerleşeceğini ve zararlarının tazmin
edileceğini tam olarak belirtir: Filistinlilerin. Bu nedenle, muğlâk ilk madde
Filistinli mültecileri açıkça belirtmezken daha ziyade iki bin yıldır diasporalarda
mülteci olduğundan “dönüş hakkına” sahip olmaları gereken Yahudiler içindir.
Bu, ne Filistin topraklarına ait olan ne de orada yaşamış olan birisinin
mülteci olarak kabul edilip “dönüş hakkı”na sahip olmakla ödüllendirilirken
topraklarından edilen Filistinlilere -dönüş hakkı hariç- gerçekte ve hâlâ başka
alternatifler sunulduğu anlamına gelir.
Bu anlayıştan
yola çıkarak, niçin BM’nin 194 no’lu kararının 11. maddesini ilk kabul edenin ve
daha sonra da dikkate almayan devletin İsrail devleti olduğu anlaşılabilir. Bunun
da ötesinde, BM kararları bağlayıcı olmaktan ziyade tavsiye niteliğindedir VE
her daim (hak) alıcı tarafında yer alanın dezavantajına yönelik olarak yoruma
açıktır. Bunu ifade ettikten sonra, BM’nin 194 no’lu kararının 11. maddesine
bir bakalım:
Filistin’deki
sonraki durumu görüştükten sonra Genel Kurul, (Madde 1’den 10’a kadar
listelenmiştir.)
11. madde
vatanlarına dönmek ve komşularıyla barış içinde yaşamak isteyen mültecilerin
makul en yakın tarihte vatanlarına dönmelerine izin verilmesini ve bu telafinin,
dönmemeyi tercih edenlerin zararlarını ödemeyi de kapsamasını ve uluslar arası
hukuk ilkeleri ya da eşitlik ilkesi altında mülkiyete dair kayıp ya da zararın,
hükümetler ya da sorumlularca telafi edilmesini öngörür.
İş bu madde,
mültecilerin yeniden vatanlarına dönmelerini, yerleşmelerini ve ekonomik,
sosyal haklarını geri vermeyi, BM Filistinli Mültecilere Yardım Direktörü ve
direktör aracılığıyla, BM’nin uygun organları ve bürosu ile yakın ilişkiyi
sürdürmeyi tedarik için Uzlaşma Komisyonu kurulmasını zorunlu kılar.
Bu geçtiğimiz
nisan ayında, konforlu oturma odamda, oturmuş Şeyh Ahmed Yasin’in ve Dr.
Abdulaziz Rantısî’nin ilk şahadet yıldönümlerini anan Hamas üzerine akşam
haberlerinden bir bölümü seyrediyordum. Sahnede ve konuşmacıların arkasında
şehit Hamas liderlerinin asılı dev resimleri vardı. Onları saydım: Yahya
Ayyaş’tan Abdülaziz Rantısî’ye kadar on resim. Birkaç dakika içinde
düşüncelerim, bir Filistinli olarak kimliğimi aştı ve saf bir soyutlama ile kendime
sorular sormaya başladım: Bu adamları ve onlar gibilerini, eğitim kabiliyetleri
ve diğer başarılarıyla bu hale getiren, onlara hayatlarında bu yolu tercih
ettiren nedir? Niçin yüksek kariyerleriyle iyi bir iş edinmeyi seçmediler? Benzer
nitelikleri olan diğerleri gibi niçin kariyerleri, yatırım portfolyoleriyle
övünmüyorlardı? Niçin müzakere masasında oturmuyor ve diğer politikacılar gibi
el sıkışmıyorlardı? Onları diğerlerinden ayıran neydi? Onları yeraltına
çekilmeye iten, bir caddede rahat rahat yürümelerine engel olan neydi? Bu
adamlar, Batılı bir analistin bir defasında esip gürlediği gibi herhangi bir
“fanatik liderin radikal bir harekete katmak için beyinlerini yıkadığı”
kimseler değildi.
Bir kimsenin
“duvarın” hangi tarafında oturduğu (ve burada “ırkçı ayrım duvarını”
kastediyorum) mesele değil. Ve ayrıca Hamas’ı, İslamî Cihad’ı ve Hizbullah’ı
nasıl gördüğü bir yana, onun bu adamların varlığı ve karizması olduğunu inkâr etmesi
söz konusu olamaz. Bu örgütlerin yaptıklarının “duvar”ın her iki tarafında
büyük etkisi var. Onlar dünya siyasetinde büyük oyuncular ve etkin faktörler.
Onları terörist gruplar olarak tasnif etmek onları ne bitiriyor ne de
liderlerine suikast yapmak onarı uyandırıyor. Sözgelimi Hizbullah; neredeyse
güney Lübnan’ın tümünden İsraillileri başarılı bir şekilde defedebildi. Son
zamanlarda Hamas ve Hizbullah genel seçimleri “demokratik bir şekilde”
kazandılar. Yani böyle grupların arkasındaki itici gücü etraflıca, -insani
olarak mümkünse nesnel bir biçimde anlamaya çalışmalıyız.
Başka bir çocuk
oyuncağımızı aniden elimizden aldığında ve geri vermediğinde nasıl
hissettiğimizi hepimiz hatırlarız. Küçükler olarak niçin gerçekten üzüldüğümüzü
ve ağladığımızı bilmez ve anlamazdık… İçgüdüsel bir şekilde bir şeylerin
yanlışlığını bilirdik ve o da bize ait olanın elimizden alındığı ve ona el
konduğuydu. “Birisi bize ait olanı aldı.” Öteki çocuk doğru yapmadı ve bunu
bana yapmamalıydı. Karşı çıkmak ve oyuncağımızı geri almak için öfkemizi
belirterek elimizden geleni yaptık, yüksek sesle ağladık, tekme attık ve onun
yerine başka bir oyuncağı kabul etmedik. Onun yerine verileni kabul etmeye
zorlandığımızda memnun olmadık ve gözümüzü bizden alınana diktik ve bulduğumuz
ilk fırsatta onun peşine düştük. Belki de bu adaletsizliğe karşı ilk tecrübemiz
ve direnişimizdi.
Şimdi bir
yetişkin olarak birisinin gelip zorla memleketimden beni sürgün ettiğini ve
vatanımın ona ait olduğunu iddia ettiğini, ağaçlarıma, bahçeme, çiftliğime,
toprağıma el koyduğunu biliyorum: O, tüm vatanıma el koydu ve kendisinin
olduğunu iddia etti. Kimliğimi inkâr ediyor ve var olmamı bile istemiyor. Bu
haksızlıklara tepki gösterdiğimde, beni kendi siyasi gündemine ve başarılarına
göre sınıflandırıyor. Kendi inşa edilmiş dünya çapındaki kurumlarını
kullanarak, beni tüm araçlarıyla ezmeye çalışıyor.
Çocuk olduğumuz
için anlamadık ama bizden alınanı almak isteyişimiz hakkımız olarak anlaşıldı. O,
insan oluşumuzla beraber gelen bir içgüdüsel duygu. O, çocukluğumuzda olduğu
gibi donanımımızın bir bölümü. Onu bize kimse vermedi, onunla doğduk. O, kanımıza
işlemiş.
İslâmî açıdan
bakarsak, Arapçada “hak” kelimesi kullanılır. Çoğulu hukuktur. bu kelime
“dosdoğru” anlamına gelir. Çünkü bu kelime Mutlak Hak’tan yani her şeye gücü yeten
Allah’tan gelir. Mutlak Hak, Mutlak Gerçeklik anlamında hakikat kelimesinin
köküdür de. el-Hak, Allah’ın 99 isminden biridir. Yani bir kimsenin hakkı ilahi
bir bağıştır. Ne yazık ki, son zamanlarda Arap dünyasında hak kelimesi ile İngilizcedeki
“right” (gerçeklik), yabancılaşma ve kitlelerin kafa karışıklığı yaşamasına
neden olacak şekilde birbirine karıştırılmakta ve birbirinin yerine
kullanılmaktadır. Her doğru hak değildir ama her hak doğrudur. Hiçbir dil bir
kimsenin hakkını bilmesi için gerekli değildir ama haklarını bilmesi için
çoğuna ihtiyacı vardır. Hiçbir hak ne mekanik bir şekilde anlaşılabilir ne de
bilimi, teknolojiyi, ekonomik büyümeyi ya da turizmi takip eder. Hiçbir hak ne
beşerî yasalarla ya da düzenlemelerle sınırlanabilir ne de herhangi bir askerî
otorite tarafından yok sayılabilir. Hiçbir güç, gerçekliği inkâr etse de hiç
kimsenin hakkını inkâr edemez. Dünya çapında bir kuruluş, birisinin bazı gerçeklikleri
hakkında ötekinin lehine karar verebilir ama bu, bu gerçeklikleri adil kılmaz. Ötekilerin
gerçekliklerine rağmen, adaletsiz bir şekilde bazı hakların kendilerine
verildiği kimseler, ne tür düzenbazlıklar yaptıklarını her zaman
hatırlayacaklardır. Direniş hakkı ve sömürünün varlığı; müzakerelere, yol
haritalarına ve yüksek beton duvarlara meydan okur. Direniş hakkı, Filistin
başkaldırısının Hamas ve İslâmî Cihad’ın Hizbullah’ın gücünün arkasındaki itici
güçtür. O, mefluc Şeyh Ahmed Yasin’i direnmeye iten güçtür. O, silahsız
Filistinli gençleri Mercava’ya karşı taşla savaşmaya iten güçtür. O, Filistinli
mahkûmları dimdik ayakta tutan şeydir.
Direniş hakkına
sahip olmak haksız bir şekilde zorlandığınız bir şeye karşı aktif olarak itiraz,
dünyanın süper güçleri inkâr etse de size zarar veren kötü bir şeye karşı
mücadele etmektir. O, işgal eylemi ve etkisine karşı sıkı durmaktır ve
hayatınızın her alanına yapılan saldırıya direnmektir. Ve çünkü hak direnişin
özüdür. O ancak, her şeye gücü yeten Hakk’ın bedenemize yerleştirebileceği
içgüdüsel gerçeklik kavramıdır ki bir kimse direniş hakkına sahip olduğu zaman
bu hakkı Allah’tan alır.
Ramahi, Ghada, “Who Gives the Right to Resist?” (Direnme Hakkını Kim Tayin
Eder?) (çev: Murat Kayacan) S. 174, Haksöz Derg., İst., 2005.
http://www.muslimedia.com/resistright.htm
GHADA RAMAHI
Who gives the right to resist?
In the second
paper we are publishing from the IHRC conference “Towards a New Liberation
Theology”, GHADA RAMAHI discusses the right to resist.
In its attempt
to reconstruct humanity, the contemporary state system has given itself the
authority to delegate rights to inhabitants of the earth. In the process, human
rights have been reconstituted, modified, invented and allocated unjustly. The result is a term which is vague, elastic
and quite subjective. Some rights are
luxurious and frivolous while others are instinctive and essential for
survival. One person's right might be to
get freshly cut flowers delivered every morning to decorate the table while
having breakfast on the balcony of an exclusive apartment on the 39th floor of
a high-rise overlooking the skyline of the city; another's right might be limited
to securing clean running water and a sanitized sewage system. One person's right might be to renew the car
every year, whereas another person's right might be to simply exist.
Not only are
reconstituted rights relative, but they are also manipulated and politically
designed, depending on ethnicity, nativity, race, sex, religion, language,
natural resources and other classifications that fit the grand chessboard of
the contemporary powers. So the issue is
what constitutes a right and who has the authority to define it and give it.
As a subsidiary
to the contemporary state system, the United Nations has become the arbiter of
human rights. In fact, it presided over
the production of the Universal Declaration of Human Rights. However, a minor problem emerged. The UN has never been an objective, impartial
arbiter. A stark example is Resolution
194, Article 11, which is supposedly the reference for "the
[Palestinians'] right to return".
According to Answer.com, "the resolution [actually only Article 11]
has been increasingly quoted by the Arabs, who have interpreted it as a ‘right
of return' of the Palestinian refugees." So what is it about this article
that is open to divergent interpretations?
The paragraph is
worded ambiguously regarding who precisely has the "right to return",
whereas the second stipulation specifies precisely who should be repatriated,
resettled and compensated: the Palestinians.
Therefore, the vague first stipulation was not meant for the Palestinian
refugees, rather for the Jews who should have the "right to return",
since they had been refugees in diasporas for the past two thousand years. This means that someone who had never
belonged to the land of Palestine, nor lived there, was considered a refugee
and awarded the "right to return", whereas Palestinians who were
uprooted from their homeland were, or actually are still, offered other
alternatives but not that of return.
With this
insight, one can understand why the state of Israel first welcomed UN
Resolution 194, article 11, and later continued to ignore it. Furthermore, UN resolutions are not
obligations, rather recommendation AND are always open to reinterpretations to
the disadvantage of those who are on the receiving end. Having said this, let's look at UN Resolution
194, Article 11:
The General
Assembly, Having considered further the situation in Palestine, [Articles 1 to
10 are listed]
11. Resolves that the refugees wishing to return
to their homes and live at peace with their neighbours should be permitted to
do so at the earliest practicable date, and that compensation should be paid
for the property of those choosing not to return and for loss of or damage to
property which, under principles of international law or in equity, should be
made good by the Governments or authorities responsible;
Instructs the
Conciliation Commission to facilitate the repatriation, resettlement and
economic and social rehabilitation of the refugees and the payment of
compensation and to maintain close relations with the Director of the United
Nations Relief for Palestine Refugees and, through him, with the appropriate
organs and agencies of the United Nations.
This past April,
while at home in my comfortable living room, I sat watching a segment of the
evening news reporting on Hamas commemorating the first anniversary of the
martyrdom of Shaikh Ahmad Yaseen and Dr. Abdul-Aziz al-Rantisi. On the stage and behind the speakers, huge
pictures of the martyred Hamas leaders hung.
I counted them. They were ten:
starting with Yahya ‘Ayyash all the way to Abdul-Aziz al-Rantisi. For few moments, my thoughts transcended my
identity as a Palestinian, and I found myself asking in pure abstraction: what
made these men, and others like them, with their caliber of education and other
achievements, choose this path for their lives?
Why didn't they choose to get good jobs with their highly esteemed
degrees? Why not brag about their career accomplishments and investment
portfolios, like others with similar qualifications? Why didn't they choose to sit at the negotiating seat and shake hands like
other politicians? What distinguished
them from other men? What made them
decide to live underground, unable to walk openly on a street? These men were not just teenagers whom some
"fanatic leader had brainwashed" into "enlisting in a radical
movement", as a western analyst once roared.
No matter on
which side of the "wall" one might sit (and here I mean The WALL),
and regardless of how one might view Hamas, Islamic Jihad and Hizbullah, no one
can deny the presence and charisma of these men. Their accomplishments have an immense impact
on both sides of the "wall".
They are major players and decisive factors in world politics. Classifying them as terrorist groups does not
make them go away; nor does assassinating their leaders weaken them. In the case of Hizbullah, they managed
successfully to force the Israelis out of almost all of southern Lebanon. Recently, both Hamas and Hizbullah have
"democratically" won major elections.
So we must try, objectively if humanly possible, to fathom the driving
force behind such groups.
We all remember
how we felt when another kid snatched our toy and wouldn't give it back. As very little ones, we didn't know or
understand why we would get really upset and cry … instinctively we knew that
something was wrong, and that what belonged to us was taken away, it had been
usurped. "Someone took something
that belongs to me". And the other
kid was unjust and was not supposed to do that to me. To protest and to get our toy back, we did
all we could, expressing ourselves in anger, cried very loudly, kicked and did
not accept any other toy in replacement.
When we were forced to accept a replacement, we were never satisfied and
kept our eyes fixed on what had been taken away from us, and went after it when
the first chance presented itself.
Perhaps this was our first experience of injustice and resistance.
Now, as an
adult, I know that another person came, by force expelled me from my home and
claimed it for his, took my trees, my garden, my farm, my land: took my whole
country and claimed it for his. He
denies my identity and does not want me to even exist. When I react to these injustices, he classifies
me according to his political agenda and gains.
Using his own constructed world institutions, he tries to crush me by
all possible means.
The feeling that
we did not understand as children but acted upon is called one's right…it is an
instinctive feeling that comes with the human make-up; it is part of the
hardware, as it were. Nobody gave it to
us; we were born with it: it runs with our blood.
Islamically
speaking, in Arabic a very specific word is used to mean Right. It is the word haqq, with hoqooq for
plural. Strictly, the word haqq means
only a ‘just Right'. This is so because
the word haqq as right is derived from the Absolute Haqq, Allah the Almighty
(swt) Himself. The Absolute Haqq is also
the root of the word haqeeqah, which means the Absolute Truth. Al-Haqq is one of the Ninety-Nine Divine
Attributes. So one's haqq implies a
divinely bestowed "just right".
Unfortunately, lately in the Arab world the words haqq and right have
been confused and used interchangeably, resulting in further alienation and
massive confusion. Not every right is a
haqq, but every haqq is right and just.
No particular language is necessary to know one's haqq, but plenty of it
is needed to know one's rights. No haqq
can be understood mechanistically, nor does it follow science, technology,
economy growth or tourism. No haqq can be
affected by any man-made law or regulation, nor crushed by any military
supremacy. No power can deny one's haqq,
though it can deny one's rights. A world
agency might decide some rights in favor of one over another, but it cannot
make these rights just. Those who are
unjustly awarded some rights at the expense of others will always know that
they have cheated. The haqq to resist
oppression and exploitation defies negotiations, road maps and high concrete
walls. The haqq to resist is the driving
force behind the Palestinian uprising, behind Hamas and Islamic Jihad, and
behind the strength of Hizbullah. It was
the power that made the quadriplegic Shaikh Ahmad Yaseen resist, and it is what
makes unarmed Palestinian youths fight the Mercava with stones. It is what keeps Palestinian prisoners
standing tall.
Having the haqq
to resist is to object actively to something that is unjustly forced upon
you. It is to strive against something
bad that is harming you, even when the superpowers of the world deny it. It is to remain firm against the action and
effect of occupation and to withstand the aggression imposed on every aspect of
your livelihood. And because haqq is the
essence of resistance, it is only the Almighty Absolute Haqq that can instill
in our psyche the notion of instinctive rights, so that when one has the haqq
to resist, one is delegated this right by the Almighty Allah (swt).
http://www.muslimedia.com/resistright.htm